Jump to content

Peygamberler Din Adamı mıydı?


Recommended Posts

ALINTIDIR

Gönderenin Ön eki;

Hz. Peygamber 'din adamı' mıydı?

Hz. Peygamber’in ilk hedefi, menfaat tapınağına dönüştürülen Allah’ın evini (Kâbe’yi), tefeci bezirganların elinden kurtarmak ve asli haline döndürmekti.

Onun içindir ki bu düzenden nemalananlarca şiddetli tepkiyle karşılaştı ve asla affedilmedi.

Bu açıdan bakarsak Hz. Peygamber’in çıkışı, kendinden altı asır önceki Hz. İsa’nın çıkışına ne kadarda benzer.

Hz. İsa’nın tapınağı basarak “din adamlarına” meydan okuyuşu İncil’de şöyle anlatılır:

“Tapınağı bir genç geldi. Avluda sığır, koyun ve güvercin satanları, orada oturmuş para bozanları gördü. İpten bir kamçı yaparak hepsini koyunlar ve sığırlarla birlikte tapınaktan kovdu. Para bozanların paralarını döküp, masalarını devirdi. Bir yandan da şöyle bağırıyordu: “Tanrı’nın evini ticarethaneye çevirdiniz, ey engerek soyu! Bu tapınağı yıkın, onu yeniden yapacağım…” (Mat. 21:12–13, Mar.11:15–17, Luk. 19:45–46. Yuh.2–13–19).

Bu sözlerle sığırlar, koyunlar anlamına gelen En’am suresinde anlatılanlar ne kadar da birbirine benziyor. Hz. Muhammed de, Kâbe’de, amcası Ebu Lehep’in yüzüne buna benzer sözlerle haykırmıştı.

Demek ki, başta Hz. Muhammed olmak üzere, peygamberlerin ilk elden hedefi, tapınak bezirganı bu DİN BARONLARIDIR. Çünkü bunlar Allah’ın evini ticarethaneye çevirmekte, para bozmakta, mal yığmakta ve din adına servet biriktirmektedirler.

Nitekim tarihe baktığımızda Buda’nın Hint din adamları sınıfı Brahmanlara,

Zerdüşt’ün İran din adamları Moglara (Molla?),

Musa’nın Mısır din adamları Hamanlara,

İsa’nın Yahudi din adamları Hahamlara karşı çıktığını, dahası çoğunun onlar tarafından yargılanarak ölüme mahkûm edildiğini görürüz.

Bu tesadüf müdür?

İhsan Eliaçık’ın bu sorusunun cevabini kendisine ait aşağıdaki yazıda bulabilirsiniz. Kendisine bu değerli araştırmasından dolayı teşekkür ediyorum.

Link to post
Sitelerde Paylaş

Hz. Peygamber 'din adamı' mıydı?

Vatikan kilisesinin balkonundan halkı selamlayarak “kutsayan” Katolik papalar…

Kilisede dev sakalı ve simsiyah cübbesi ile tütsüler içinde ayin yaptıran Ortodoks rahipleri…

Tapınakta Nirvana’ya duran Budist keşişleri…

Camide vaaz veren kırmızı fes üzerinde beyaz sarığı ile Sünni hocalar…

Kum şehrinde kum gibi kaynayan siyah, beyaz sarıkları ile Şii mollalar…

Dergâhta post üzerinde muridlerine feyz dağıtan tarikat şeyhleri…

Cem evinde semah yaptıran upuzun beyaz sakalıyla Alevi dedeleri…

Velhasıl kendilerine özgü renkli kıyafetleriyle dünyanın değişik yerlerinde görmeye alışık olduğumuz o “din adamı” görüntüleri…

Acaba İslam’ın peygamberi Hz. Muhammed böyle birisi miydi?

Hz. İbrahim, Musa, İsa bunlar gibi miydi?

Yazının başlığında geçen “din adamı” tabirinden, bir

SINIF VE MESLEK OLARAK DİN ADAMLIĞINI KASTEDİYORUZ.

Çünkü insanların çoğu “Nasıl ki her mesleğin bir adamı var; din de bir meslek olduğuna göre onun da adamları olur” diye düşünüyor.

Acaba öyle mi?

Din bir meslek midir?

Meslek, kişinin geçimini sağlamaktan öte, üzerinden zengin olabildiği, mal mülk yığabildiği vasıta olduğuna göre, din de bu vasıtalarından birisi mi olmaktadır?

Peygamber denilince insanların aklına yazının girişinde tasvir edilen “din adamı” tipolojisi neden geliyor?

***

Dikkatle baktığımızda başta Hz. Peygamber olmak üzere o her gün adını duyduğumuz peygamberlerin hiç birisinin böyle olmadığını görürüz.

1) Her şeyden önce Hz. Peygamber, hiçbir zaman kendine özel bir “DİN ADAMI” kıyafetiyle dolaşmamıştır. Onu içinde yaşadığı toplumdan ayıran özel bir kıyafeti asla olmamıştır. Bu konuda kendini toplumdan ayırmamıştır. Ömrü boyunca Ebu Cehil nasıl giyiniyorsa öyle giyinmiştir.

Demek ki peygamber bugün yaşasaydı, hangi toplumda yaşıyorsa o toplumun genel, yaygın ve makul kıyafeti neyse öyle dolaşacaktı. Onu kıyafet bakımından halkından ayıramayacaktık.

Onun bu konudaki SÜNNETİ budur.

2) İkinci olarak Hz. Peygamber, şimdiki din adamlarının çoğu gibi YAŞLI DEĞİLDİ. Peygamberliğe başladığında henüz 40 yaşına yeni girmişti. Onda “din adamı” denilince aklımıza gelen yaşlı, piri fani, “yeşil sarıklı ulu hoca” görüntüsü yoktu. Saçları kulak memelerinin altına inecek kadar uzundu ve genellikle de ortadan ikiye ayırırdı. Bugünkü tabirle “yağız bir delikanlı” görüntüsü vardı.

Keza Hz. İbrahim de Babil İmpatorluğu’nun resmi devlet tanrısı putlarını kırdığında “İbrahim adında bir delikanlının putlarımıza dil uzattığını duymuştuk” sözünden de anlaşılacağı gibi hayli gençti Hz. Yusuf da vezirin karısının “delikanlısı” idi. Hz. Musa da Firavun’un sarayında yetişmiş ve tam gençlik çağında Mısır’ı terk etmişti.

Hz. Zekeriya ise yaşlılığın son haddine varmışken Allah’tan çocuk istediğinde, peygamberlik görevine başlayalı yıllar olmuştu. İlk gençlik yıllarından beridir halkını uyarıyordu. Yani peygamberlerin hemen tamamı işe genç denilecek yaşta başlamışlardır. Dolayısıyla peygamber denilence insanların aklına din adamı görüntüsündeki yaşlı piri fanilerin gelmesi yanlıştır.

3) Üçüncü olarak, şu ana kadar göründüğü kadarıyla din adamları nedense hep zengin olur. Oysa Hz. Peygamber vefat ettiğinde peygamber olmaktan kaynaklanan bir SERVETİ YOKTU. “Geride birkaç kap ve bir kitap”dan başka bir miras bırakmadı. İslam’ın ilk üç halifesi (Ebubekr, Ömer, Ali) de vefat ettiklerinde aynı durumdaydılar. Fakat onlardan sonra ne yazık ki bunu göremiyoruz.

4) Dördüncü olarak, Hz. Peygamber kişisel yaşamını, devrinin normal bir insanı gibi hayatın keyfini çıkartarak yaşamıştır. Din adamlığının mantığında dünya lezzetlerinden uzaklaşma vardır. Ruhbanlar böyle iddia etmelerine rağmen buna tam da uymazlar. Oysa Hz. Peygamber böyle bir şeye iyi görmediği gibi her normal insan gibi yedi, içti, kadınlarla evlendi. Dolu dolu diyebileceğimiz bir aşk ve evlilik hayatı yaşadı. Eşleriyle zaman zaman sorunlar yaşadı.

Torunlarını omzunda gezdirdi, her gördüğünde yukarı atıp tutarak sevdi ve sevindirdi. Eşi Aişe’ye Fatma’ya Fatoş dememiz gibi “Aiş” diyerek takıldı. Oysa bunlar din adamı mantığına göre “RUHANİLİĞİ” BOZAN ŞEYLERDİR. Öyle ya, dünya lezzetlerini alabildiğine tadan, “beyaz tenden” uzak duramayan birisi nasıl “veli” veya “aziz” olabilir (!).

5) Beşinci olarak Hz. Peygamber TAPINAKTAN GELEN BİRİSİ DEĞİLDİ. Hiçbir ayini yönetmemiş, dini fetvalar vermemiş, kutsal kitapları okumamıştı. Yörenin tanınmış “dini otoritesi” filan değildi. Bir okulda okumamış, diploması, “akademik kariyeri” vs. yoktu.

Dağda koyun güdüyordu. Amcaları ile ticaret kervanlarına katılıyordu. 25 yaşında “Hilfu’l-Fudul” (Erdemliler İttifakı) adlı bir teşkilata “adalet” üzerine yemin ederek girmişti. Teşkilatın kurucuları arasında yer almıştı. Bu teşkilat Mekke’de haksızlığa uğrayan, zulme maruz kalan garibanları, kimsesizleri, yoksulları, yolu kesilenleri (İbn’us-Sebil) koruma ve kollama amacıyla kurulmuştu.

Örneğin böylesi bir olayda, Mekke’ye kızı ile birlikte gelen bir köylünün yolu kesilmiş, satmak için getirdiği malına ve kızına şehre hükmeden yedi-sekiz tefeci bezirgandan birisi olan Ebu Cehil el koymuştu. Adam yana yana derdine çare arıyordu. Oradan birisi “Muhammed adında bir genç var, ona git, böyle işlerle ilgileniyor, sana yardımcı olur” dedi. Adam, o yıllarda henüz 25 yaşlarında olan genç Muhammed’e gelerek derdini anlattı. Muhammed, derhal yanına kendisi ile aynı yaşlarda olan 10-12 kişilik bir gurubu alarak tefeci bezirganın evine kuşattı. Kapıya vurarak adamın malını ve kızını geri vermesini istedi.

Mekkeli kodaman, önce itiraz etti sonra da hiç olmazsa kızın bir gece kendinde kalmasını istedi. Muhammed, bu söze öyle sinirlendi ki alnındaki damar görüyordu. Etrafındakilere işaret ederek kapıya yüklendi. Omuzuyla kapıyı kırmak için yükleniyordu. Derken gürültüden iyice rahatsız olan kodaman aşağı inerek kapıyı açtı. Muhammed yakasını toplayarak öyle bir sarstı ki Ebu Cehil daha sonra “Azgın bir deve gibi üzerime geliyordu” diyecektir. Sonunda çaresiz adamın malını ve kızını teslim etti. Muhammed adamın malını kendisine vererek kızıyla birlikte, yanına birkaç kişi daha katarak gideceği yere kadar yolcu etti. (İbn Kudame, El-Muhabber)

Böylesi olaylar gösteriyor ki Hz. Peygamber, daha ilk gençlik yıllarından itibaren post üzerinde köşesine çekilmiş oturan “YEŞİL SARIKLI ULU BİR HOCA” TİPİNDE DEĞİLDİR.

Genç, aktif, dinamik, canlı ve hayatın doğrudan içinde birisidir.

35 yaşından itibaren de içten gelen bir yalnızlığa bürünmüş, dağlarda, ıssız tepelerde gökleri seyretmeye, yaşadığı şehre tepeden bakarak “Ben kimim ve bu hal neyin nesi?” diye sormaya, sorgulamaya başlamıştı. Çektiği varoluş sancısı onu geleceğe hazırlamaktaydı. Allah bu sancıyı karşılıksız bırakmadı. Hira mağarasından şehre inip, tarihin önüne çıkarak kendini peygamber olarak tanıttığında yanında Allah’tan başka hiç kimse yoktu.

Yine peygamber olduktan sonra, 60 yaşındaki şu olaya bakınız:

Mekke’nin fethinden sonra Hz. Peygamber (s.a.v) Hevazin ve Sakif kabilelerinin üzerine yürüdü. Yeni katılanlarla birlikte 15 bin civarında hayli kalabalık bir orduyla fatih ve muzaffer bir edayla, 4 bin civarındaki düşman kuvvetleriyle karşılaştılar. Müslümanların içinden “Mekke’yi de fethettik, artık kimse bize karşı koyamaz, topu topu dört bin kişiler.” sesleri yükselmekteydi.

Dağılan düşman ordusuna bakarak ganimet toplamaya dalan Müslümanlar, düşmanın toparlanıp şiddetli bir ok yağmuruna başlamasıyla gerisin geri kaçmaya başladı. Eline ganimetten bir parça geçiren geri dönüp kaçıyordu. Ordunun dağılmaya yüz tutması üzerine ovada bir ses yankılamaya başladı; “Ben nebiyim, yalan yok, Ben Abdulmuttalib’in torunuyum!” diye bağıran bu ses, atını mahmuzlayarak düşmanın üzerine atılıyordu. Atın hemen yanındaki bir kaç kişiden “Ey Allah’ın kulları! Ey Ashabu’l-Şecere, Ey Ashab-ı Suretu’l-Bakara! Kaçmayın, geri dönün!” sesleri yükseliyordu. Bunun üzerine kaçmakta olanlar gerisin geri dönerek kişneyerek şaha kalkan, elindeki çakıl taşlarını ata ata düşmanın üzerine yürüyen bu cesur sesin etrafında kenetlendi. Hepsi birden tekrar yekvücut oldular ve son bir hamleyle düşmanı bozguna uğrattılar.

Doğruluk ve dürüstlük timsali (el-emin) olmakla beraber, cesareti ve yiğitliği ile de gerçek bir lider olduğunu gösteren ve orduyu dağılmaktan kurtaran bu atlı Hz. Peygamberden başkası değildi. (Razi, Kurtubi, İbni Kesir, Taberi).

Demek ki onun dikkat çeken özellikleri, kılık kıyafetinde, din otoritesi olmasında, tapınak rahipliğinde, gizemli, sırlı, büyülü, tütsülü tavır ve edalarında değil; dürüstlük abidesi (el-emin) karakterinde, benliğini kuşatan yetim yüreğinde, muazzam ahlakında (hulg azim), haksızlıklara tahammülü olmayan karakterinde, adalet özleminde, yalnızlığa bürünüşünde (müdddesir), ağır sorumluluklar hissedişinde (müzzemmil), ufuklara dalarak yaşadığı korku ve titreme (huşu) ile kalabalıklar içinde kendini gösteren atılgan ve cesur kişiliğinde aranmalıdır.

ŞİMDİ, BÖYLESİ BİR KİŞİLİK HİÇ BUGÜNKÜ “DİN ADAMI” PROFİLİNE BENZİYOR MU?

***

Öte yandan dikkatle baktığımızda, Hz. Peygamber’in, dini özel bir meslek olmaktan çıkarıp, genele yayarak (umum/ummi) hava gibi herkesin soluduğu bir hayat kaynağına döndürmek amacında olduğunu görürüz. Bunun içindir ki Kur’an onu “ummi nebi” olarak tanıtmıştır.

Şöyle ki:

Eski dünya dinlerinin (Yahudilik, Hıristiyanlık, Mecusîlik, Manihaizm, Hinduizm, Budizm vs.) tekelinde olan tanrı ve din konularını sokaktaki adamın aklına ve vicdanına hitap eder tarza indirmiştir.

Yani dini muhayyileyi daha rasyonel hale sokmuştur.

Her tür Haman, Ruhban, Brahman, Şaman vs. sultasını tarihe gömmüştür.

Örneğin, eski çağlarda göğe merdivenle çıkıp Tanrı ile konuşma anlamına gelen ve sadece din adamlarına mahsus olan miracı (u’ruc/mi’rac) “Namaz mu’minin miracıdır” diyerek sokaktaki adamın “tek kişilik” eylemine indirmiştir. “Ruhbanlık yoktur, cihat vardır” diyerek din adamlığının köküne kibrit suyu dökmüştür.

Tanrı’nın ne din adamlarına ne de krallara yönetme yetkisi vermediğini, hiç birisinin Tanrı’nın oğlu olmadığını ilan etmiş ve krallarla Tanrı arasındaki dini-politik bağı kesip atmıştır. Oysa eski çağlardan beri Tanrı’nın oğlu olma iddiasında olmayan bir kral neredeyse yoktu. Japon imparatoru Tanrı’nın oğlu olduğu iddiasından daha 1946 yılında resmen vezgeçmiştir. Bu nedenle “Allah birdir. Bölünmez bir bütündür. Doğurmaz ve doğurulmaz” diye başlayan İhlâs suresi, Lehep ve Kafirun sureleri gibi son derece siyasi-politik mesajlarla yüklüdür.

Yine eski dünya dinlerinde din adamlığı bir meslek olarak icra edilir ve en önemli servet yığma kaynakları arasında yer alırdı. Toplum “tapınak” etrafında örgütlenmişti ve tapınak görevlileri de din adamlarıydı. Vergiler tapınakta toplanır ve din adamlarınca yönetilirdi. Tapınağa getirilen mallara “TANRI MALI” diye etiket vurulur ve sahipliğini de Tanrı veya onun yeryüzündeki oğlu olduğuna inanılan kral adına din adamları idare ederdi.

Eski çağlardaki Sümer, Akad, Babil, İbrani, Arami, Hitit, Asur, Pers, Mısır, Roma tapınakları bunların örnekleriyle doludur.

Din adamları en eski çağlardan beri Şaman, Kâm (Türk), Brahman (Hind), Mog, Mithra (İran), Haman (Mısır), Druid (Britanya), Rişama (Sabiî), Sangha (Tayland), Lama (Tibet), Afkallu (Nebati), Flamen (Roma), Haham (Yahudi), Rahip (Hristiyanlık) vb. isimlerle anılırlardı.

Bunlardan özellikle MÖ.400-MS.200 yılları arasında bugünkü Suriye’de yaşayan Nebatiler önemlidir. Çünkü onlarda Allat, Manotu, Hubalu, Uzza gibi birçok tanrı veya tanrıça ile Afkallu adında din adamları sınıfı ve Tanrı kültleri için Bayta denilen kutsal mekanları vardı. Tanrılar genellikle ABSTRAKT denilen dikili taşlar ile sembolize edilirlerdi.

Bunlar Müslümanlar için pek yabancı gelmeyecektir.

Çünkü bunun benzeri bir düzen Mekke’deki Kâbe çevresinde kurulmuştu. Nebati tapınak rahiplerinin (Afkallu) yerini Mekke’ye hükmeden 7–8 tefeci bezirgân almıştı. Bu tefeci bezirgânların başını da Hz. Peygamber’in amcası Ebu Lehep çekiyordu. Bu düzene Kur’an “Yeda Ebu Lehep” dedi ve ilk inen ayetlerde doğrudan hedef gösterdi: “KAHROLSUN EBU LEHEP İKTİDARI, KAHROLSUN!” (Lehep Suresi: 1).

Eski dünya dinlerinin din adamları gibi, Mekke’ye hükmeden bu tefeci bezirgânlar, Kâbe’ye getirilen hediye kurbanlık ve malları yönetiyorlardı. Aralarında pay ederek üleşiyorlardı. Allah’ın evi Kâbe’ye eski dünya dinlerinin tapınaklarına çevirmişlerdi. Kendileri de din adamlığı rolü üstlenerek böylesi bir menfaat çarkı kurmuşlardı. Kur’an, bu hediye ve malların (En’am) iç edilmesine dayalı menfaat çarkını en sert şekliyle eleştirdi. En’am suresini okuyun, bunu anlatır.

Hz. Peygamber’in ilk elden politik hedefi, menfaat tapınağına dönüştürülen Allah’ın evini, işte bu tefeci bezirgânların elinden kurtarmak ve asli haline döndürmekti. Onun içindir ki bu düzenden nemalananlarca şiddetli tepkiyle karşılaştı ve asla affedilmedi.

Bu açıdan bakarsak Hz. Peygamber’in çıkışı, kendinden altı asır önceki Hz. İsa’nın çıkışına ne kadarda benzer. Hz. İsa’nın tapınağı basarak “din adamlarına” meydan okuyuşu İncil’de şöyle anlatılır:

“Tapınağı bir genç geldi. Avluda sığır, koyun ve güvercin satanları, orada oturmuş para bozanları gördü. İpten bir kamçı yaparak hepsini koyunlar ve sığırlarla birlikte tapınaktan kovdu. Para bozanların paralarını döküp, masalarını devirdi. Bir yandan da şöyle bağırıyordu: “Tanrı’nın evini ticarethaneye çevirdiniz, ey engerek soyu! Bu tapınağı yıkın, onu yeniden yapacağım…” (Mat. 21:12-13, Mar.11:15-17, Luk. 19:45-46. Yuh.2-13-19).

Bu sözlerle sığırlar, koyunlar anlamına gelen En’am suresinde anlatılanlar ne kadar da birbirine benziyor. Hz. Muhammed de, Kâbe’de, amcası Ebu Lehep’in yüzüne buna benzer sözlerle haykırmıştı.

Demek ki, başta Hz. Muhammed olmak üzere, peygamberlerin ilk elden hedefi, tapınak bezirganı bu din baronlarıdır. Çünkü bunlar Allah’ın evini ticarethaneye çevirmekte, para bozmakta, mal yığmakta ve din adına servet biriktirmektedirler.

Nitekim tarihe baktığımızda Budha’nın Hind din adamları sınıfı Brahmanlara, Zerdüşt’ün İran din adamları Moglara (Molla?), Musa’nın Mısır din adamları Hamanlara, İsa’nın Yahudi din adamları Hahamlara karşı çıktığını, dahası çoğunun onlar tarafından yargılanarak ölüme mahkum edildiğini görürüz.

Bu tesadüf müdür?

Nasıl oluyor da bir peygamberin en azılı düşmanı bir din adamı olabiliyor? Bu ne yaman bir çelişkidir. Demek ki kafamızdaki “din adamı” imajını ciddi bir şekilde gözden geçirmemiz lazım.

***

Kuran’ı eline yeni alan sıradan bir Yahudi veya Hıristiyan vatandaşı, Bakara suresinin 40. ayetinden başlayıp 152. ayetine kadar yoğun ve oldukça sert bir Kitab-ı Mukaddes (Yahudi-Hıristiyan) geleneği eleştirisi ile karşılaşır. Buradaki eleştirileri okuyup da sarsılmaması mümkün değildir.

Aslında bu eleştiriler sokaktaki sıradan Yahudi veya Hıristiyan’a değil tümüyle “din adamları” (Haham-Ruhban) sınıfına yönelik eleştirilerdir.

Allah’ın ayetlerini az bir paha karşılığı satmaktan, Allah adına ayet uydurmaya, halkın parasını din namına karınlarına doldurmaktan kitabı kendi tekellerine almaya kadar, ne kadar “din adamı” karakteristiği varsa hepsi en sert ifadelerle yerden yere vurulur; “zillet, alçaklık, maymun iştahlılık, haram yiyicilik, nimeti inkâr, zalimlik, nankörlük” vs. bunlardan sadece bir kaçıdır.

Bu nedenle Kuran’ın din adamlarına yönelik eleştirisi, sokaktaki adamın, o dönemde artık birer “Tanrı A.Ş” veya “mabet bezirgânlığına” dönüşmüş “tapınağa” yönelik öfkesini yansıtır.

Keza Hz. Peygamber’e daha ilk günden itibaren sürekli karşı çıkan, kendisi dururken daha 40 yaşına yeni basmış bir yetimin Allah’ın peygamberi seçilmesini içine sindiremeyen, bu nedenle de başta Bedir ve Uhut olmak üzere bütün savaşlarda karşısına çıkan, karşısına çıkanları kışkırtan, yerel düzeyde başarılı olamayınca dönemin küresel gücüne (Bizans) giderek kendi ülkesini işgale davet eden, bunun için de Medine’deki adamlarına karşılama için bir mescit yaptırtan (Mescid-i Dırar) kişinin de 70 yaşında bir din adamı (rahip) olan Ebu Amir olduğu unutulmamalıdır.

O Ebu Amir ki ihtirası onu yakıp bitirmiştir. Sonunda ağırlandığı Bizans saraylarında ölüp gitmiştir. Demek ki ihtirasların en tehlikelisi ve zararlısı din adamlarında görülenidir. Bu diğerlerine hiç benzemez.

***

Görülüyor ki Hz. Peygamber’in şahsında karşımızda, “hayatın dışında ve fakat üzerinde etkili” bir din adamı profili değil; bütün renkliliği ile “bizzat hayatın içinde yaşayan” bir peygamber örnekliği vardır.

Din adamı mantığı, bir yıldız veya sanatçı mantığı gibidir. Hayatın dışına çıkmayı, insani yönlerini mümkün mertebe insanlara göstermemeyi esas alır. İnsanlara hep etkileyici görünmek ister. Aksi halde gözden düşecektir.

Mantık bu olunca örneğin bir din adamı güya giderek ruhanilik kazanacak, azizliğe yükselecek ve hatta tanrılaşacak, gündelik hayatta fazla görünmeyerek “karizması” sarsılmayacak, böylece insanların ruhlarına uzaktan nüfuz edecektir.

Bu nedenle bütün din adamları veya din adamı özentisi içindeki kişiler kasıntılıdır. Alabildiğine kasılarak hem kendilerini hem de karşısındakileri gererler. Sıradan birisi gibi görünmeyi kendilerine yediremez, kıyafetleriyle, kisveleriyle, tavır ve edalarıyla toplumdan ayrı olmak isterler.

Ağızlarını yayarak, ruhani pozlara bürünerek konuşurlar. Yanlarında rahat edemezsiniz. Bakmanız haram, kalkmanız haram, gülmeniz günah vs. gibi hisse kapılırsınız. En tabiî halleriyle kendileri olmak yerine, toplumun onlara biçtiği rolü oynarlar. Bu rolü oynamazlarsa insanların kendilerini terk edeceği endişesine kapılırlar.

Yalnızlığa dayanamazlar. Çünkü kendilerini her daim ayakta tutacak bir yalnız yürekten yoksundurlar. Bu yalnız yüreğin ancak ve sadece, hiçbir yere sığmayıp sadece oraya sığabilen Allah aşk ve sevgisi ile ayakta kalabileceğini, sadece O’nunla güçlüklere göğüs gerebileceklerini bilmezler. Çocuklar gibi sevilmek, alkışlanmak, pohpohlanmak isterler. Bunun içindir ki insanlar nazarında en şöhretli kişi, aslında insanlar tarafından en çok sevilme ihtiyacı içindeki kişidir.

İnsanlar muhayyilelerinde ideal prototipler yaratır ve onlarla deşarj olurlar. Kimimize din adamı, kimimize sanatçı, kimimize yıldız, kimimize kahraman rolü vererek. Biz de bu sahte rolleri oynamak için kasıldıkça kasılır ve ona mahkûm oluruz.

Oysa Allah’ı neden göremiyoruz diyen birisine “O’nu görmediğim an yoktur” diyenden daha mü’min, selamlamak için önünde secde eden birisine, yakasından tutup kaldırarak “Dik dur ve öyle selam ver, bizim selamlamamız budur” diye uyarandan daha asil ve “Ben kuru hurma yiyen bir kadının oğluyum” diyenden daha özgür kim olabilir?

Böyle birisi neden “din adamı” kisvesine bürünmeye ihtiyaç duysun?

İhsan Eliaçık

Link to post
Sitelerde Paylaş
  • 1 year later...

Din adamından anlaşılan nedir?Din açısındabn bakılırsa heres bir din adamı olmak zorunda.Ya da din adamı denilirken ne kastediliyor?Sayın Eliaçığın yazısı gayet mükemel ve tamamına katılıyorum.Fakat bugün ne ateistler yukarıda betimlenen bir peygamberi biliyor ne de müslümanlar..

Link to post
Sitelerde Paylaş

kabe şu anda menfaat tapınağı değil mi

her yıl binlerce kurban toprağa gömülmektedir

hani fakirlere yardım aşağılıklar

adam çocuğuna iş kurmuyor hacca gidiyor

ben çok kızıyorum

islam =her türlü pisliği yap hacca git sonra cennete

böyle düşünenler en adidir

puta tapmadır çünkü etrafında yedi kere dönüyosun

pis arapları zengin ediyorsun değse bari

Link to post
Sitelerde Paylaş
kabe şu anda menfaat tapınağı değil mi

her yıl binlerce kurban toprağa gömülmektedir

hani fakirlere yardım aşağılıklar

adam çocuğuna iş kurmuyor hacca gidiyor

ben çok kızıyorum

islam =her türlü pisliği yap hacca git sonra cennete

böyle düşünenler en adidir

puta tapmadır çünkü etrafında yedi kere dönüyosun

pis arapları zengin ediyorsun değse bari

haydi o zaman sende senin evini kutsal sayabilecekleri bir yer haline getir. senin sülalende zengin olsun yap yapabiliyorsan buyur. ama önce beni inandırman lazım sonra kıtalar aşman lazım savunduğun görüş uğruna çooook dostların ölebilmeli çok kişiler sana feda olabilmeli

hac müslümana ne durumlarda farz bi araştır bakalım. islamı kişilere bakarak yorumlamayın

"köpeklerin dudakları değdi diye deniz kirlenmez" mevlana hz.

Link to post
Sitelerde Paylaş
  • 7 years later...

Muhammed siyaset adamıydı. Zaten siyasi liyakatsız bir kervancı olan Muhammed'e siyasi kimlik kazandırabilmek için, Muhammedi siyaset ehli yapabilmek için, kervancı muhammede siyaset liyakati katabilmek için, Muhammedin vasıfsız eleman liyakatsızlığını, ataerkil arap yönetimindeki kabile anayasası düzleminde aşılması için Hılful Fudul tarafından Kur'an ayetlerinin siyasi amaçla yazıldığı gayet rahat bir şekilde anlaşılmaktadır. Hılful Fudul örgütü Muhammedin şizofren hastalığından yararlandılar ve Muhammedi kullandılar, siyasi isteklerini Muhammed sayesinde yürürlüğe koydular. Muhammed görselinin arkasında Hılful Fudul cemiyeti varolmuştur hep. Günümüzün dünya bankası gibi parasal gücü ve ganimetlerin allaha kalan kısmını yönetiyordu Hılful Fudul. Allahın fiziksel eli yedullah, allahın fiziksel baldırı keşfussak idi Hılful Fudul. Muhammedin gençlik çağı (8-25 yaşına kadar olan devre) tam bilinmiyor. Ebu Talib yazın Şam'a, kışın yemen'e kafile götürürdü. yeğenini muhammedi oniki yaşındayken şam kafilesine ekleyerek şam'a götürmüştü. rahip bahira ile o kafile sayesinde tanışmış zaten. 20 yaşında iken Hilful fudul toplantılarına amcaları ile beraber üye olarak katılmıştı.

Kuran'da allaha ve elçisine uyun ayetleri bir doktrin çeşitidir. İslam, iddia ettiği gibi evrensel ve hukukun üstünlüğüne dayalı demokratik bir din olsaydı, demokrasinin dünya üzerindeki ilk kuruluş fırsatını kaçırmazdı. İlk demokrasi adını Atinalı Senatörlerden işitmek yerine Muhammed'den işitirdik. Peygamberlerin gönderilme amacı, gönderildikleri geri kafalı topluma yol göstererek örneklik oluşturmaktı ya; işte bu demokratik örnek oluşturmak büyük bir fırsattı. Yalnızca araplar için değil, tüm dünya için örnek olabilecek demokratik sistemin dünyaya örnek gösterilmesinde gene gavurlar örnek oluşturmuşlardır, peygamberler değil. Madem tüm evrensel örneklemeleri gavurlar sunuyorlar dünya halklarına, o halde niçin ortadoğulu peygamberin sloganlarıyla beraber yaşamaya devam edelim ki? Dindarlar düşünmeliler, inandıkları peygamberlerin insanlara örnek oluşturmak için allah tarafından gönderilme olayını. Güncel kullanımda olan sosyal uygulamaların ilkin kim tarafından örneklendiği pekala biliniyor. Peygamberler savaş çıkarmada örnek olarak hatırlanıyorlar yalnızca.  

Link to post
Sitelerde Paylaş

Muhammed'in peygamberliğini bıraktığı yerden islam halifesi sıfatıyla devlet yönetenler, hangi bedeller uğruna islamın kurulduğunun ve müslüman sayısının çoğalmasının da bu minvaldeki ortak amacın neyi önümüze getirdiğinin temelindeki kaynak haberidir. Halife sistemi Atatürk olmasaydı şu an tüm islam devletlerinde yaygınlaşmış olacaktı. zaten islamın siyasi yönü de halife sistemli devletleri ortaya çıkarmaktı.

Link to post
Sitelerde Paylaş

Fadıl Akgündüz Caprice gold hotel binasını tanıtırken bu bina kıyamet kopmadıkça yıkılmayacak şekilde yapıldı dediğinde kimse itiraz etmedi ve neasıl diye sormadığı gibi Fadıl Akgündüz'ün o sözlerine Cübbeli de kefil olmuştu orada zaten himmet duacısı olarak toplantıdaydı. Hz.Muhammed, Fadıl Akgündüz ile simsarlıkta ve mütalaa yapmada cübbeli ahmet ile birebir aynı insanlara tekabül edecek kadar benziyorlar her açıdan.

Link to post
Sitelerde Paylaş

Peygamber: mağarada tanrıyla konuştuğu iddia eden siyasetçi.  

Ayrıca savaş çıkaran tarihi karakter bunlar. Milyonlarca insanın gereksiz yere ölmelerine de sebep olmuş , insanlığın yüz karası bu Messenger bozuntuları. 

Sadece neyle kimle konuştukları iddiası beni ilgilendirmiyor. 

Link to post
Sitelerde Paylaş
  • Konuyu Görüntüleyenler   0 kullanıcı

    Sayfayı görüntüleyen kayıtlı kullanıcı bulunmuyor.

×
×
  • Yeni Oluştur...