Jump to content

Mu Uygarligi , Naccallar


Recommended Posts

MU UYGARLIĞI VE NAACALLER

Batık Mu kıtası ve Mu uygarlığı hakkındaki bilgilerin çok büyük bir bölümü, 19. yüzyılda yaşamış olan İngiliz araştırmacı James Churchward'ın incelemeleri neticesinde gün yüzüne çıkmıştır. İngiliz silahlı kuvvetlerinde albay olan Churchward, 1880'li yıllarda Hindistan ve Tibet'te görevle bulunduğu sıralarda bu kıta hakındaki ilk bilgilen edinmiş, emekliliğinden sonra da Orta Amerika'da araştırmalarını tamamlayarak bu batık uygarlık hakkında beş eser yazmıştır.

Churcward'ın kaynakları, Batı Tibet'te bir mabette, bu mabedin başrahibi tarafından kendisine verilen "Naacal Tabletleri" ile, Amerikalı Jeolog William Niven'in 1921-23 yılları arasında Meksika'da ortaya çıkardığı tabletler olmuştur. (1)

Bilim dünyası, gerek Churchward'ın ortaya çıkardığı Mu uygarlığının, gerekse bir diğer batık kıta olan Atlantis'in varlıklarını kuşkuyla karşılamaktadır. Ancak yine bilim dünyası, bu iki kıtanın battığı öne sürülen tarih olan 12 bin yıl önce dünyada büyük bir jeolojik olayın yaşandığını onaylamaktadır. Kaldı ki, dünyanın hemen her yerindeki kavim ve milletlerin tufan efsaneleri de, büyük bir felaketin yaşandığını doğrulamaktadır ve bilim dünyası ister kabul etsin, ister etmesin, Mısır, Maya kalıntıları, Paskalya adası uygarlığı gibi bugün nasıl ortaya çıktıkları izah edilemeyen birçok eser bu batık kıta uygarlıklarının varlığı ile mantıklı izahlara kavuşabilmektedir.

Evrim kuramları ve genel bulgulara göre, günümüzden 200 ile 500 bin yıl önce iki ayağı üzerinde dik olarak durabilen "Homo Erectus" yerini, düşünebilen insan "Homo Sapiens"e bırakmıştır. Homo Sapiens'in ortaya çıkış tarihini 200 bin yıl önce olarak kabul etsek dahi, o günden bu güne kadar insanoğlunun sadece günümüz uygarlığını yaratmış olduğunu düşünmek, insanlık adına büyük bir bencilliktir. 200 bin yıl önce dünyaya gelen ve uzmanlarca beyin ağırlığı ve düşünme kapasitesi günümüz insanı ile aynı olarak kabul edilen Homo Sapiens, ne olmuştur da, 194 bin yıl bekledikten sonra, günümüzden 6 bin yıl önce birden bire dev adımlar atmaya karar vermiştir? Nitekim, günümüz bilim çevreleri, tekerleğin ve yazının ancak M.Ö. 4 binlerde bulunduğunu öne sürmektedir.

Ancak, dünyanın geçirdiği tufan felaketi nedeniyle çok az belge ve bulgunun kalmış olmasına rağmen, bu belge ve bulgular, insanoğlunun dünya üzerindeki uzun geçmişinde, günümüz uygarlığının dışında en az bir büyük uygarlık daha yaratmış olduğunu ve hatta bugünkü uygarlığın temellerinin de bu eski uygarlıkta atıldığını ortaya koymaktadır.

James Churchward 1883'de, Batı Tibet'te bir manastırda bu belgelerin en önemlilerini gün yüzüne çıkarttı. Tibet'te görevli olarak bulunan Churchward, eski dinlerin kökenleri hakkındaki araştırmaları doğrultusunda Tibet'teki manastırları dolaşırken, yolu Batı Tibet'te bir manastıra düştü. Bu manastırın, "Büyük Rahipler Kardeşliğinin" önde gelen üyelerinden olan baş rahibi Rishi, Churchward'a, günümüzden 15 bin yıl önce yazılmış "Naacal Tabletleri"ni gösterdi.(2)

Rishi'nin Churchward'a, binlerce yıldır sır olarak saklanan tabletleri niçin gösterdiği bilinmiyor. Ancak, kendisi de bir inisiye olan Rishi'nin, başka kanallardan da olsa Ezoterik doktrini bünyesinde yaşatan bir diğer kardeşlik örgütüne, Masonluğa üye olan Churchward'ı kendisine yakın bulduğu ve bazı sırların batı dünyasına açıklanması zamanının geldiğine inandığı tahmin ediliyor.

Rishi, bu düşüncelerle Churchward'a iki yıl boyunca üstadlık yaptı ve sadece büyük rahiplerin bildiği, Naacal Tabletlerinin yazıldığı ölü dili kendisine öğretti.(3)

Naacal dilini öğrenen ve tabletleri inceleyen Churchward, bu tabletlerin ışığı doğrultusunda batık kıta Mu ve uygarlığının izlerine rastlamak umuduyla 50 yıl süren araştırma gezilerine başladı.

--------------------------------------------------------------------------------

Pasifik okyanusundaki hemen bütün adalarda, Sibirya ve Orta Asya'da, Avusturalya'da, Mısır'da incelemeler yapan Churchward'a yeni nur kaynağı Meksika'da parladı. Amerikalı Jeolog William Niven, 1921-23 yılları arasında Meksika'da yaptığı kazılarda, 11.500-12.000 yıl önce yazıldıkları saptanan 2600 dolayında tablet buldu (4). Bu tabletlerdeki yazılar ne Niven tarafından, ne de tabletler üzerinde uzun bir inceleme yapan Carnegie Enstitüsü uzmanlarından Dr. Morley tarafından okunamadı. Tabletlerin varlığını duyan Churchward Meksika'ya gitti ve Tibet'te öğrenmiş olduğu Naacal diliyle yazılı olduklarını ispatladığı Meksika tabletlerini çözmeyi başardı. Tibet tabletlerinde eksik kalan bilgilerini Meksika tabletleri ile tamamlayan Churchward, batık uygarlık Mu hakkında büyük yankılar getiren eserlerini yazdı (5).

Churchward ve Niven'in bulguları, Mu kıtasının bugünkü Pasifik okyanusunun oldukça büyük bir bölümünü kapladığını, Hawaii, Haiti, Fiji, Paskalya adaları ile diğer Polonezya adalarının bu batık kıtadan artakalan parçalar olduklarını ortaya koydu. Danimarkalı araştırmacı ve yazar Eric Von Daniken de, birbirlerinden binlerce kilometre uzakta olan bu adalar kültürlerinin şaşılacak derecede benzediğine işaret ediyor. (6)

Churchward'a göre Mu kıtası, doğudan batıya 8 bin kilometre, kuzeyden güneye de 5 bin kilometre uzunluğunda dev bir ada kıtaydı. Naacal tabletleri bu kıtanın, uygarlığın beşiği olduğunu öne sürmektedir. Yaklaşık 70.000 yıllık bir uygarlık geçmişine sahip olan Mu, zaman içerisinde tüm dünyada birçok koloniler ve büyük imparatorluklar oluşturmuştur (7).

Mu uygalığının kolonileştirdiği ve daha sonra bağımsızlaşarak birer imparatorluğa dönüşen en önemli iki devlet, Atlantis ve Uygur İmparatorluklarıdır (8). Ayrıca, bugün Antik Mısır, Çin, Hint ve Maya uygarlıkları diye bilinen uygarlıkların kökeninde de Mu uygarlığı yatmaktadır.

Mu uygarlığının ne zaman başladığı bilinmiyor. Naacal Tabletleri ve Meksika'da bulunanlar bu konuda aydınlatıcı olamadı. Ancak tabletler, Mu'nun kolonileşme ve uygarlığının temelini oluşturan dinini yayma aşamasına 70 bin yıl önce geçtiğini gösteriyorlar.

15 bin yaşında oldukları belirlenen Naacal Tabletleri evrenin başlangıcı ve ortaya çıkışı konusunda ayrıntılı öngörüler kapsamakta. Bu tabletlere göre, evrenin başlangıcında sadece ruh vardı. Daha sonra bu ruhtan, bir kaosun hakim olduğu uzay var oldu. Zamanla kaos yerini giderek düzene bırakmaya başladı ve uzaydaki şekilsiz ve dağınık gazlar biraraya geldi. Bu gazlar güneş sistemlerini ve gezegenleri oluşturmak için katılaştı. Katılaşma sırasında önce hava, sonra su oluştu. Sular dünyayı kapladı. Güneş ışıkları havayı ve suyu ısıttı. Bu ışıklar ve toprak altındaki ateş, üzerinde su bulunan toprakları yükseltti ve bunlar açık toprak oldu. Güneş ışıkları suyun içinde ve balçıkta kozmik hayat yumurtalarını (Rna-Dna) oluşturdu. İlk hayat sudan çıktı ve tüm yeryüzüne yayıldı.

Günümüzde geçerli evren ve yaşamın oluşumu teorilerine bu denli benzerlik tesadüf olamaz. Zaten, en az 70 bin yaşında olan bir uygarlıktan daha farklı bilgiler ummak da saçmalık olur. Mu uygarlığının ulaştığı seviyeyi gösterme açısından bir başka kaynaktan yararlanalım. Günümüzden 3 bin yıl önce yazılmış Mahabharata'da, uzak geçmişte insanoğlunun kullandığı bir silah tarif ediliyor: "Dumansız bir ateşin ışıltısına sahip olan ve alevler saçan bir mermi atıldı. Birden heryer karanlığa gömüldü. Daha sonra, gözleri kör eden bir ışık ve kulakları sağır eden bir gürültü çıktı. Ardından meydana gelen büyük ısıda sular buharlaştı. Filler, atlar, insanlar bir anda kavruldu. Ağaçlar tamamen yandı. Heryer yeniden aydınlandığında koca ordudan geriye sadece bir avuç kül kalmıştı"...

---------------------------------------------------

Bu efsane, atalarımızın ulaştığı uygarlık düzeyinin yanısıra, onların dünyasının da bugün olduğu gibi, barıştan yana pek nasibini almadığını gösteriyor.

Mahabharata efsanesi ve Sodom ve Gomora'nın yokoluşu gibi diğer bazı efsaneler, Atlantis ve Mu kıtalarının batışı teorilerinden birisini destekler niteliktedir. Ancak bu konuya daha sonra değinileceği için şimdi, Mu uygarlığının yönetiliş biçimine ve bunun aracı olan ilk tek Tanrılı dine, "Mu Dini"ne göz atalım.

Mu uygarlığı bir imparatorluktu ve imparatorların unvanı, güneşin oğlu da denilen "Ra Mu" idi. Mu imparatorluğunun bir diğer adı da "Güneş İmparatorluğu"ydu. Mu dilinde "Ra" kelimesi, güneş anlamına geliyordu. Mu'nun kolonisi olan Mısır'da da güneş tanrıya "Ra" adı verilmiştir. Ayrıca, kökleri Mu uygarlığına kadar uzandığı sanılan Japonya'da da imparatorun unvanı "Güneşin Oğlu" dur. Bunun yansıra eski Maya ve İnka uygarlıklarında da krallar aynı unvanı kullanmışlardır.

İmparatorun altında, hem bilim adamı hem de rahip olan "Naacaller" bulunuyordu ve bunlar yönetici sınıfı teşkil ediyordu. (9) "Kutsal Sırlar Kardeşliğinin üyesi olan Naacaller'in tüm dünyaya yaymış oldukları "Mu Dini", belki de insanlığın tanıdığı ilk tek Tanrılı dindi. Naacaller bu dini, sıradan insanlara, anavatan ve koloniler halklarına anlatırken, anlaşılması daha kolay olan semboller dilini kullanmayı tercih ediyorlardı. Bu sembollerin Ezoterik anlamlarını sadece inisiye edilmiş kardeşler ve imparator Ra-Mu bilmekteydi.

Naacaller'in sembolleri daha çok geometrik şekilleri kapsıyordu. Naacal öğretisi, evrenin ortaya çıkışında en önemli görevin Tanrının geometri ve mimarlık vasıflarına düştüğünü öngörmekteydi. Mu dinine göre Tanrı o kadar kutsal bir varlıktı ki, doğrudan ağıza alınamazdı. Bir sembol vasıtasıyla ifade edilmezse, sıradan insanlar tarafından idrak edilemezdi. İşte bu Yüce Varlığın sembolü, Güneş yani "Ra" idi (10). Tanrının güneş olduğu iddiasındaki tüm saptırılmış iddiaların ve güneş kültü diye nitelendirilen inanışların kökeninde yatan olgu budur.

Naacal öğretisinde Güneş doğrudan Tanrı değil, onun birliğinin ve tekliğinin kitleler tarafından daha iyi anlaşılması için seçilmiş olan bir semboldü. Sembollerin kullanılmasındaki bir diğer amaç da, belirli ifade tarzlarının kalıplaşmasını önlemek ve gelişmeler doğrultusunda sembollere yeni anlamlar yükleyerek, dinin bağnazlıktan ve doğmalardan kurtulmasını sağlamaktı. Ancak, uygarlık çöküp, ana kaynak yok olunca, zaman içinde "bu sembollerin kendileri putlaştı ve çok tanrılı dinlerin doğmasına neden oldu.

Semboller vasıtasıyla tek Tanrıya tapınımı öğreten dinin büyük rahibi, dolayısıyla kutsal kardeşlik örgütünün de başı, Ra Mu'nun kendisiydi. Ancak imparatorun hiçbir Tanrısal kişiliği yoktu ve sadece konumu nedeniyle, sembolik olarak "Güneşin Oğlu" unvanını taşıyordu.

Naacal kardeşlerinin, öğretilerini yaydıkları ve yeni üyeleri inisiye ettikleri mabetler, kıtanın her yerine ve kolonilere dağılmış vaziyetteydi. Dev blok taşlardan yapılan bu mabetlerin damları yoktu ve bunlara "şeffaf mabetler" deniliyordu. Güneş ışıklarının inisiyeler üzerine doğrudan ulaşması için mabetlere dam yapılmıyordu. Bu da bir tür semboldü ve Ezoterik anlamı, Tanrı ile insan arasında hiçbir engel olamayacağı şeklindeydi. Günümüz Masonluğunda da aynı sembol kullanılmakta ve Mason mabetlerinin tavanları, sanki üstü acıkmış gibi, gökyüzünü sembolize eder biçimde düzenlenmektedir.

------------------------------------

Iste böyleeeeee

cok sey bildigini iddia eden bizim SOFULAR aslindan YALAN , UYDURMA , DÜZMEDEN baska hicbirsey bildikleri yok.

Bir ingiliz subayinin arastirip meydana cikardiklarina karsin bizim DEVELER ,SELLIM SELLIM CÖLDE YOL ALMAKTAN ,UYDURMALARDAN INSANLIGA ZARARDAN baska birseyde verememisler.

Gelin bu konuyu enine ,uzununa cekip uzatalim acalim kENDI DÜSÜNCELERIMIZIDE EKLEYELIM ,ne dersiniz?

Haydi GALI, yazin bakalim,kimler neler,nasil düsünecek bu konularda.

Özür dilerim,vermemisler olurmu?

Ulemayul FELLAHUL AZIM vede O yola giren ARAPLASMISLAR deyoki,cevremiz pisliklerle dolu olsa,o pisliklerden sabahtan aksama kadar gezip,yiyip hertarafini pislige bulastiran bir SINEK gelip corbamiza düsse,sineyi cikarip atmamaliyiz,bir kanat üstüne yemeye düsmüsse öte kanadinida yemeye sokmaliyiz.

Eyer yalniz ayahlari girmisse yemeye YEMIN olsunki tadina doyum olmaz o yemeyin.

Sineklerin ayahlari ballidir cünkü.

Bu nedenle müslüman ülkelerde sineklere verilen hürriyet insanlara nah verilir.

SINEKLERIN bir ganadinda ZEHIR diyerindede PAN ZEHIR VARDIR.

Bir ganadin zehirini,öteki kanadin panzehiriyle yemeyi temizliyormus.

Ilahiyat profesörlerimizin %99,9 unun didigine göre.

Buda az büyük bulus deyil:

Görülüyorki ,müslülerdede aZ AHILLI deyiller.

Hadi arhadasla doktürün bakalim kim ne biliyorsa.

Mu-hamsi kiralligindan

tolonbeg

Link to post
Sitelerde Paylaş

Şimdi de bu konunun neden bilim dışı olduğunu, yazıdaki, savlara yanıt vererek açıklayalım.

Batık Mu kıtası ve Mu uygarlığı hakkındaki bilgilerin çok büyük bir bölümü, 19. yüzyılda yaşamış olan İngiliz araştırmacı James Churchward'ın incelemeleri neticesinde gün yüzüne çıkmıştır. İngiliz silahlı kuvvetlerinde albay olan Churchward, 1880'li yıllarda Hindistan ve Tibet'te görevle bulunduğu sıralarda bu kıta hakındaki ilk bilgilen edinmiş, emekliliğinden sonra da Orta Amerika'da araştırmalarını tamamlayarak bu batık uygarlık hakkında beş eser yazmıştır.

Bu adamın yaptığı sözümona araştırmalar ve vardığı sonuçlar, başka hiç kimse tarafından onaylanmamış, bu iddiaları destekleyen hiçbir yazı saygın arkeoloji dergilerinde yayınlanmamıştır. Bu sözümona araştırma, şarlatanlığın turnusolu olan tipik bir "one man show"dur.

Churcward'ın kaynakları, Batı Tibet'te bir mabette, bu mabedin başrahibi tarafından kendisine verilen "Naacal Tabletleri" ile, Amerikalı Jeolog William Niven'in 1921-23 yılları arasında Meksika'da ortaya çıkardığı tabletler olmuştur. (1)

Bilim dünyası, gerek Churchward'ın ortaya çıkardığı Mu uygarlığının, gerekse bir diğer batık kıta olan Atlantis'in varlıklarını kuşkuyla karşılamaktadır. Ancak yine bilim dünyası, bu iki kıtanın battığı öne sürülen tarih olan 12 bin yıl önce dünyada büyük bir jeolojik olayın yaşandığını onaylamaktadır. Kaldı ki, dünyanın hemen her yerindeki kavim ve milletlerin tufan efsaneleri de, büyük bir felaketin yaşandığını doğrulamaktadır ve bilim dünyası ister kabul etsin, ister etmesin, Mısır, Maya kalıntıları, Paskalya adası uygarlığı gibi bugün nasıl ortaya çıktıkları izah edilemeyen birçok eser bu batık kıta uygarlıklarının varlığı ile mantıklı izahlara kavuşabilmektedir.

Mısır, Maya ve Paskalya adasındaki insan eserlerinin açıklanamayan hiçbir özelliği yoktur. Bunlar, o günün teknolojisi ve o zamanlar oralarda bolca bulunan malzemelerle yapılmış eserlerdir.

Evrim kuramları ve genel bulgulara göre, günümüzden 200 ile 500 bin yıl önce iki ayağı üzerinde dik olarak durabilen "Homo Erectus" yerini, düşünebilen insan "Homo Sapiens"e bırakmıştır. Homo Sapiens'in ortaya çıkış tarihini 200 bin yıl önce olarak kabul etsek dahi, o günden bu güne kadar insanoğlunun sadece günümüz uygarlığını yaratmış olduğunu düşünmek, insanlık adına büyük bir bencilliktir. 200 bin yıl önce dünyaya gelen ve uzmanlarca beyin ağırlığı ve düşünme kapasitesi günümüz insanı ile aynı olarak kabul edilen Homo Sapiens, ne olmuştur da, 194 bin yıl bekledikten sonra, günümüzden 6 bin yıl önce birden bire dev adımlar atmaya karar vermiştir? Nitekim, günümüz bilim çevreleri, tekerleğin ve yazının ancak M.Ö. 4 binlerde bulunduğunu öne sürmektedir.

Modern insan, arkeolojik ve genetik bulgulara göre 60,000 yıl kadar önce Afrika'dan çıkmıştır. Son buzul çağı ise yaklaşık on bin yıl önce sona ermiş ve daha önce avcılık ve toplayıcılık yapan insan, ancak bundan sonra tarım ve hayvancılığa fırsat bulabilmiştir. Dolayısıyla insanın neden 190 bin yıl beklediği bir muamma değildir. Ayrıca her ne kadar anatomik olarak son iki yüz bin yılın insanları temelde aynıysa da, insan türünün bu sürede hiçbir evrim geçirmediği zannı yanlıştır. Genel kanı, bundan 50 bin yıl kadar önce, belki de daha önce gerçekleşmiş bir mutasyonun popülasyonda sabitlenmesi ile, öncesinden çok daha incelikli ve ustalık gerektiren araç gereç yapımı, balıkçılık, topluluklar arası uzun mesafeli değiş tokuş, boyaların sistematik kullanımı, mücevherlerle süslenme, figuratif sanatlar, oyun oynama ve müzik ve cenaze töreni gibi ayırdedici özelliklerle nitelenen çağdaş insan davranışının şekillendiği yönündedir. Buna, üst paleolitik devrim adı verilir. http://en.wikipedia.org/wiki/Behavioral_modernity. Diğer bir açıklama, bu devrimin, önceki dönemlerde oluşan yavaş birikimin belirli bir eşiği geçerek, insan davranışında nitel bir sıçrama yarattığı yolundadır. Ancak her şeyin birdenbire altı bin yıl önce başlamış olduğu gibi bir sav gerçek dışıdır.

Ancak, dünyanın geçirdiği tufan felaketi nedeniyle çok az belge ve bulgunun kalmış olmasına rağmen, bu belge ve bulgular, insanoğlunun dünya üzerindeki uzun geçmişinde, günümüz uygarlığının dışında en az bir büyük uygarlık daha yaratmış olduğunu ve hatta bugünkü uygarlığın temellerinin de bu eski uygarlıkta atıldığını ortaya koymaktadır.

Üzerinde uzlaşılmış böyle belge ve bulgular yoktur. Ortaya atılan buluntular şarlatanlıktan veya en iyi olasılıkla yanlış anlamadan ibarettir.

James Churchward 1883'de, Batı Tibet'te bir manastırda bu belgelerin en önemlilerini gün yüzüne çıkarttı. Tibet'te görevli olarak bulunan Churchward, eski dinlerin kökenleri hakkındaki araştırmaları doğrultusunda Tibet'teki manastırları dolaşırken, yolu Batı Tibet'te bir manastıra düştü. Bu manastırın, "Büyük Rahipler Kardeşliğinin" önde gelen üyelerinden olan baş rahibi Rishi, Churchward'a, günümüzden 15 bin yıl önce yazılmış "Naacal Tabletleri"ni gösterdi.(2)

Rishi'nin Churchward'a, binlerce yıldır sır olarak saklanan tabletleri niçin gösterdiği bilinmiyor. Ancak, kendisi de bir inisiye olan Rishi'nin, başka kanallardan da olsa Ezoterik doktrini bünyesinde yaşatan bir diğer kardeşlik örgütüne, Masonluğa üye olan Churchward'ı kendisine yakın bulduğu ve bazı sırların batı dünyasına açıklanması zamanının geldiğine inandığı tahmin ediliyor.

Rishi, bu düşüncelerle Churchward'a iki yıl boyunca üstadlık yaptı ve sadece büyük rahiplerin bildiği, Naacal Tabletlerinin yazıldığı ölü dili kendisine öğretti.(3)

Olağanüstü savlar, olağanüstü kanıtlar gerektirir. Öyle manastırdaki keşiş bana bir şey gösterdi ile olmaz.. Churchward bu tabletlerin 15 bin yıllık olduğunu nereden biliyormuş? Karbon testi mi yapmış? Yaptığı testi başkaları da tekrar yapıp sonuçlarını onaylamış mı? Sonuçlar nerede yayınlanmış? Yoksa Churchward'a bunların 15 bin yıllık olduğunu keşiş söylemiş de Churchward buna mı inanmış?!

Pasifik okyanusundaki hemen bütün adalarda, Sibirya ve Orta Asya'da, Avusturalya'da, Mısır'da incelemeler yapan Churchward'a yeni nur kaynağı Meksika'da parladı. Amerikalı Jeolog William Niven, 1921-23 yılları arasında Meksika'da yaptığı kazılarda, 11.500-12.000 yıl önce yazıldıkları saptanan 2600 dolayında tablet buldu (4). Bu tabletlerdeki yazılar ne Niven tarafından, ne de tabletler üzerinde uzun bir inceleme yapan Carnegie Enstitüsü uzmanlarından Dr. Morley tarafından okunamadı. Tabletlerin varlığını duyan Churchward Meksika'ya gitti ve Tibet'te öğrenmiş olduğu Naacal diliyle yazılı olduklarını ispatladığı Meksika tabletlerini çözmeyi başardı. Tibet tabletlerinde eksik kalan bilgilerini Meksika tabletleri ile tamamlayan Churchward, batık uygarlık Mu hakkında büyük yankılar getiren eserlerini yazdı (5).

Kaynak lütfen.. Bu tabletlerde yazılanların efsane olmadığına ilişkin deliller neler? Homeros destanlarında da insan başlı atlar var, tanrılar var.. Bu destanlarda bunlardan söz edilmesi böyle şeylerin gerçekten varolduğuna delil midir, yoksa insanların o dönemlerde neye inandıklarını mı gösterir?

Bu tabletler gerçekten var mı? Başka kim görmüş, şimdi neredeler? Varsa yaşları 11,500-12,000 yıl mı? Kim ölçmüş? Nerede yayınlanmış?

Churchward ve Niven'in bulguları, Mu kıtasının bugünkü Pasifik okyanusunun oldukça büyük bir bölümünü kapladığını, Hawaii, Haiti, Fiji, Paskalya adaları ile diğer Polonezya adalarının bu batık kıtadan artakalan parçalar olduklarını ortaya koydu. Danimarkalı araştırmacı ve yazar Eric Von Daniken de, birbirlerinden binlerce kilometre uzakta olan bu adalar kültürlerinin şaşılacak derecede benzediğine işaret ediyor. (6)

Bu adalar kültürleri çok benzer. Hatta bu listeye Filipinler, Yeni Zelanda ve Madagaskar gibi bunlardan çok uzaktaki adaları da katmak gerekiyor. Ama ortada şaşılacak bir şey yok. Bu insanlar ayrıca genetik olarak da yakındır ve dilleri de akraba, hepsi de denizci halklardır. Kilit de bu denizciliktedir. Arkeolojik, dilbilimsel ve genetik araştırmalar, bu benzerliğin, 7000 yıl önce başlayıp, kabaca 1000 yıl önce Yeni Zelanda'ya ulaşan bugünkü Maorilerle sona eren Avustronezya yayılımı sonucu olduğunu gösteriyor. Araştırmalar da bu yayılmanın kökeni olarak Taiwan adasını gösteriyor. Öyle burada iddia edildiği gibi bu insanlar 15,000 yıl önceki Mu veya başka bir uygarlığın kalıntısı olamazlar, çünkü Hawaii adasında 1500 yıl öncesine kadar insan bulunduğunu gösteren hiçbir delil yok. Aynı şekilde 1700 yıl önce Paskalya adasında, 2500 yıl önce de Fiji adaları ve Tahiti'de (Yazıda Haiti deniyor) insan yoktu.. http://en.wikipedia.org/wiki/Austronesian_people, http://epress.anu.edu.au/austronesians/aus...vices/ch05.html, http://sscl.berkeley.edu/~oal/background/pacislands.htm.

Churchward'a göre Mu kıtası, doğudan batıya 8 bin kilometre, kuzeyden güneye de 5 bin kilometre uzunluğunda dev bir ada kıtaydı. Naacal tabletleri bu kıtanın, uygarlığın beşiği olduğunu öne sürmektedir. Yaklaşık 70.000 yıllık bir uygarlık geçmişine sahip olan Mu, zaman içerisinde tüm dünyada birçok koloniler ve büyük imparatorluklar oluşturmuştur (7).

Böyle bir iddianın hiçbir jeolojik dayanağı yoktur. on yirmi bin yıl önce batmış olan bu büyüklükte bir kara parçasının kalıntıları olması gerekirdi.. Böyle bir batışa kısa sürede neden olacak meteor çarpması gibi bir olay, Dünya'daki türlerin çoğunun yokoluşu ile sonuçlanırdı. Tektonik hareketlerle de on yirmi bin yıl gibi sürelerde kıtalar doğup batmaz. Tektonik hareketlerle kıtaların şekillenmesi milyonlarca yıl sürer. Dolayısıyla böyle bir olay ne tektonik hareketler gibi Dünya'nın iç dinamikleriyle ne de gök taşı çarpması gibi dış etmenlerle açıklanabilir. On beş- yirmi bin yıl önce olup da bugün olmayan bir kıta yoktur.

Mu uygalığının kolonileştirdiği ve daha sonra bağımsızlaşarak birer imparatorluğa dönüşen en önemli iki devlet, Atlantis ve Uygur İmparatorluklarıdır (8). Ayrıca, bugün Antik Mısır, Çin, Hint ve Maya uygarlıkları diye bilinen uygarlıkların kökeninde de Mu uygarlığı yatmaktadır.

Hiçbir dayanağı olmayan asılsız bir sav. Antik Mısır, Maya, Çin, Hint gibi uygarlıkların kökeni ve tarihi gayet iyi biliniyor. Atlantis ise tıpkı Mu gibi asılsız bir efsaneden ibarettir.

Link to post
Sitelerde Paylaş

deicide;

Bu konuda bir araştırma yapılma ihtiyacı duyulursa -idi -ise, bilimsel araştırmaya tabi değilmidir ?

Pek tabi tartışması bilime dayalı olmayacak, ancak söz konusu bulgular tarih bilimi aracılığı ile netlik kazandırılmaya zemin hazırlıyor.

Bu yazıyı yazma nedenim sizin topice 2.mesajınızı atıp açıklama gereği duymanız üzerine dir. Tarafımca Ateistcafe' de bulunmaması gibi bir düşünce söz konusu değildir.

Uygarlığı çok gelişmiş fakat bilgileri taş tabletlere civi yazısı ile çakarak saklayacak kadar ilkel nedense. sayısıda boru değil 2600.

Ayrıca şunu da ekliyelim kimi görüşlere göre dinlerin atasıdır.

mudin.jpg

Link to post
Sitelerde Paylaş
Bu konuda bir araştırma yapılma ihtiyacı duyulursa -idi -ise, bilimsel araştırmaya tabi değilmidir ?

Pek tabi tartışması bilime dayalı olmayacak, ancak söz konusu bulgular tarih bilimi aracılığı ile netlik kazandırılmaya zemin hazırlıyor.

Mamut, ortada bir tartışma yok ki.. Asılsız savlar var. Ortaya atılan iddiaların hiçbirinin arkeolojik buluntularla, jeolojik gözlemlerle tutarlılığı yok. Elbette 15 bin yıllık bir yazma olabilir. Ama bunun böyle olduğu ne idüğü ve kim olduğu belirsiz birinin kuru sözüyle değil, bilimsel tarihlendirme yöntemleriyle anlaşılır. Çıkartsınlar ortaya bu yazmaları, uzmanları yapsın üzerinde testler.. Bu yapılmadan 15 bin yıllık yazmalar var, Tibet'li bir ulu rahip var, öyle söylüyor demekle olmaz.

Uygarlığı çok gelişmiş fakat bilgileri taş tabletlere civi yazısı ile çakarak saklayacak kadar ilkel nedense. sayısıda boru değil 2600.

Bunu Tibet'teki kil tabletler için mi söylüyorsun? Yani iddiaların iç tutarsızlığı olarak mı? Öyle anlıyorum.

Ayrıca şunu da ekliyelim kimi görüşlere göre dinlerin atasıdır.

Bu diyagramlar hiçbir şeyin delili olamaz. Herkes oturup buna benzer şeyler çizebilir..

Link to post
Sitelerde Paylaş
  • Konuyu Görüntüleyenler   0 kullanıcı

    Sayfayı görüntüleyen kayıtlı kullanıcı bulunmuyor.

×
×
  • Yeni Oluştur...