Freddie
-
İçerik sayısı
2.440 -
Katılım
-
Son ziyaret
İçerik Türü
Profiller
Forumlar
Takvim
İletiler bölümüne Freddie kullanıcısının eklediği dosyalar
-
-
Marksist komünizme göre ise insanlık tarihinin bir maddi diyalektik gelişim süreci sözkonusudur ve sınıfsız topluma erişmek için bu bilimsel yasalara uyulması gerekir. marksistlere göre devlet, sınıf mücadeleleri nedeniyle ortaya çıkmış ve hakim sınıfın aleti haline gelmiştir, bu yüzden sömürülen sınıf proletarya ilk önce devrimi yapacak ve kendi devletini kuracak (proletarya diktatörlüğü), ardından bu devleti kullanarak sömürücü sınıfları ortadan kaldıracaktır. bu gerçekleştikten ve sınıf ayrımları proletarya diktatörlüğü tarafından kaldırıldıktan sonra devlet kalkmayacak, sönecektir. yani gereksiz hale gelecek, baskı altına alınacak sınıf kalmayacak ve sınıf ayrımları ile devletin varolmadığ komünist toplum rejimine geçilecektir.
Bu dediğin 'temel doğrulara' itiraz eden yok zaten. Elbette bir sosyalist iktidar olacak. Ama bu, 'öncü partinin' kendini sınıfın yerine koyduğu ve bürokratlaşarak sınıfın yerini aldığı bir iktidar olmayacak. Komünist öncü, toplumu yönetmeyecek; toplum kendini yönetmeyi öğrenecek. Proleterya iktidarı, komünist partinin değil işçi sınıfının iktidarıdır. Parti bürokratları değil tüm sınıf yönetmelidir. Bu sözler, proleterya iktidarını reddetmeyi içermiyor.
-
Sosyal demokrasi yani..
Avrupa'nın birçok ülkesindeki rejime çok benziyor.
Var zaten..
Bu mu senin istediğin sosyalizm?
Yani sen sosyal demokratsın..
Ne mutlu..
Hep beraber Paris'e gidiyoruz..
Bana bir daha 'sosyal demokrat' deme, ağır küfretmiş sayar ve karşılık veririm.
Anlattıklarımın sosyal demokrasiyle alakası yok.
Üretim araçlarında özel mülkiyet tümden tasfiye edilecek.
Bildiğin sosyalizm yani. Sadece onun daha demokratik ve özgürlükçüsü.
Gerçi Marks'taki sosyalizm vurgusu da böyleydi ama Sovyet deneyi farklı olmuş ve bürokratlaşmıştı.
Nasıl ki kapitalist devletler baskıcı da olabiliyor, nispeten demokratik de; benzer biçimde, sosyalizmin de bürokratik ve özgürlükçü çeşitleri var.
Fakat sosyalizm deyince aklınıza 'Stalinizm' dışında birşey gelmediği için laf anlatamıyoruz size.
-
Sallayıp durma..
Uzun iletilere ne gerek var..
Birkaç cümle ile burada anlat özgürlükçü sosyalizmi..
Ne menem bir şeymiş görelim..
Laf salatası yaparak anlatmaya çalışma..
Tabii sen laf salatasını yeğlersin. Kimse bir şey anlamaz ve sen de anlatmış olursun..
Eğer bir kavramı birkaç cümle ile anlatamıyorsan, o kavram kavram kargaşalığıdır.
Birkaç cümleyle de anlatmışlığım vardı ama olsun, yine anlatırız.
Özgürlükçü sosyalizm, geçmiş bürokratik 'sosyalizm' deneylerinin eleştirisinden doğmuştur.
Özgürlükçü sosyalizm, eski sosyalizmden farklı olarak, çok daha özgürlükçü ve demokratiktir. Yani;
-Kumanda ekonomisini değil üretici ve tüketici örgütlerinin ve sendikaların aktif katılımına dayanan demokratik planlamayı esas alır.
-İşletme yönetiminde özyönetim uygular, çalışanları karar süreçlerine dahil eden işyeri komiteleri kurarak ekonomik alanı da demokratikleştirir.
-Merkezi hükümetin yetkilerini fazlasıyla sınırlandırıp hantal yapıyı kırarak yerel ve yerinden yönetimlere ağırlık verir.
-Birkaç yılda bir seçim yapılır, seçme ve seçilme hakkı güvencededir.
-Seçilenler ortalama işçi ücretini geçen ücretler alamazlar, dokunulmazlıkları yoktur, yeterli çoğunluk bulunursa seçmenlerce her an görevden alınabilirler.
-Kadın kurtuluş mücadelesi sınıf mücadelesine indirgenmez, feminist örgütlerin özerkliği tanınır ve feminizm iktidarca da benimsenir.
-Eski denemelerde yer yer görülen homofobik tavır söz konusu değildir.
-Eski denemelerde olduğu gibi militarist bir zihniyet söz konusu değildir, silahlanma yarışına girilmez, nükleer bombalar tasfiye edilir.
-Ekolojik kaygılar gözetilir.
-Merkez Komite egemenliğine dayalı bürokratik bir 'tek parti' yönetimine göre işleyen bir düzen söz konusu değildir. Temsili demokrasinin yanı sıra doğrudan demokrasi pratikleri de yaratılıp yaygınlaştırılır.
-Haberleşme gizliliği, konut dokunulmazlığı ve seyahat özgürlüğü güvenceye alınır.
-Bizim gibi olan başka memleketlerle birlik olma(federasyon veya konfederasyon gibi) yoluna gidilir.
-Eğitim, sağlık, çalışma hakkı, iş güvencesi gibi temel insan haklarından herkesin yararlanabilmesi güvenceye alınır.
-Herkesin fikir ve inanç edinme ve bunları açıklama özgürlüğü vardır.
-Çoğulculuk ve katılımcılık esas alınır.
Özgürlükçü sosyalizme dair kısaca bu başlıkları sıralayabilirim.
-
Beni, savunduğum özgürlükçü sosyalizmi açıklamamakla itham etmişsin.
Kendi sosyalizm kavrayışımı açıklayan bir sürü başlık açtım. Üstelik de bir hayli hacimliydiler. Büyük ihtimalle hiçbirini okumadın.
Senin okumamış olman, benim kendi fikrimi açıklamadığım anlamına gelmiyor. Gir benim profilime, açtığım konulara tıkla, konu başlıklarına bak bulursun mutlaka.
Ama sana kıyak geçip, ''özgürlükçü sosyalizmden'' ne anladığımı en detaylı olarak görebileceğin bir çalışmamın linkini vereceğim.
http://devrimcinotdefteri.blogspot.com/
Buyur oku ve bir daha bana açıklama yapmadığımı söyleme.
Şu insan hakları konusunda da bir başlık açıp tek tek yazayım o zaman.
Bakalım hangi sistem harbiden karşılıyormuş insan haklarını.
Palavracı moruk...
-
Komünizm ideolojik olarak terör örgütlerinin avantajındadır.Çünkü gerilla savaşı Komünist'lerin benimseyeceği bir şeydir,Güya PKK emperyalist Türkiye'ye mücadele ediyor.
PKK zaten Komünist bir örgüt.
Komünizm bu yüzden bu ülke için tehlikelidir.
Şeriat ile eşit derecede.
Yahu ne komik başlık olmuş bu. Sanki ''Dünya En İyi Saçmalama Yarışması'' yapılıyor da hepiniz altın madalya için yarışıyor gibisiniz.
Komünizm=PKK gibi saçma-sapan bir mantığın var. PKK komünist olsa bile bu ne komünistleri PKK'lı yapar ne de PKK'yı temize çeker.
Mantıklı düşünmeyi bırakmışsınız artık. Putlaştırdığınız Atatürk ve kulu olduğunuz piyasa gözünüzü nasıl kör ettiyse...
Bir kere, PKK'nın komünist bir örgüt olduğu fazlaca şüpheli. Kendi bayrağından orak-çekici çıkarmış, sadece ulusal talepler ileri süren, en azından yakın hedef olarak sosyalizm gibi bir talebi olmayan bir örgütten bahsediyoruz. Üstelik kendini tanımlarken komünistlik vurgusu neredeyse hiç yapmıyor. Fakat ulusal vurgu ve Kürt ulusalcılığı daha baskın. Şimdi onun bu ulusalcı tarafıyla sizdeki ulusalcılığı -sizin mantıksızlığınıza benzer biçimde- aynı kefeye koyup sizi PKK'lılıkla suçlasak ne hissederdiniz?
Aklınızın başınıza gelmesi için ille de yaptığınız saçmalık ve yaftalamaların size de yapılmasını mı bekliyorsunuz?
Beklentiniz buysa fazlasıyla ve zevkle karşılarım. Uyarayım...
Çamur atabilen sadece siz değilsiniz.
-
Hadi şimdi bize insan hakları, düşünme, inanma ve kendini belirtme özgürlüklerinin kötü şeyler olduklarını söyleyin de, komünizme davet edin..
Birincisi, komünizmde insan haklarına ters bir durum yoktur.
İkincisi, insan haklarını çiğneyen düzen asıl kapitalizmdir.
(İstersen bu iki konuyu daha detaylı tartışırız)
Üçüncüsü, geçmiş bürokratik 'sosyalizm' pratiklerinde insan hakları açısından eksiklik buluyorsan, o eksikleri gideren yeni bir sosyalizm denemesi yaparsın olur biter. Bak ben ''özgürlükçü sosyalizmi'' savunuyorum mesela. ''Sosyalizm ille de SSCB'de ne yaşandıysa odur, başka türlü olamaz'' diye birşey yok ki. Senin sosyalizmin de daha farklı olur kardeşim. Bu yüzden, söylediklerin mazeret değil. Sen sadece kendi döneklik ve teslimiyetçiliğine kılıf üretmeye çalışıyorsun.
-
Tamam? Devam?
Devam.
Yaz birşeyler de yanıt yazayım.
-
Tapınak; yaratan, yaratılan ve insan üçlemesi (teslis) üzerinden kurulur.
Yaratan ve yaratılanı anladım da insanı niye bu ikisinden ayırdığını anlamadım. İnsan da yaratılan değil mi?
"Alemi bilinmek, ademi bilmek için yarattım"Alemi bilinmek için yarattığında onu kim bilecek? Yaratılmış olan cansız alem mi?
Ayrıca alemi bilinmek için yarattıysa, henüz alem yokken kendini bilmiyordu demektir. Kendini bilmeyen birşey -kendini bile bilmezken- nasıl oldu da alemi tasarlayıp yarattı?
Peki ''Adem'i bilmek için yarattım'' ifadesine ne buyurulur? Adem'i yaratmadan evvel -alem yaratılmış olmasına karşın yine de- Allah birşey bilmiyor muymuş? O halde alemi de bilmeden mi yaratmış? Bilmiyorsa nasıl oluyor da o yaratmış oluyor?
Kaldı ki Allah alemi Adem'de(yani insanda) biliyorsa; 1. İnsanda Allah var, hepimiz Allahız ama farkında değiliz demektir, ki bu durumda Fuzulinin neden namaz kıldığını sorarım. Allah sende ise, kendine mi secde ediyorsun? 2.Allah alemi insan vasıtasıyla bilebiliyorsa, bu durum Allahı bize muhtaç hale getirmez mi? O halde o bize tapmalı değil midir?
Bilmek; öznesiz ve akılsız mümkün değildir.Öznesiz ve akılsız bilmek "görü"dür.
'Öznesiz ve akılsız bilmek' diye birşey olmaz.
Az üstte Allah'ın bile bir özne(alem ve Adem) olmadan kendini bile bilemediğini yazmamış mıydın?
Bilmek için bir akıl ve bu akla sahip olan bir özne gerekir.
Öznesiz ve akılsız bilgi(senin deyiminle ''görü'') sanılan şey de aslında aklın bir ürünüdür.
Akıl ve özne dışı bir yolla da bilgi aldığını iddia edenler şizofren tiplerdir.
Sufizm, insanın kendi deliliğinde ve cehaletinde bilgelik araması ve buna kutsallık atfetmesiyle doğmuştur.
En sonunda ''Allah aslında derin bir uyku durumudur'' deyip Allah dedikleri şeyin hiçlik olduğunu, ''Allaha kavuşmak'' dedikleri şeyin de hiçleşmek olduğunu açıklarlar.
İlahi olanı kavramak için mistik hiç bir göndermeye ihtiyaç yoktur. Daha doğrusu açıklamanın olmadığı yerde "mistik gönderiler", bilgisizliğimizin ifadesidirler. Bu durumda dönüp bilgisizliğimizi sorgulamalıyız.İnsan her konuda birşeyleri öğrenmek için anlatıma muhtaçtır. Dinler de çeşitli mistik hikayelerle kendini anlatır. Bunlar olmadan bilginin alınabileceğini söylemenin, dil olmadan da düşünülebileceğini söylemekten farkı yoktur. Bilim bize dil olmadan düşünülemeyeceğimizi öğretiyor. Çünkü dil, sözcük, hikaye, anlatım yoksa kavramlar da yoktur ve düşünemeyiz. Bu yüzden dinler için mistik hikayeler gereklidir. Bu hikayeler öğrenmeye engel değildir, öğrenmenin yoludur.
İnsan ereksel düşünür. İnsan'a kadar evrende kaos hakimdir.İnsan aracılığıyla Kaos, Kozmos'a dönüşmüştür.
Pozitivizm ve özelde ateizm, insanın erekselliğini kendi ürettiğini söyler ve bunun bir kendi-kandırmaca, bir zayıflık olduğunu savlar.
Halbuki erekselliği üretme yetisindeki "estetiği" görmez. Bu yeti, hayran-olunasıdır. Ve tek başına çok "anlam"lıdır. İlahidir.
Madde, düşünceyi önceler. İnsanın ereksel düşünmesi aslında bir mantık yanlışıdır ve -sanılanın aksine- tüm kültürlerde de görülmez aslında. Bu yüzden bu düşünme biçimini mutlaklaştırıp ona bir ilahilik atfetmek ya da onda bir hayran olunası yön keşfetmeye çabalamak bilim dışıdır. İnsan, doğanın deterministik işlediğini farketmiştir. Bu, onun düşünme biçimine de yansımış ve neden-sonuç ilişkileri çerçevesinde düşünmeye başlamıştır. Eğer başka türlü bir doğa gözlemleseydik başka türlü düşünecektik. Aslında neden-sonuç ilişkisiyle düşünmekte de fazla sorun yok; sorun, nedenlerin, gördüğümüz sonuçları üretmek için varolduğunu, yani sonuçların nedenleri belirlediğini iddia eden ters mantıkta. Sizin kafanız tersine çalışıyor.
-
Bu söylediğim kısımla ilgili çekincelerim var, geri kalan kısmı üstün körü okudum ve bir problem görmedim, destekliyorum.
Bununla ilgili çekincem ise; fazlasıyla homojen, tek tip bir başörtülü imgesine sahip olması, bu doğru değil.
Türbanlılar Kuran'ı olduğu gibi kabul eden insanlar. En azından ezici çoğunluğu öyle. Bunu türban eylemlerinde ellerinde tuttukları pankartlarda yazanlardan da görüyoruz. Sürekli bir Allah ve din vurgusu var, türbanı bununla temellendiriyorlar. Zaten kafalarını o kadar sarmalamaları da Kuran'a yönelik bu bağlılıklarından kaynaklanıyor. Ve aynı Kuran'ın özgürlük, demokrasi, hoşgörü, hatta insanlık karşıtı pek çok ayeti olduğunu da biliyoruz. O halde türbanlıların bu ayetlere de iman ettiğini anlayabilir ve farklı olanların güvenliği, özgürlüğün ve demokrasinin korunması için türbanlıların/dincilerin denetim altında tutulmasını talep edebiliriz. Öyle değil mi?
Homojenliğe gelince... Kurandaki mümin tipi homojen, bunlar da ona iman edip öyle olmaya çalışıyor, ben ne yapayım? Onlar çeşit çeşit de ben tek kalıba sokuyor değilim ki. Kuran onlara tek kalıbı giydiriyor. Onların güler yüzüne de kanmamak gerekir. Zira bu, ''köprüyü geçene kadar''dır. Sonrasında dinleri ne emretmişse ''üzülerek'' de olsa onu uygularlar. Zira onlar için Allah ve emirleri herşeyden önemlidir. İran'da da dincilere güvenip dostluk eden pek çok demokrat ve solcu vardı, sonları kötü oldu. İslama güven olmaz. Tarih bunu öğretiyor. İslama elini veren kolunu kaptırır. Bataklık gibi düşün kanka...
-
Soruna bu açıdan da bakabilirsin.
Marx komünizmin endüstrileşmiş zengin kapitalist ülkelerde ortaya çıkacağını öngörmüştür.
Oysa komünizm fakir tarım ülkeLerinin yeğlediği bir sistem olmuştur.
Marksizm, tarihsel materyalizmdir. Ne demek bu? Devrime ve sosyalizme dönük beklentilerini, stratejilerini ve taktiklerini değişen zamana ve koşullara göre yenileyeceksin demek. Yani dogmaların olamaz. Aslında tek başına bu bile marksizmin bir din olamayacağının açık göstergesidir. Anlayana tabi...
Marks kendi döneminin koşullarında devrimci dalganın Avrupa'da yayılacağını belirtti. Aslında bunda kısmen haklı da çıktı, zira toplumsal hareketler ilk olarak Avrupa'da patlak verdi, hatta Paris Komünü de orada ortaya çıktı. Fakat başarılı olamadılar. Sonra bir başka marksist olan Lenin, kendi zamanının koşullarına göre marksizmi güncelledi ve devrimin çevre ülkelerden başlayıp yayılacağını savundu. Nitekim öyle de oldu. Marksizm, değişen maddi koşullara göre kendini sürekli yeniden üreten bir öğretidir. Marks'ın beklentileri de sadece kendi dönemini yansıtır. Fakat sizin çarpık zihninizde marksizm bir din ve Marks da bir peygamber olduğu için onun sözlerinin her çağda geçerli olmasını bekleyip, ters bir durumla karşılaşınca ''Bakın işte yanlış çıktı'' diyerek çıkıntılık yapıyorsunuz. Bu tavrınız, Marks'ı peygamberleştirenin asıl sizler olduğunu gösteriyor. Fakat sizin dinsel düşünce tarzını aşamamış olmanız, ne bizi ne de marksizmi ilgilendiriyor.
Halkını doyurmaktan aciz bir imparatorluktur SSCB...SSCB sosyalizme ulaşmaya çabalayan ama bürokratik yapısı nedeniyle bunu başaramayıp dağılan bir ülkeydi.
Yine de pek çok kazanımı oldu. Başka bir iletinde sosyalizmin insanlığa ne kazandırdığını da sorduğun için yazıyorum;
İşsizlik ortadan kaldırıldı, kalkınma ve sanayileşmede büyük mesafe katedildi, şehir planlamacılığı ve teknolojik alt yapı kurulumunda büyük başarı sağlandı. Et tüketme rakamlarını Avrupa ülkeleriyle karşılaştırdığında Sovyet yurttaşlarının daha önde olduğunu da görürsün. Açlık ve evsizlik ortadan kaldırıldı. Eğitim, sağlık, barınma ve ulaşım gibi temel haklardan herkesin nitelikli ve eşit biçimde parasız olarak faydalanmasının önü açıldı. İş güvenliği başta olmak üzere geniş bir sosyal güvenlik sistemi sağlandı. Sekiz saatlik iş günü getirilerek insanlara hayatlarını yaşamaları için boş zaman yaratıldı. Feodalizm tüm kültürel yapısıyla yok edildi ve kadın haklarında büyük kazanımlar gerçekleştirildi. Dünyanın en çok kitap okuyan toplumu yaratıldı. Rekabet ve bencillik yerine dayanışmaya dayanan bir toplumsal yapı kurularak suç oranları büyük miktarda azaltıldı. Dinci ve milliyetçi gericiliğin beli kırıldı. Tam bağımsız bir ülke oldu. Yaklaşık 100 kadar halk, o topraklarda barış içinde ve eşitçe yaşadı. Bizimki de dahil dünyadaki tüm ulusal kurtuluş savaşları desteklendi. Nazizm ve faşizmle savaşılıp durduruldu. Emperyalizmin Orta Doğuya saldırmasının önüne geçildi. ''Bizde de devrim olur mu'' korkusunu vererek, kapitalist ülkelerdeki halkların da 'sosyal refah devleti' ve 'sosyal demokrasiyle' tanışmaları sağlandı...
Daha ne bekliyordunuz? 'Kendi halkını bile doyuramadığını' iddia ettiğiniz ve sanki bir Afrika ülkesinden bahsediyor gibi konuştuğunuz SSCB, dünyanın iki süper gücünden biriydi. Şimdi çöktü diye dilinize maskara ettiğiniz sistem, geri ve köylü Çarlık Rusyasını alıp süper güç yaptı.
Kurt kocayınca köpeklere maskara olurmuş! SSCB'ye çamur atanlar sadece kendi köpekliklerini beyan ediyorlar.
SSCB olmasaydı, emperyalistler TC'nin kuruluşuna tahammül etmezlerdi. SSCB olmasaydı, maddi ve manevi büyük yardımı da olamaz ve kurtuluş savaşımızı bile kazanamazdık. SSCB olmasaydı, ülkemizi kuran irade, ''ulusal kurtuluşçuluk'', ''bağımsızlık'', hatta bu denli radikal bir ''laiklik''le bile tanışamazdı.
SSCB'ye ve sosyalizme olur-olmaz yerde laf ederek, yediğiniz kaba pislemeyin.
Rusya komünizmi seçmeseydi, potansiyel olarak ABD'den de zengin ve refah bir ülke olma şansına sahipti.Evet evet, teyzemin de bıyıkları olsa amcam olurdu.
Şaka bir yana, Rusya belki daha zengin olurdu. Mesela bir avuç Rus burjuvası milyar dolarlık servet yapar, geri kalanı sürünürdü, ama ortalamayı alınca yüksek görünürdü. Bu kadarı zeka seviyesi senin gibi olanları avutmak için yeterli olurdu tabi. Başta kadınlar olmak üzere büyük çoğunluk yoksulluğa ve işsizliğe itilirdi. Çünkü kadın çalışanlar her zaman daha maliyetlidir. Evlenince işi bırakıp gidebilir ve doğum için aylarca ücretli izin ister v.s. Bu yüzden kapitalizmin kronik hastalığı olan işsizlik önce kadınları vurur. Rusya kapitalizme geçince dolar milyarderleri yarattı ama büyük bir işsizlik ve okumuş olmasına karşın işsizlik sebebiyle fuhuş yapmak zorunda kalan geniş bir kitle de yarattı. Ne kadar övünsen azdır Hacı!
-
Freddie?
Efendim?
-
Kendim kadar sevdiğim Freddie, senle bir elmanın iki yarısı gibi olduk son dönemde. Sen istediğin için buraya geldim. Baş başa tartıştıklarımızı bu başlıkta derleyerek sunmuşsun bir anlamda. İyi etmişsin tabi. Fakat bu öğretiyi anlamış olmana karşın ısrarla kabul etmemen beni çok şaşırtıyor. Neyden çekiniyorsun tam olarak? Bu öğretiyi insansal ego için kullanmayı planladığın anlaşılıyor. İçindeki benlik sana baskın geliyor. Ben ise bu benliği aşmaya çalışıyorum. Burada da tartışıp ortak bir karar alalım ve ikilik bitsin olur mu? Aramızdaki duvar kalksın. Egonu yenersen, veya eskilerin dediği gibi ''Kendi ejderhanı öldürür, kendi Şeytanını çarmıha gerersen'', o zaman seninle bir oluruz. Bunu yapabilen herkesle bir olacağımız gibi. Hepimiz Tanrıda bir oluruz. Ama kendi canavarını dizginlemediğin sürece, seninle ortak paylaştığımız bilincin yine 'hapis' kalacak ve yine ayrı olacağız. Ve sen, bildiğin halde reddetmeyi sürdürdükçe -adının hakkını verip- beni ''öldüreceksin''. İkimizden biri ''ölecek'' Freddie. Çünkü sen gördüğün halde, körlüğü aştığın halde, gnosisi anladığın halde hala egonu düşünüp öyle konuşarak, davranarak, öyle yaşayarak canavarlık yapıyorsun. Şüphe ediyorsun hala, kafan karışık. Bile bile lades diyorsun sanki. Eskiler, ''Tanrı insanda ölür, insan Tanrı'da dirilir'' demişler. Ben Tanrıda dirildim, sen ise bile bile egonu seçip Tanrıyı kendinde boğazlıyorsun. Ya canavar ölecek ya ruh. Ya Freddie ölecek ya da Gnosis kazanacak.
Sembolik muhabbetleri severiz değil mi?
Aslında sorun yaşamın kabus gibi olmasında değil. Çünkü yaşam böyle zaten ve bizim ona sözümüz nereye kadar geçebilir ki? Asıl sorun, kendini bedenle ve egonla özdeşleştirip, gnosisi anladığın halde inkar ederek kendini nefsinle özdeşleştirip bu kabusu yaşamaya devam etmek. Eğer bilmeseydin bu kabusun kurbanı olurdun, kendi canavarının kurbanı olurdun; ama bile bile böyle yapmak insanı canavarlaştırıyor. Freddie'nin kabusu ha? Freddie'yi öldürelim o zaman, öldürelim ki bu kabustan çık, acı dolu hayatı aş, hayatın tüm sıkıntılarını geride bırakıp biraz huzur bul, Tanrıda uyan, seninle bir olalım. Olmaz mı?
Bak ben ''İnsanı Tanrıda diriltmek'' için uğraşıyorum, sen ise bildiğin halde ''Tanrıyı insanda öldürmek için'' uğraşıyorsun. Tanrıyı bu kabusa atıp boğazlayabilir misin? O seni boğazlayacak! İkimizden biri ''ölene'' kadar seninle tartışalım burada Freddie. Sonunda ya Tanrı kazansın ya Şeytan, ya materyalizm ya gnostisizm, ya ateizm ya panteizm olur mu?
Benden sana hodri meydan. Bu kabus bitecek ve sen yok olacaksın Freddie. Sen de Gnosis olacaksın.
Senle aynı düşünüyoruz, bir elmanın iki yarısı gibi. Ama farklı şeyleri düşünüyoruz. Aynı anda kabul edilemeyecek şeyleri.
Sevgili kardeşim, madem hodri meydan çektin, bizim hodri meydan başlığımız da var. Orada tartışalım seninle.
Ama daha sonra yapalım bunu. Çünkü seni şu an burada fazla kişi bilmiyor. Önce biraz daha yazıp kendini tanıt ki Gnosis hemen ''ölmesin''.
-
Bir hafta kadar önce şerefsizin birine şerefsiz dediğim için -ki kendisi de şeref duygusunun önemsiz olduğunu açık açık yazmıştı- üç gün uzaklaştırıldım.
Bu başlığı okuyunca da birkaç tane salağa salak diyesim geldi.
Saçmalıklarınıza yeni iki katkı yapayım;
''Müslümanlar da kaşınınca kıçlarını kaşır, komünistler de. Benzerliğe bakın! Komünizm de bir dindir! Aksini savunmak saplantıdır!''
''İslamda da insan öldürmeye karşı çıkılıyor, komünizmde de. Bir de bu benzerliğe bakın! Komünizm de bir dindir! Aksini savunanlar kompleksli komünistlerdir!''
İşte zeka seviyeniz bu halde arkadaşlar.
Ne acı değil mi?
Sanki dün Yeşil Kuşak, bugün ise Ilımlı İslam adı altında islamla halvet olan uluslararası kapitalizm(emperyalizm) değilmiş gibi.
Sanki sosyalizme karşı dinsel gericiliği bizzat kapitalist yönetimler uygulamamış gibi.
Sanki ülkemizde piyasacılık(sağcılık) ile muhafazakarlık hep el ele yürümemiş gibi.
Sanki tarikatlere ''sivil toplum örgütü'' deyip şeriatın yolunu düzleyenler liboşlar değilmiş gibi.
Sanki islam ile komünizm birbirini pek severmiş gibi.
Tarihsel materyalizme ''din'' diyen bir zihniyet! Heyhat!
Ateizmin kitkleselleşmesi ile kitlelerin dünyevi mutluluğunun bağlantılı olduğunu göremeyecek kadar metafizik çalışan(çalışmayan) kafalar, bizim komünizm ile ateizmin yayılması arasında kurduğumuz bağı sorguluyor!
Ne ülkemizde ne de dünyada komünizm güçlü değil. Hatta güçsüzlüğü aşırı boyutta.
Bugün ülkemizi dincileştirenin de piyasaya tapan sağcılık olduğu ortada.
Ama ''ateist'' geçinen birileri sürekli komünizmin hayaletine küfretmekle uğraşıyor!
Anlayan beri gelsin! Bu ya psikolojik bir sorundur ya da düpedüz satılmışlık.
-
Taraf ''gaste''sindeki türbanlı bir yazarın köşe yazısını okuyunca düşündüm kendi kendime, ben islamofobik miyim? Marksist, dolayısıyla ateist, hatta din eleştirisi yapan forumlarda bol bol vakit geçirip yazı yazacak kadar ateist olduğumu biliyorum. Peki islamofobik miyim? Eğer fobiyi nefret değil de korku anlamında ele alırsak, evet fena halde islamofobiğim. (Örümcek fobim de var). İslamdan tiksiniyorum çünkü bizden her konuda özeleştiri yapmamızı isteyen müslümanların kendilerinin hiç özeleştiri yapmadıklarını, iman esaslarını, din tarihini, özellikle de peygamber dönemini, Kuran ayetlerini hiç eleştirmediklerini, gelen en küçük eleştiriyi de ''dine hakaret'' çığlıkları altında bastırıp linç etmeye giriştiklerini biliyorum. Tüm bunları yaparken kendilerini demokrat ve özgürlükçü olarak sunmaları da cabası. Evet islamofobiğim çünkü başörtüsünün bir giyim özgürlüğü olmadığını, giyim özgürlüğüne gerçekten değer veren bir kadının en başta dinin örtünme emrine ''Allah'ım, benim giyim özgürlüğüme niye müdahele ediyorsun?!'' diyerek karşı çıkması gerektiğini, tesettürün asıl anlamının giyim özgürlüğünün dinsel ve ahlaki gerekçelerle bırakılması olduğunu, benim hakkını savunacağım tesettürlü arkadaşlarımın kendi inançlarına göre günah olan hiç bir konuda benim özgürlüğümü savunmayacaklarını, hatta bana yapılan baskıya katılacaklarını da biliyorum. Nereden mi biliyorum? Kuran okuyorum.
Ben de ''özgürlükçüyüm ama salak değilim'' diyenlerdenim. Bir serbestlik beraberinde pek çok yasak da getirecekse onu niye savunayım? İslam gibi kendi içerisinde fena halde otoriteryan ve tahammülsüz olan bir doktrinin önünü neden açayım? Samimi olarak özgürlükçü olan insanların, ''laik'' devletin yasaklarını iredelemeden evvel, dini irdelemeleri gerekmez mi? Sonuçta laikliğe ilişkin kısıtlamalar, olabilecek bir dinsel baskının önünü kesmeyi hedefliyor. O halde laikliği özgürlükçüleştirmenin yolu, dini özgürlükçüleştirmekten geçmiyor mu en başta? Peki islam ne kadar özgürlükçü ve demokrat bir din? İslamda günah işleme özgürlüğü var mı örneğin? Dinden dönme, ateist söylem ve eleştirilere tahammül etme var mı? Kadın haklarına günümüz normlarına uygun biçimde saygı gösterebiliyor mu islam? Kendi ümmeti dışında kalanları hakikaten eşit kabul ediyor mu? Eşcinselliğe nasıl bakıyor peki? Bir arada ve demokratik normlar içerisinde yaşadığı kendinden farklı inançları ahirette cehennem adında bir yerde sonsuza dek türlü işkencelerle yakma inancı neyin nesidir peki? Siz dünyada ''demokrasi çerçevesinde'' birlikte yaşadığınız ve yüzüne güldüğünüz birinin, 'öbür dünyada' sırf farklı düşünüp farklı inandığı ya da inanmadığı için türlü işkenceler çekmesi gerektiğine inanıyorsunuz. Bu ne perhiz bu ne lahana turşusudur? Bence dindarlar özgürlük ve demokrasi gibi lafları pek ağızlarına almamalılar. Ne dersiniz?
Laik devletin yasakları kitlelerin gözündeki meşruiyetini biraz da islamın ondan çok daha beter olan baskıcılığından korunma ihtiyacından almıyor mu? O halde devletin yasakçılığına karşı en iyi mücadele, bu yasaklara haklı endişelerle taraftar olanları rahatlatacak olan bir din eleştirisini ve özgürlükçü bir din yorumunu yapmak değil midir? Siz özgürlükçü ve demokrat bir islam yorumu yaptınız mı islamcı arkadaşlar? Kişisel uygulamadan bahsetmiyorum, böyle bir din yorumunun teorisini ortaya koyup, eski-baskıcı yorumları sertçe eleştirdiniz mi? Eğer bunu yaptıysanız, söz konusu yeni yorumun yeterince kitleselleştiğini düşünüyor musunuz? Yok eğer bunu yapmadıysanız -ki yapmadığınız kanaatindeyim- o halde laik devletin baskıcılığını eleştirmeye ne hakkınız var? Devletin yasaklarını, dinin bin beter yasak ve baskılarının önünü açmak için mi eleştiriyorsunuz?
Şahsen başörtüsünün kadınların ikincilleştirilmesinin klasik bir göstergesi olduğunu düşünüyorum. Çünkü iki cinste de saç varken sadece birinin kapanması şart koşuluyorsa, erkeğe bacak ile göbek arasını kapamak bile kafiyken kadının tümden örtünmesi gerekiyorsa, kısacası kadının erkek bedenine yönelik arzuları önemsenmezken erkeğin kadın bedenine yönelik arzuları önemseniyor ve kadınlardan da buna uymaları bekleniliyorsa bunun adı dünyanın her yerinde ayrımcılıktır. Bir solcunun böyle birşeyi savunması da düşünülemez. Kaldı ki, ben asıl örtünmenin kadını metalaştırdığını düşünüyorum. Çünkü örtünen kadınların, ''Ben bir cinsel objeyim, erkekler görürse etkilenirler, onlar beni kişiliğimle değil cinselliğimle değerlendirirler, bu yüzden üstüm örtülmelidir'' diye özetlenebilecek bir mantık örgüsüne sahip olduklarını gözlemledim. Bunun adı, cinsel meta olduğunun kadın tarafından da kabul edilmesi ve örtünerek gereğinin yapılmasıdır. Metalaşmaktan kurtulmanın yolu örtünmek deği, metalaştıran anlayışı(erkek egemenliğini) yok etmektir zaten. Kadın örtünerek kendi bedenine kendi gözlerinden değil, bir erkeğin gözünden bakmakta. Bu çok korkunç birşey bence ve biz eşitlikçiler açısından hoşgörülemez.
Fakat başörtüsünün erkek egemen bir simge olması ve benim onu eleştirmem, yasaklanmasını savunacağım anlamına gelmez elbette. İnsanlar kelepçeyle gezmek istiyorlarsa böyle de gezebilirler. Bunun da doğru birşey olmadığını söyler ama zorla çıkartmaya kalkmam. Çünkü ondaki zihniyet değişmediği sürece, ben kelepçeyi zorla çıkartsam bile o ellerini kelepçeli gibi tutmaya devam edecektir. Bazı şeylerin kendiliğinden farkına varıp uygularsa değeri olur. O halde neden savunuyorum türban yasağını? Çünkü konu bundan daha derin. Kuran'ı okuduğumuzda islamın teorisinin özgürlük karşıtı ve baskıcı yanını görüyoruz. Başörtülüler böyle bir totaliter inancı savunuyorlar. Bu inancın gereği olarak bizi de örtünmeye teşvik ediyor, kabul etmezsek kendilerinde cezalandırma yetkisi görüyorlar. Şeriat devletlerinin pratiğinde bunu görüyoruz, İran örneği de yakınımızda. Mesele Türkiye'nin İran olup olmayacağı değil, mesele başörtülü müslümanların İranvari bir din kavrayışının olması. Bu denli baskıcı bir dine ya da din yorumuna iman edenlerin beri yandan da devletin yasaklarını özgürlük ve demokrasi adına eleştirmesi iki yüzlülük değil midir?
Teorinizi düzeltin, en başta kendi dininizi özgürlük ve demokrasi açısından eleştirin, yeni yorumu kitlesel ölçekte ilan edip yayın, eski-baskıcı yorumun sıkı bir eleştirisini yapın, sonra başörtüsü takmaya devam etseniz bile sizin hakkınız için ben de çalışacağıma söz veriyorum. Ama henüz bunları yapmamışken sola yönelik özgürlükçülük ''gazı'' üzerinden kendinize destek beklerseniz, daha çok beklersiniz. Zira ''özgürlükçüyüz ama salak değiliz!''
Bu arada, biraz kendinizi de eleştirin lütfen. Özeleştiri, bir (muhafazakar)demokratta olmazsa olmazdır. İslamofobiden bahsediyorsunuz ama ''İnsanlar neden islamdan, bizden korkuyorlar?'' diye hiç düşünmüyorsunuz. Öte yandan -bu kez fobi kelimesine nefret anlamı da vererek yazıyorum- müslümanlardaki, başörtülülerdeki, muhafazakarlardaki ''ateizmfobi'', ''komünistfobi'', hatta ''alevifobi'' ne olacak? Sizce müslümanlardaki yüzyıllardır süregelen ''ateizmfobi'', şikayet ettiğiniz ''islamofobinin'' birkaç katı büyüklüğünde ve çok daha acımasız değil mi? Başkalarını eleştirmeden evvel kendinize bakmanız gerekmez mi?
''Muhafazakar demokrat'' tanımı bir oksimorondur. Hem muhafazakar hem de demokrat veya özgürlükçü olunmaz.
Zira islam, özgürlüğün, demokrasinin, hoşgörünün kıyısından bile geçmez.
Seküler değerleri iki yüzlüce sömürmeyi ne zaman bırakacaksınız?
İslamcı veya muhafazakarsanız, anti-demokrat, baskıcı ve tahammülsüz olduğunuzu kabul edin.
Özgürlükçü, demokrat ve vicdan sahibi insanlar islamdan tiksinmekte yerden göğe kadar haklıdır.
İslamofobi denen şeyin kaynağı ve sorumlusu islamdır, çözümü de islamın hizaya getirilmesidir.
'Liberal demokratlar' islamın otoriteryan yanını hiç sorgulamadan destek vererek ne kadar samimiyetsiz olduklarını açık etmek dışında birşey yapmıyorlar.
-
CHP gümbür gümbür geliyor
Yavaş gelsin. Önce Silivri'dekilerin gönüllü avukatlığını yapıp onları beraat ettirecek, sonra Yargı Partisini kurtarıp AKP'yi kapattıracak, sonra Asker Partisini kurtarıp darbeye ikna edecek de... ölme eşeğim ölme.
CHP'nin zihniyeti zaten yakın zamana kadar iktidardaydı(''dışı laik içi müslüman bir milliyetçilik''), sadece parti olarak hükümet olamıyorlardı. AKP şimdi iktidarı ele alıp ülkeyi dönüştürüyor.
Belki deprem olur da birkaç yüz bin kişi ölür, halk da AKP'yi sorumlu tutarsa veya ulusalcılar Kürt Sorununda faşistlik yapıp şehit edebiyatı üzerinden Kürt düşmanlığını yükseltirlerse ya da İsrail'in kafası iyice atarsa o zaman MHP'nin oyu artabilir. CHP de, MHP'yle koalisyon kurup hükümet olabilir. MHP'siz hükümet olamaz CHP.
MHP'yle koalisyon kuracak denli küçüldükten sonra da -ki zaten yeterince küçüldü- tüküreyim öyle CHP'nin içine!
Ama türbanın önü kesilsinde ne olursa olsun değil mi? Dünya yansa önemi yok!
CHP kitlesi AKP'ninkinden daha berbat bir seviyede. Yozlaşarak faşistleşmiş, cehalet içinde olmasına karşın kendini bi halt sanan, git gide fetişistleşmiş, fanatikleşerek kudurmuş, darbeleri ''istemem, yan cebime koy'' edasıyla savunacak kadar alçalmış, git gide sağa kaymış, elit bir züppeliğe kapılmış, solla hiç ilgisi kalmamış şuursuz bir kitle.
Eskiden umut verirdi o kitle. Sosyal politikaları savunurdu, harbiden demokrattı, yüzü sola dönüktü, bağımsızlıkçıydı, mücadeleciydi... Bir de şimdi bak!
Nereden nereye...
-
Aslında kemalizm için Türk integralizmi de denebilir.
-
Bağımsızlık bunların başında gelir. Bu dönem Türkiye’sinde önce siyasal, sonra da ekonomik bağımsızlık somut bir geçeklikti. Bu da en azından ulusal özgürlük ve egemenlik yönünde bir kazanımdır. Ulusal bağımsızlık ve özgürlük olmadan demokrasi de olmaz. Dünya tarihi bunun sayısız örnekleriyle bezelidir.
Demek ''ulusal bağımsızlık ve özgürlük olmadan demokrasi olmaz'' ha? Bunu bir liberal mi söylüyor? Küreselleşen dünyamızda ulus devleti yıpratan, artık karşılıklı bağımlılığın esas olduğunu söyleyen, hatta ''Tam bağımsızlık tam barbarlıktır'' zihniyetinde olan(bakınız: A.Altan) kapitalistler şimdi birden bire demokrasi için tam bağımsızlığı şart koşmaya mı başladı? Aferin, bu da bir ilerleme. Ama günümüzün globalleşen dünyasında hem tam bağımsız hem kapitalist nasıl olunacak onu da bir açıklayıverin.
Felsefi temeli bakımından rejim aydınlanmacıdır. Özgürlükçü ve demokratik yönelimin arka planında bu düşünsel tercih yatar. Şerif Mardin şöyle yazıyor; Atatürk Devrimlerinin felsefi temeli insanın kendi mukadderatına hakim olabileceği fikridir. Osmanlı’da kaza ve kader anlayışı egemendi. Buna göre dünya olaylarını meydana getiren Allah’ın iradesidir. İrade-i cüziye de zamanla daralan bir alandır. Rönesans ve rasyonalizmden kök alan Atatürk devrimi buna karşı çıktı, bilim ve aklı rehber edindi. Ayrıca teb’a anlayışı ve padişaha sadakat yerine, yasalara uyma fikrini getirdi, kişisel özgürleşmenin de kapısını açtı. Devrim ve rejimi, bireyi İslam cemaatinin kolektif baskısından kurtaracak dönüşümleri başlattı: Kadın hakları, laiklik, laik eğitim, hilafet ve tarikatların kaldırılması vb (16)Rejimin felsefi temel bakımından aydınlanmacı olması, kaza ve kader anlayışına karşı çıkması, bu doğrultuda kadın hakları, laiklik, hilafet ve tarikatların dağıtılması, hatta otoriterlik gibi yönelimlere girmesi basbaya sosyalizme geçiş için zemin düzlemek olarak da görülebilir. Zaten burjuva devrimlerinin ve reformlarının felsefi temelinde deizm ve protestanlık vardır. Bunu Popper bile belirtir. Kemalist devrimler ise materyalizmi temel almıştır. Tıpkı sosyalizm gibi. Zaten Atatürk'ün yaşadığı yıllarda Lenin bile Türkiye için sosyalist devrim öngörmüyor, Milli Demokratik Devrim öngörüyordu ve kemalist devrim Türkiye'nin Milli Demokratik Devrim sürecinin adıdır.
Kemalist rejim çoğulcu özgürlükçü bir demokrasi değildi. Ama sağ yada sol bir totalitarizmlerin de uzağındaydı. 20. yy örnekleri çok görülen dış destekli yada bağımsız askeri-bürokratik-diktatörlüklere de benzemiyordu; hem tam bağımsızdı hem de militarist unsur önde gelmiyordu. Üstelik otoritarizmini tutucu gerici yada sosyalist değerler için değil, ilerlemeci ve batılı hedefler için kullanmaktaydı. Sistemin içinde demokratik ilke ve öğeler bulunuyordu.Kemalist devrimin icraatleri sosyalizm için ortam hazırlamak olarak da görülebilir. Zira Türkiye gibi o yıllarda sanayileşememiş, ciddi bir proleteryası olmayan bir memlekette sosyalizme hemen geçmek pek mümkün değildi. Milli Demokratik Devrim ilerici ve Fransız Devriminin özelliklerini de içeren bir devrimdir. Fakat Lenin bizim gibi ülkelerde bu tür bir devrimin taşıyıcı gücünün burjuvazi olamayacağını, çünkü burjuvazinin kapitalizm uluslararası düzlemde tekelci aşamaya girip emperyalizm halini aldığından beri gericileştiğini belirtmiştir. Nitekim kemalist devrimin yürütücüleri de burjuva değildir. Küçük burjuvazi dediğimiz katmana dahildirler. Sorun kemalist devrimin ne olduğu sorunu değil, sorun, gerekli alt yapı hazırlandığında yönünü ne tarafa çizeceği sorunudur. Kapitalizme mi sosyalizme mi? Doğan Avcıoğlu gibi, kemalist deyince akla ilk gelen adamlar, kemalizmin sosyalizmi hedeflediği fakat bunu kendine özgü bir yolu yürüyerek yapmaya çalıştığı; altı okun asgari program olduğu, azami pragramın ise sosyalizm olduğunu belirtmişlerdir. Bu tür farklı görüşlere çalışmanda hiç yer vermemişsin nedense.
Bu demeçlerde dikkati çeken husus şudur ki, bunların verildiği tarihlerde (1928-1932) Türkiye'de ne ''tam manasıyla demokratik bir devlet'' vardı, ne de bir 'Türk demokrasisi'nden söz edilebilirdi. Şu var ki amaçlanan bunlardı ve Türkiye ABD ve Fransız Devrimlerinin açtığı yolu izlemekteydi. ''Lakin bunu kendine has'' yöntemlerle geliştiriyordu. Yani ulusal ve demokratik bir toplum ve devlete gidişi, otoriter ve tek partili bir rejimle gerçekleştirmeye çalışıyorduDemek ki bu kemalistler hepimize aynı martavalları sıkıyorlar sevgili kardeşim. Yıllardır solun bir kesiminde de, kemalizmin nihai hedefinin sosyalizme varmak olduğu, bunu kendine özgü yöntemlerle yapmaya çabaladığı, otoriter ve tek partili rejimle bunun yolunu hazırladığı türünden görüşler mevcut. Bu arada, Atatürk'ün Amerikan ve Fransız Devrimlerini örnek aldığını belirtmişsin ve onun bazı sözlerini de aktarmışsın. Aynı Atatürk'ün sosyalizme ilişkin pek çok olumlu sözü de vardır, keza kapitalizm ve emperyalizmi yeren sözleri de boldur. Yani onun lafına bakıp da sonuca ulaşmak pek mümkün değil.
Bir de Atatürk'ün halkçılık anlayışının temelini oluşturan ''sınıfsız ve kaynaşmış bir kitleyiz'' edebiyatından hareketle hem sınıf mücadelesini ve solu bastırması hem de partilerin sınıf temsilcisi olduğu, biz sınıfsız bir kitle olduğumuz için farklı partilere henüz gerek olmadığı yönündeki tek parti rejimini destekleyici fikir(ki senin yazında da belirtilmiş bu) oldukça ilginçtir. Çünkü partilerin farklı sınıfsal çıkarların temsilcisi olduğu yönündeki kabul, marksist bir kabuldür. Bu düşünce açık biçimde siyaseti sınıf çıkarılarıyla ilişkilendiren marksist bir görüştür. Acaba diyorum bazen, bu adam harbiden de kendine özgü bir yoldan sosyalizme varmaya mı çabalıyordu. Çeşitli bahanelerle CHP iktidarını sürekli kılacak, bu arada toplumsal aydınlanmayı genişletecek, sanayileşme ve modern sınıfların ortaya çıkmasından sonra da bu tek parti rejimi sınıf çatışmasına izin vermeden sosyalizme mi evrilecekti? Bu arada, gerek süreç boyunca gerekse de sürecin sonunda totaliterizme hiç izin vermeyecek, otoriterliği de toplum aydınlanıp sosyalizm yerleşiklik kazandıkça sönümlenecek miydi? Bu düşünceler de kafamda gezinmiyor değil. Zaten tam bağımsızlık konusuna kafayı takmış olan -ve tam da bu yüzden Atatürk'e saygı duyan- pek çok sosyalist lider de -başta Castro ve Chavez olmak üzere- bağımsızlığı sürekli kılabilmenin yolunu kapitalizme tavır koymakta görerek sosyalizme yöneldiler. Yani kemalizmin bel kemiğini oluşturan tam bağımsızlık ve radikal laiklik vurgusu da gelecekte sosyalizme yönelme düşüncesiyle paralel. Bildiğim kadarıyla ADD'leri kuran Muammer Aksoy da kemalizmi ''demokratik sosyalizm'' diye tariflemiştir.
-
Freddie seni kim oğluna alır be Death metal dinleyen, bir taraftan Satanist geçinen, diğer taraftan Stalinci, diğer tarafdan Nietzscheci ahlaksızcı, ne kadar pis fikir varsa sende. Bunlar güzel bir kızın uğraşacağı şeyler mi? Güzel bir kız olsaydın en baştan gidip makyaj malzemeleri ile falan uğraşırdın "tüketim toplumu" falan diye çemkireceğine.
Zaten kadınlığınla bile barışık değilsin baksana. Arada "ben cinsiyete inanmıyorum." Arada "ben lezbiyenim galba" falan.
Bunlar güzel bir kızın etceği laflar değil be Freddie'cim
Sen çirkinsin diye dünyayı ateşe vermeye karar verdin heralde. İntikamını o şekilde mi alacan dünyadan? O yüzden mi bu devrimcilik olayları falan acaba?
Gene kişisel sataşmalara başlamışsın. Bir kere ben cinsiyetimi açıklamadım. Nereden biliyorsun kız olduğumu? Belki erkeğimdir. Öte yandan, metal dinlemek veya siyasetle ilgilenmek güzelliğe engel midir? Böyle bir saçmalık olur mu? Hem güzel olmamak da suç değildir, unutma bunu. Kadınlığımla barışık olmadığım v.s. de senin kuruntuların. Ayrıca lezbiyen olmak da suç değildir. Lezbiyen olan birinin otomatik olarak çirkin olduğunu düşünmen de senin mallığın. Devrimciliğimin, ''çirkinliğime'' olan isyanımdan kaynaklandığı yönündeki iddian ise acınası gerçekten.
-
"herkesin bir diğerine bakma, koruma kollama, emeğinin semeresini diğerleriyle paylaşma şeklinde bir ahlaki görevi vardır"
Demişsin Ludwig.
Hayır böyle bir ahlaki görev yoktur.
Bunu sıka sıka yapacaksın.
Mülkünde, daha fazla kar için insanları asgari ücretin de altında günde 14 saat çalıştırırsan, elbet bir gün sabırları taşıp senin hayatını öperler.
Bu ahlaki bir yönelim değildir, gayet doğal ve hayvani bir yönelimdir.
Sen adamı okutmazsan o cahil herif senin ağzına tükürür, sen adamı tedavi ettirmezsen hiç kimse ''Ben kendi değerimi ortaya koyamadığım için fakir kalıp hastane paramı ödeyemez oldum, o halde kimseyi rahatsız etmeden sessizce gebereyim'' demez, sen adama konut vermezsen işgal eder, aç olan çalar, kitap okumak isteyen ama parası olmayanlar gidip onu çalarlar ve yerden göğe kadar da haklıdırlar.
Bunlar ahlaki şeyler değil. Mülkünü güvene almak için kendi burjuva ahlakını yaymaya mı başladın. Cübbeni de giy bari, havan olsun. Ama işe yaramaz.
''Kimseye zararım yoksa istediğimi yaparım'' diyorsun. Buna itirazım yok. Ama burjuva düzenin emekçilere zararı olmadığı doğru değildir. Herkesin olması gereken bir tarlaya bakıp ''Burası benim mülkümdür, sizde emrimde çalışacaksınız'' dersen, senin hakkını hukukunu bir güzel severler. Ben de alkış tutarım.
Bu arada, mülkiyet hakkı mantıksal olarak temellendirilemez. Mülk edindiğiniz şeyleri siz mi üretiyorsunuz? Toprağı siz mi ürettiniz örneğin de üzerinde sahiplik iddia ediyorsunuz?
Ekonomik özgürlük dediğiniz özel mülkiyet de tam aksine tahakkümün bir aracıdır. İşgücünü satın aldıklarınızı tahakküm etmektesiniz. Ekonomik hayat da toplumsal denetime alınmalı, siyasi demokrasi piyasayı da kapsamalıdır. Bunun anlamı işçi kontrolüdür, özyönetimdir, fabrika komiteleridir. Buna karşı çıkıp yönetim ve karar sürecini sermaye sahibine bırakmak basbaya tiranlıktır.
-
Burjuva falan değilim, olmaya çalışıyorum
Demek silahlı yöntemleri savunuyorsun. Freddieciğim Türkiye'de böyle bir oluşum ben bilmiyorum. Troçkist silahlı güçler haa
Yoksa sen bu yoldaşlarının mücadelesine destek verip büro solculuğu yapan biri misin?
Oğlum sana küçük gelir, bir de adın pedofiliye çıkmasın, illa birine sulanacaksan gel bana sulan
Nick Genius2 olduğuna göre eski Genius da benim. Neden saklanayım ki?
Troçkist olduğum nereden çıktı? Troçkist falan değilim.
Genius1'e ne oldu da 2 numarası çıktı? Aman neyse, ilgilenmiyorum.
Ben o ''oğluna alırsın'' lafıyla mecaz yapmıştım zaten.
Ama anlayamayacak seviyede olduğunu unutmuşum.
-
Senin Stalinist olduğunu nerede iddia etmişim gerzek? Seni hem Stalinist, hem Maoist hem de Troçkist mi ilan ettim?
Mülküme el koyamazsın Freddie. O zaman bir aynasız seni elense eder, sen de mahkemeye götürürken salak salak zafer işaretleri yaparsın. Baskılar bizi yıldıramaz gibi iki tane de kıytırık slogan atarsın.
Silahlı yöntemleri savunsan elbette bunu sana karşı kullanırdım ama bu senin en azından hedefini sınırsız istediğinin kanıtı olurdu.
Sen değil misin 'insan öldürmek neden kötüdür' diya başlık açan gerizekalı? Şimdi kalkmış bir de silahlı yöntem eleştirisi yapıp hümanist mi kesildin başımıza?
Devrimden sonra seni öldüreceğimi, bu açıdan Stalin gibi olacağımı falan söyleyince ne düşünmemi bekliyordun mal adam? Bu arada, demek mülkün var. Burjuvasın yani. İyi. Mülküne şimdiden değil, devrimle birlikte el koyacağız. Şimdiden el koymaya kalkınca polis gasptan götürüyor çünkü. Beni o halde göremeyeceksin ne yazık ki.
Silahlı yöntemleri savunmadığımı değil, açık açık savunma taraftarı olmadığımı söyledim. Okuduğunu anlamıyorsun sanırım. Bol bol balık ye, E vitamini zihni açar.
İnsan öldürmek neden kötüdür konusunu işlerken insan öldürmeyi savunmadım ben. Ahlak eleştirisi yaptım. Her boku yanlış anlamışsın ya da çarpıtıyorsun. Ayrıca hümanistim elbette. Ben şiddete karşıyımdır. Barıştan yanayımdır, çok anlayışlı ve vicdanlı biriyimdir ayıptır söylemesi. Forumda kime sorsan olumlu şeyler söyler hakkımda. Pırlanta gibi biriyimdir övünmek gibi olmasın. Oğlun olsa beni almak için kırk takla atardın. Ama senin ruh hastası olduğun anlaşılıyor. Sürekli yeni isimlerle geliyorsunuz, niye? Bu bir gizlenme ihtiyacı mı? Kendinize güveniniz yok mu?
Önceden kimdin sen?
-
Konuyu kişiselleştirmiyorum be.
İşte birey topluma mal edilmemeli. Edersen senin sapık olduğun sonucun ortaya çıkar ya da benim. O yüzden bireyin hakları toplumsal koşullardan izole olarak da ele alınmak durumundadır. Başkasına zarar verilmediği sürece istediğini yapmakta serbest olman gerekir.
Ben bireysellik ile toplumun karşıt şeyler gibi sunulmasını eleştirirken, bireyin toplumun önyargılarıyla, gelenekleriyle, ahlakıyla, diniyle v.s. uyumlu olmasını kastetmedim. Çıkar uyumundan bahsediyorum. Satanist olmak toplumun genel inancıyla çelişir ama burada sorun yok; toplumun inancını paylaşır görünürken çıkarını ona zıt konumlandırmakta sorun var. Çünkü böylesi bir durumu devam ettirmenin tek yolu çıkarı senle uyuşmayan çoğunluğu ya fiziken ya da düşünsel olarak baskı altına almaktır. Bu da bir çeşit tiranlıktır.
-
İnsan doğasının kötülüğe meyilli olduğunu iddia edebilmek için evvela kötülüğün ne olduğunu tanımlamak gerekir.
İnsan, toplumsallığı en gelişmiş olan canlı olduğu için empati kurabilme yeteneği ve dolayısıyla vicdanı en gelişmiş olan canlıdır aynı zamanda.
Hani nerede kötülük?
Elbette kusurlarımız var. Ama bunun karşısında, ''Biz kötüyüz'' deyip uçuruma gitmek değil, bizi daha iyi olmaya yöneltecek toplumsal ilişkilenme biçimlerini düzenlemeye yönelmek gerekir.
Kötülük dolu, bencil ve bireyci düzeninizi meşrulaştırmak için insana küfretmek dışında yol göremiyorsunuz. Yazık. ''İnsan zaten kötü olduğu için kapitalizmden iyisini haketmiyor'' demeye getiriyorsunuz. Burjuva devrimleri gerçekleşip cumhuriyetler kurulmadan evvel de bazı gericiler imparator zulmünü meşrulaştırabilmek için benzer martavallar sayıklıyorlardı. Gericiliğin ambalajı değişiyor ama söylemi hiç değişmiyor demekki.
-
Görüldüğü gibi bireyselliğin topluma ters düştüğü noktalarda bireyi 'sapık' ilan etme hakkına sahibiz bu durumda. Mesela sen Freddie, bir satanist olarak toplumsallığı göz önünde bulundurduğunda ruh hastası bir sapık değil misin?
Sana ne benim ne olduğumdan? Ne olduğunu bilmediğin inançlar hakkında konuşma bence.
Hem sen niye benle uğraşıp duruyorsun? Konuyu kişiselleştirme.
Hıristiyanlık Mı Doğru, İslam Mı?
in ATEİSTFORUM
Oluşturuldu: · tarihinde Freddie tarafından düzenlendi
Bana sorarsanız ikisi de saçmalıktır ama müslümanlara hıristiyanlığın daha mantıklı olduğunu kavratabilir ve hristiyanlığın ''yanlışlığına'' dair bildiklerinin sakat olduğunu gösterebilirsek, belki onları bir inanç krizine sokup uyanmalarını sağlayabiliriz. Bunu yaparken hıristiyanlığı savunuyor gibi davranacağım mecburen, baştan uyarayım. Yani ''Freddie acaba beyninin üstüne mi düştü?'' diye meraklanmayınız. Hristiyanlık derken günümüzdeki katolik/ortodoks/protestan hristiyanlığı kastedeceğim. Günümüzdeki hristiyanlık bile islama göre daha mantıklı ve tutarlıdır. Bunu görebilmek için müslümanların yanlış kanılarını soru-cevap şeklinde açıklayalım;
Musa'nın kitabı bozulunca İsa, İsa'nınki bozulunca da Muhammed gönderilmedi mi?
Hayır. Hıristiyan inancında Musa'nın kitabının(Eski Ahid) bozulduğu iddiası yoktur. Zaten Tanrı'nın hükmünü değiştirici yoktur. Musa'dan İsa'ya dek pek çok peygamber gelmiştir. Bunların sözleri Eski Ahidde(Tevratta) bulunmaktadır. Hepsi Mesihi müjdelemişlerdir. Ve sonunda müjdelenen Mesih de gelmiştir. Tevrat'ın tahrif olması söz konusu değildir. Yeni Ahid, Tevratı tamamlar. Beklenen Mesih geldiğinde ahdi yenilemiştir. Eski Ahid(Tevrat) ile Yeni Ahid(dört Gospel ve Elçilerin İşleri bölümü) bir bütündür ve İncil olarak adlandırılır.
Dört tane mi İncil var?
Dört ''Gospel'' vardır; Matta, Markos, Luka ve Yuhanna. Bu Gospeller ile Tevrat, Mezmurlar, Elçilerin İşleri ve Yuhanna'nın Vahyi bölümlerinin toplamına İncil denmektedir. İncil tekdir.
Peki neden dört Gospel var? Biz hangisine inanacağız?
Bu soru yanlıştır. İsa, yaşadığı sırada çevresine havariler toplamış ve kendisinin ölümünden sonra da onlara yol göstermiştir. Bu havarilere elçi de denir. Mesihe kadar olanlara peygamber, Mesihten sonraki havarilere ise elçi denir. Elçilerin işleri Mesihin öğretisini yaymaktır. Bu yüzden hepsi İsa'ye yönelik kendi tanıklıklarını anlatmışlar, bu uğurda canlarını vermişler, bazı havariler ve onların öğrencileri de -Kutsal Ruhun da esiniyle- Mesihin öğretisini kaleme almışlar ve dört gospel ortaya çıkmıştır. Farklı zaman ve yerlerde yazılan gospellerde aynı olayların anlatılıp aynı öğretinin vaaz ediliyor olması, söz konusu inancın doğruluğunun açık bir göstergesidir. Zaten asıl önemli olan öğretidir; sözler değil. Sözlere takılıp kalmak ruhu kör eder. Örneğin, Kuranın sözlerinin değişmediği iddia edilir ama bin türlü anlam çıkarılır; oysa incilin anlatımı dört türlüdür ama tek anlam çıkarılır. Dört Gospel de aynı hikayeyi anlatmaktadır. Böylece mesajının öneminin kelimelerle perdelenmemesi sağlanmıştır. Öte yandan, tüm havarilerin -ihanet eden Yahuda hariç- Mesih'in Tanrının Oğlu olduğu ve çarmıhta bizim günahlarımızın kefareti için öldüğü, üç gün sonra dirildiği, buna iman edenlerin kurtulacakları öğretisini benimsedikleri bilinmekte ve bunun aksini gösteren hiçbir kanıt bulunmamaktadır. İsa'nın özenle seçip havarisi yaptığı ve ona en yakın olan, onun sözünü duyurmak uğruna can veren(ki hiçbiri eceliyle ölmemiştir) bu insanların yanlış bir inancı yaymaları olanaklı olmasa gerek değil mi? İsa'nın özenle seçtiği havarileri, O'nun Tanrının Oğlu olduğunu belirtmişlerdir.
Kaldı ki, Kuranda Tevrat'ın değiştirildiği yazar ama İncilin değiştirildiğine yönelik herhangi bir ayet yoktur.
Hazreti İsa'nın sözlerini içeren Gospel nerede peki?
İslam öğretisi müslümanlara, Allah'tan gelen sözlerin bulunması gereken bir kitabın gerekliliği yönünde bir alışkanlık edindirdiği için ve müslümanlar İsa'yı bir peygamber olarak gördüğü için, O'nun Tanrıdan aldığı vahiyleri yazması gereken bir kitap olması gerektiği yönünde bir varsayımları var. Bu yüzden de havarilerin gospellerini fazla ciddiye almıyorlar. Oysa Hristiyan inancında İsa bir peygamber değil Tanrının Oğlu Mesihtir, Rabdir, Tanrının beden almış sözüdür. İsa'nın kendisi Tanrının Sözüdür zaten. Onun amacı çarmıhta can verip günahlarımızın kefaretini ödemekti. Bedensel anlamda öleceği için öğretisini/sözünü yaymak üzere havariler seçti. Onun sözünü yaymak havarilerin göreviydi. Havariler de bu görevlerini yaptı ve yazılı kaynak olarak bize elimizdeki dört Gospeli bıraktı. Muhammed'in Cebrail aracılığıyla Tanrıdan aldığı mesajları yazması inancı gibi, Hıristiyanlıkta da havarilerin İsa'nın sözlerini esinlenme yoluyla alarak yaymaları söz konusudur. Zaten gerek havariler gerekse de İsa, Kutsal Ruhun esiniyle konuşur. Yani Hıristiyanlıkta vahiy denen şey, islamdaki gibi kelime kelime 'indirilme' şeklinde değil, mesajın özünün Kutsal Ruh aracılığıyla ve esinlenme yoluyla kavranması ve bu esinle konuşmaktır. Kelime kelime inen birşey yoktur, sen Kutsal Ruhtan alır ve o aldığınla kendin konuşursun.
Kaldı ki, İsa'nın yazdığı Gospeli sormak, bu Gospelin değiştirildiğini değil kaybedildiğini iddia etmenizi gerektirirdi.
İsa nasıl oluyor da Tanrının Oğlu oluyor?
Bunu cevaplamak için biraz gnostisizmden de yararlanacağım. Zaten sıkıştırınca 'bildiğimiz' hıristiyan mezheplerinin de benzer cevaplar verdiklerini gözlemledim. Buna göre, Tanrının evreni yaratmadan önceki durumuna ''Baba'' denmiş, evreni yarattıktan sonraki durumuna ise ''Kutsal Ruh'' denmiştir. İsa ise bu Kutsal Ruhu aldığı için ''Tanrının Oğludur''. Tanrının ruhunu bir ateş olarak düşünürsek, İsa o ateşten insan bedenine düşen bir kıvılcımdır. Tanrıyla aynı özü paylaşmaktadır ve başlangıçta Tanrıyla birlikteydi, fakat Kutsal Sözü duyurmak için bedene girip aramızda yaşadı. Görevi sona erdiğinde ise çıktığı kaynağa geri döndü. Beden almışken, önceden bir halde olduğu Tanrıyla ayrı düşüp artık iki oldu. Bu yüzden Babasına hitap eden konuşmaları da vardır İncilde. Fakat direkt Tanrının ağzından konuştuğu da pek çok konuşması vardır çünkü onunla aynı özü paylaşmaktadıri O'ndan çıkmıştır ve O'na dönecektir.
Kaldı ki, islam da İsa'nın babasız/günahsız olarak doğduğunu ve hiç günah işlemeden yaşadığını kabul eder. Bu durum O'nun Tanrısallığının da kabul edilmesini mantıken gerektirir. ''Hatasız kul olmaz'' lafı Muhammede aittir, oysa İsa hatasızdır. Neden? Çünkü kendisi kul değil Rabdir. Zaten İsa'nın bakireden doğmasının arka planında Adem ve Havva'nın günahını silme amacı vardır. İnsan, günah işleyerek cennetten kovulmuş ve acı dolu bu dünyaya atılmıştır. Bunun cezası ölümdür, insan ölümden sonra yaşama sahip değildir. Bizlerde dünyada doğduğumuz için Adem ve Havva'nın günahlarını paylaşıyoruz; aksi halde cennette doğardık ama biz de günahlı doğuyoruz. İslamda günahlı doğum ve vaftizin gerekliliği de inkar ediliyor. Her neyse, Tanrı, kendinden bir parçayı aramıza gönderir ve Şeytan'a bir teklif sunar. Günahsız İsa'ya çarmıhta zulmedilmesi karşılığında Şeytan'ın insanlık üzerindeki hakkından vazgeçmesini sağlayacak ve insanlara ölüm sonrası yaşamı verecektir. Şeytan, insana günah işleterek ve insanı cennetten çıkararak onun üzerinde hak sahibi olmuştu. Tanrı iyi ve adaletli olduğu için, Şeytan'a bile haksızlık yapmaz. Bu yüzden, kendinden bir parçayı bedene düşürüp Mesih yaptı ve O'nun canını Şeytan'a sundu. Günahsız birinin zulme uğrayıp öldürülmesiyle, günahlılara kurtuluş kapısı açıldı. Böylece O'nun yaralarından biz şifa bulduk. İsa'nın günahsız doğumu ve hiç günah işlememesi işte bu yüzden önemlidir. Fakat siz çamıhı, İsa'nın tanrısallığını, günahlı doğumu v.s. kabul etmezseniz tüm kurgu çöker ve hiçbirşeyi açıklayamayazsınız. Ne Adem ve Havva'nın günahını bizim de çekip dünyada doğmamızı açıklayabilirsiniz, ne Şeytan'ın hakkının nasıl ödenerek insanlığa kurtuluş kapısının açıldığını açıklayabilirsiniz ne de bakireden doğuma bir anlam verebilirsiniz. Kaldı ki, ölümden sonra yaşama(yani cennete) kavuşabilmek için Tanrıya inanmak yetmez. Günahlı Adem de inanıyordu ama bu kendisini kurtarmaya yetmemişti. Tanrısal özün beden alıp aramızda yaşadığına, günahlarımızın kefareti olarak çarmıhta canını verdiğine, üç gün sonra ölümü(günahın cezasını) yenerek dirildiğine de iman etmek gerekir. Aksi halde yeriniz cehennemdir.
İznik Konseyinde tüm incillerin toplandığı ve bir masaya konduğu, sonranın masanın sallandığı, düşmeyen dört kitabın günümüzdeki inciller olduğu doğru mu?
Bu doğru değil. Bir kere İznik Konseyi, hıristiyanlık tarihi açısından geç bir dönemde toplanmıştır. Bu Konseyin tüm gospelleri toplamasına olanak yoktur. Çünkü o tarihte hıristiyanlık zaten Afrika'dan Asya'ya, Avrupa'dan Orta Doğua dek çok büyük bir alana yayılmış haldeydi. Tüm bu alandaki her gospeli toplamak ve imha etmek mümkün değildir. Zaten o Konseyde İsa'nın tanrısallığını reddeden Aryus da Kanonik denen eldeki dört gospel üzerinden fikirlerini savunmuştu.
İncilde Hz.İsa, Hz. Muhammed'in geleceğini müjdeliyor muydu?
Müslümanların sıklıkla inandığı bir diğer saçmalık da budur. Bir kere bir yandan İncilin değiştiğini söyleyip beri yandan da içinden işinize gelen kısımları almanız mantıklı ve ahlaklı bir tavır mıdır? Değiştirildiğini iddia ettiğiniz bir kitap sizin peygamberinizi müjdelese ne olur müjdelemese ne olur? Öte yandan, söz konusu edilen kısım Yuhanna Gospel'indeki bir bölümdür ve orada kastedilenin Kutsal Ruh olduğu çok açıktır. Gerek atfedilen özellikler gekekse de açıkça adının söylenmiş olması söz konusu edilenin Kutsal Ruh olduğunu göstermektedir. İsa ölmesi gerektiğini havarilerine anlatıyor ve havariler de İsa onları bıraktığında ne yapacakları konusunda kaygılanıyorlardı. İsa da endişelenmemelerini, Kutsal Ruhun gelip onlara yol göstereceğini söyledi. Olay bundan ibarettir.
Kaldı ki, İsa'nın Muhammedi haber vermesi diye saçma birşeye nasıl inanılabiliyor? Yani İsa şöyle mi dedi; ''Merhaba, ben de sıradan bir peygamberim. Bana saygı gösterip havarim olun diyeceğim ama söylediklerim bozulacak ve siz sevgili havarilerim bile ne dediğimi tam anlamayacaksınız. Ama üzülmeyin benden sonra Muhammed adında biri gelip benim beceriksizliğimi düzeltecek. Ben şu an sıramı savuruyorum zaten. Bir an evvel sıra ona gelsin diye...'' Böyle saçmalık olur mu? Bir peygamber kendi başarısızlığını açıklarsa ona artık kim inanır? İsa'nın kendinden sonra birinin geleceğini söylediği iddiası, İsa'nın önemini hiçleştiren bir iddiadır.
Son olarak da şunu belirteyim; Hıristiyanlıkta Tanrının kitaplarının değişmesi söz konusu değildir. Zaten aksi bir durum Tanrının ve peygamberlerin güvenilirliğine gölge dürür ve sanki Tanrı bizle oyun oynuyormuş gibi yanlış düşüncelere yol açar. İsa'nın sözlerini değiştirici yoktur, zaten kendisi Tanrının Sözüdür. İncil'de İsa şöyle denmektedir; ''Yer ve Gök ortadan kalkacak ama benim sözlerim asla ortadan kalkmayacaktır.'' Kutsal Ruhla ilgili bölümü Muhammede yontanlar bu sözü neden görmezler? İncilin başka bir yerinde de İsa şöyle der; ''İlk ve son Benim, başlangıç ve bitiş Benim, Benden önce olmadığı gibi Benden sonra da olmayacaktır.''