Jump to content

Kieslowskii

Üyeliğini Sildirmiş Kullanıcı
  • İçerik sayısı

    2.017
  • Katılım

  • Son ziyaret

İletiler bölümüne Kieslowskii kullanıcısının eklediği dosyalar

  1. PKK'yla barışma taraflısı, 'bir tarafı her duruma müsait' arkadaşlara dört sorum var:

    Bu sorulara yanıt vermek isterim, zira benim 'bir tarafım her duruma müsait', yanıma Jean Genet'i de alıp; 'bıçkın delikanlı' sosyalistimiz satsumayı yanıtlamak isterim. -Jean Genet dememin sebebi, 'bir tarafı her duruma müsait' bu arkadaşımızın Filistin kamplarında mücadele etmiş olmasıdır; bu 'asshole' arkadaşımız Filistin kamplarında mücadele ederken, 'kucağında oturduğu kimselerin kucağından kalkmak' babında yalnız Ateistforuma yazan satsuma kardeşimizin de, delüganlı bir açıklama yapmasını beklemek hakkımızdır tabii. Ne de olsa o, bıçkın delikanlı, heeyt! Yumruk havada, bacılara da laf yok!

    1) Yasadışı bir terör örgütünün üyesi olmak, memleketi izinsiz terk etmek ve bu örgütün yurtdışındaki kamplarına katılmak, -eylemlere katılmamış olsalar bile- hiçbir ceza yaptırımı olmayan bir durum mudur? (20 dakikada salıverildiklerine göre öyleymiş demek ki..)

    'Yasadışı' derken? Pardon, sanırım sen Marksist'sin? Yasalar üzerinden bir grup muhalif-eylemciyi 'kınamak' ne zamandır 'devrimci eleştiri' oldu?

    Yanlış anlaşılmasın, ben de onları 'kın kın kınayabilirim', ama bunu mevcut hukuki düzenleme üzerinden yapıp; sonra da 12 Eylül ağıtları yakmam misal.

    'Memleketi izinsiz terk etmeyi' suç addeden enternasyonal sosyalist arkadaşın ironik durumuna parmak basmaya zaten gerek yok, ama 'terör örgütü', 'yurtdışı kampları' geyiğini ishal olmuş gibi ayrımsız kullanmak da neyin nesi oluyor? Solcular zamanında Filistin kamplarına katılmadı mı? Bu bağlamda, 'izinsiz gösteri/eylem' yapan bu arkadaşlarımıza ne ceza verilmeliydi acep?

    Örgütle olan pazarlıktan haberdar mısınız? Kim, hangi koşullarda, hangi istihbarati araştırmalar neticesinde T.C.'ye teslim edildi, biliyor musunuz? Yoksa 'T.C. böylesi ahlaksız bir pazarlığa oturmaz' gibi bir önvarsayımınız mı var, devrimci kardeşim?

    Bir 'cezai yaptırım' gerekirse, YARSAV başkanı bunu hükümetin yanına bırakmaz, merak etme.

    2) Bu militanlara sorguda sorulan 'eylemlere katılmış olup olmamayı' kim belirliyor? 'Şu kadar eyleme katıldım, şu kadar kişiyi de öldürdüm' demelerini mi bekliyordunuz? (Beklediğinize göre, siz dünyanın en enayi devletisiniz demek ki..)

    Bildiğim kadarıyla mahkemelerde 'ben suçluyum, bana ceza verin' kabilinde açıklamalarda bulunanların sayısı öyle çok da fazla değildir, öyle değil mi sevgili azizim? Birisinin 'şu kadar adam öldürdüm' demesine gerek kalmadan da, birinin ne kadar adam öldürdüğünü tespit etmenin 'polisiye', 'istihbarati' yolları olduğunu kabul edecek kadar rasyonel düşünmeyi kabul eder misiniz ki acaba? Misal, 'suçu itirafa zorlamak' ne demektir, biraz açalım mı?

    3) Bu memlekete yurt dışından elini kolunu sallayarak ve pasaportsuz veya lesepasesiz girmek nasıl mümkün oluyor? Haydi, siz de bir deneyin bakalım; başınıza neler geleceğini tahmin bile edemezsiniz. Ananızdan emdiğiniz süt burnunuzdan gelir.

    Devletler pasaportlar arasında bile 'ayrımcılığa' gidebiliyorsa ve bu, bizatihi 'yasal çerçeve içerisinde' olmak kaydıyla, Bakanlar Kurulu kararına tabiiyse; pekala ben pasaportsuz girmeyi başaramasam da, birileri başarabilir. 'Niye böyle?' sorusunu ben sorarım; ama 'memleketi izinsiz terk etme' eleştirisi yapan sizin gibilerin haddine değil bu soruları sormak.

    4) Sizce bu militanlar sınırdan girerken T.C. Kimliklerini göstermişler midir? Bu kimlikleri bunca zamandır 'bir gün memlekete döneriz, lazım olur' diye saklamışlar mıdır? (Öyle sanıyorsanız, siz dünyanın en enayi adamısınız.)

    İlla T.C. kimlikleri göstermelerine gerek yok; sınırda ne işlem yapıldığını, ne olarak kaydedildiklerini de bilmiyorum açıkçası. Bildiğim tek şey, kimin neci olduğu hem PKK'da, hem de Türkiye istihbaratında kayıtlıdır; araştırma yapmadan 'ne yollarsan yolla, birileri gelsin' demez 'koca devlet', değil mi?

  2. Keza Irak savaşında da. Saddam gidip Müslüman teröristlerin eline kitle imha silahı verebilir endişesi ile Saddam'ı yok etmek istedi.

    Bence bu satır bütün ciddiyetini ortadan kaldırmış dostum, kusura bakma :)

    Böyle 'ciddiyetsizlik' olmaz: Hem, ABD 'askerleri kadınlara tecavüz etsin' niyetiyle Irak'a girseydi; 'niye tecavüz ediyorlar yav?' sorusunu soramayacak mıydık biz?

  3. Konuyu baltalamazsa bu görünmez el sürecini bana özet anlatabilir misiniz?Ya da ileriki safhalarda yahut başla başlıkta işlenirse sevinirim.Aşağıdaki tanımlama şu an benim için yetersiz.Darwin ve Kant'tan bahsetmişsin bunlar nasıl tanımlamışlar?

    ''eylemi gerçekleştirenler tarafından niyetlenilmemiş sonuçlara ermesi''

    Şöyle bir örnek vereyim mesela: Karlı bir tepeyi yürüyerek aşmaya çalıştığında, senin kendi çıkarların açısından rasyonel olanı, daha önce insanların bastığı yerleri adımlayarak ilerlemektir, değil mi? Fakat herkes böyle yaptığında, kimse bunu niyetlememiş olsa bile, bir patika oluşmaktadır.

    Veya evrimde canlılar yalnızca kendi yaşamsal çıkarlarını korumaya çalışırken, doğal seleksiyonun 'hayatta kalma oyununun' tuzağına takılmış olurlar, bunun bilincinde dahi değildirler.

    Yine aynı şekilde, Adam Smith de, milyonlarca bireyin kendileri için karlı olan davranışları gerçekleştirdiklerinde ortaya çıkan makroekonomik durumun, toplumsal faydanın maksimizasyonuna yöneldiğini iddia ediyor; halbuki insanlar yalnızca kendi çıkarlarının peşindeydi başta, değil mi?

    Yaklaşık olarak budur 'görünmez el' ve 'niyetlenilmemiş sonuç' geyiği :)

  4. Astur'a teşekkür ederim, market ekonomisi hakkında çok güzel bir örneği getirmiş.

    İyi de bunu yazan Friedman değil ki! Leonard E. Read yazmış... Friedman önsöz yazmış sadece...

    Friedman'ın videosunu ben izletmiştim ona, oradan çakmış mevzuyu. Astur da linkini vermiş zaten, hem kız 'orijinal yazar' dememiş Friedman'a :)

  5. görünmez el?

    mistik delilsiz idealist

    astur sende mi?

    Bunun mistisizmle veya idealizmle alakası yok: Belirli ve birbirinden farklılaşmış amaçlarla gerçekleştirilen pek çok eylemin, eylemi gerçekleştirenler tarafından niyetlenilmemiş sonuçlara ermesi 'görünmez el süreci' olarak tarif ediliyor; bu Kant'ta da var, Darwin'de de...

  6. Bu aralar Harvey'e sardım biraz da, hayırlısı :)

    Tabii mesleki ilgilerim beni en çok Terry Eagleton amcayı okumaya yönlendiriyor, hayranım herifin kafasının çalışma tarzına :)

    Onun şu üç kitabını tavsiye ederim:

    http://www.idefix.com/kitap/edebiyat-kurami-terry-eagleton/tanim.asp?sid=MLH5CI8BQE2KBGW7YHIX

    http://www.idefix.com/kitap/ideoloji-terry-eagleton/tanim.asp?sid=P6GIFQ67XD8ISGJ3FFPB

    http://www.idefix.com/kitap/postmodernizmin-yanilsamalari-terry-eagleton/tanim.asp?sid=CE66O174QP2NS1J1Z5DY

    Bir de tabii Zizek'ten gelsin:

    http://www.idefix.com/kitap/paralaks-slavoj-zizek/tanim.asp?sid=Y8VUXB46B0UK7M6XRDDU

    En son, sevgili hocam Bülent Somay'dan:

    http://www.idefix.com/kitap/cok-bilmis-ozne-bulent-somay/tanim.asp?sid=RNT7G8CJTB3BLJ0250BY

    Lacan-Zizek-Somay-Eagleton çizgisinde ilerliyorum bu aralar; Deleuze/Foucault yerine, Lacan'a güvenmeyi bana öğreten de Judith Butler oldu tabii. 'Cinsiyet Belası' adlı kitabı var onun da, güzeldir.

  7. DSİP'nin sitesindeki şu yazıyı bir oku da sonra karar ver kanka: http://www.dsip.org.tr/content/iktidari-almadan-dunyayi-degistirebilir-miyiz

    Okudum, hatalar içerse de genel olarak katılabileceğim noktalar pek çok.

    Negri misal; iktidarın parçalanmışlığı ve çokmerkezliliğini öne çıkararak, iktidarın toplumsallaşmasına vurgu yapıyor; diğer yandan hem bu iktidar toplumsallaşmasının tüm toplumu çepeçevre sarmasının, işçi sınıfının otonom gücünü büyüttüğünü iddia ediyor -yani toplumsal/tarihsel belirlenimin dışına kaçma olanağına vurgu yapıyor ki, Foucault'dan beri gelen modernizm eleştirisinin içine eder bu yaklaşım, 'toplumun fabrikalaşması' argümanını sakatlıyor-, hem de Marksist bir kavrayışı koruyabilmek için, ekonomi-politiğin merkeziliğine vurgu yapıyor.

    Bu sorunlu bir temel nokta, Deleuze'le Negri ve Negri'yle onu önceleyen operaismo arasındaki farklılık/çatışma noktalarına işaret ederek; Negri'yi bu ikisi için reddeden tiplerin makalelerini okuyorum son dönemde.

    Deleuze, akış ve oluş ilişkilerinin altkümesi olarak 'öznelliklerden' bahsediyor, onların ontolojik ikincilliğini vurguluyor; Negri ise, akış ve oluş ilişkilerini öznellikler çerçevesinde sabitliyor. Toplumun fabrikalaşması, olsa olsa Althusserci anlamda 'tarih, öznesiz bir süreçtir' yaklaşımının benimsenmesine yol açabilir.

    Öznelliklerin oluşumu, otonomistlerin entelektüel gelişimi boyunca iktisadi gelişmelere koşut olarak ele alınmıştır; aynı anda iktidarın merkezsizliğine de vurgu yapıyorlar. Sakat bir durum :) Bir yandan ekonomi-politiğe 'merkezi' vurgu yapılıyor, diğer yandan 'iktidarın yeri yok' deniyor yani.

    Bu aralar Harvey'e sardım biraz da, hayırlısı :)

  8. kesin la zırlamayı.

    Allah,a iman etmezseniz sürünün böle daha çok düzelirim diye beklersiniz.yazık dünyada ölüm korkusu ahiret hepten....... hey Allahım yhaa Allah acısında gözünüzdeki perdeyi kaldırsın hidayete erin diyeyim artık.

    İnsanların acılarını bile propaganda malzemesi olarak kullanan bu salaklar, sonra da 'Yahudi simsar' imgesi diye bir tiplemeyle, başka halkları aşağılıyorlar. Harbi salak bunlar :)

    Benim bildiğim kadarıyla; bilişsel/davranışsal terapi, ilaçlardı filan, bir bunların kayıtlara geçmiş, kontrollü deneylerle ispatlanmış faydaları var. Bunları uygulayan insan, dine dönen insana göre daha yüksek oranlarla iyileşiyor. Bir sürü insan, 'maneviyata' dönmeden sorunlarını çözüyor.

    Ziyadesiyle şişirilmiş bir süperegoya sahip bu tip hastalara; günah, sorumluluk, korku, cehennem, ahlaki yükümlülük demekten daha hırpalayıcı ne söylenebileceğini inan bilmiyorum...

  9. Ben de bir soru sormak istiyorum.

    İnsanlar, çiftleşecekleri eşleriyle -az çok- tesadüf eseri karşılaştıklarına göre, bu durumda insanlar neden her koşulda ve herkesle çiftleşmemektedir?

    Bu sorunun yanıtını istiyorum, yoksa evrime çatarım!!>>zQQ'!

  10. Kız arkadaşıma vakit ayırmak durumundayım Astur, forumdan çıkıyorum bugünlük :)

    Marx'ın sömürü kuramı sübjektif/marjinal değer kuramı ile yanlışlanır, zira değerin tek kaynağının emek olduğu safsatasına dayanıyor. Bu varsayım olmadan, ürüne değerini kazandıran tek şeyin emek olduğu, ve de karın parçasının değil tümünün işçilerin hakkı olduğu savunulamaz.

    Yanlış, Marx'ı daha önceki emek-değer kuramcılarından ayıran iki temel varsayımdan biri, tam da bunu reddetmesine dayanır.

    Marx'ın şu dönemi, bu dönemi ve farklı dönemlerinde savundukları falan beni çok da ilgilendirmiyor, olayın Sowell'le Rodolsky'le falan da hiç alakası yok, argüman ortada ve de kof. Bunu herhangi bir yazara başvurmadan da, saf aklım ile rahatça çürütürüm.(Rodolsky'e göz atarım, atmam demiyorum :) )

    Sanki ben Sowell'in Marx konusunda yazdıklarını bu hafta içinde okumadan önce bu sömürü geyiğinin kof olduğunu bilmiyormuşum gibi de konuşmayalım.

    Tabii ki biliyorum, dünkü yazıya atıfla espri yapıyorum. Dolayısıyla 'Marx'ın sömürü kuramını' Kapital'deki değer nosyonuna dayandırmadan da savunmak mümkün. Dediğim o.

    Revizyonizm diyorum ben, dini ve felsefi görüşler için de yapılıyor aynısı. Başlarına da neo falan getiriyorlar.

    İstediğini diyebilirsin, nominalist değilimdir :)

    Var, ve kullanıyor. Bunlar seni yanlışlıyor ama, öncei mesajlarında işçilerin yasal durum sebebi ile mülkiyet sahibi olamadıkları bir kast sisteminde yaşadıkları gibi iddiaların vardı, şimdi işçinin hisse senedi oldu, patron da emekçi oldu. Bu durumda işçiler ürünün tümüne el koysun falan deme bence.

    Yahu 3'tür hem sana, hem ludwig'e soruyorum: Nerede kast sistemi varsayımım var? Bir gösterin yahu!

    Hayır derim :)

    Daha demin tüm kararları patron alıyor, bu hiyerarşı vs. demiyor muydun? Benim uykum var da yanlış mı okuyorum?

    Patron pratikte bütün kararları tabii ki alamaz; fakat hukuki yetki, onun bütün kararları alabileceği noktaya dek genişletilir. Doğru mudur? Bunu diyorum.

  11. Tamam, mülkiyetin hak olmadığını düşünelim. İşçilerin bedenlerinin ve emeklerinin sahibi oldukları düşüncesini neye dayandırıyorsun? Ona da inanmıyorum diyorsan, biraz aşağıda sorduğun kölelik sorusundaki duruma hangi temelde karşı çıkarsın?

    'Beden mülkiyeti' zaten ebleh bir kavram; mülkiyeti ta bedene genişleyecek kadar geniş tanımlayan sensin. Beden sahipliğinden, fabrika sahipliğine giden yolu döşemesi gereken de sensin, ben değilim.

    "İşçi doğan" bir insan daha sonra mülkiyet elde edemiyor mu yani? İşçilikten başlayıp patron olan örnek mi yok?

    Hangi söylediğim bunu ima ediyor?

    Ben "enforcement of contracts" konusunda devletin yetkilerinin sınırlı olmasını savunuyorum. Mesela ben sana 30 lira versem, arabamı yıka desem, ve bunu sözleşmeye döksek, ama sen bunu yapmasan benim sana kendim ya da devlet kanalıyla zor kullanarak bu işi yaptırma hakkım olmamalı. Ama 20 liramı geri verdirebilir. Kölelik konusunda da benzer bir tutumum var, Nozick ile o konuda ayrışıyorum. Kölelik durumunu paranın iadesi karşısında sonlandırma şansım olmalı. Özgürlük temelli bir ideoloji ile kölelik bağdaşmaz, zaten pratikte olma ihtimali çok çok düşük olan uç bir örnektir bu.

    Neden, benim kendi arzuma ve irademe rağmen, 'paranın iadesi karşısında sonlandırma şansımın olması' ilkesini niye bana dayatıyorsun? Bir firmayla ötenazi için anlaştıktan sonra, 'paranın iadesi karşılığında bu işi sonlandırma şansım' ne kadar var? Sigara bağımlılığını düşün: Bağımlılık bir kere geliştikten sonra, geri çekilmeye yönelik iradi gücüm zayıflıyor mu? Ee, bunun özgürlüklerle ilişkisi?

    Her gün "milyonlarca farklı his, arzu, zevk, duygu sahibi insan;" her gün birkaç öğün yemek yiyorsa, tuvalete gidiyorsa, uyuyor ve uyanıyorsa sence bu özgürlük kavramı ile yine bağdaşmaz mı? İnsanlar sabah işe gitme işi ile bu yukarıda saydıklarımı insanın en temel seçimi sebebi ile yapıyorlar...Yaşamak ya da yaşamamak. İnsan yaşayacaksa, fiziksel gereksinimlerini karşılamak için hareket etmek durumunda. Bu bir doğa yasası.

    Bunu ayıramayacak derecede aptal olmadığını biliyorum, argümanlarımı anlamaya çalış lütfen. İnsanların birşeyler üretmesi doğaldır, insanların sevişmesi de öyle; ama insanların bir kapitalistin altında, belirli ve özgün bir hukuki ilişki altında çalışmak durumunda olması doğal değildir. Benzer şekilde, insanların cinsel zevkleri olması, para karşılığı dötüne cop sokmadan yaşayamayacağını düşünmesine göre 'doğal' addedilebilecek birşeydir :)

  12. Bunun kapitalizmle, politikayla falan ne alakası var??

    Şu alakası var: Hayatımı sürdürmek için çalışmam zorunlu kılındığı sürece, çalışmak durumundayım. Bu kadar açık ve net. Kontratın altına imza atıyor olmamın sorunla zerre alakası yok.

    Politik özgürlükten bahsetmediğin açık. Senin kafan karışmış.

    Kafası karışık olan sensin: Kendi kafanda ve kendi ideolojine içkin bir 'politik özgürlük/ekonomik özgürlük' ayrımı yapıp, senin ideolojik önkabullerine tabii olmayan açıklamalar yaptığımda ta baştan beni suçluyorsun. Böyle tartışılmaz ama.

  13. Konuyla ne alakası var ki? Hiyerarşi varsa var. Bunun ne zararı var? Ayrıca ne hukuk ilişkisinden bahsediyorsun? Sen toplumsal sınıfları Hindistan kastları zannettin galiba. Burda "işçi doğan işçi kalacak" diye yasalarımız mı var?

    Bir dakika, benim yorumumun altına 'madem hiyerarşi var, niye adam zarar edebiliyor' yazan sen misin ben miyim? Konuyu kim açmış oluyor böylece? Burada 'hiyerarşi olması için, daima yukarıdakinin kazanması lazım' şeklinde bir varsayım var mı, yok mu?

    Kim nerede, 'işçi doğan işçi kalır' demiş, bir işaret etsene?

    Söylediğim açık: Daha doğar doğmaz milyonlarca insan 'hali hazırda var olan' erk ilişkilerinin içerisine doğuyor; bu tercihleri doğduktan sonra yapmıyor. Bunu demek, tabii ki 'kast sistemi var' demek değildir, bu konuda 'straw man' kullanan sensin bence.

    Mülkiyeti reddetmek ne demektir? Mülkiyet bir hak değilse ne haktır? Sen hakları neye göre belirliyorsun ki? Hak değilse niye değildir?

    Ayrıca gene "işçi doğduğun için" gibi garip laflar ediyorsun. Bu bir kast sistemi değildir. Sınıflar arası geçişler yasayla sınırlanmıyor. Hergün de oluyor.

    Ayrıca işçiliği kölelikle karşılaştırman dürüst değil.

    Sen bir kere neye isyan ettiğini bilmiyorsun. Senin şikayet ettiğin insan olmanın kendisi. "Niye ihtiyaçlarımızı karşılamak zorundayız, niye çalışmak zorundayız" falan gibi şeylerde takılmışsın. "Niye hiyerarşi var" falan. Bu çocukça şeyleri aşıp asıl meselelere bakacağını umuyoruz.

    Yukarıda da söyledim, bir kast sistemini varsayan yok. Ayrıca birinin işçi doğması şu veya bu ölçüde gelecekteki iktisadi kariyerini belirliyor demek, bu adam kast sistemi içerisinde yaşıyor demek değildir. Lütfen basit sağcı çarpıtmaları yapma, biz işimize bakalım.

    İşçiliğin, köleliğe benzediği ve farklılaştığı pek çok nokta vardır; mesele, benim sorduğum hususa ilişkin benzerliğin, özgül bir durumda neyi ima ettiğini bulup, çıkarmak. 'Açlık tehdidi', bu insanların kararlarını belirliyor mu, belirlemiyor mu?

    Aç kalmamak, anlamlı bir hayat sürdürmek için pek çok tercihte bulunmaya 'zorlanabileceğimi' kabul ediyor musun, etmiyor musun? Bir bunu konuşalım evvela.

    Bir de, insanlık tarihi ihtiyaçların pek çok farklı tarzda ve özgüllükte karşılandığı, pek çok farklı sosyolojik değişkenler sistemi deneyimledi; benim eleştirim bunu karşılamanın özgül biçimlerinden birine yönelik, üstelik yukarıda bir tane bile 'niye çalışıyoruz?, niye ihtiyaçlarımızı karşılıyoruz?' sorusu yok, lütfen ludwig.

    Hiyerarşik ilişkiler gücü, serveti eşitsiz bir biçimde dağıtıyorsa çocukça sorunlar olmanın ötesinde bir yerlerde konumlanmıyor mu? Sovyet bürokrasisine yönelik en önemli eleştirilerden biri, onun gücü ve serveti özgül bir biçimde dağıtıyor olması değil midir?

    Mülkiyet hakkını reddetmek, bir cinsel ilişkide bulunma hakkını reddetmek ne demekse, o demek. 'Ne demek?' sorusunun nesi anlamlı? Ben mi mülkiyet hakkını neden reddettiğimi açıklamalıyım, yoksa sen mi bunun neden hak olduğunu açıklamalısın?

    İktisadi kaynakların kullanımındaki eşitsizlik, hayat şartlarının belirlenimine katılma hususunda bir eşitsizliği yaratır; dolayısıyla tek tek daha bir güçsüz bırakılmışların hayatlarını kontrol edebilmeleri hususunda, onları daha az 'yetkili', daha az yeterli kılar. Bu yüzden sermaye sisteminin gücü ve serveti eşitsiz dağıtmasının bizzat kendisi, bireylerin kendi hayatlarını sürdürürken, kendi kararlarını alabilme 'hak'kıyla çelişmektedir.

    Doğduğun zaman nasıl bir aileye doğacağını seçemiyorsun. Baban zengin de olabilir fakir de. Ama fakirse bu demek değil ki toplumun sana bir borcu var. İnsanlar malı mülkü çoktan paylaşmışsa sen gidip babana şikayetini bildir "madem fakirdin beni ne diye bu dünyaya getirdin" diye.

    Ben bir borçtan bahsetmedim, tam tersi, sen hala 'borç'tan bahsederken totoloji yapıyorsun.

    Kölelikle de işçilik arasındaki bariz farkı unutma. Birisi çıkıp gidebilir isterse. Bu ögürlüktür. Yoksa "ama yine de açlıktan ölmemek için gidip verilen paray razı olup çalışacak, özgür değil" dersen bu bahsettiğin özgürlük bizim konuştuğumuz politik özgürlükten başka bir özgürlük kavramı. Seni kısıtlayan başka insanlar değil, kendi varoluş şeklin. Kimse seni kasten acıkan bir yaratık olarak yapmadı. Sen git şikayetini Allaha bildir. Politik bir sorundan bahsetmiyorsun.

    Ordu-sisteminin insan özgürlüğü ve bireysel haklara yönelik 'tehdidi', orduya girip-çıkış serbest olduğunda tamamen ortadan kalkıyor mu? Belirli tip sosyolojik ilişkiler ağının insanlar üzerindeki ezici etksinin tespitini yapıyorum, 'özgürce çıkıp gitme' bununla doğrudan ilgili değil. Kaldı ki, yanıtladığın mesajımda bu 'özgürce çıkıp gitme'yi sorunsallaştıran bir argümanımı es geçmişsin ki, sen buna yanıt vermezsen senin bu 'özgürce çıkıp gitmen' için her seferinde yeni bir yanıt verme zorunluluğum olmadığını takdir etmeni beklerim.

    Çok basit hatalar yapıyorsun. 15 sene zarar eden şirket anca komunizmde olur. Kapitalizmde bu şirket anında iflas eder ve kapanır. Ama işçiler ücretlerini aydan aya sabit bir ücret üzerinden almak durumundadırlar. Onları ilgilendirmez işletme kar mı ediyor zarar mı ediyor. Hem ne alaka ki? Yani kardan ücret veriyor falan. Konuyu nereye getirmeye çalışıyorsun ki?

    Bu benim söylediğime yanıt mı sence? Üste senin mesajını, alta benimkini, en son da bunu koy ve cevap ver bana.

    Ayrıca subjektif değer kuramı ortaya şunu koyar, bunu dikte eder falan şeklinde yaklaşman yanlış. Subjektif değer kuramı sadece değerin ne olduğunu anlatır bize. Yoksa işçi şöyle yapsın, sistem böyle kurulsun demez.

    Onu diyen benim zaten yahu! 'Sübjektif değer kuramı çıktı, artık karın meşru kabul edeceksiniz' diye ortada gezen Molla Kazım ben miyim?

    İnsanların kaynaklara erişimini "zor yollu" falan engelleyen yok. Sadece kaynak dediğin eğer başkasının malıysa normal olarak buna erişimi engelliyoruz. Ama gitsin doğada sahiplenilmemiş bir kaynak bulsun ona erişsin. Onu durduran yok.

    Sahiplenilmiş kaynaklar nasıl sahiplenilmiş? Doğa durumundan bugüne kadar tek bir hak ihlali olmadan bugüne gelmiş olmalıyız ki, mülkiyet sistemi meşru kabul edilebilsin. Böyle birşey iddia edebilir misin?

  14. Değerin kaynağı sübjektif olunca sömürü kuramı yanlışlanmış oluyor. Kuran'da evrim vardır ayaklarına yatmayalım lütfen. Marx ve Engels emek değer teorisine göre artık değerin matematiksel hesabını bile yapmıyorlar mıydı?

    'Kur'an'da evrim vardır' demekle bir alakası yok bunun; sömürü kuramının geleneksel olarak emek-değer kuramıyla ilişkilendirilmiş olması, onun sübjektif-değer kuramınca yanlışlanmak zorunda olduğu anlamına gelmez.

    Matematiksel hesap yapıyorlardı elbet, itirazım var mı? Yukarıda söylediğim şeyle neresi çelişiyor bunun? Sömürü kuramının temeli, sözel olarak şu: 'İşçi, ürettiğinin bir kısmını ücret olarak alır.'

    Olay budur, kaldı ki bu iddian o kadar temelsiz ki, sen sadece Kapital'den sonraki sömürü kuramından bahsediyorsun; bütün bu hesapların 1870 sonrasında Marx literatürüne girdiğini biliyor muydun? Peki ondan evvel Marx sömürüden bahsetmiyor muydu?

    İki Thomas Sowell okumakla olmuyor bu işler, Rosdolsky Marx ve sömürü kuramları üzerine ne diyor bir göz at bence :)

    NOT: 'Çocukluk' yapmış olmamak için söyleyeyim, Rosdolsky'e göre Marx'ın tüm eserleri boyunca dile getirdiği 4 adet farklı değer kuramı vardır.

    Ha senin yeni bir sömürü teorin varsa buyur ortaya koy, ona lafımız olmaz. İşçinin ne kadar hak ettiğini objektif olarak ortaya koymakla işe başlayabilirsin.

    Bu arada günümüz toplumunda ekonomik kararlar o kadar basit süreçler ile alınmıyorlar, bunu bilmemene ihtimal vermiyorum, koca fabrikadaki her şeye tek patron mu koşuyor?! Yöneticiler vs. yok mu?

    Tabii ki olabilir, ve bu da bal gibi Marksist sömürü kuramı olur. Marksist kuram, Marx'tan ibaret değildir. Marx'ın çelişkileri yok mudur, kendi kendisini yanlışladığı ve fikir değiştirdiği noktalar, yeteri kadar açımlamaya ve üzerine çalışmaya vakti olmadığı noktalar yok mudur? Ee? Bu durumda, Marksizm'i dondurmadan, Marksist hareketin giderek değişen bir dünyada var kalması sorununu nasıl çözebiliriz senin yaklaşımınla?

    Ayrıca, 'yöneticiler yoktur', 'her işe patron koşuyor' filan demedim ben; burada her bir özgül durumda nasıl karar alınır üzerine tafsilatlı ve ayrıntı bir tartışma yürütmüyoruz; 'işçi' dediğimizde 'emeğini satan kişi' diyoruz değil mi? Ama hisse senedi sahbii işçi yok mu? Kapital sahibi emek kullanmıyor mu?

    İdeal tipler üzerinden, kuramsal yakınsamalar üzerinden tartışmak durumundayız. Özdeşliklerin ortak bir kimlik altında ifade ediliyor olması farklı; bu özdeşliklere sahip nesnelerin -ayrıntıya girdiğinde- çok karmaşık farklılıklara ve melezleşme ilişkilerine haiz olması farklı meseleler. İşçinin ortak keseni X'dir, kapitalistinki Y'dir.

    Ek olarak, tam da 'her işe patron koşuyor' yaklaşımının tam karşısında bir noktada konumlanıyor gibiyim, bütün yazdıklarım biraz bunu yansıtıyor bence, ne dersin? :)

    Olayın "gönüllü ekonomik ilişkiler" bölümüne de girilebilir elbette...İşe alındığında yapacağın iş karşılığında maaş, sigorta vs. almak üzere bir anlaşma yapmıyor musun?

    Çoluk çocuğu aç kalmasın diye Hostel tarzı bir 'özgür' mezbahanede, işkence altında ölüme terk edilmeyi 'özgürce' kabul eden bir bireyden bahsederken kullandığım 'özgür' tabiri; sinemada hangi filme girmeye 'özgürce' karar veren birinden bahsederken kullandığım 'özgür' tabiriyle aynı nosyona mı işaret ediyor?

    Milyonlarca birey, her sabah işe kalkarken küfrediyorsa, ve yine de 'özgürce' işe gitmeyi seçiyorsa; bu bağlamda 'özgür olmak' tam olarak nedir?

  15. Ben bununla ilgili bir değerlendirme alabilecek miyim? :)

    Tanrı'yı her tür yanlışlama çabasından sağ çıkarmanın yegane yolu, onu yalnız negatifliklerle adlandırmaya girişmek ve/veya onun evrene dair açıklayıcı, semantik açıdan anlamlı bir önermeyle ilişkilendirilemeyecek olduğunu kabul etmektir.

    Bu bağlamda, mantik'in 'kavramları netleştirelim' yaklaşımını makul kabul ediyorum. Örneğin, Wittgensteinci fideizm denen ve bence Wittgenstein ile zerre kadar alakası olmayan hedeye göre, dinin dili hiçbir şekilde gündelik hayata/dünyaya, kavramlara atıfta bulunmamaktadır. Bu durumda Tanrı ne bir açıklayıcı unsur olabilir, ne de Kutsal Kitaplar idrak edilebilir metinler biçiminde tahayyül edilebilir. Semantik anlamlılığı olmayan bir önermenin yanlışlanamazlığını tartışır durumda kalıveririz öylece, ama bu saçma olmaz mı?

    Negatiflik hususunda da benzer bir sorun söz konusu: 'Kapı komşum olan Ali olmayan şey'den bahsettiğimizi varsayalım: Bu düzeyde bir epistemik içeriğe sahip bir hedeyi, evrendeki sayısız nitelikte şeyi ve bu şeylerin birbirleriyle ilişkisi gibi kompleks bir olgular bütününü açıklamaya çalışan geniş kapsamlı bir teoriyle ilişkilendirerek, uzun uzadıya değerlendirmek mümkün olabilir mi?

    Bence bunları düşünmek lazım. Ben yabancı dilde bir kelimeyle karşılaştığımda ve o kelimeyi bilmediğim durumlarda, onu birşeylerle ilişkilendirmeye çalışmadan evvel, onun ne olduğunu anlamaya çalışırım. Bunu yapmayan birinin rasyonellik iddiasını da şüpheyle karşılarım.

    Bu bağlamda, yanlışlanabilirlik ölçütüyle ilişkisi tartışılan Tanrı nosyonunun, şeylerle ilişki kurmaya müsait bir nesnelliği olduğunu varsaymalıyız ki, böyle bir ilişki anlamlı bir biçimde tartışılabilsin.

    O halde soru açık: Tanrı nedir?

    Deha, yanıtını bekliyorum :)

  16. Katılıyorum, bir şekilde bu resim beni de ürpertti, insanların bir kısmında bilinç altı bir şeylere dokunuyor olabilir.

    Mesela burada bu başlıkta link verildiği zaman da "Acaba tavanarasına giden başlıktaki resim mi?" diye açmadım. Aşırı rahatsızlık verici bir resim...

    İşte tam bu yüzden bunu merak ediyorum Pisicik, resmi gösterdiğim pek çok arkadaşım 'korktu'; bu korku, pek çok insanın rüyasında aynı adamı görmesini açıklamaya çalışan kuramlara ilişkin bir süzgeç vazifesi görebilir mi, merak ediyorum :)

    Bu arada, rüyamda görmedim. Bir daha da bakmadım resme :)

  17. Peki işveren zarar ettiğinde ne diye zarar ediyor? Hani hiyerarşinin tepesindeydi?

    ludwig, bilerek mi yapıyorsun bilmiyorum ama, -sana ne kadar saygı duyduğumu da biliyorsun-, hakikaten saçmalıyorsun şu an. İşçi-işveren ilişkisi hiyerarşik bir ilişki midir, değil midir? Şirket bürokrasisi yapısal olarak otoriter midir, değil midir?

    Sen şirketlerin hiyerarşik yapıları olmadığı, işverenin emir-komuta zincirinde işçiden yukarıda olduğunu kabul etmiyor musun? Lütfen etmiyorsan açıkça belirt, çünkü bu durumda bugün inat yapıyorsun demektir ve tartışmaya devam etmenin anlamı yok :)

    Değerin kaynağından değil, hiyerarşik ilişkiye içkin güç dengesinden bahsediyorum; hiyerarşik ilişkileride yukarıda olan daima kazanacaktır diye birşey yok. Aynı anda o kurumun dışında etkileşen, pek çok çeşitli düzeyde dengede duran pek çok erk ilişkisi var. Kilise hiyerarşisinde papaz, sıradan inanırdan yukarıda mıdır? Eğer öyleyse, onun fakirlik yemini edip, manastırda yaşamaya karar vermesi bir çelişki midir? Neden diyakonlar -hiyerarşik olarak daha aşağıdadır diye biliyorum- evlenebiliyorlar da, papazlar evlenemiyor?

    Yukarıda olan daima pastanın büyüğünü alır diye birşey yok. Ama genel eğilim; bütün farklı kültür, ülke ve sosyolojik yapı farklılıklarına rağmen kapitalist ülkelerde buysa; bilmiyorum, bizatihi hukuki ilişkinin sağladığı ayrıcalıktan değil de, neyden bahsedeceğiz?

    Çünkü orda yapılan yatırımda diğer insanların bir hakkı yoktur da ondan. Ben kendi paramla bir fabrika kuruyorsam, tabiki orda neyin üretileceğine karar verecek kişiyim, zaten fabrikayı kurmadan çöok önce kafamda ne üreteceğim belli olduğu için önce bir kredi bulur sonra da fabrikayı kurmaya yeltenir, gerekli binayı, makineyi, hammaddeyi ve uygun eğitimli işçileri arar bulurum. İşçi olmak isteyen kişiye de "sen bu işi bu saatte bu paraya yapar mısın" diye sorarım. Aklına yatarsa gelir. İşini yapar, ücretini alır ve gider. Daha sonraki ürün bana aittir. Bunu satmaya çalışırım.

    Gizli varsayım: Mülkiyet haktır, dolayısıyla kendi mülkümü dilediğim gibi kullanırım.

    Birincisi bunu reddediyorum ben. Kaldı ki, bütün projeyi sen tasarlasan bile; bu, bütün bir üretim süresince insanlara emir verebileceğin anlamına gelmiyor.

    Ayrıca, işçi doğduğu anda, zaten mülkiyete içkin iktidar dağılımı gerçekleşmiştir; daha en başta, fabrikalara dükkanlara sahip olmadığı için; tüm bunlara erişimim mülkiyet yasalarının zor yollu dayatılmasıyla ortadan kaldırıldığı için, piyasada kapitalistle 'özgürce' mübadelede bulunuyorum.

    Açlıktan ölme alternatifiyle yüzyüze kalan kölenin, 'özgür iradesiyle' kendisini efendisine pazarlaması fikrini, özgürlük yaklaşımı çerçevesinde değerlendirebilir misin?

    Milyonlarca farklı his, arzu, zevk, duygu sahibi insan; her sabah küfrede küfrede yataktan kalkıp, kendilerini işe gitmek zorunda hissediyorlarsa; bu basitçe 'şu filmi özgür irademle tercih ettim, etmedim', 'bu parçayı sevdim, sevmedim' kategorisinde bir tercihmiş gibi değerlendirilemez.

    1) İşçiler karın bir kısmını ücret olarak almıyor. İşçilerin aldığı ücret ve işletmenin karı bağımsız iki olgudur. Çünkü işçi işletme zarar da etse ücretini almak durumundadır
    .

    Ben uzun vadeli yorum yapıyorum; 15 yıl boyunca zarar ettiği halde, işçilere ücret ödemeye devam eden olağan bir kapitalist firmadan söz edemeyiz. Fakat yatırımların devamlılığını gözlemlediğimiz ezici çoğunluk vakıada, satılan mallardan elde edilen cironun, maliyetler düştükten sonraki kısmı kar olarak alınıyor ve basit işletme hesabı da böyle yapılıyorsa, arada bir ilişki olduğunu söylemekte herhangi bir hata olduğunu düşünmüyorum.

    2) İşçinin emek ürünün tamamına el koymasını yasaklayan subjektif değer teorisi değil, yasadır. Bir işçi ürettiği ürünün ne hammaddesini, ne makine kirasını, ne de enerji bedelini, ne bina kirasını kendisi ödememişken ne hakla ürünün tamamına el koyabiliyor ki? Hem de kendi emeğine karşılık gelen ücreti de alıyorsa, o zaman üründe onun ne gibi bir hakkı kalıyor?

    Hah, şunu bir anlayalım: İşçinin elindekiyle yetinmesi gerektiğini filan ortaya koyamaz sübjektif değer kuramı. Bu kuram ne karı yasaklamakta kullanılabilir, ne de işçilerin gelirin tamamına el koymasını.

    Bir işçinin ürettiği ürünün hammaddesini, makine kirasını, enerji bedelini ödemeye mecali olsa; bu piyasaya 'özgürce' düşmesi mümkün olmazdı. Tam olarak bunları bir araya getirip, kendisi hesabına çalışma imkanından yoksun olduğu için, işçi kendi emeğini 8 saatliğine kiralamak durumunda kalmaktadır.

    Dolayısıyla bu işçi-oluşun, iş piyasasının oluşumunun önkoşulu zaten; önce bu insanların bu kaynaklara erişimini 'zor yollu' engelleyeceksin, sonra da bu kaynaklara erişemedikleri için bu insanları suçlayacaksın. Makul mu sence?

    Hem bütün bu zahmeti tek başınıza üstlenmenize ne gerek var ki dostum? Ben kapitalistlere acıdığım, onları tüm bunları bir araya getirme zahmetinden, şatafatlı apartman dairelerinde oturup, zırt pırt tatile çıkma 'derdinden' kurtarmak istiyorum zaten, daha ne istiyorsun? :)

  18. Değerin kaynağı sübjektif olursa sömürü kuramı yanlışlanmış olmuyor ki :)

    Değerin kaynağı her ne olursa olsun; mal/hizmetler aracılığıyla ve dolayımında somutlaşan belirli bir miktar fiyatın ancak küçük bir kısmı işçilere gitmektedir; işveren ise, emeğinden dolayı değil, belirli bir tür hukuki ilişkide suretlenen hiyerarşik yapılanmanın tepesinde bulunduğu için kar etmektedir.

    Gerisi fasa fiso :)

    Hangi emeğin nereye, ne ölçüde tahsis edileceğinden tut, vardiya saatlerinin nasıl belirleneceğine kadar her tür kararı tek bir kişi varırken, neden diğer insanlar bu karara boyun eğmek zorunda hisseder acaba?

×
×
  • Yeni Oluştur...