Jump to content

Şah İsmail, İran, Alevilik


Recommended Posts

Başlık yazısına ek olarak toparladığım bazı bilgiler:

........

Sünni ve Şii görüş arasındaki temel farklar:
- Şiilerde halifeliği Ali'nin hakkı olarak görmek, ondan önceki halifeler Ebubekir, Ömer ve Osman'ı hakaret konusu olarak cami hutbelerine kadar taşır (Osmanlı, İran ile yaptığı anlaşmalara bunun yapılmamasını birinci madde olarak koyardı).
- Şiilikte Muhammed'in yolunu devam ettiren 12 ruhani imam inancı Sünnilikte yok.
- Şiilikte olan muta (süreli) nikahı Sünnilikte yok.
- Şii inanç devleti ele geçirerek devlet olmak üzerine kurulu. Sünni inanç liderleri ise kendilerini dini ve vicdani konularda danışmanlar olarak görürler.
- İbadet eden Alevi ve Sünniler aynı şekilde ibadet ederler. İbadet etmeyen Sünniler için ibadet, yerine getirmedikleri bir gerek iken… Alevilikte ibadeti gerek görmeyen kimi versiyonlar mevcut.
..................

Sünnilik-Şia kategorisine değişik bir açıdan bakmayı öneriyorum:

Kişi kültüne dayalı uygulamalar, Şia’da daha çok gözümüze çarpıyor. Başka göstergeleri de ekleyelim buna: geleneğe verilen önem, masum rehber, imamların yanılmazlığı, azizler kültü, soya bağlı liderlik, karizma, molla hiyerarşisi, ruhban sınıfı....

Bir de öbür tarafa bakalım, sünni mezheplere yani: gelenek yerine rasyonalite, normatiflik, bireysellik, kişi kültlerinin olmayışı, yatır ve türbe aleyhtarlığı...

Bunlar, Hıristiyanlıktaki Katolik - Protestan ayrılığının da referansları...

O halde, Katoliklik ve Protestanlık derken, Hıristiyanlığın iki özel mezhebi olmanın yanı sıra bunlar, bir dinin toplum içinde kabul edilme biçimleri olarak da görülebilir.

Yani herhangi bir dinin, katolik ve protestan uygulamaları olabiliyor. Batı’da bu ayrım, 15. yüzyılda Papa ile Luther arasındaki kavgadan çıktı. Papa’nın otoritesine, yanılmazlığına, geleneğe, kilisenin kurumsallığına baş kaldıran Luther, bireysel okumaları ve Tanrı’ya ulaşmanın bireysel yollarını serbest bırakan, ruhban sınıfının olmadığı, ağır dekorlu kiliselerin olmadığı, İsa ve Meryem heykelleri önünde diz çökülmediği, papaz karşısında günah çıkarılmadığı, dünyevi, rasyonel ve normatif bir Hıristiyanlık başlattı. Adına Protestanlık diyoruz.

Kendisi Protestan olarak başlayan İslam ise, politik sorunlarla başlayan bir süreın sonunda, içinden kendi Katolikliğini doğurdu: Şia.

Aynı ayrılışı, Hindistan alt kıtasında da düşünebilir miyiz? Yani oranın Katolikliği Hinduizm, Protestanlığı da Budizm olsun? Budizm için tanrısız bir din deniyor, neden? Çünkü Budizm bir türev dinidir, Hindu ortamlarında olgunlaşmıştır. Metafizik yönünde tek bir Tanrı (Brahman) olan Hinduizm’in kült yönünde ise sayısız tanrı var. Ve sayısız tapınak, mitoloji, ayin ve rahip.

Demek istediğim, bütün dinler için toplumsal olarak geçerli olan şey, İslam için de işlemiş ve sonuçta İslam'ın katolik versiyonu olan Şia ortaya çıkmıştır.

Şia'nın tutunduğu toprakların, genellikle eski Pers ve Helenistik devletlerin yönetiminde olan bölgeler olması dikkate değer. Mesela, bu bölgelerden İslam'a geçen halkın halifelik algısı, ilk Müslüman olan Araplarınkinden farklıydı. Araplar halifeyi sadece seçilmiş bir iyi kişi olarak görürken, bu halklar onu karizmatik bir önder, imtiyazlı ve bağışık bir monark olarak görme eğilimindeydiler.

Bu bakımdan Şia'nın ortaya çıkışını sırf Ali-Muaviye kavgasına bağlayamayız. Nitekim başlangıçta, Sünniler ile Şia denen ehl-i beyt taraftarları arasında fazla bir dini yorum farkı yoktur. Bizim mezhebimizin imamı olan İmam-ı Azam'ın en büyük hocaları olan İmam Cafer Sadık ile İmam Muhammed Bakır, Şia'dandır.

Ancak zaman içerisinde politik keskinlik galip geldi ve Şia ile Sünni yorum farklılıkları bu politik temel üzerinde iyice belirdi. Mesela sizin dediğiniz muta nikahı konusundaki farklılık, Şii alimlerin bu konuda İbn Abbas yorumunu esas almalarından kaynaklanır. Sünniler ise Hz.Ömer uygulamasını esas almaktadırlar.

Aynı farklılık, namazların cem edilmesi, abdestte ayakların mesh edilerek bırakılması gibi konularda da vardır. Yani burada Şiiler, ehli-beyt'ten gelen alimlerin nakil ve uygulamalarına bağlı kalmışlar, Ali'in rakibi olarak gördükleri Ömer, Ebubekir, Aişe gibi sahabelerin yorum ve uyglamalarını reddetmişlerdir.

Sünniler, hadis rivayetine ve fıkıh yorumlarına politik hesapları karıştırmazlar. Fıkıh detaylarına ait konuları, halifelik kavgasında şunun ya da bunun haklı-haksız olmasından ayrı görürler ki, doğrusu da budur.

Tabii Sünniler derken, Ali'yi bertaraf eden Emeviler'in de uzunca bir süre aynı bugün Şiilerin suçlandığı gibi, devlete ait camilerde Ali ve ehl-i beyte törenle küfrettirdiklerini ve sair zulümlerini unutmamak lazım. O süreçte Şiiler bu camilere gitmemeye başlamışlardı.

Link to post
Sitelerde Paylaş

Başlık yazısına ek olarak toparladığım bazı bilgiler:

Anadolu Aleviliği, iki ana kol ve bu ikisi arasındaki pek çok versiyondan oluşan bir yelpaze:

1-) 13. yüzyıl ortalarında kurulan Safevi tarikatından Somuncu Baba’nın (ö.1412) Anadolu’da yaydığı, Mevleviler gibi Sünni bir tasavvuf inancı. Daha önce İslam’ın Türkler tarafından kabul edilmesinde öncü role sahip Sufi dervişler, daha sonra Osmanlı'nın kuruluş asırlarında Anadolu ve Balkanlarda Sarı Saltuk, Ahi Evren, Hacı Bektaş, Tapduk Emre, Yunus Emre, Emir Sultan, Akşemseddin, Hacı Bayram gibi isimlerle öncü rol oynadılar. Somuncu Baba’nın öğrencisi Hacı Bektaş-i Veli ile anılan bu Sünni kol, sonraki zamanda ondan uzaklaşarak kendini sol, liberal, batıcı, seküler, laik, muhalif, devrimci vb. sıfatlarla tanımlayan, akılcılık merkezli bir felsefe ekolüne dönüştü.
.......................
Şiilik ile İran (Safevi) Şiiliğini de ayırmak gerekiyor. 35 milyonluk Pers milliyetçiliği…
- Dünyadaki 150-200 milyonluk Şii nüfusu Şiilik üzerinden domine etmek ve,
- Bunun da 1 milyar 500 milyonluk Sünni nüfusu domine etmesi fikri üzerine kurulu.
Bu mümkün olmadığından, pratik süreç, Şii nüfusa sahip ülkeleri iç savaşa sürükleyerek yaratılan istikrarsızlık bölgelerinde Pers milliyetçiliği için alan açmak şeklinde işliyor.

Türk Aleviliğinin kendini sol, liberal, batıcı, seküler, laik, muhalif, devrimci vb. sıfatlarla tanımlayan bir ekole dönüşmesinin, Sünnilik-Şiilik ayrımıyla bir ilgisi yok. Bu tamamen politik bir kategori.

Şah ismail'in Çaldıran'da aldığı büyük darbeden sonra Anadolu işlerinden elini çekmesi, Anadolu Alevilerinin İran ve Azerbaycan'daki Şiilerle olan bağını koparttı. O gün bugündür Anadolu Alevileri kendilerini Şia merkezli tanımlamazlar.

20. yüzyıldan sonra oluşan ortam içinde, yani modern zamanlarda referanslar değişti. Aleviler, toplum tarafından dışlanan bir inanç gurubu olarak değil, bu kez, geleneksel sünni değerler ve Osmanlı-tarihsel kökeni üzerinden tanımlanan bir toplumun muhalif unsurları, devrimciler olarak ortaya çıktılar. İhtiyaç duydukları ideoloji ve söylem malzemesini modernite onlara sağlıyordu ve bunlar artık dini değildi.

Aslında bu konuda, yani geleneksel Müslüman bir toplumun modern muhalif unsurları konusunda Alevilik kendi başına bir kategori oluşturmaz. Aslolan, Üstün Kültür'ün yani Batı'nın Üçüncü Dünya'daki belirleyici etkisidir ve bu etki, geleneksel bir toplumun içindeki birbirinden farklı bütün modern tepki biçimlerini biribirine karıştırıp onları özümser ve tüketir: Alevilik, Kürtlük, devrimcilik, Atatürkçülük, sosyalizm, ateizm, laiklik, Batıcılık, totaliter veya liberal sol, vesaire...

Bunların hepsi, tek bir majör başlığın (Üçüncü Dünyadaki üstün kültür algısı) önemsiz alt ayrımlarıdır. Bütün muhalif referanslarını, (değer atıflarını, söylemlerini) üstün kültürden alırlar. Konjonktüre göre değişir bunlar: mesela 1980 öncesinde trend Sovyet devrimcisi olmaktı, bugün ise AB yanlısı, hatta Amerikancı, İsveçci, Kanadacı olmak. O zaman trend komünist olmaktı, bugün çevreci, laik, sahil liberali olmak. Tanzimat'ta trend Hıristiyanlaşmaktı, bugün ateistleşmek.

Yeri gelmişken, Hıristiyanlaşmak bugün hala, Türkiye'ye nispetle daha üçüncü dünyalı özellikler gösteren İslam toplumlarında daha sıklıkla görülür: İran, Afganistan, Pakistan gibi. Türkiye'de ise Hıristiyanlaşmak, orana girecek kadar bir fenomen olamamıştır. Bununla birlikte, az sayıda ama gösterge değeri yüksek bazı örneklerde Hıristiyanlık ve ateizm tercihleri arasında, görünürlüğü yüksek derecede bir ilişki mevcuttur.

Alevilik ve Atatürk/cumhuriyet ilişkisini ele alalım: Alevilerin Atatürk'ün ve rejimin uygulamalarından en çok mağdur olan kesim olduğu, dergahlarının (cemevlerinin) kapatılmış olduğu ve Dersim bölgesinde isyanlarının kanlı bir biçimde bastırıldığı, Sünni çoğunluk içinde asimile olmaya zorlandıkları söylenir bir yandan; bir yandan da Atatürk devrimlerinin ve cumhuriyet rejiminin belkemiği olarak görülürler.

Burada hiç bir tezat yok. Çünkü zaman içinde Alevilik de, Atatürkçülük de, kendilerini kapsayan bu büyük başlıkta (modernleşme, batılılaşma, üstün kültüre uyma) kaybolacak şeylerdir. Aralarındaki farklılıkların önemi yoktur. Nitekim Atatürkçülükten kala kala laiklik kalmış, Alevilik de bir solcu muhalfilik boyutuna düşmüştür. Atatürk resimleri, bir zamanlar kendisinin kapatmış olduğu cemevlerinin duvarlarında, Hz.Ali ve Hacı Bektaş Veli'nin yanında yerini almıştır.

Türkiye'de Alevi veya Kürt kökenden gelmek, Türk toplumunda muhalif olmak için iyi bir taban sağlar. mesela Afganistan'da da Hazara denen Şii azınlıktan olmak orada iyi (gerçekçi-güçlü) bir muhaliflik nedeni oluşturur. Bunların bir kısmı ülkedeki yabancı misyonların en çok güvendiği kesimi oluştururlar, onların ofislerinde görev alıp onlara tercümanlık, asistanlık yaparlar. En ağır ifadelerle kendi toplumlarına küfür ederler. Toplum çoğunluğuna karşı bir aidiyet hissetmezler. Yanlarında çaılştıkları efendilerinin yaşam biçimlerine daha layık görürler kendilerini. Artık burada Hazara'lıktan bir şey kalmamış, olay salt bir muhaliflik hatta farklılık ölçütüne dönüşmüştür.

İran'ın Şiilik gayretine gelince: Mesela İran, Afganistan'da, kendi dilini konuşan etnik akrabalara (Tacikler) sahip olmakla beraber, Afgaistan'daki işini onlarla görmez. Hazaralarla görür. Çünkü Tacikler Sünnidir.

Aynı şekilde İran'ın kimlik algısı da Şiilik üzerine kuruludur ve bu nedenle, aslında çok sayıda etnik unsurdan oluşan İran toplumunda Şiilik üzerine

dayalı istikrarlı bir kimlik algısı vardır. Azerisi de, Belucisi de kendini İranlı olarak görürler.

Bizim kendimizden saydığımız Iraklı Türkmenler de kendilerini Türkmen olarak değil Şii olarak tanımlarlar. Türkiye'den çok Irak'ın Şii gruplarının yanında yer alırlar. Türkiye'nin yanında yer alanlar Sünni Türkmenlerdir.

İran'ın devlet olarak bütün gayreti, mezhep gayretidir. İran'ın şimdiye kadar İslam adına bir savaşı olmamıştır. Herhangi bir Haçlı seferi göğüslememiş, bir İslam ülkesi savunmamıştır. Bu işi Türkler yapmıştır.

Ama İran'ın Irak'ta, Afganistan'da, Yemen'de, Lübnan'da, Bahreyn'de elleri-kolları vardır.

Sonuca gelelim: Bugün Türkiye'de de, aynı yukarıdaki ülkeler gibi, İran'ın üzerinde oynayacağı bir Hizbullah, bir Emel olabilirdi. Olmadı. Olmamasının en büyük sebebi, Şah İsmail'in Çaldıran'da yediği dayak.

Şartlar İran'ın öngördüğü gibi değil, son dönemdeki dünya tarihinin öngördüğü gibi gitti: Bugün Hizbullah yerine, batı-referanslı normal solcu muhaliflerimiz var.

Link to post
Sitelerde Paylaş

Sünnilik-Şia kategorisine değişik bir açıdan bakmayı öneriyorum:

Kişi kültüne dayalı uygulamalar, Şia’da daha çok gözümüze çarpıyor. Başka göstergeleri de ekleyelim buna: geleneğe verilen önem, masum rehber, imamların yanılmazlığı, azizler kültü, soya bağlı liderlik, karizma, molla hiyerarşisi, ruhban sınıfı....

Bir de öbür tarafa bakalım, sünni mezheplere yani: gelenek yerine rasyonalite, normatiflik, bireysellik, kişi kültlerinin olmayışı, yatır ve türbe aleyhtarlığı...

Bunlar, Hıristiyanlıktaki Katolik - Protestan ayrılığının da referansları...

O halde, Katoliklik ve Protestanlık derken, Hıristiyanlığın iki özel mezhebi olmanın yanı sıra bunlar, bir dinin toplum içinde kabul edilme biçimleri olarak da görülebilir.

Yani herhangi bir dinin, katolik ve protestan uygulamaları olabiliyor. Batı’da bu ayrım, 15. yüzyılda Papa ile Luther arasındaki kavgadan çıktı. Papa’nın otoritesine, yanılmazlığına, geleneğe, kilisenin kurumsallığına baş kaldıran Luther, bireysel okumaları ve Tanrı’ya ulaşmanın bireysel yollarını serbest bırakan, ruhban sınıfının olmadığı, ağır dekorlu kiliselerin olmadığı, İsa ve Meryem heykelleri önünde diz çökülmediği, papaz karşısında günah çıkarılmadığı, dünyevi, rasyonel ve normatif bir Hıristiyanlık başlattı. Adına Protestanlık diyoruz.

Kendisi Protestan olarak başlayan İslam ise, politik sorunlarla başlayan bir süreın sonunda, içinden kendi Katolikliğini doğurdu: Şia.

Aynı ayrılışı, Hindistan alt kıtasında da düşünebilir miyiz? Yani oranın Katolikliği Hinduizm, Protestanlığı da Budizm olsun? Budizm için tanrısız bir din deniyor, neden? Çünkü Budizm bir türev dinidir, Hindu ortamlarında olgunlaşmıştır. Metafizik yönünde tek bir Tanrı (Brahman) olan Hinduizm’in kült yönünde ise sayısız tanrı var. Ve sayısız tapınak, mitoloji, ayin ve rahip.

Demek istediğim, bütün dinler için toplumsal olarak geçerli olan şey, İslam için de işlemiş ve sonuçta İslam'ın katolik versiyonu olan Şia ortaya çıkmıştır.

Şia'nın tutunduğu toprakların, genellikle eski Pers ve Helenistik devletlerin yönetiminde olan bölgeler olması dikkate değer. Mesela, bu bölgelerden İslam'a geçen halkın halifelik algısı, ilk Müslüman olan Araplarınkinden farklıydı. Araplar halifeyi sadece seçilmiş bir iyi kişi olarak görürken, bu halklar onu karizmatik bir önder, imtiyazlı ve bağışık bir monark olarak görme eğilimindeydiler.

Bu bakımdan Şia'nın ortaya çıkışını sırf Ali-Muaviye kavgasına bağlayamayız. Nitekim başlangıçta, Sünniler ile Şia denen ehl-i beyt taraftarları arasında fazla bir dini yorum farkı yoktur. Bizim mezhebimizin imamı olan İmam-ı Azam'ın en büyük hocaları olan İmam Cafer Sadık ile İmam Muhammed Bakır, Şia'dandır.

Ancak zaman içerisinde politik keskinlik galip geldi ve Şia ile Sünni yorum farklılıkları bu politik temel üzerinde iyice belirdi. Mesela sizin dediğiniz muta nikahı konusundaki farklılık, Şii alimlerin bu konuda İbn Abbas yorumunu esas almalarından kaynaklanır. Sünniler ise Hz.Ömer uygulamasını esas almaktadırlar.

Aynı farklılık, namazların cem edilmesi, abdestte ayakların mesh edilerek bırakılması gibi konularda da vardır. Yani burada Şiiler, ehli-beyt'ten gelen alimlerin nakil ve uygulamalarına bağlı kalmışlar, Ali'in rakibi olarak gördükleri Ömer, Ebubekir, Aişe gibi sahabelerin yorum ve uyglamalarını reddetmişlerdir.

Sünniler, hadis rivayetine ve fıkıh yorumlarına politik hesapları karıştırmazlar. Fıkıh detaylarına ait konuları, halifelik kavgasında şunun ya da bunun haklı-haksız olmasından ayrı görürler ki, doğrusu da budur.

Tabii Sünniler derken, Ali'yi bertaraf eden Emeviler'in de uzunca bir süre aynı bugün Şiilerin suçlandığı gibi, devlete ait camilerde Ali ve ehl-i beyte törenle küfrettirdiklerini ve sair zulümlerini unutmamak lazım. O süreçte Şiiler bu camilere gitmemeye başlamışlardı.

Bana göre insanda putlar edinmek ve putlardan özgürleşmek aynı anda var. Her birey ve toplum, bu ikisinin farklı oranlardaki bir bileşimi olduğundan, her toplum diğerini içerir. Kitap'ın men etmesine rağmen... Muhammed, Kabe, mezhep/tarikat kurucuları, eski/yeni alimler, kıl, giysi vs. Sünnilikte kutsallaştırma/putlaştırma örnekleri. Bu sebeple kişilere/toplumlara belli isimler ile değerler yüklememek, her bireye/topluma kendi gelişim noktasından bakmak gerek. Bazı katolikler/protestanlar, bazı teistler/ateistler putlaştırmaya daha yakındır ve onların bazıları putlaştırmaya daha uzaktır demek gibi.

Mistik noktadan bakarsak, her birimiz doğarken kendi olduğumuz tekamüle uygun bir topluma doğarız. Dolayısı ile her toplum, baştan belli bir tekamül seviyesine denk düşer. Bu durumda yaptığın tanım doğrudur ancak şu var ki, bireyler/toplumlar arasındaki ayrımlar son derece bulanık ve okuması zordur. Bu sebeple Kitap, başka toplumları kıyasa gitmemek, çekişmeye girmemek ve sadece kendi işine bakmak uyarısını yapar.

Benim yukarıda yaptığım ayrımın her iki tarafın hem fikir olduğu netlikte olduğunu düşünüyorum.

Link to post
Sitelerde Paylaş

Türk Aleviliğinin kendini sol, liberal, batıcı, seküler, laik, muhalif, devrimci vb. sıfatlarla tanımlayan bir ekole dönüşmesinin, Sünnilik-Şiilik ayrımıyla bir ilgisi yok. Bu tamamen politik bir kategori.

Şah ismail'in Çaldıran'da aldığı büyük darbeden sonra Anadolu işlerinden elini çekmesi, Anadolu Alevilerinin İran ve Azerbaycan'daki Şiilerle olan bağını koparttı. O gün bugündür Anadolu Alevileri kendilerini Şia merkezli tanımlamazlar.

Evet, yazım bu süreci anlatıyor.

20. yüzyıldan sonra oluşan ortam içinde, yani modern zamanlarda referanslar değişti. Aleviler, toplum tarafından dışlanan bir inanç gurubu olarak değil, bu kez, geleneksel sünni değerler ve Osmanlı-tarihsel kökeni üzerinden tanımlanan bir toplumun muhalif unsurları, devrimciler olarak ortaya çıktılar. İhtiyaç duydukları ideoloji ve söylem malzemesini modernite onlara sağlıyordu ve bunlar artık dini değildi.

Aslında bu konuda, yani geleneksel Müslüman bir toplumun modern muhalif unsurları konusunda Alevilik kendi başına bir kategori oluşturmaz. Aslolan, Üstün Kültür'ün yani Batı'nın Üçüncü Dünya'daki belirleyici etkisidir ve bu etki, geleneksel bir toplumun içindeki birbirinden farklı bütün modern tepki biçimlerini biribirine karıştırıp onları özümser ve tüketir: Alevilik, Kürtlük, devrimcilik, Atatürkçülük, sosyalizm, ateizm, laiklik, Batıcılık, totaliter veya liberal sol, vesaire...

Bunların hepsi, tek bir majör başlığın (Üçüncü Dünyadaki üstün kültür algısı) önemsiz alt ayrımlarıdır. Bütün muhalif referanslarını, (değer atıflarını, söylemlerini) üstün kültürden alırlar. Konjonktüre göre değişir bunlar: mesela 1980 öncesinde trend Sovyet devrimcisi olmaktı, bugün ise AB yanlısı, hatta Amerikancı, İsveçci, Kanadacı olmak. O zaman trend komünist olmaktı, bugün çevreci, laik, sahil liberali olmak. Tanzimat'ta trend Hıristiyanlaşmaktı, bugün ateistleşmek.

Yeri gelmişken, Hıristiyanlaşmak bugün hala, Türkiye'ye nispetle daha üçüncü dünyalı özellikler gösteren İslam toplumlarında daha sıklıkla görülür: İran, Afganistan, Pakistan gibi. Türkiye'de ise Hıristiyanlaşmak, orana girecek kadar bir fenomen olamamıştır. Bununla birlikte, az sayıda ama gösterge değeri yüksek bazı örneklerde Hıristiyanlık ve ateizm tercihleri arasında, görünürlüğü yüksek derecede bir ilişki mevcuttur.

Alevilik ve Atatürk/cumhuriyet ilişkisini ele alalım: Alevilerin Atatürk'ün ve rejimin uygulamalarından en çok mağdur olan kesim olduğu, dergahlarının (cemevlerinin) kapatılmış olduğu ve Dersim bölgesinde isyanlarının kanlı bir biçimde bastırıldığı, Sünni çoğunluk içinde asimile olmaya zorlandıkları söylenir bir yandan; bir yandan da Atatürk devrimlerinin ve cumhuriyet rejiminin belkemiği olarak görülürler.

Burada hiç bir tezat yok. Çünkü zaman içinde Alevilik de, Atatürkçülük de, kendilerini kapsayan bu büyük başlıkta (modernleşme, batılılaşma, üstün kültüre uyma) kaybolacak şeylerdir. Aralarındaki farklılıkların önemi yoktur. Nitekim Atatürkçülükten kala kala laiklik kalmış, Alevilik de bir solcu muhalfilik boyutuna düşmüştür. Atatürk resimleri, bir zamanlar kendisinin kapatmış olduğu cemevlerinin duvarlarında, Hz.Ali ve Hacı Bektaş Veli'nin yanında yerini almıştır.

Türkiye'de Alevi veya Kürt kökenden gelmek, Türk toplumunda muhalif olmak için iyi bir taban sağlar. mesela Afganistan'da da Hazara denen Şii azınlıktan olmak orada iyi (gerçekçi-güçlü) bir muhaliflik nedeni oluşturur. Bunların bir kısmı ülkedeki yabancı misyonların en çok güvendiği kesimi oluştururlar, onların ofislerinde görev alıp onlara tercümanlık, asistanlık yaparlar. En ağır ifadelerle kendi toplumlarına küfür ederler. Toplum çoğunluğuna karşı bir aidiyet hissetmezler. Yanlarında çaılştıkları efendilerinin yaşam biçimlerine daha layık görürler kendilerini. Artık burada Hazara'lıktan bir şey kalmamış, olay salt bir muhaliflik hatta farklılık ölçütüne dönüşmüştür.

Sartre'ın bir sözü var:
"Üçüncü dünya ülkelerinin insanları Paris'e geldiklerinde hayran kalırlar.
Bilmezler ki o ihtişam kendi atalarının kanı ve gözyaşı üzerine kuruludur".

İran'ın Şiilik gayretine gelince: Mesela İran, Afganistan'da, kendi dilini konuşan etnik akrabalara (Tacikler) sahip olmakla beraber, Afgaistan'daki işini onlarla görmez. Hazaralarla görür. Çünkü Tacikler Sünnidir.

Aynı şekilde İran'ın kimlik algısı da Şiilik üzerine kuruludur ve bu nedenle, aslında çok sayıda etnik unsurdan oluşan İran toplumunda Şiilik üzerine dayalı istikrarlı bir kimlik algısı vardır. Azerisi de, Belucisi de kendini İranlı olarak görürler.

Bizim kendimizden saydığımız Iraklı Türkmenler de kendilerini Türkmen olarak değil Şii olarak tanımlarlar. Türkiye'den çok Irak'ın Şii gruplarının yanında yer alırlar. Türkiye'nin yanında yer alanlar Sünni Türkmenlerdir.

İran'ın devlet olarak bütün gayreti, mezhep gayretidir. İran'ın şimdiye kadar İslam adına bir savaşı olmamıştır. Herhangi bir Haçlı seferi göğüslememiş, bir İslam ülkesi savunmamıştır. Bu işi Türkler yapmıştır.

Ama İran'ın Irak'ta, Afganistan'da, Yemen'de, Lübnan'da, Bahreyn'de elleri-kolları vardır.

Sonuca gelelim: Bugün Türkiye'de de, aynı yukarıdaki ülkeler gibi, İran'ın üzerinde oynayacağı bir Hizbullah, bir Emel olabilirdi. Olmadı. Olmamasının en büyük sebebi, Şah İsmail'in Çaldıran'da yediği dayak.

"Yumuşak güç" kavramını da düşünmeliyiz.

Osmanlı ordusu güçlüydü ama bu güçlü ordu nasıl meydana geldi?

Türkler 2500 yıllık yazılı tarihlerinde 120 devlet 11 imparatorluk kurdular.

Bu yüzyıl hariç bunların hepsi başka kavimleri bir araya getirerek oldu.

İran Şiiliği ise yazdığın üzere kan ile Şiileştirmek üzerine kurulu.

Şiddet üzerine sistemler yumurta kabuğu gibi sert ama kırılgandır.

Şah İsmail Anadolu'dan elini çekmek zorunda kalmışsa,

Ve daha nicelerine rağmen bu en zor coğrafyayı 1000 yıldır elde tutuyorsak,

Sebebi yumuşak güçtür.

Şartlar İran'ın öngördüğü gibi değil, son dönemdeki dünya tarihinin öngördüğü gibi gitti: Bugün Hizbullah yerine, batı-referanslı normal solcu muhaliflerimiz var.

İran ve Batı arasında fark yok.

Bahsettiğin batı-referanslı normal solcu muhalifler, bahsettiğin geri kalmış ülkelerin hipnotize olmuş aydınları.

Link to post
Sitelerde Paylaş
5.000 yıllık yazılı tarihte, uygarlık yarışında önderlik...

İlk olarak Mısır ile Doğu'da, sonra Antik Yunan ile Batı'da,

Sonra İslam ile yine Doğu'da, son 300 yıldır da yine Batı'da.


Batı’nın ilk önderliğini arenada insanları birbirine öldürterek,

Aslanlara canlı canlı parçalatarak eğlenen Roma’da tanıdık.


4. yüzyılda o Roma’nın imparatoru Konstantin,

İmparatorluğu birleştirecek ortak bir din olsun istedi.

En güçlü 2 aday Hıristiyanlık ve kadına tapma diniydi.

Roma’nın vaktiyle resulünü katlettiği Hristiyanlığı seçti.


Doğu’nun Hıristiyanlığı bir barış dini idi, öbür yanağını çevir dini.

Yoksulların, ezilenlerin, horlananların, sürülenlerin dini.

Batı onu kendine uydurarak bir savaş dinine çevirdi.


İkinci en büyük dini bastırmak için yüzlerce yılda,

“Cadı” uydurmasıyla 40.000 kadını diri diri yaktı.

İlerleyen süreçte kilise denen uydurma bir çete,

Avrupa topraklarının üçte birini eline geçirdi ve,

Daha da fazlası için hiç durmaksızın kan aktı.

Böylece Avrupa birbirlerini öldürerek,

1000 karanlık yıl daha geçirdi.


Ümit Burnu'nun keşfiyle hastalık, Avrupa’dan dünyaya saçıldı.

Dünya topraklarının %95'inin zenginliklerini %5'e taşıyan Batı'nın,

Bu 300 yılda girip de kan ve gözyaşı taşımadığı toprak parçası yok.

Modern Batı dediğimiz kültür, bu kan ve gözyaşından başkası değil.


Bunu bilmeyene Batı refah, zenginlik, kurtuluş sanıldığından,

Tüm dünyada aydınlara çekim merkezi oldu ve tercihler yapıldı.

Batı politikalarını benimsediler; bu herkese kan ve gözyaşı demekti.


Batının yükselişi ile birlikte bütün dünyayı milliyetçilik akımları sarmıştı.

Batı için kendi birliğini kurmak, başka birlikleri dağıtmak olan milliyetçilik.


Anadolu Türkleri, bu trene binen sonuncu halk oldu.

Milliyetçilikten başka çare kalmayıncaya kadar mücadele ettiler.


Ulaşılan sonuç dünyanın bugünkü hali. Batı egemenliğinin birbirine kırdırdığı,

Arap halkları, Kafkas halkları, Balkan halkları ve onların ortasında Anadolu halkları.

Bu yüzden 90 yıllık reklam arası bitmeli, halkların birlikte yaşayabileceğine inanmalı.

Yoksa Batı kendini yok edene kadar halklar birbirini yok etmeye devam edecek.


100 yıldır Batı'nın kültürel kodlarıyla yaşadığımızdan,

Artık vahşetin olmadığı bir dünya tahayyül edemiyor,

Bir devletin şerefli olabileceğini hayal edemiyor ve,

Vaktimizi, realite bildiğimiz bu hastalık hali için,

Birbirimizi suçlamaya yatırıyoruz.

Link to post
Sitelerde Paylaş
.

Viktor Hugo: “Paris’te bir adam öldürülürse bu bir cinayettir, Doğu’da elli bin insan boğazlanırsa bu sadece bir meseledir.


Sartre: "Üçüncü dünya ülkelerinin insanları Paris'e geldiklerinde hayran kalırlar. Bilmezler ki o ihtişam kendi atalarının kanı ve gözyaşı üzerine kuruludur."


De Gaulle: "Hani Cezayir'in bağımsızlığına kanları ve canları pahasına karşı çıkan özgür Fransa'nın özgür yurttaşları vardı ya… Söyleyeceklerim bundan ibaret."


Link to post
Sitelerde Paylaş
  • 1 year later...

  RTE'nin akıl hocam dediği Kadir Mısıroğlu, Alevileri hedef alarak; "Türksen Türklüğünü bil, müslümansan müslümanlığını bil. Seni hangi kategoriye koyayım? Namaz yok, oruç yok" ifadelerini kullandı.

Siz kimsiniz ulan ! (Yavuz sultan selim - Aleviler) başlığıyla paylaşılan tweet, Meteoroloji (MGM) tarafından da beğenildi. Alevileri hedef alıp hakaret eden Mısıroğlu'nun paylaşımı, Meteoroloji Genel Müdürlüğü resmi Twitter hesabından destek aldı. Meteoroloji (MGM) video'yu önce "beğendi" daha sonra "beğeniyi" geri aldığı dikkat çekti. 

tarihinde Engse Hohol tarafından düzenlendi
Link to post
Sitelerde Paylaş
  • Konuyu Görüntüleyenler   0 kullanıcı

    Sayfayı görüntüleyen kayıtlı kullanıcı bulunmuyor.

×
×
  • Yeni Oluştur...