Jump to content

akılsızşuursuzatom

Üyeliğini Sildirmiş Kullanıcı
  • İçerik sayısı

    3.975
  • Katılım

  • Son ziyaret

İletiler bölümüne akılsızşuursuzatom kullanıcısının eklediği dosyalar

  1. Maide suresi, Ayet 33:

    "Allah ve Resulüne karşı savaşan ve yeryüzünde fesat çıkarmaya çalışanların cezası, ancak öldürülmeleri veya asılmaları yahut ayak ve ellerinin çaprazlama kesilmesi ya da yeryüzünde başka bir yere sürgün edilmeleridir. Bu, dünyada onlar için bir zillettir. Ahirette ise onlar için büyük bir azab vardır."

    Bu âyetin nüzul sebebi hakkındaki rivayetler şunlardır:

    1. Kitap ehlinden bir kavim hakkında inmiştir ki, Hz. Peygamber (asm) ile aralarında sözleşme yapmışlardı, sözleşmelerini bozdular ve yol kesip yeryüzünde bozgunculuk yapmaya kalkıştılar. (İbnü Abbas'dan bir rivayet).

    2. Müşrikler hakkında inmiştir. (İkrime'den, Hasenü'l-Basri'den ve Alâ'dan rivayet)

    3. Olayları meşhur olan Ureyneliler hakkında inmiştir ki, Ukûl, Ureyne ve Beciyle'den bir kısım halk yoksulluk ve hastalık içinde oldukları halde Medine'ye gelmişler, Müslüman olduklarını açıklamışlar, Resulullah kendilerini zekattan toplanan beytü'l-mâl develerinin otladıkları yere göndererek bunların sütlerinden içip geçinmelerini ve hastalıklarını da bu develerin sidikleriyle tedavi etmelerini emretmiş, varmışlar. Bir müddet sonra tamamen sıhhatlerini kazanıp iyileştikten sonra dinden dönmüşler, çobanları öldürüp develeri sürmüşler ve yolları kesip ırza da tecavüz ederek kaçmışlar, fakat takip edilerek yakalanmışlardı. (Enes b. Mâlik, Urve b. Zübeyr ve daha bazı zevattan rivayet)

    4. Ebu Bürde de denilen Hilâl b. Uveymirî Eslemî'nin kavmi hakkında inmiştir ki, Peygamberimiz (asm) bu Hilâl ile "Ne iyiliğine, ne kötülüğüne yardım etmemek; ona gelen Müslümanlar emanlı olup heyecana düşürülmemek ve aynı şekilde her kim Resûlullah'a gitmek üzere Hilâl'e uğrarsa emanlı olup heyecana düşürülmemek." üzere "barış anlaşması" (akd-i muvâdea) yapmıştı. Bir gün Kinâne oğullarından bir kısım halk Müslüman olmak maksadıyla gelirken Hilâl'in kavmine uğramış, o gün de Hilâl orada yokmuş, kavmi tutmuşlar bunların yollarını kesmişler ve kendilerini öldürüp mallarını almışlardı.

    Bu rivayetlerin toplamından anlaşıldığı üzere âyetin inişi, her halde yol kesme haydutluğu ile ilgilidir. Fakat bazıları bu hükmün kâfirlere mahsus olduğuna, bazıları da fâsık Müslümanları da içine aldığına kâni olmuşlardır ki, fakihlerin çoğunun görüşü budur.

    Peygamber (asm) ile harb etmek akıl ve âdet bakımından mümkün olabilirse de, Allah ile savaşmak ne aklen ne de şer'an mümkün olmadığından her halde mecazdır. Halbuki bir lafzın hem hakikat, hem mecaz olması caiz olamaz. Şu halde burada savaş, hem Allah'a ve hem peygamberine ilgisi itibariyle mecaz olmak gerekir. Şu halde "muharebe" lafzı, ya Allah ve Resulünün emirlerine ve hükümlerine karşı gelmekten mecazdır. Veya o emirler ve hükümleri tatbik ve icra eden Allah'ın kullarına savaştan mecazdır. Sonra bu savaşın bilinen mânasıyla açık savaş olmadığı da gerek siyak (söz gelişin)tan ve gerekse nüzul sebeplerinden anlaşılmaktadır. Zira görülüyor ki bunda esirlik ve cizye gibi hükümler yoktur.

    Tefsircilerin çoğunluğu ve fakihler, harbin aslı, bir selb (zorla alma) mânâsını içine alması bakımından bu savaştan maksat, yol kesmek demek olduğunu beyan etmişler ve buna "büyük hırsızlık" adını vermişlerdir. Bazıları da gerek, şehir dışında ve gerek içinde olsun. Yani açıktan hırsızlığa kalkışmak demişlerdir. Bu mânâda ise müste'min (emân alarak İslâm ülkesinde bulunan gayri müslim), zımmî (gayr-i müslim vatandaş), harbî (müste'min ve zımmî olmayan gayri müslim), kâfirlerden vaki olabileceği gibi, fasık Müslümanlar tarafından da olabilir. Özetle bunlar, biri diğerini koruyarak toplanıp kuvvetli bir engel teşkil eden ve bu şekilde gerek Müslümanların ve gerek İslâm tabiyetinde veya himayesinde bulunanların canlarına veya mallarına veya ırzlarına kasteden ve asayişlerini bozan sosyal ve siyasi sapıklık erbabıdır. Ve bu âyette bunların cezası olan dinî ceza açıklanmıştır. Şöyle ki:

    Allah ve Resulüne savaş açan, yani Allah'ın ve Resulünün emirlerine ve hükümlerine fiilen karşı çıkmakla Allah'a ve Resulullah (asm)'a harp vaziyeti alan ve yeryüzünde bozgunculuk için koşan, cana veya mala veya ırza saldırmaya veya tarla ve nesli yok etmeye girişmek ve ihmalcilik ile hak (doğru) nizamı ve halkın asayişini bozmak ve ifsat etmek için çalışan kimselerin suçlarının derecelerine göre cezaları şundan ibarettir:

    Öldürülmeleri, yani adam öldürmüşler ise kısas yoluyla değil, affı caiz olmamak üzere cezayı tatbik ederek öldürülmeleri veya asılmaları, yani hem adam öldürmüşler, hem de mal almış veya ırza tecavüz etmişlerse diri olarak asılıp, süngü ile öldürülecek, yahut öldürüldükten sonra ölü olarak asılarak halka gösterilmeleri, veya ellerinin ve ayaklarının çapraz kesilmesi, yani adam öldürmemişler de yalnız mal almışlar ise, biri sağdan, biri soldan olmak üzere birer elleriyle birer ayaklarının kesilmesi, veya bulundukları yerden sürülmeleri, (yani bunların hiçbirisini yapmış olmayıp yalnız yolda tehdit etmişler ise yeryüzünden sürülmeleri), hapsedilmeleri veya bulundukları yerden diğer bir yere sürülmeleri.

    İşte Allah'a ve peygamberine harp vaziyeti alarak silahlanıp bozgunculuk yapanların derecelerine göre tayin edilen cezaları, yani şer'î cezaları bu şekilde öldürmek veya asmak veya kesmek veya sürgüne göndermekten ibarettir. Bilinmektedir ki, herhangi bir savaşın mahiyeti bu dördün birinin dışında kalmaz ve bu cezalar bunların gerektirdikleri fiillerin mahiyeti gereği olarak hakkıyle karşılıklarıdır.

    A'ta'dan, Katâde'den, Hasen'den buradaki tekrarların, yani "ev" atıf harfinin tahyir (iki şeyden birini seçmek) için olduğuna dair bazı rivayetler vardır. Buna göre âmir bunlara bu dört cezadan birisini tatbik etmeye mecbur, fakat işin gerektirdiği duruma göre bunlardan birini seçmekte serbesttir demek olur. Fakat cumhur (âlimlerin çoğunluğu) bunun gerek rivayet ve gerek dirayet bakımından doğru olmadığını ve tekrarın seçim yapmak değil, yukarda gösterildiği üzere suçun derecelerine göre dağıtım ve taksim etmek için olduğunu ve şu halde veliyyü'l-emr (âmir)in bu konuda seçme hakkı olmayıp, suçun derecesine göre cezayı yerine getirmekle yükümlü bulunduğunu, mesela hapis yatması gerekeni kesmek, kesmek gerekeni öldürmek ve yalnız öldürülmesi gerekeni asamayacağı gibi, bunun zıddını da yapamayacağını ve hiçbir şekilde affetme hakkı olmadığını açıklamışlardır. Hakikatte katili hapsetmekle yetinmek ve katil olmayanı asabilmek gibi rivayet ve dirayet bakımından akla uymayan bir "istediğini seçme" mânâsının batıl olduğu açıktır.

    Fakat biz burada şunu söyleyebiliriz ki " = ev" edatı, hakikatte seçmeye ve bölmeye muhtemeldir. Gerçi burada taksim (bölmek) ve tevzi (dağıtmak) rivayet ve dirayet bakımından tercih edilmiş ve seçilmiştir. Fakat bununla tahyir (seçim yapma) ihtimalinin mutlak batıl ve hükümsüz olması da gerekmez. Çünkü sürgüne göndermeyi âzâ kesmeye, kesmeyi öldürmeye, öldürmeyi asmaya çıkarabilecek şekilde, cezayı şiddetlendirme şeklinde bir seçim yapma asla caiz olamamakla beraber, tersine asmayı öldürmeye, öldürmeyi uzuv kesmeye, uzuv kesmeyi hapse indirebilecek şekliyle cezayı hafifletme suretinde bir seçme ve bir selahiyet düşünülmesi akla yatkın ve mümkündür.

    Seçim yapma ihtimali, aslında mevcud ve bazı rivayetler de nakledilmiş olduğu halde bu imkan büsbütün inkâr edilemez ve edilemeyince de zaten "cezalar, şüphelerle düşer" olduğu için hâl ve zamanın değişmesine göre cezayı hafifletici olmak üzere, gerektiği zaman bu ihtimali de düşünmek doğru olabilecektir. Bu mânâ, bir lafzı aynı zamanda hem seçim yapmaya, hem de tenviâ (çeşitlendirmeye) yorumlayarak iki mânâyı bir delalette toplamak değil, çeşitli durumlar ve farklı zamanlara göre iki mânâyı sırayla düşünerek bir çeşit seçime ihtimal veren taksim ile "iki ihtimalle amel olarak" her şüpheden uzak bir mânâ almaktır ki, hem cezanın mânâsına, hem de genel kâidelerden hafifletme hükümlerine çok uygundur.

    Bilinmektedir ki salb (asman)ın mânâsıkollarından bir yere germektir. Nitekim "salib" bundan alınmıştır. İmam Şâfiî hazretlerinin asmanın ölü olarak yapılmasını, yani önce öldürüp, Müslüman ise namazı da kılındıktan sonra asılıp, herkese gösterilmesini tercih etmiştir ki, faydalı olduğunda şüphe yoktur.

    Bir yere sürgüne göndermeye gelince, esasen nefy, idam etmek, yok etmek demektir. Halbuki burada öldürme ve asmaya karşılık zikredilmiş olduğu için "asma" mânâsına olmadığı açıktır. O halde hayatta olan bir kimsenin bütün yeryüzünden sürülmesi ancak hapsetme demek olabilir ki, Arap dilinde nefy bu mânâya da kullanılmış olmasında fikir ayrılığı yoktur. İmam-ı Azam Ebu Hanife hazretleri ve pek çok dil bilgini bu mânâyı tercih etmişlerdir. Gerçi bulunduğu memleketten diğer bir beldeye çıkarmaya veya dâr-ı İslâm (Müslüman memleketin) den çıkarmaya da nefy (sürgün) denilebilirse de, bunun ikisi de sakıncadan uzak olmadığı için caiz görülmemiştir. Çünkü maksat, şerri defetmektir. Halbuki bir haydutu diğer bir memlekete sevketmek, orada bulunan Allah'ın kullarına zarar vermekten uzak değildir. Büsbütün İslâm memleketinden gayri müslimlerin memleketine çıkarmak ise gayri müslimlere bir şahsın katılmasını arzu etmek demek olduğundan hiç caiz olmaz demişlerdir. Bununla beraber şahısların ve yerlerin değişmesine göre anılan sakıncanın ortaya çıkmayacağı anlaşılırsa, diğer bir memlekete sürgün etmenin caiz olduğu söyleyenler de vardır. Bu cümleden olarak Ömer b. Abdülaziz hazretlerinden bu mânâ rivayet edilmiştir. Daha önce Tihâme çölünün en uzağında "Dehlek", Habeş'te "Nâsı' " birer sürgün yeri idi denilmiştir.

    Dilimizde de nefy, bu mânâda kullanılmaktadır. İmam Şâfiî de demiştir ki, burada nefy'in iki mânâya gelme ihtimali vardır. Birisi, eğer bunlar adam öldürmüş, mal almış ve yakalanmış iseler, cezaları yerine getirilir. Eğer yakalanmamış iseler devamlı takip edilirler. İşte bu şekilde nefyden maksad, bunların hükümetten korkarak bir beldeden bir beldeye devamlı şekilde kaçıp gitmesidir.

    İkincisi, yalnız korkutmak ile kalmış, adam öldürmemiş ve mal almamış olanlar da devamlı olarak takip edilir. Fakat tutuldukları zaman tazir edilir (şer'î haddin dışında hakimin uygun göreceği bir ceza ile cezalandırılır)ler ve hapsedilirler. Bunlar hakkında da nefyden maksat yalnız hapistir. İmâm Şâfiî'nin nefyi böyle iki hale göre mânâlandırması bizim tahyir (seçme) ve taksim etme meselelerindeki hatırlatmamıza benzer. Bir de Şâfiî'nin bu ifadesi hapsin had (şer'î ceza) değil, tazir mahiyetinde olduğunu göstermektedir. Hakikatte hapis miktarı tayin edilmemiş olduğuna göre böyle olması gerekir. Şu halde bunun şer'î ceza (had) olması, hapsin aslına göredir.

    İşte Allah ve Resulüyle savaş eden ve yeryüzünde bozgunculuk etmek için, koşanların cezaları başka bir şey değil, ya öldürülmek, ya asılmak, ya elleri ayaklarının çapraz olarak kesilmesi veya yeryüzünden nefyolunmak (sürülmek)tır. Fakat bu cezanın kısaltılması (veya tahsisi) mutlak değil, izafidir. Zirâ bu ceza bunların sırf dünyadaki düşüklük ve rezaletleridir. Bundan başka bunlar için ahirette pek büyük bir azab daha vardır. Ki bunların hiçbiriyle kıyas edilmesi mümkün değildir.

    (bk. Elmalılı, Hak Dini, ilgili ayetin tefsiri)

  2. 1 dakika önce, sağduyu yazdı:

     

    Canı sıkıldıkça insan öldüren bir tanrı. Bence bu tanrının canı sıkılmaması için bir şeyler yapmalıyız. Yoksa bu sapığın ne yapacağı belli olmaz. Ne tavsiye edersin?

    insanı  dışarıda  bıraktım  insan  hür  iradelidir  ve  bedelini  öder  yaptıklarının  ama  diğer  canlılar  için  bir  kötülük  olmadığını  söylemeye  çalıştım 

     

  3. 4 dakika önce, sağduyu yazdı:

     

    Ne yani koskoca tanrı bu kadar basit bir sorunu çözemiyor mu?

     

    Ben hemen bir çözüm söyleyeyim, ölen insanların cesetlerini yok etsin, put gibi durmasın orada, bir işe yarasın. Yoktan var etmesini biliyor da vardan yok etmesini bilmiyor mu?

     

    Sen ya soruyu anlamadın, ya da anlamak işine gelmiyor.

     

    Bir tanrı neden canlıların birbirlerini yiyerek hayatta kalabildiği bir sistem yaratır, amacı ne?

    ben  soruyu  elbette  anladım. alternatif  yaşam  kaynakları  olabilirdi  muhakkak. Tanrı  iyimser  olarak  canlılara  acı  cektirmemek  için  bunu  yapabilirdi  ama  sonrasında  canlıları  Tanrı  canı  sıkıldıkça  öldürecekti  yani  ecelleriyle  .Bu  durumda  ortada  duran  hayvanları  diğer  canlılar  mı  yemeliydi?

  4. 1 dakika önce, sağduyu yazdı:

     

    Garip, sen koskoca evren ve içinde karmakarışık canlılar tasarla ve sonra da bunların nasıl çalışacağını bileme. Senin bu tanrın ne yaptığını biliyor mu?

    nasıl  çalışacağını  olmadan  önce  bilemez  çünkü  nasıl  çalıştığı  durumu  ortada  yoktur  meselâ  sizin  yarın  birine  bir  ıyilik  yapacağınız  bilgisi  Tanrida  olasiliksal  olarak  vardır  sizin  karakteriniz  yasantiniz  doğduğunuz  çevre  vs. ama  siz  iyilik  yapmadığınız  için  bu  olay  ortada  yoktur  ki zaten  tanrinin  bilgisindeyse  siz  o  iyiliği  kesin  yapardiniz 

  5. 1 dakika önce, sağduyu yazdı:

     

    Sana tanrı neden canlıların bir birlerini yiyerek hayatta kalabildiği bir sistem tasarlamış, amacı ne diye sordum. Canlılar birbirlerini yemezlerse ne olacağını sormuyorum. Ben tanrı dediğin zımbırtının bunun neden ne amaçla yarattığını soruyorum.

    bende  bu  sebepten  tasarlamış  olabilir  diyorum  mantıksal olarak. Sizin  sorunuz  neden  böyle  bir  sistem  benim  cevabım  yukarı da  yazdıklarım  amacı  ve  hedefi  bu  olabilir. 

  6. Şimdi, sağduyu yazdı:

     

    Ne yani yiyecek olarak bir aslana besin olan insanı insandan saymıyor musun?

     

    Asıl cevaplaman gereken soru bir önceki mesajda, dur, tekrar sorayım:

     

    Asıl sorulması gereken soru bir tanrı neden buna ihtiyaç duyar, neden böyle sistem yaratır? Neden bir canlıyı başka bir canlının besini olarak yaratır?

     

     

    başlıkta  dedim  ya  canlılar  birbirini  yemiyor  diyelim  bunlar  ölmeyecek  mi  ölecek  ee  leşleri  ortada  kalırsa  çevre  kirliliği  olacak.diyeceksiniz  öldükten  sonra  yesinler  canlı  canlı  yemesinler  deseniz  bile; başlangıçta  zaten  arzunuz  canlıların  birbirini  yememesi  olduğu için  çelişki  olur  bence. 

  7. 9 dakika önce, sağduyu yazdı:

     

    İnsanlar da diğer canlılara hizmet eder, mesela bir aslanın yiyeceği olan insanlar hiç de az değildir, ölünce de böceklere, kurtlara hizmet edersin yiyecek olarak.

    canlıları  kontrol  eden  ve  zekasıyla  alt  eden  insan  ve  binek  olarak  at eşek  süt  için  inek  vs. bal  için  yumurta  için  canlıları  kendisine  hizmet  ettirildiği  bir  insan  var. 

  8. 51 dakika önce, illusion_ yazdı:

    Bir robot ürettiğinizi düşünün, sizden daha zeki ve akıllı bir robot üretebilir misiniz? Hayır. Üreteceğiniz robot sizden alt seviye olacaktır.

    Eğer sizden daha zeki ve akıllı bir robot üretebilseydiniz o robot yine sizden daha zeki ve akıllı bir robot üretecek akıla sahip olacaktır.

     

    Peki bu üreteceğiniz robot kendi kendine oluşur mu? Oluşmaz. Daha az akıllı ve zeki olarak sizin kendi kendine oluşma olasılığınız daha yüksek oluyor bu durumda.

     

    Üretebilme olanağınız olan robot ise sizden daha az zeki olacaktır.

     

    Böyle bir durumda bizden daha zeki olan tanrı kendi kendine oluşup insanı yaratmış olabilir mi?

     

    Eğer daha akıllı ve zeki robot üretecek olsaydık, bu durumda tanrı bizden daha mı akılsız ve daha az zeki olmuş oluyor?

     

    Robot yerine bir canlı da düşünebilirsiniz. 

    insan  kendinden zeki  bir şey  üretsede  Tanrı da  ki  zeka  hem  insanin  zekasindan  hem de  insandan  zeka  olarak  üstün  olan  robottanda  ustundur  bu  yüzden  insan  robottan  az  zekidir  o  halde  Tanrı da  ürettiği  insandan  daha az  zekidir  diyemeyiz  bence. 

  9. Bir saat önce, illusion_ yazdı:

     

    İnsanlar da birbirini yesin öyleyse. Örneğin, Çin'de aşırı fazla nüfustan dolayı insanlar 5 metrekarelik odalarda yaşıyor. İstanbul'da yine kalabalıktan nefes alınmıyor. Fazla insan nüfusu doğaya zarar veriyor. Hayvanlar da sonsuza kadar yaşamıyorlar zaten hepsinin belli bir yaşam süresi var. 

     

    Klasik müslüman mantığı konu kilit üye ban

    insanları  bu döngünün  dışında  tutmak  lazim  insana  hizmet  eder  diğer  canlılar  nihayetinde 

  10. 44 dakika önce, poiuz yazdı:

     

    İçinde Allah’ın hükmü bulunan Tevrat yanlarında dururken seni nasıl hakem yapıyorlar

     

    bak yukarda ne yaziyor. anlamasi zor degil sanirim!!!!

     

    Kuranda baska bir yerde "sözleri egip büküyorlar" diyor...

    yani günümüzün müslüman mealcilerin yaptigini yahudi din adamlari da yapiyormus.

    Bu yüzden  yakiniyor Allah.

     

    simdi diger kitaplarin tahrif oldugu Kuranda nerde yaziyor?

     

     

    incilin  tarihlemesi ve  tevratin  tarihlemesi  kendi  dönemlerine  gidemiyor  ama kuran 1370  yıllık  var  su an 

  11. 27 dakika önce, poiuz yazdı:

     

    Tevrat ve İncil değerlendirilirken düşülen bir yanlış vardır. Onlarda da Kur’an’daki gibi Allah’ın hitabı yani vahiy aranır. Halbuki onlar vahiy değil, İsa’nın yaşamını, söylemlerini sonradan kaleme alan kitaplardır.
    Hristiyanlar ve Yahudiler kitaplarinin vahiy yoluyla geldiklerini iddia etmezler. Tanrıdan esinlenme olarak yazıldıklarını iddia ederler.
    Tanrı hitabı, Tevrat’ta sadece 10 emir için geçerlidir.

     

    Kur’an’ın halife Osman zamanında elden geçirildiği bir gerçektir. Kuranin  tahrif edildiği ispatlanamamış olsa da kuvvetle muhtemeldir. Çünkü orijinal Kur’an’ın yok edilmesi bunu gösteriyor
    -İlk toplanma dönemi ki Tevbe süresinin son iki ayeti ile ilgili kuşkuların ve iddiaların yanısıra recm ayeti meselesi var ki bu çok önemli bir konu.
    Ayrıca bu dönemde ilk toplanan ve nuzül sırasına göre derlenmiş olan Ali’nin mushafının reddedilişi ve akıbeti de ayrı bir mesele.
    -Halife Osman’ın Kur’an’a müdahalesi ki bu konuda çok hadis var. Özellikle Ayşe’den naklolan hadisler de kimi surelerin kısaldığı ifade ediliyor. Ayrıca İbni Ömer’in şu sözü çok önemli:
    “Hiçbiriniz ‘ben Kur’an’ın tümüne sahibim’ demesin, sadece ‘ortada mevcut olan bende de var’ desin” diyor.
    -Emevi dönemidir ki bu dönemde işaretlemeler yapılmıştır. Esire’ler, ötüre’ler konmuştur harflere ki Arapça bir kelime bir işaret ile anlam değiştirebilir
    -Yakın zamanımızdır. Kur’an’ın içeriğiyle oynanmasa da meal ve yorumları çağa uydurulmaya çabalanmaktadır. Buradan da “evrenin genişlediği” nin Kur’an’da yazdığı şeklinde mucizeler oluşturulmaya çalışılmaktadır.

     

    Müslümanlar Kur’an’da bir değişiklik yapıldığını asla kabul etmezler. Çünkü Hicr suresi 9. ayetteHiç şüphe yok ki, Kur’ân’ı biz indirdik, elbette onu yine biz koruyacağız.” diye yazılmıştır. Buna karşın Tevrat’ın ve İncil’in tahrif edildiğini söylerler ama o kitaplarda da korunacağı ve asla değiştirilemeyeceğinin yazdığını bilmezler. Bilseler bile görmezden gelirler.
    Ot kurur, çiçek solar: fakat Allah’ımızın sözü ebediyen durur”  Yeşaya 40:9
    Gök ve yer ortadan kalkmadan, her şey gerçekleşmeden, Kutsal Yasa’dan (Tevrat’tan) en küçük bir harf ya da bir nokta bile eksilmeyecektir(İncil, Matta 5:18).


    İncillerdeki tahrifat iddiasının Muhammed’den sonra mı olduğu sorusuna İslamcılar bir yanıt verememektedir. Çünkü buna ait hiçbir girişim, bir iz yoktur. Muhammed’den önce yapılmış bir tahrifatın ise Kur’an’da belirtilmesi gerekirdi. Halbuki Kur’an ellerindeki İncil’de yazılıymış gibi bahsetmektedir. Dolayısıyla Muhammed’den önce bir tahrifattan söz ediliyor olamaz.

     

    Tevratin degismedigini Kuran ayetleri ispatlar:
    Maide-43. İçinde Allah’ın hükmü bulunan Tevrat yanlarında dururken seni nasıl hakem yapıyorlar da ondan sonra da dönüveriyorlar? Onlar inanıcı değillerdir.

    Maide-44. İçinde hidayet ve nûr bulunan Tevrat’ı, elbette biz indirdik. Müslüman olan peygamberler, yahudiler hakkında hükmederler, kendilerini Tanrıya adamış zâhitler, âlimler de, Allah’ın kitabını korumakla görevlendirildiklerinden (onunla hüküm verirler) ve onun Allah’ın kitabı olduğuna şahitlik ederlerdi. İnsanlardan korkmayın, benden korkun, âyetlerimi az bir paraya satmayın. Kim Allah’ın indirdiğiyle hükmetmezse, işte onlar kâfirlerin ta kendileridi
    Kur’an, Tevrat ve İncil’i tasdik eder. Hiç bir ayetinde tahrifat veya benzeri bir söylemde bulunmaz. Sadece Hahamların Tevrat ayetlerini para karşılığı satmasını, Hristiyanların İsa’ya Allah’ın oğlu olarak inanmasını eleştirir.


    Bu demektir ki 630’lu yıllara kadar bir tahrifattan kesinlikle söz edilemez. Eğer olsaydı, Allah son gönderdiği kitapta bu tahrifattan açıkça söz eder ve tahrifatçıları lanetlerdi.
    Ölüdeniz yazıtları 2000 yıllık ve bugünkü Tevrat’la aynı olduğuna göre, İznik Konsili’de 325’de yani 630’dan 300 sene önce yapıldığına göre tahrif iddiaları tamamen asılsızdır.
    Olüdeniz Tomarları, Hristiyanlığın ve Museviliğin bilinen en eski yazılı kaynaklarıdır. Ortalama iki bin yaşındaydılar, bundan yarım asır önce bulunmuşlardı ve ortaya çıkartılmalarından hemen sonra dinler tarihi, özellikle de Hristiyanlığın ilk devirleri üzerine büyük bir tartışma başlamıştr.
    Bu metinler İ.Ö. 200 ile İ.S. 60 yılları arasında yazılmışlardır. Bu yazıtların, ve özellikle Yeşaya metninin tamamının ortaya çıkması konusunda Merill Unger şöyle diyor: “Yeşaya’nın bu tam metni gerçekten anlaşılabilir bir duyarlılık yaratmıştır çünkü Eski Anlaşma’ya ait ulaşabildiğimiz en eski ve önemli yazıdır. 1000 yıllık masoretik geleneğe bağlı metinlerin değişmemiş olduğunu göz önüne koyuyor”

     

    Kurana inanan insanlar, Tevrat ve İncil’deki inanılamıyacak türde yazılarla karşılaşınca ya da bu kitaplarda birtakım çelişkiler bulunca tahrif edildiklerine inanıyorlar.

    Çünkü başka yol yok. Ya inançlarını sorgulayacaklar ya da (Kurana ters düserek)  tahrifat olduğunu anlatacaklar.
     

     

     

    İncilcilerin teslisi esas aldığını ve yahudilerin kelimelerle oynadığı yani kısaca kitaplarıyla oynadığını dile getirir kur'an  ve eleştirir bunların itikadlarını .

  12. 54 dakika önce, Phocas yazdı:

    Aşırı çoğalmayı nasıl önledi? Son 100 yılda insan nüfusu 7 kat arttı. Giderek artıyor. 

    Bizi yiyen hayvan sayısı da giderek azalıyor.

    Allah’ın mekanizmaları çalışmıyor mu?

    insan  esasında  bunlarin  dışında  çünkü  insan  genel  olarak  av konumunda değil  diğer  canlılar  insana  hizmet  eder. 

  13. 16 dakika önce, teknisyen yazdı:

    Ölü canlılar bitkiler acı çekmezler.

     

    Tanrı acı çekme ağrı gibi duyularımı kaldırsaydı başka canlıların beni yemesine itiraz etmezdim.

    yani  sizce  nasıl  olurdu  canlılar  birbirini  yemeseydi  ama  belirli  bir  nedenden  nasıl  ölecekti  durduk  yere  mi  ama  Tanrı  her şeyi  sebebe  bağlamış  malum.

  14. Muhtemelen  buna  Tanrı  daha  sağlıklı  bir  yöntem  bulamadi  mı  gibi  bir  itirazinız olacak  fakat  söyle  düşünemez  miyiz; eğer  canlılar  birbini  yemeseydi  aşırı  çoğalma  ve  problemler  olacaktı  ayrıca  başka  bir  canlının  yemediği  hayvanlar  ölünce  çevre  kirliliğine  özellikle  neden  olacaktı vs.

  15. 1 dakika önce, sağduyu yazdı:

     

    Ben gözlemlere, olaylara, gerçeklere inanırım, zihnimde bir tanrı olabilir desem ne olacak? Olabilir demekle gerçek mi olacak? Birileri ısrar ediyor, oralarda bir yerde tanrı var diye. Ee varsa ne olacak? Ne işe yarayacak? Bana ne varsa? Pratikte ne işe yarar bu tanrı?

     

    Aslında bu tanrı tartışması kadar boş bir tartışma yoktur, insanlığın hiç bir işine yaramaz, sadece sahtekarların, şarlatanların, dincilerin eline koz vermeye yarar.

    neden koz verir .Bu tartışmalardan nemalanırlar mı dolaylı yönden ?

  16. 1 dakika önce, sağduyu yazdı:

     

    Deiste karşı neden bir şey yapayım? İnsan neye inanırsa inanır, bana ne? Onlar dinciler gibi benim tanrım sizlerden şunları şunları yapmanızı istiyor diye saçma sapan kurallar dayatmıyor ki. Onun tanrısına inanmadığım için beni kafir ilan edip dışlamaya, öldürmeye çalışmıyor ki. Onlar dinciler gibi insanları inanan, inanmayan diye ayırıp aralarına kin ve nefret tohumları ekmiyor.

    en azından felsefi düzlemde bir Tanrı vardır diyebiliyor musunuz veya çeşitli nedenlerden dolayı yoktur mu diyorsunuz . Bu bir zorlama olmasa bile felsefi duruşunuzu ne ile temellendiriyorsunuz ?

  17. 1 dakika önce, sağduyu yazdı:

     

    Nerede herkeste Kuran var? Brezilya ormanları içinde okuma yazma bilmeyen kabileler var, senin kitap onlara ulaştı mı? Yoksa onlar tüm alemlerden sayılmıyor mu?

     

    Demek ki önceki kitaplar aslında kavimlere falan gönderilmemiş, sadece belirli bir zümreye gönderilmiş. Puta bak, tüm tüm insanlığa gönderdim dediği kitabı insanlığın neredeyse %99, 9999999'una ulaştıramamış bile. Bence cebrail bu Allah'ı işletmiş, senin kitabı tüm insanlığa ulaştırdım diye. Put da gerçekten tüm insanlığa ulaştırıldı sanıyor kitabının.

     

    siz deistsiniz değil mi ?

  18. 1 dakika önce, sağduyu yazdı:

     

    Yani Allah bir plana sadık kalmak zorunda, aksini yapamaz.

     

    Bilmeyen halk ne demek? Bu kitap tüm kavme gönderilmedi mi? Bu kavim kitaplarının tahrif edilmesine seyirci kalarak günah işlemiş olmuyor mu?

     

    Bir de bu halk din adamlarına mı tapıyor?

    kavimlere gönderildiği için yeteri kadar incil tevrat yok demek ki sadece din adamları sınıfında belki onların ellerinde vardı kitaplar. Fakat şimdi herkeste kuran var .

×
×
  • Yeni Oluştur...