Jump to content

Jean-Paul Roux, Türklerin Tarihi


Recommended Posts

Jean-Paul Roux:

Günümüzün önemli Türkologlarından biri olan Roux, araştırma alanını Orta Asya Türk kültürü ve tarihi üzerine yoğunlaştırmış, zamanla konunun uluslararası düzeydeki büyük uzmanlarından biri olarak kendini tanıtmıştır. Yayınları dolayısıyla çeşitli ödüller almış pek çok bilimsel kuruma üye seçilmiştir. Bunların içinde en önemli iki tanesi Fransız Akademisi Başarı Ödülü ve Türkiye Cumhuriyeti tarafından kendisine takdim edilen Liyakat ödülüdür.

Türklerin Tarihi, Pasifik’ten Akdeniz’e 2000 Yıl:

Türklerin insanlık serüvenindeki rolü temel nitelikte olmuştur. Bu nedenle de bu serüvenin onlara büyük bir yer ayırmaksızın anlatmak hemen hemen olanaksızdır. Osmanlı İmparatorluğunun özellikle XVI yüzyılda dünyanın en büyük güç olduğu bilinir. Buna karşılık, Türklerin göçebe sürülerinin Mançurya’dan Macaristan’a tüm Avrasya bozkırlarını baştanbaşa sardığı, Türklerin Avrupa ve Uzakdoğu’yu saldırılarıyla bunalttıkları, Hindistan’a pek çok akın yaptıkları, bu akınların çılgınca korkulara neden olduğu, Ruslara boyun eğdirdikleri ve egemenliklerini Pekin’e, Delhi’ye, Kabil’e, İsfahan’a, Bağdat’a, Kahire’ye, Şam’a, Konstantinopolis’e, Tunus’a, Cezayir’e kadar yaydıkları bilinmez. Türk toplulukları, bozkır sanatını, Sibirya’da Yenisey kıyılarına, Çin sınırlarına kadar yaymışlardır. Long-men mağaralarındaki heykelleri diktiren Çin Vey hanedanlığı aslında bir Türk hanedanlığıdır. Kahire’deki Ibn Tolun Camii bir Türk tarafından yaptırılmıştır ve Hindistan’daki Agra’da benzersiz Tac Mahal, Türk kanı taşıyan bir prensin eşi için diktirdiği anıtmezardır.

Kuşkusuz Avrasya’nın bir ucundan diğerine sürüklenen iki bin yıllık bir macerada yaşam koşulları aynı olmamıştır. Siyasal, ekonomik, kültürel koşullarda köklü değişiklikler olmuştur. Ama bazı gelenekler varlığını sürdürmüştür. Örneğin Afganistan’daki Türk köylülerinde, Anadolu’daki göçebe ve yerleşiklerde, çağımızın birinci bin yılının son yüzyıllarında, güney Sibirya’da yazılmış metinlerin açığa kavuşturduğu ayinlere şahit oldum. Öte yandan ortaçağın başlangıç dönemlerindeki Uygur toplumlarına, Hazar Denizi kıyısındaki Hazar Krallığına, Altınordu Hanlığına ve Osmanlı İmparatorluğuna özgünlüğünü veren bazı tutum ve davranışlar da aynı kalmıştır: maddi ve manevi sağlamlık, yüksek onur, verilen söze sadık kalmak, ihanet edenlere karşı acımasızlık, ırkçılıktan uzak oluş, vurgulu bir askeri anlayış ve buna uygun erdemler, gözü peklik, savaşçılar arası dayanışma, üste kesin itaat, kendisinin ve başkalarının yaşamını hiçe saymak, idarecilik ve muhasebe anlayışı, arşivleme becerisi, toplumsal sınıflar çok güçlü bir biçimde yapılandırılmış olmakla birlikte aralarında geçiş yapma kolaylığı, bilim ve sanat sevgisi, büyük mimarlık başarıları, İslamiyetin (OA düzeltme: benimsenen Arap geleneklerinin) ancak çok yavaş bir süreçle yok edebildiği, kadınların toplum içindeki şaşırtıcı sağlam konumları, din alanında bitmek tükenmeyen bir merak ve kiliseleri örgütleme çabası, hoşgörü, tasavvuf merakı ve bir tür alaycı kuşkuculuk.
Türk, Türkçe konuşandır.
Bu ölçüt asla etnik değildir. Türklerin ilk kolunun belirgin bir ırkın özelliklerini taşıdığı doğrudur. Ama bu antropolojik niteleme ayırıcı özelliğini hemen kaybetmektedir. Hıristiyanlıktan hemen önceki dönemde, uzun boylu, sarışın, mavi gözlü paleo-Asyalılar ya da Türkleştirilmiş Hint-Avrupalılar olması gereken insanlardan oluşan Kırgız halkından Türk olarak söz edilir. Bu durum, yüzyıllar boyunca artarak sürmüştür. Türkler dışarıdan evlenme eğiliminde oldukları ve eşlerini Türk olmayanlar arasından seçtikleri, rastladıkları her kavimle karıştıkları, dilleri çok büyük bir çekim gücüne sahip olduğu ve pek çok topluluk da bu dili benimsediği için Türklerle ilgili karakteristik denebilecek fiziksel herhangi bir özellik saptama özelliği kalmamıştır. Yeryüzünde saf ırk olmadığını biliyoruz. Ama bu konuda daha ileri gitmek ve Türklerin karma bir ırk oluşturmadıklarını söylemek zorundayız. Türklerin hiçbir ırksal özelliği yoktur. Dolayısıyla kendi içinde bir Türk ırkından söz edemeyiz. Belki sadece Orta Asya’nın ücra dağlarından dünyanın herhangi bir yerine, Türklerin damarlarında, eski Türk kanından, elmacık kemikleri çıkık ve gözlerini çekik yapan o kandan daha çok yabancı –Moğol, Çinli, İranlı, Yunanlı, Kafkas, Rus, Afrikalı- kanı akmaktadır.
------------------
Etnik karşılığı olmayan Türk sözcüğü herhangi bir devlet ya da ulus kavramını da akla getirmez. Türkler tarihlerinin hiçbir döneminde, tek bir yerde, belirli sınırlar içinde, ortak bir buyruk altında bir arada olmamışlardır. Kurdukları en büyük imparatorluklar bile içlerinden ancak bir bölümünü ilgilendirmiş ve kendilerinden daha kalabalık Türk olmayan topluluklara dayanmıştır. Özetle Türkiye Cumhuriyetinin kurulmasında önce gerçek bir Türk devletinin, yani çoğunluğunun Türklerin oluşturduğu, Türklerin yönettiği ve kendini Türk olarak kabul eden bir devletin hiç var olmadığı bile söylenebilir. Bunun tek istisnasının, Çin transkripsiyonu T’u-kü-e olan Türük devleti olduğu söylenebilir.
Savaştan söz etmeksizin bir Türk olgusundan söz edemeyiz. Yalnız bununla Türklerin savaşı diğer uluslardan daha fazla sevdiğini söylemiyoruz; bu, Türklerin evrensel barış özlemlerini yok saymak olur. Kimi zaman bazı halklar Türkler tarafından ezildiklerini söylemişlerdir. Örneğin Altınordu döneminde Ruslar için durum böyleydi. Ama genelde Türkler egemenlikleri altına aldıkları halklara olağanüstü parlak dönemler yaşatmışlardır. Bu durumun örnekleri ise Selçuklular dönemi İran’ı, Tabgaçlar dönemi Çin’i, ve Memluklar dönemi Mısır’ı ve Moğollar zamanı Hindistan’ıydı. Öte yandan Osmanlı İmparatorluğu da dünyanın en büyük güçlerinden biriydi.
Türklerde imparatorluk kurma eğilimi vardır. Türkler sözcüğün tam anlamıyla yeryüzünün hükümdarlarıdır. Kurdukları ve hiçbiri diğerine benzemeyen imparatorluklar iki bin yıl boyunca bazı temel özellikler taşımaktadır. Bu imparatorluklar birer halk mozaiğiydi; Türkler bu imparatorluklarda, halkları uyum içinde bir arada yaşatmaya çalışıyor, onlara güçlü bir biçimde merkezileştirilmiş bir iktidarın altında kimliklerini, dillerini, kültürlerini, dinlerini, hatta çoğunlukla önderlerini muhafaza etme hakkını da tanıyorlardı. Fetih hakkı olarak en yüksek görevler kendilerinin olduğu halde, ele geçirdikleri ülkenin insanları onlardan uygarsa, yerli halkı güven gerektiren makamlara getirmekten çekinmemişlerdir. Osmanlı İmparatorluğunda yüksek devlet görevlerinin çoğu Ermeni, Rum, Arnavut kökenliydi. Hatta Latin kökenli paralı askerlerin bile devlet hizmetine alındığı görülüyordu. Devlete yaralı olabilecek yabancıları çekiyorlardı, Hıristiyan İspanya’dan kovulan Yahudiler gibi. Hatta onların, kendilerine yararlı olacağını düşündükleri tekniklerini, kimi zaman yaşam tarzlarını, kimi zaman dinlerini, kimi zaman da dillerini almışlardır. Başlıca kaygıları ise onları örgütlemek, idare etmek, savaşa sürmek, ticaretlerini, sanayilerini geliştirmek, sanat eserleri üretmelerini sağlamak, arşivler kurmak olduğu anlaşılmaktadır. Neden genel olarak sonuçta ele geçirdikleri ülkelerin halklarının içinde eridikleri de böylece daha iyi anlaşılmaktadır.
------------------
Çok uluslu ve çok dinli varlıklarını ancak herkesin uzlaşmasıyla sürdürebilen devletler kuran Türkler nasıl fanatik olabilirlerdi. Hoşgörüsüzlük, temel yönetim esaslarına ters düşen ve onların mahvını getiren bir kusur olurdu. Türkler, imparatorluk kurucuları olarak kavimlerini düzene koydukları gibi, dinleri düzene koymayı, onlara hak ettikleri yeri vermeyi, birinin diğerini ezmesine izin vermemeyi de kendileri için görev sayıyorlardı. Bunu her zaman başaramadılar ve Budistler, Taocular, Hıristiyanlar ve Müslümanlar verilen ödünlerden, sağlanan kolaylıklardan zorbalıklarını uygulamak için yararlandılar; sonunda suçlanan Türkler oldu!
Türkler doğaüstü güce sahip olduklarına ya da tanrıyla ilişkili olduklarına inandıkları her şeye karşı doğuştan saygılıydılar ve bunlardan çekinirlerdi. Kilisenin önde gelenleriyle çatışma içine girmekten kaçınmışlar, onlara iyi davranmış, onları ayrı tutmuş ve büyük bir beceriyle onlara hizmet eder gibi görünüp, onların kendilerine hizmet etmelerini sağlamışlardır. Devletlerinin teokratik olduğu söylenmektedir, ancak dine hizmet eden genelde devlet olmamıştır; ama dinden yararlanmışlardır, her zaman ustalıkla dinsel duyguları kullanmasını bilmişlerdir. Her zaman devlet ve din kurumunun uyumla çalışmasını sağlayamadılar ve çatışma kaçınılmaz olduğunda, baştaki hükümdarın din sınıfına üstün gelmesi her şeyden öncelikli olmuştur. Ancak hükümdarlar yine de din erkine ya da en azından onun temsil ettiği ruhani erke her zaman saygılı olmuşlardır.
Türklerin dinle ilgili her şeye karşı büyük bir merakları olmuştur. Batılılara Muhammed ve Kuran’ın ateşli yandaşları, ardılları olarak görünseler de aslında Türkler, İslamiyet’te yollarını bulmadan önce birbiri ardınca dünyanın bütün büyük evrensel dinleri kabul etmiş ve çoğu zaman bu dinleri başarılı biçimde temsil etmişlerdir. Müslüman olduktan sonra bile diğer dinsel inançlara ilgi göstermeyi sürdürmüşlerdir. Kutsal metinleri dillerine çevirtmişler, teologlara sorular sormuşlar, kolokyumlar düzenlemişler ve bunlara çeşitli dinsel inanç temsilcilerinden olabildiğince çok sayıda kimsenin katılmasına çalışmışlardır.
Halkın, hükümdarın dinini benimsemesini isteyen Avrupa’nın tersine oldukça şaşırtıcı biçimde cujus regio ejus religio (insanın yaşadığı yer onun dinidir) ilkesini benimseyen Türkler, tüm din ve inançların bir arada barış içinde yaşayabileceği düşüncesini kabul ettirmeye çalışmışlar, ancak Müslüman olduklarında Müslüman olmayanlara “kafir” olarak nitelendirerek bunun aksi tutumlarda da bulunmuşlardır (OA düzeltme: bu terimin Türk yorumu Batıdakinden farklıdır). Yine de bu konudaki tavırları evrensel uygarlığa en büyük katkılardan birini sağlamıştır.
------------------
Türklerde hiçbir zaman soyluluk kurumu olmamıştır. Tarımcının, çiftçinin sürekli olarak hor görülmesine de rastlanmaz. Türkler, kendilerini tarıma vermeye eğilimlidirler ve toprağa bağlandıkları zaman da bugünkü Anadolu halkı gibi, en dayanıklı köylü soylarından biridirler. Dünyanın en eski maden işleyicilerinin, yontucularının mirasçıları Türkler madenci, sanayici, zanaatçı olmuşlardır. İstanbul’da Rum, Ermeni ve Musevi satıcıların oldukça fazla sayıda olması aksine işaret etse de Türkler iyi tüccarlardır. Uygur belgeleri arasında, bono ve poliçe niteliğinde olanlara ayrı bir yer vermek gerekir. Öte yandan Küçük Asya’daki son derece güzel Selçuklu kervansarayları da görülmemiş bir olguyu, Müslüman bir toplumda ticarete dinden önce yer verildiğini ortaya koymaktadır.
Türklerin mimaride, heykel sanatında, resimde ve güzel sanatlarda oynadıkları rolü, genelde tebaasının rolünden ayırt etmek güçtür. Türkler iyi sanatçılardı, bunu kimse inkar edemez. Sanatçılara karşı her zaman saygılı davranıp, onları korumuşlar, saraylarına, başkentlerine götürmüşlerdir ve bu, bir biçimde, onlara sunulan bir onurdu. Eski zamanlarda oldukça ender görülen bir olgu olarak Türkler antikacı ve oldukça tutkulu koleksiyoncuydular; dünyanın başka bir yerinde kim Türklerden daha fazla geçmişin eserlerine ilgi göstermiştir?
Türklerin edebi yetenekleri üzerine tartışabiliriz, çünkü sanat eserleri henüz yeterince tanınmamaktadır. Çağdaş roman yazarlarının nitelikleri bize arkalarında büyük bir geleneğin olduğunu gösteriyor. En geniş Türk edebiyatı olan Osmanlı edebiyatı İslam, Arap ve Fars edebiyatlarıyla karşılaştırıldığında çok öne çıkamıyor ve yüzyıllar içinde birbirine dolaşmış cümle yapısı da işini kolaylaştırmıyor. Ancak popüler metinler dikkate değer güzelliktedir: Kitab-ı Dede Korkut, hala coşkuyla okunan Yunus Emre şiirleri, Nasreddin Hoca’nın mizah dolu, nükteli fıkraları… VIII yüzyılda karşımıza çıkan ilk örneklerinden, Babur Şah’ın Vekayiname’sine, oradan 2000 yılı eserlerine kadar Orta Asya da bu anlamda oldukça bereketli bir topraktır.
Kırtasiyeci batı uygarlığında, Türk arşivlerinin gerçekten şaşkınlık verici nitelik ve niceliklerini kavramak güçtür. Kütüphaneler de olağanüstü zengindir. İstanbul’da yirmi kadar kütüphane vardır ve bunlardan sadece Süleymaniye Camii Kütüphanesi’ndeki elyazması sayısının 56.483 olduğu düşünülmektedir. Kıyas açısından, Fransa kralı V. Charles’ın kitaplığındaki 1.200 elyazmasının son derece yüksek bir miktar sayıldığı, bu nedenle “kitaplığın” Avrupa’nın seçkin aydınları için bir çekim merkezi olmuş olduğunu anımsatmakla yetinelim.
Link to post
Sitelerde Paylaş
  • İleti 48
  • Created
  • Son yanıt

Top Posters In This Topic

Atatürk'ten bahsetmeden Türkten bahsedenlerin gözümde sinek kadar değeri yoktur. Atatürk Türk bilincini yeniden yaratan, ümmet uyuşukluğunu yırtan adam. Atatürk olmadan Türk anlaşılmaz. Osmanlı asırlarca Türklüğü aşağıladı. Atatürk uyuşturulmuş Türkü yeniden uyandırdı.

Emperyalistler hâla vazgeçmediler, Türklüğü Atatürk'ü unutun, tekrar ümmet olun Arap ligine düşün, Sevr bu kez gerçekleşsin diye uğraşıyorlar. Bu yeni sömürgeciliğe karşı durabilecek tek güç Atatürkçülük.

Link to post
Sitelerde Paylaş

Her düşünce sisteminin bir adlandırması vardır. Atatürk artık bir insan bedenine verilmiş bir ad değil. Bir düşünce sisteminin adı. İsim olarak verildiği beden artık yaşamıyor. Ama fikir olarak yaşıyor. Bu kadar apaçık konuları da müslümlere açıklamak zorunda kalıyoruz ya, ne diyelim artık. Cahilliklerine yansınlar bir okka mum alıp...

Link to post
Sitelerde Paylaş

Ağzını topla. Terbiyesizleşme.

Kuran'a uyarak Muhammed'e Muhammed diyenlere de,

Başka putperest kardeşlerim aynen böyle demekteler.

Oysa konuya kontsantre olabilsen,

Bu kitapların Mustafa Kemal'i övdüklerini görebileceksin.

Ama bir putu öven değil, tarihsel platformunda bir lideri öven kitaplar.

Putların dünyasında ekremtaş kardeşim, sadece "senin putun benim putum" vardır.

Link to post
Sitelerde Paylaş

Her düşünce sisteminin bir adlandırması vardır. Atatürk artık bir insan bedenine verilmiş bir ad değil. Bir düşünce sisteminin adı. İsim olarak verildiği beden artık yaşamıyor. Ama fikir olarak yaşıyor. Bu kadar apaçık konuları da müslümlere açıklamak zorunda kalıyoruz ya, ne diyelim artık. Cahilliklerine yansınlar bir okka mum alıp...

democrossian kardeşim, sen beni kendinde ayrı bildiğin için, sözünde ayrılıktan gayrısı yok.

Ama sorun yok, biz bizi kendinden ayrı bilenlerle bir olacağız ki, millet bir olsun, diri olsun, millet olsun.

Link to post
Sitelerde Paylaş

Atatürk'ten bahsetmeden Türkten bahsedenlerin gözümde sinek kadar değeri yoktur. Atatürk Türk bilincini yeniden yaratan, ümmet uyuşukluğunu yırtan adam. Atatürk olmadan Türk anlaşılmaz. Osmanlı asırlarca Türklüğü aşağıladı. Atatürk uyuşturulmuş Türkü yeniden uyandırdı.

Emperyalistler hâla vazgeçmediler, Türklüğü Atatürk'ü unutun, tekrar ümmet olun Arap ligine düşün, Sevr bu kez gerçekleşsin diye uğraşıyorlar. Bu yeni sömürgeciliğe karşı durabilecek tek güç Atatürkçülük.

Bu sözlerin de sorun değil.

İki uygarlık karşılaştığında, daha ileride olan,

Diğerinin aydınları için bir çekim merkezi haline gelir,

Ve onları kendine devşirir.

Böylece kendi kültüründen kopan,

Ama asla öbürü de olamayacak olduğundan ortada kalan,

Öfke dolu bir insan grubu ortaya çıkar.

Tüm vakitlerini kendi geçmişlerini ve bugünlerini aşağılamaya vakfeder,

Başka bir uygarlığın vurucu gücü olarak kendi halklarına savaş açarlar.

Ama sorun yok, bu aydın devşirme ne kadar güçlü olursa olsun,

Hiç bir gerçek, yalan ve güç kullanarak sonsuza kadar örtülmez.

Günü geldi mi her biri oturur yerli yerine.

Şu da bir gerçek ki, Türk'ün Türk'ten büyük kurdu yok.
Sadece kötüleme, sadece aşağılama, sadece düşmanlık.
Kendini hor görenlerin, başkalarını hor görmekten duyduğu rahatlama.
Ben Mustafa Kemal'den kendi insanlarını aşağılayan tek cümle duymadım.
Çünkü o bir sömürge ülkenin komutanı olmadı.
O tarihe seslenen, tarih boyunca tarih yazmış bir halkın komutanı oldu.
Aldırmadı; "yoksuldu, eğitimsizdi, şuydu buydu" demedi,
Kim olduğunu bilerek misyonunu yüklendi,
İnandı, güvendi.
Sömürge kültürünün komutanı olmamak,
Anadolu topraklarının komutanı olmak.
Mesele bu.
Link to post
Sitelerde Paylaş

türklerin aslında bir dini yoktur...

şamanizm derler - ama o da bir din değildir.

milletleri millet yapan unsurların başında dil ve din gelir derler...

önce araplar - sonra selçuklu - arkasından da osmanlı DİL işinin içine ETTİLER....

dinsiz olan türk milletini ise islamlaştırıp uyuşturdular..

bir milleti millet yapan temel unsurların başında DİL ve DİN gelir denilmektedir genelde...

bu durumda ne olmuş oluyor ?

türkçeye bye bye arap harfleri GELSİN...

dinsizliğe bye bye İSLAM gelsin.

eee ? sonra ?

tarihinde Zavallı tarafından düzenlendi
Link to post
Sitelerde Paylaş

türklerin aslında bir dini yoktur...

şamanizm derler - ama o da bir din değildir.

milletleri millet yapan unsurların başında dil ve din gelir derler...

önce araplar - sonra selçuklu - arkasından da osmanlı DİL işinin içine ETTİLER....

dinsiz olan türk milletini ise islamlaştırıp uyuşturdular..

bir milleti millet yapan temel unsurların başında DİL ve DİN gelir denilmektedir genelde...

bu durumda ne olmuş oluyor ?

türkçeye bye bye arap harfleri GELSİN...

dinsizliğe bye bye İSLAM gelsin.

eee ? sonra ?

Zavallı kardeşim, ben senin şaman olmanı, öz Türkçe konuşmanı kabullenirsem,

Sen de kardeşlerinin ne istiyorlarsa ona inanmalarını, ne konuşmak istiyorlarsa onu konuşmalarını kabullenir misin.

Bir güncük de bir kişiye hakaret etmeden, "ne yapalım, bu kardeşim de böyle" diyebilir misin.

Link to post
Sitelerde Paylaş

Zavallı kardeşim, ben senin şaman olmanı, öz Türkçe konuşmanı kabullenirsem,

Sen de kardeşlerinin ne istiyorlarsa ona inanmalarını, ne konuşmak istiyorlarsa onu konuşmalarını kabullenir misin.

Bir güncük de bir kişiye hakaret etmeden, "ne yapalım, bu kardeşim de böyle" diyebilir misin.

yok kardeş saol almıyım. muhammedin başta yaptığı gibi - "senin dinin sana - benimki bana" sonrasında da "vurun kesin biçin öldürün cariye yapın"

zamanında adamlar iyi yutmuşlar zokayı....1400 yıldır da çıkmıyor bir türlü...

ayrıca nerde hakaret etmişim sana burda ?

Link to post
Sitelerde Paylaş

yok kardeş saol almıyım. muhammedin başta yaptığı gibi - "senin dinin sana - benimki bana" sonrasında da "vurun kesin biçin öldürün cariye yapın"

zamanında adamlar iyi yutmuşlar zokayı....1400 yıldır da çıkmıyor bir türlü...

Devam.

ayrıca nerde hakaret etmişim sana burda ?

Balık deryada yaşar da "hani su nerede?" der.

Link to post
Sitelerde Paylaş

Bizi dostlarımızdan anlattım, bir de düşmanlarımızdan anlatayım:

1820-1821 yıllarında Mora yarımadasında Fener Rum Patriğinin de yakından ilişkili olduğu bir isyan çıkar. Evine yapılan baskında isyanla ilgili belgeler ve Osmanlının can düşmanı Rus Çarı Alexandra'ya yazılmış çeşitli istihbarat raporları bulunur. Bu raporlardan biri Türk insanının karakterine ve başarılarının ve başarısızlıklarının derin bir tahliline ayrılmıştır:

Türkler’i maddeten ezmek ve yıkmak mümkün değildir. Çünkü Türkler çok sabırlı ve dayanıklı insanlardır. Gayet mağrurdurlar ve onur sahibidirler. Bu özellikleri dinlerine bağlılıklarından, kadere rıza göstermelerinden, geleneklerinin kuvvetinden, padişahlarına, kumandanlarına, büyüklerine itaat duygularından gelir.
Türkler zekidirler. Kendilerini doğru yola sevk edecek liderleri olduğunda da daha da çalışkandırlar. Gayet kanaatkardırlar. Onların bütün meziyetleri hatta kahramanlık ve bağlılık duyguları, geleneklerine olan bağlılıklarından ve ahlaklarının kuvvetinden gelir. Türkler’i yıkmak için önce bağlılık duygularını kırmak ve manevi bağlarını parçalamak gerekir. Bunun da en kısa yolu, milli ve manevi değerlerine uymayan, yabancı fikir ve davranışlara onları alıştırmaktır.
Türkler dış yardım kabul etmezler. Haysiyet duyguları buna engeldir. Eğer geçici bir süre görünürde kuvvet ve kudretleri varsa da, Türkler mutlaka dış yardıma alıştırılmalıdırlar.
Maneviyatlarının sarsıldığı gün, Türkler’i kendilerinden şeklen çok kuvvetli, kalabalık ve güçlü kuvvetler önünde zafere götüren asıl kudretleri sarsılacak ve o zaman Türkler’i yıkmak mümkün olabilecektir. Bu nedenle Osmanlı Devletini yıkmak için yalnızca savaş meydanlarındaki zaferler yeterli değildir. Ve hatta yalnızca bu yolda yürümek, Türkler’in gerçekleri anlamalarına neden olabilir. Yapılacak iş Türklere bir şey hissettirmeden, bünyelerindeki tahribatı tamamlamaktır.
Link to post
Sitelerde Paylaş

Türkler, ilk olarak kuzey doğu Asya'da, Sibirya'nın altında küçük bir bölgede ortaya çıktılar. Bu küçük bölgeden, Orta Asya'ya, Kafkasya'ya, Balkanlar'a, Anadolu'ya ve Arap Yarımadası'na yayıldılar ve gittikleri her yerde devlet oldular. Çünkü bu kavmin kültürü, benzeri olmayan bir özelliğe sahipti: Diğer kavimlerle birlikte yaşayabilme ve diğer kavimleri birlikte yaşatabilme özelliği. Bu yüzden karıştıkları toplumların kültüründe erimek yerine, sıklıkla onları kendi çatıları altında birleştirdiler ve bu kavimlerin bir kısmı zamanla Türkleşti.

Orjinal Türkler, moğollar gibi çekik gözlüydü. Diğer ırklarla o kadar çok karıştılar ki, ırksal özellikler kayboldu. Dolayısıyla Türk, bir ırk değil bir kültür. Türk kültürü tarafından cezbedilerek zamanla bu kültürü benimsemiş ırkların oluşturduğu bir karışım. Örneğin, uzun boylu, açık tenli, kızıl saçlı, tam bir viking görünümlü Türk toplulukları vardı. Aynı durum kurdukları devletler için de geçerli ki, bunların en ilginci Memlükler. O dönemde, çalışkanlıkları ve sadakatleri sebebiyle bölgede en makbul, en pahallı köleler Türklerdi. Bunlar zamanla o kadar yükseldiler ki, sonunda devletin başına geçtiler, adını da Memlükler, yani "köleler" koydular.

Türkler, Anadolu'ya geldiklerinde binlerce yıllık bir ırklar ve medeniyetler karışımıyla yeniden karıştılar, ve onun içinde kaybolmak yerine onu cezbederek Türkleştirdiler. Bu topluluk, daha sonra kültürün en görkemli örneğini oluşturacak, çağının süper gücü olacaktı. Ve aynı zamanda, yeni tabirle "yumuşak güc"ün büyük bir uygulaması. Balkanlar'da 25 kadar ülkeyi 400 yıl barış içinde yönettiler. Bölgeden çıktıklarında, bölgenin kültürü, girdiklerindekiyle hemen hemen aynıydı çünkü halklar özgür yaşamışlardı. Balkanlar, Türkler gelmeden önce bir savaş bölgesiydi, onlar çıktıktan sonra yine bir savaş bölgesi olacaktı. Aynı durum, Arap Yarımadası'nda da geçerliydi çünkü Türkler, gelişme dönemlerinde İslam'ın kılıcı, gerileme döneminde kalkanı olmuşlardı.

Kültürün cazibesine başka bir örnek de yeniçeriler. Bugün Balkanlarda "yeniçeri" kelimesi, "başkasının fikrine saplanmış ve/veya başka birini mantıksızca destekleyen" anlamı kazanmış alaycı bir kelime. Yeniçeriler, çocukken devşirilir, Türk ailelerin yanında Hacı Bektaş Veli'nin prensipleriyle yetiştirilir, Osmanlı ordusuna katılırlardı. Bunlar ordudan ayrılıp ülkelerine döndüklerinde, tekrar eski dinlerine dönmez, müslümanlar olarak ibadet etmeye devam eder, ülkelerinin ordularına yine yeniçerilerinkine benzer kıyafetiyle katılır, özel birlikler oluştururlardı. Hatta Viyana kuşatması sırasında 200'ü, Osmanlı ordusuna karşı yine bu kıyafetleri içinde savaştılar.

İşte kuzey doğu Asya'nın küçük bir bölgesinden gelen bir kültürün, kıtalar boyunca yayılmasının, pek çok devlet kurmasının, dünyanın en çok konuşulan 5. dili olmasının, Anadolu gibi en zor bir coğrafyayı 1000 yıldır elinde tutabilmesinin öyküsü bu. Gittikleri her yerde çekim merkezi oldular, diğer kültürleri kucakladılar, onlarla birlikte yaşayarak ve onları birlikte yaşatarak, barışın, birliğin ve kardeşliğin yuvası oldular. Ve işte böylece, vardıkları her yerin tarihini yarattılar.

Link to post
Sitelerde Paylaş
  • 2 months later...

İmparatorluğun son yüzyılı. Dünya Avrupa ve Rusya olmak üzere iki kutba ayrılmış. Avrupa, Rusya'nın Anadolu'daki önemli limanları ele geçirerek Avrupa'ya genişlemesinden korktuğundan, Osmanlı halen ayakta. Bu çekişmede Osmanlı'nın yanında olan Marx, Osmanlı'nın halini şöyle özetlemiş: “Statukoyu muhafaza etmek! Bunu yapmaya çalışmak, tamamen çürüyüp, dağılmadan önce, bir at cesedini aynı çürüme derecesinde tutmak kadar zordur. Türkiye çürümüş durumdadır ve Avrupa’daki denge ve statükonun muhafazası devam ettikçe, daha da çürüyecektir." (1853)

Giderek dağılan ve küçülen imparatorlukta çareler aranmakta, her tarafta Jön Türkler benzeri irili ufaklı pek çok örgütlenme ortaya çıkmakta. Bunlar zamanla birleşerek İttihat ve Teraki Cemiyeti isimli yenilikçi-muhalif-gizli bir örgüte, o da sonradan darbe yoluyla iktidarı ele geçiren bir örgüte dönüşür. Bir dizi başarısızlıktan sonra kendini fesheder. Üyeleri, sonradan Kurtuluş Savaşı'nı örgütleyen, sonra da Cumhuriyeti kuran kadrolara dönüşür.

Bu aşamada önlerindeki manzara şudur: Sarıkamış'da 93.000 askerin kaybı, Çanakkale Savaşı'nda okumuş kesimlerin kullanılmasına ve tüketilmesine sebep olmuştu. Öyle ki Haydarpaşa Garı'nda dikilip, gelip geçen düzgün giyimlilere devlet memurluğu teklif edilmekteydi. İlkokul 3.sınıftan terk insanlar aranıp bulunuyor, okuma yazma öğretiliyor, öğretmen olarak atanıyorlardı. Cumhuriyetle birlikte imparatorluğun bürokrasi kadroları tasviye olmuştu. 3 asır süren gerileme ve yoksullaşma, prestij ve özsaygı kaybı sonucu, tüm kurumlar yozlaşmış ve kullanılamaz haldeydi. Ne sermaye vardı ne de sermayedar.

Bu görüntü altında yeni cumhuriyet, asker kökenlilerin ağırlıkta olduğu bir elitler yönetimi olarak kurulmak zorundaydı ve öyle oldu. Gizli yeraltı örgütlenmesi olarak kurulan ve sonradan darbeci bir organizasyona dönüşen İttihat ve Terakki anlayışı, dönemin koşullarına ve ihtiyaçlarına denk düşmüştü. Yeni elitler, yapılamamış ne kadar reform projesi varsa, hepsini yürürlüğe koydular. Bu hızlı dönüşüm, halktan gelen ve gelebilecek tepkiler sebebiyle, elitler yapılanmasının sıkılaşarak devamını ve 70'li yıllara kadar düşe kalka da olsa yürümesini sağladı.

70'ler, dünyanın teknoloji ve üretim patlamasına girdiği, büyük değişimlerin gerçekleştiği yıllardı. Elitler, bu değişimleri izlemek yerine, dünyadaki soğuk savaşı bahane ederek, gücü zor yoluyla elde tutmaya yöneldiler. 80 öncesi ve sonrası, sadece şekil bakımından farklıydı. İkisinin de özü, iç savaş yoluyla iktidarın elde tutulmasıydı.

Ancak sonuç istenenin tersi oldu, değişim yavaşlayacağına hızlandı. Elitlerin şiddet politikaları, Türk toplumlarının "kutsal devlet" anlayışına üst üste darbeler indirdi, elitlerin üzerlerindeki bu zırhı soydu. Sınırsız güç politikaları, varacağı yere varmış, mutlak bir zulüm manzarası ortaya çıkmıştı. Denebilir ki Türkiye, güneyindeki Arap Baharını 70, 80 ve 90'lı yıllarda deneyimledi.

90'lara gelindiğinde dünyadaki teknoloji ve üretim patlaması, yeni bir dönemi start vermişti: Küreselleşme. Yerküre tek bir pazar olacak, tüm ülkeler bu pazarı en ucuz ürünlerle destekleyeceklerdi. O yüzden herkesin adam olup üretim yapması gerekiyordu. Türkiye elitleri, bilinmez, ama şiddet politikalarının iflas ettiğini gördüklerinden, ama yeni pastadan pay alma isteklerinden, kendi istekleriyle küreselleşmeye katıldılar. 1999'da Ecevit-Yılmaz-Bahçeli koalisyonunu kurarak meclisteki kayıkçı dövüşüne son verdiler. Sonraki 3 yılda tek parti yönetimini hazırladılar ve böylece AKP dönemi başladı.

14 aylık bir partinin % 36 oy ile iktidar olması, yukarıda izah ettiğim iki ihtiyacın örtüşmesiyle oldu:
1- 80 ve 90'lı yıllara karşı halkın sessiz isyanı
2- Elitlerin, küreselleşmeye katılma projesi

2010'lu yıllarda ise dengeler bir kez daha değişecekti.

Link to post
Sitelerde Paylaş
  • Konuyu Görüntüleyenler   0 kullanıcı

    Sayfayı görüntüleyen kayıtlı kullanıcı bulunmuyor.


Kitap

Yazar Ateistforum'un kurucularındandır. Kitabı edinme seçenekleri için: Kitabı edinme seçenekleri

Ateizmi Anlamak
Aydın Türk
Propaganda Yayınları; / Araştırma
ISBN: 978-0-9879366-7-7


×
×
  • Yeni Oluştur...