Jump to content

AlbatrosS

Üyeliği Sonlandırılmış Kullanıcı
  • İçerik sayısı

    2.176
  • Katılım

  • Son ziyaret

İletiler bölümüne AlbatrosS kullanıcısının eklediği dosyalar

  1. Saygı gösterecek ne var lan hain, saygı gösterelimde yakalınınca bende aslında türküm diyen Apo'ya mı saygı duyalım?

    O yüzden mi 30 senedir köy/orman/dağı/taş bombalandığı halde bir halt yenmedi? Evet, böylesi bir düşmanı hafife alıp küçümseyemezsiniz. İstersen hudutlarda görev yapan gencecik askerlere sor yaşadıkları korkular he babam?Karşımda ortalama bir kapasite olsa sorunu çok boyutlu ve taraflı konuşacağız; ancak, hala ''üçbeş çapulcu'' dangalaklığının ötesine geçilmiyor. LAF başı ''ırkçı olmayıp ulusalcı/vatanperver'' olduğunu söyleyenler, sırası geldiğinde en aşağılık şekilde şövenistleşiyor. Buradaki arızalığı, akıl tutulmasını göremiyor musunuz? O bölgelerde yaşayan insanları böyle bir tutumla mı kazanacaksınız?

  2. Mahalle karısı ağzınla mı benimle muhatap olmaya çalışıyorsun sen? Medeniyet fakiri.

    Yok, sana kur yapıyorum; yakında afili bir evlilik teklifi de ederim:D Varsa konu hakkında derinlikli bir analitik düşüncen yaz da görelim; işiniz gücünüz sağa sola bok atmak. Sen buna ''medeniyet'' mi diyorsun? İnsan 30 sene savaştığı ve halt edemediği düşmana bile saygılı olur yahu; korkma bu ''büyüklüğün'' şanındandır. Kibriniz ve cehaletiniz o boyutta ki, osursanız dünyayı yıkacak ''boran'' sanıyorsunuz kendinizi. Hele sen, zerre bilgin olmayan konularda konuşmasan iyi edersin. Çok meraklıysan git askere de 3 gün nöbet tut.

  3. Dağdakiler hangi dilden anlıyorsa o dilde konuşuyoruz zaten. Bu ülkeden bir avuç toprak parçası alacağınızı sanıyorsanız yanılıyorsunuz.

    hadi len, hayatında kimseye fiske tokat atmayan biri bile nasıl sallıyor. değil askerlik, sıkıysa çık o dağda bayırda bir gece turu at hele, korkudan kaç tane afili donunu ıslatacaksın görelim<_<

  4. Sevgili Albatros,

    Söylediklerin tutarlı ve mantıklı şeyler.

    Tolon dede saftır inan, içi acımıştır bunları okuyunca burada birileri okusun istemiştir.

    Ama iyide olmuştur. Birileri bişeylerini daha iyi göstermiştir.

    Ben Türküm ama milliyetçi değilim. Türklük beni dışarıda temsil eden bir kimliktir. Gerektiğinde kullanılacak kimlik gibi. Ama önce insanım ve insanlarla ilişkilerimi insanlığım belirler, kimliğim değil.

    Osmanlının yıkılması gerekiyordu ve yıkıldı gibi bir laf edildi. Aslında konupu koparmak istemiyorum ama senin yazdıklarınla ilişkili olduğu için söylemek istiyorum.

    Osmanlı sanki Cumhuriyetin önünde bir engel gibi gösteriliyor ama bu yanlış, hedef şaşırtma. Böyle konuşulunca Osmanlı savunucu ilan ediyorlar insanı. Hayır değil.

    Sen başkalarına karşı toprağını ve çıkarını korumak yerine adına Cumhuriyet dedikleri bir sistemi güzelmiş gibi kabul etmek için toprağına ihanet ediyorsun. İşte Türkiyenin hali bugün ortada. Ben hiç memnun değilim şahsen. Ne cumhuriyet cumhuriyet, ne demokrasi demokrasi. Hepsi hikaye.

    Ludwig Amerikaya tapar, Tayyipte Amerikaya tapar.

    Ama aynı Ludwig konu din olunca müslümanları yerden yere çalar.

    Yahu bu hükümet namaz kılıyor diye başa geldi. Bir takım siyasilerin yanlış stratejileri ve statükocu tavrı yüzünden.

    Elbet herkes kendi gerçeğini kabullenmeli.

    Milletlerin tarihi insanların evlatları gibidir ve olmalıdır. Ve milletler tarihlerini evlatlarını sever gibi, iyisi ve kötüsü ile kabullendikleri zaman bilinçli bir millet olabilirler. Tıpkı evlatlarını iyisi ve kötüsü ile sahiplenerek dürüst ve erdemli birey olmaları yönünde nasıl çabalıyorlarsa.

    Neyse karışık oldu biraz ama sen anlarsın. :)

    Selamlar...

    Affola, Dede'yle bir sorunum yok ve olamaz:)

    Etnik aidiyetler, siyasal anlamda tam bir mayın tarlasıdır. Esasında siyaset yapıcıların da en çok kullandığı/oynadığı şeylerden biridir. Örneğin, bu ülkede ''TÜRKLÜĞÜN'' teşvik edilen, propagandası yapılan ve kollanan bir aidiyet olması yanında ''ötekilerin'' yıkıcı/bölücü olarak adlandırılması gibi. Esasında her ikisi de sakıncalı ve terkedilmesi elzem bir siyaset tarzıdır; ancak, hiçbir devletin bunu terkedip ''hak ve özgürlükler'' temelinde bir siyaset yapmak işine gelmiyor; aksi halde günümüzdeki birçok savaş ve baskıcı uygulama mevzu bahis olacak sürekli.

    ''Varlığına izin vermediğin düşmanındır!.. '' İşte millet bazlı siyasi organizasyonların yarattıkları da budur: düşman, daha fazla düşman... Varlığını ya kendinin hamasi bir övgüsü ve mitik tarih okuması ve/ya ''öteki''nin hasımlığı/ötekine üstünlük üzerinden kurgulayan bir fikri oluşum başka ne yaratabilir ki? Bilerek yahut farkında olmadan yapsınlar, bireylerin pekçok kere yaptıkları da budur: Çünkü her birey ''ulus'' bazlı bir siyasi/kültürel tedrisattan geçmiştir!... Kitle iletişim araçları yoluyla da abartılıp her gün yeniden üretilen bu fikri akımın versiyonları hayatımızı her alanda farklı kod ve simgeler altında kuşatmıştır: Kimi efsaneler, kimi şarkılar, kimi sanat, kimi realty şovlar, kimi spor yoluyla...

    Devletleri kuşatmış farklı çıkar zümreleri ve gruplar, yani aygıta hakim ve iktidar makamında oturanlar için, ulus bazlı siyasi organizasyon ve söylemler hep ''birlik, beraberlik, bütünlük'' telkinleriyle cilalanır. ''Oysa adaletin olmadığı yerde birlik de bütünlük de retoriktir!...'' Tıpkı çocuğunu/karısını döven bir babanın/kocanın bunu ''evliliğin kutsallığı/namusu/onun iyiliği'' için yaptığını söylemesi gibi. En üstten en alta hiyerarşik biçimde ''devlet'' aslında her zaman soyut bir ''iktidar'' olgusunun bütünden parçaya, devletten/topluma, hatta toplumdan ahlaka/kültüre değin kristalize olmuş ideolojik bir varoluşudur...

  5. Mesele o değil sevgili Albatros,

    Mesele şuki, bu başlık kızılderililer için açılmış bir başlık. Amerikali bir tarihçinin yüreğinde yankılanan vicdan özeti.

    Ama maalesef başlık başka türlü boyut kazandığı için bunlar konuşuldu.

    Eğer arkadaşlar başka şeyleri tartışmak istiyorsa başlık açsınlar konuşalım.

    Bu başlık bu şekilde sabote edilerek başka şeylere dikkat çekmek üzerinden ekmeklerin yağları olmayalım o kadar.

    Bugünkü Amerika elbet yüzyıllar önceki yapılan şeylerin birebir sorumlusu tutulamaz.

    Tıpkı Osmanlının geçmişte yaptıklarının birebir sorumlusu TC hükümeti olamayacağı gibi.

    Ama birileri Amerika birebir sorumlu değildir deyip TC sorumludur derse, orda bizde gerçekleri ve kendimizi savunuruz haklı olarak.

    Selamlar...

    Haklısın, konu epey sert yorumlarla sapmış; ancak koyu milliyetçiliğiyle tanınmış birinin (ki kendinin ülkücü gelenekten geldiğini tahmin etmekteyim) Amerikan yerlilerine yapılanları mevzu etmesi ''ludwig'in afganistan'da taliban'ın öldürdüğü bir kız hakkında başlık açması'' gibi geliyor bana. Ulusalcılık yahut milliyetçiliği matah ve övülesi bir meziyetmiş gibi görenlerin önce kendi tarih ve toplumlarıyla tutarlı biçimde yüzleşmeleri gerekmiyor mu sence? Dünyada hangi devlet var olmuş ki katliam ve cinayetlere bulaşmamış? Kaldıki bu, ''devlet'' olmanın genetik kodlarından biridir. Devlet , son tahlilde çıkarları iç ve dışta birbiriyle çelişen zümre ve grupları angaje eden bir terimdir; tarih bize bu gerçeği daha kaç kere gösterecek? Bu çıkarlar için gerekirse kendi halkına bile zulüm edildiğine daha kaç kere şahit olduğumuzda aslında devletin kaba bir baskı/tahakküm aracı olageldiği gerçeğiyle yüzleşeceğiz? Birileri hala ''olmasa devlet cihanda, bir nefes sıhhat gibi'' masallarıyla yetişirken bunun sürekli göz ardı edilmesi, kabullenilmemesi bana oldukça tutarsız gelmekte.

    Ön yargılı olmak istemem, ancak tolon dede'nin başlığı hiç de ''safiyane bir vicdan sızısı'' gibi gelmiyor bana...

  6. AMERİKAN yerlilerine yapılan soykırımı ''mantıkla'' izah etmek, henüz kimseye nasip olmadı. Klasik sömürgeciliğin temellerinin atıldığı bir dönemde, Avrupaya kaçırılan zenginliklerin kaynağı ne sanıyorlar anlamıyorum. Ne yani, AZTEKLER, İNKALAR, MAYALAR, Amerikan yerlileri buyrun altınları/değerli eşyaları alın bize iki incil verin yeter diyerek mi verdi onca tprak ve değerleri? Tabi, o sıralarda ''amerika'' diye bir devlet olmadığı için bu durum özellikle ispanya/portekiz gibi sömürgeci devletlerle başladı; amerika'nın olaya dahliyse biraz daha sonradır.

    bunlar zaten bilinen gerçekler. işin tuhafı ''türk milliyetçi'' zevatın bu olayları matah bir şey gibi kullanmasıdır. 20 küsur devlet kurmakla övünenler her devletin tarihinin katliam ve cinayetlerle yazıldığından nasıl bir gurur duyuyor anlamış değilim(!) burda bahsedilen şey ''senin katilin kötü, benimki iyi'' midir?

  7. Bu rejimin esası ve özü ''ergenekon''dur, ol sebeple bu dava gittikçe daha çok traji komik bir hal almaya başladı. Her lafa ''darbe''yle başlayıp ''terör''le soslandırılan cümleler ve adlandırmalar dava sürecinin ciddiyetsizliğini en başından ele veriyor zaten. Bu adamlar ''anayasal rejimi silah zoruyla değiştirip provokasyonlar'' yapmaktan hükümlüyse, bunlara terörist demekte bir sakınca yoksa da, dava süreci ''darbeler''i yargılama süreci olmalıydı. Yapılan eylemin niteliği terör olabilir; ancak ''terör örgütü'' hem sakat doğmuş bir adlandırma, hem de yanlıştır. Terör ancak kullanılan yöntemin adıdır; önemli olansa bu adamların ''amaçları''dır. Dünyada salt terör yaratmak için terör yapan hiç bir örgütü ben bilmiyorum; en eli kanlı örgütün bile belli başlı bir ideali/amacı vardır. Terör söylemi, çoğunlukla yanılsama yaratmaya yarar ve esas tartışılması gerekenler hep havada kalır. Yargılanan şayet terörse, bunun oldukça geniş tanımları yapılıp yargı süreci de oldukça geniş bir sahaya çekilebilir. Neticede, sivilleri zarar verip onlarda baskı ve yıldırma yaratan her eylem terörün tanımı içine girer. Bu vesileyle, dünyanın , bazı istisnalar hariç, tüm devletleri siviller üzerinde o veya bu biçimde bir baskı/yıldırma/tahakküm, gerektiğinde zarar verme adına faaliyetler yapar ki bunun ucunun nereye dayanacağını varın siz hesaplayın...

  8. güzel yere temas edilmiş, tebrikler. nurcular, dünyayı hayran hayran seyredip her zerrede Tanrı'dan bir iz arama mantığını devam ettiriyorlar sadece. Bu mantık, onları ciddi manada tatmin ve teskin ediyor, böylece yaşadıkları travmaları/acıları/zorlukları daha kolay kabulleniyorlar. Bu durum, kendi hallerinde kalıp toplumsal bir baskı unsuruna dönüşmese kimseyi rahatsız etmez; bir tür kültür zenginliği der geçerdik; ancak, H tarzı zevatlarla bilimsel/kültürel gelişmelerin önüne set çekme yarışına dönüştüğü için acilen ciddi ve anlamlı bir sosyo/politik eleştirisi yapılmalıdır. Her ne kadar saldırgan/şiddet yanlısı görünmeseler dahi, arkasında/yanlarında/yörelerindeki sermaye grupları ve zümrelerle ciddi bir kara propaganda güçleri vardır. Kendi boktan hayatlarını kendi kendilerine yaşamayı bilseler çok daha takdir görebilirlerdi elbette; ancak, onlardan bir tür uzak doğu mistisizm beklemek de ham hayaldir...

  9. Dünyanın hangi yerinde örneğin kadın hak ve özgürlükleri ''erkek egemen kamusal ahlaka/vicdana'' bakılarak, ondan onay istenerek çözülmüştür? Daha da geriye gidelim: Kölelerin özgürlükleri köle sahipleri ve tüccarlarla pazarlık edilerek mi çözülmüştür? İki örnekte de durum açık ve belliyken neden ''etnik'' meselelerde bu derece körleşebiliyor insanlar? Aslında bu tarz sorunların yaşandığı hemen her bölgede asıl mesele ''etnik'' aidiyetler bir yana açık bir ''devlet/demokrasi'' sorunudur. Otorite ve iktidar karşısında eşit muamele görme, eşit ve denk haklara sahip olma ve ''kendini evinde'' hissedebilme meselesidir. İşin ''etnik'' boyutu her zümrede bazı iktidar sahiplerinin ve dışsal nedenlerin kaşıdığı, öne çıkarabildiği boyutlardandır da. Bu durumu bir aileye de benzetebiliriz. Ebeveynlerin çocuklardan birine daha toleranslı, destekleyici ve motive edici olurken diğerine toleranssız, eleştirel ve baskıcı olması gibidir. Bu durumda , özellikle baskı gören çocuğun ruhsal/manevi bütünlüğü tehdit altında olacaktır. İşin garibi, sürekli onaylanan/teşvik gören çocuk da gerçekçi ve objektif bir tavır görmediği için onun da psikolojik bütünlüğü sekteye uğrayacaktır. Bu örnekte görüldüğü üzere, sorunun kaynağı otoritenin/babanın çocuklara kendi özgün varoluşlarında eşit şart ve muameleye tabi tutmamasından kaynaklanır. Başta da izah ettiğim üzere sorun demokratik bir mentalite sorunudur, daha da ileri gidersek sorun ''otoriterlik/tahakküm'' sorunudur. Aksi yönde zorlama ve tabandan gelen talep olmadığı müddetçe bu tavır devam edecek, sorun da giderek kangrenleşecektir. Bunun dışı ve ötesindeki her sorun ya otorite/tahakküm/demokrasi denklemindeki sakatlıktan yahut sosyo-ekonomik sebeplerden kaynaklanır.

    Adını artık doğru koyalım: Bu sorunun çözümü devlet aygıtının niteliğinin ve ona hakim mental bakışın değişmesinde yatmaktadır. Sorun, devletin 80 yıllık hakim ideolojik ezber ve tezleriyle çözülemez. İnsanlar savaş ve şiddetin olduğu yerde gündelik yaşamlarına ilişkin diğer önemli konuları konuşamaz; bunun yerine yaşamsal önceliklere ve güvenliklerine bakarlar. Çatışma ve şiddet dayatması, doğu ve batıdaki nefreti körüklemekten başka bir işe yaramaz.

  10. Azat'ın çilesi-YILDIRIM TÜRKER

    Azat’ı hatırlayanınız vardır mutlaka. Ben hiç unutmadım.

    Korkum şudur. Ya o da vahşetlerden bir vahşet olarak solup gitmişse belleğimizin gerçekle kurgu arasındaki o alacakaranlık bölgesinde?

    İlk olarak 1998 yılının nisan ayında tanışmıştık A. ile.

    Hepimiz için bir harflik canı vardı. Gözaltında anasıyla birlikte işkenceye maruz kaldığında 1,5 (bir buçuk) yaşındaydı. Annesi E.T. ile birlikte 96 Aralık ayında gözaltına alınmış, Terörle Mücadele Şubesi’nde 11 gün kalmıştı. ‘Örgüt üyeliği ve örgüte taban kazandırmak’ suçlarından idamla yargılandığı davada anası Türkçe bilmediği için Kürtçe tercüman aracılığıyla orada başlarına geleni anlatmıştı.

    Oğlunun elinde sigara söndürüldüğünü, tekmelendiğini, kendisiyle birlikte cinsel tacize uğradığını iddia ediyordu. İstanbul Tabip Odası, A.T.’yi muayene etmiş, işkence belgelenmişti. Zaten Azat bebek kendisine sorulduğunda, ‘polisler cız yaptı’ diyormuş.

    “Sinirlilik, polis gördüğünde ağlama, uykusundan korkarak uyanma, idrar ve dışkı kontrolünü kaybetme, yanında sigara içildiğinde ağlama ve ortamı terk etmek isteme” bulgularının yanı sıra raporda yazan şuydu: “Sol eldeki izlerin çocuğun elinde uygulandığı iddia edilen sigara söndürme eylemiyle uyumlu olduğu, çocuğun sıkıntı bozukluğu da dahil tespit edilen ruhsal bozukluk halinin işkenceden sonra meydana gelmesi tıbbi bilgi ve mantığa uygundur”.

    Sonuçta işkence yaptığı iddia edilen polislere dava açılmadı!

    A.T., gördüğü işkenceden 2,5 ay sonra yuvaya gönderilmiş ve orada hiç konuşmamıştı. Daha sonra da sinirli, huzursuz bir çocuk oldu. Bazen cezaevinde anasıyla kalıyordu. Kekeliyor, sürekli ağlıyordu. İstanbul’da teyzesiyle kalan A.T., psikolojik tedavi gördü. Biraz toparlandı. Ama anasına hasretti.

    Nüfus cüzdanı olmadığı için okula kaydı çok güç oldu. Anasına mektup yazabilmek için okuma yazmayı bir çırpıda öğrendi. Ne var ki okulda arkadaşları ona ‘annesi katil’ diye sesleniyor, canını yakıyorlardı. Öğretmeninin ilgisiyle ayakta durabildi, kekemeliğinden kurtuldu. Sonra anasını ziyarete gidemez oldu. Çünkü ne anasının ne de kendisinin nüfus cüzdanı vardı. Onlar kayda düşmemiş canlarıydı bu memleketin. Anasının davası 7-8 sene sürdü.

    Şimdi ananın vekilleri Eren Keskin ve Fatma Karakaş Doğan’ın yazdıklarından okuyalım: “Müvekkilimiz Fatma Tokmak(a)... yönelik her türlü işkence yöntemi uygulandı. Elektrik, askı, çırılçıplak soyma, cinsel taciz ve diğer yöntemler... Ama ona asıl ağır gelen küçük oğluna uygulanan işkence oldu.

    Küçük oğlu Azat, çırılçıplak soyuldu, belinde ve sırtında sigara söndürüldü ve cinsel tacize maruz kaldı.

    15 gün devam eden işkence, Fatma Tokmak’ın tutuklanıp cezaevine gönderilmesiyle de son bulmadı. Küçük Azat, annesi ile birlikte cezaevine gönderilmesi ya da yakınlarına teslim edilmesi gerekirken, Çocuk Esirgeme Kurumuna gönderildi.

    Azat’da, Fatma ‘da bu durumdan çok yoğun bir biçimde etkilendiler.

    Tarihin Terörle Mücadele Şube müdürü ‘bunu nasıl yaparsınız sorusuna’, ‘devletimiz ona daha iyi bakar’ diye cevap verdi.

    Fatma’nın avukatları olarak, 1,5 ay boyunca küçük Azat’ı Çocuk Esirgeme Kurumundan alana kadar uğraştık. Azat, yuvada bulunduğu sürece hiç kimseyle konuşmamış adını bile söylememişti. Büyük bir travma yaşıyordu. Tarafımızca annesinin yanına, cezaevine götürüldüğü gün ise sanırız her ikisinin de hiç unutamayacakları bir mutluluktu.

    Azat, ‘içerisi ve dışarısı’ arasında gidip gelerek büyüdü.

    Bu süre içinde Fatma Tokmak’ın yargılaması sürdü. Fatma, yakalandığında hiç Türkçe bilmiyordu. Ayrıca, okuma-yazmasıda yoktu. İçeriğini hiç bilmediği bir ifadeye parmak bastırıldı.

    Suç’u sadece misafir olarak gittiği o evde bulunmaktı. Yasadışı sorgulandı. Mahkeme aşamasında Türkçe bilmediği için ve o tarihlerde Kürtçe tercüman konusunda büyük sorunlar yaşandığı için, uzun yıllar mahkemece ayrıntılı ifadesi alınmadı. Bu süre içinde o devamlı suçsuz olduğunu anlatmaya çalıştı.

    Cezaevinde kalp hastası oldu. Hastalığı tespit edildiği halde çok uzun yıllar tutuklu kaldı.

    Azat’ın yaşadığı işkenceler ise gerek İstanbul Tabip odası gerekse İnsan Hakları Vakfı İstanbul Temsilciliği tarafından belgelendi.

    Ancak dosya her zaman olduğu gibi resmibilirkişilik kurumu olan Adli Tıp’a gönderildi. Adli Tıp’ın verdiği işkence bulgularını onaylayan ancak belirsizlik taşıyan rapor savcılık tarafından benimsendi ve küçük Azat’a işkence yapanlar cezasız kaldılar.

    2006 yılına gelindi. Azat büyüyordu. Fatma, sonunda hastalığı kabul edilerek 9 yıl sonra tahliye edildi.

    2006 yılında bu yana Anne-oğul kendilerine bir hayat kurdular. Fatma, Sosyal Hizmetler kurumunda çalışarak engellilere baktı. Kazandığı parayla oğlunu okutmaya çalıştı.

    Bu arada, geçtiğimiz günlerde Fatma’nın Yargıtay’da görülen davası onanarak geri döndü. Fatma’nın aldığı son derece hukuksuz, somut verilere dayanmayan, adil yargılanma hakkında tamamen uzak olan müebbet hapis cezası kesinleşti.

    Ve bu acı gerçek anne ile oğlu bir kez daha ayırdı. Fatma tutuklanarak Bakırköy cezaevine gönderildi. Her ikisi de büyük bir travma yaşıyorlar.

    Azat’ın dudaklarından dökülen “ama ben anneme çok alışmıştım” sözcükleri yürekleri dağlıyor.

    Fatma Tokmak gerçekten suçsuz ve hasta..

    Bizler avukatları olarak hastalığı nedeniyle “ceza ertelemesi yoluna başvuru hazırlığı yapmaktayız. O’nu kurtarabilmek için elimizden geleni yapacağız. Ancak bunun için yoğun bir kamuoyu desteğine ihtiyacımız var. Bu nedenle, insan hakları kuruluşlarını, entelektüelleri, sanatçıları, kadın kurumlarını ve herkesi ve herkesi tavır almaya çağırıyoruz.”

    Sözün kısası

    Ey halkım; analarının gözü önünde süt bebeklerine işkence yapılan, minicik avuçlarında sigaralar söndürülen bir memlekette haktan hukuktan vicdandan söz ederek yaşadığının, dolayısıyla her sözünün her nefesinin yalan olduğunun farkında mısın?

    Azat’tan haberin yokmuş gibi sürdürebilecek misin pekiyi hayatını? Çocuğunun başını okşayıp onu yatağına öpücüklerle yatırabilecek misin?

    Azat geçen gün cezaevine anasını ziyarete gitmiş. Ağlayarak aradı sevgili Leman’ı. Ona dünyayı sevdirmeye çalışan, ona aile olanlardandır Leman.

    Telefonda ağlıyormuş. Anası, tutuklandığı günden beri bir kere yemek yemiş. Çok zayıflamış. Kalp çarpıntıları da artmış haliyle. Solunum makinesi temin edilmediğinden çok sıkıntı çekiyormuş. Uyuyabilmek için haplara ihtiyacı oluyormuş. Azat anasını kaybetmekten korkuyor.

    Azat’ın anacığından başka kimsesi yok. Şimdi ergenlik yaşında olan bu çocuğun çilesi bitmedi. Aramızda ağlayarak geziyor. Daha süt bebesiyken elleri sigaralarla dövmelenmiş oğlan çocuğu.

    Haydi bakalım, mutlu muyuz

    Türk’üz diye?

    Bunu kulagina küpe yap...Bu buzdaginin görünen yüzü,digerlerini göremezsiniz,hipnoz durumundasiniz...

    kırmızı çizgiler ve ulusal çıkarlar üzerine bina edilmiş bir ''azatlar'' yumağıdır bu rejim, ülke, toplum! gırtlağına kadar pisliğe batmış, her tarafı leş kokmasına rağmen ''ulusal imanından'' zerre şüphe duymamış bir seküler faşizmdir yaşanan. göstere göstere yaşanan/yaşatılan felaktler dahi vicdanını sızlatmaya yetmemiş böylesi kör bir nefret neyle izah edilebilir? çocukluk dönemlerden beri ruhlarına binlerce kez tecavüz edilmiş, pislik kere pislik imanlarla yıkanmışruhlar dünyası...

  11. petrol bahane

    maksat

    Müslüman kirmak , Müslümanlardaki nüfus patlamasini engelemk veya kontrol etmek .

    ayni hz.Musa ve ona inanalarin misirda cektiklerini cektirmek.

    bati mandasindaki olan öbür Muslüman toplumlarada gözdagi vermek.

    armageddon hazikliklari hiristlere göre ikinci milenyum dönemini yasiyoruz yani ikinci hacli dönemi .

    al bir akhe de burda, bu da nurcu/müslüman versiyonu. emperyalizm sonunda ''aile planlaması''na da girdi demek, marks duysa mezarında takla atardı herhalde:D

  12. Bush'un aptallığı ve Bush yönetiminin kendini beğenmişliği yüzünden.

    Bu salaklar düşmanın yenilmeyi kabul etmediği savaşları kimsenin kazanamayacağını bilmiyorlar.

    Kendilerine olan aptalca güven koca bir ülkeyi ne hale getirdi.

    Bir avuç Müslüman teröristin elinde oyuncak oldular salaklar.

    Bush çeşitli nedenlerden Irak'a girmek istedi.

    Nedenler arasında babasının savaşını devam ettirmek de vardı.

    Petrol de nedenlerden biridir mutlaka ama en başta gelen bir neden değildir.

    İlginç olarak bu aptallığı bir sürü ülke de paylaştı.

    Ne akla hizmet kabul ettiler bilmem.

    Amerika fiyatını çok acı ödedi ama.

    Bir daha böyle aptallıklar yapmaz diyorsanız, yanılıyorsunuz.

    Burası benzeri aptallıkları yapacak öküz dolu.

    amerikan dış politikasını ''dahi bush'' tek başına mı beliyor yahut amerikan dış politikası çok katmanlı blokların/elitlerin ortaklaşa çizdiği bir perspektif üzerinden mi gidiyor? peki, obama'nın bush'un izinden gitmesine ne diyeceksiniz? ırak'tan hala çıkamayıp afganistan'da çatışmaları körükleyecek adımlar atmasına? (asker sayısını arttırmak, iran'a yaptırımlar ve savaş tehdidi vs)

    analizler günümüz politikasının taa 90'ların başında belirlendiğini, yeni dış politik konseptin 20 sene evvelden belli olduğunu defalarca izah ediyor. afganistan ve ırak işgalleriyle ''medeniyetler çatışması'' tezleri tesadüfen ortaya çıkmış ürünler falan değildir; zaten tezi yazan adam da savunma bakanlığı danışmanıydı vakti zamanında. bizim emekli askerlerden de herhangi biri al, kürt sorunu üzerine konuştur; 80 yıllık resmi ezberi ve perspektifi aynen tekrar edecektir mesela. adamın aldığı terbiye ve eğitim o yönde çünkü. amerikan dış politika uzmanlarının tedrisatı da bellidir ki bunlar anlayana pek süpriz gelmez. zorlayıcı/ekstra ve olağan dışı koşullar oluşmadığı vakitçe de değişmez bu perspektif.

    konuya gelince... amerikan hesapları arasında ''doğal kaynaklar'' elbette vardır, ancak bu derece net hesaplar yazılıp çizilmiş midir zamanla belli olur. petrol konusundaki itirazlara katılmakla birlikte, petrolün değeri zaten çağlar boyunca biliniyordu; keza 19.yy'da da oldukça önemli ve stratejik hale gelmişti. amerika için birinci derece önemli olan bölgedeki nüfuzudur; zaten, ırak işgalini de bu izah eder. salt petrol üzerinden yaşanmaz hesaplar, salt petrol gelirleri üzerinden. aslolan hegemonik varlığın meşruiyetidir, petrolse çantadan çıkan süpriz...

  13. Filistin halkına yardım götürseler bile İsrail'in haritadan silinmesini istediklerini sanmam. Bu istek müslümanlığa özgü bişey, İsrail'in aşırı saldırgan davranışlarını değerlendiriken bu gerçeği göz önünde bulundurduğum için sizin kadar reaksiyon göstermiyor olabilirim.

    yapma yahu! demek, alman parlamenterler sen kadar istihbarat bilgisine sahip değil; demek tc'nin başbakanı bile halen daha ciddi ilişkileri olduğu bir ülkeyi haritadan silmenin planlarını yapıyor; demek 32 milletten insan bir olmuş, israil'i nasıl yok ederiz diye düşünüyorlar!

    korkunun toplumsallaşmış tahakkümü ve israil'in(hali hazırda o terörist devletin politikalarına destek verenlerin de) yapmak istedikleri bu aslında. sizler de hiç sorgulamadan bu korku siyasetini afiyetle yiyor, sanki çok orijnal bir şey söylüyormuş gibi tekrar ediyorsunuz. ee, atalarımız boşuna ''ite vurma, korkut'' dememişler. kuruluşandan beri militarist bir hegemonya savaşının merkezinde yer almış israil devlet aygıtı da kendi vatandaşlarını bu korku siyasetiyle politize edip ''hijyenik bir toplum'' yaratmaya çalışıyor aslında. tabi, bu konuda yalnız değil. arkasında politik/iktisadi destek aldığı evanjelist neocon aktörler ve medya grupları da buluyor.

    aslında bu tarz politik söylemler hiç de öyle alelade, sanki ortak akılmış gibi sunulan şeyler değil; hepsi belli merkezlerde üretilip şahane pazarlame teknikleriyle servis ediliyor. bunun üzerine akademik kurullardan geçmiş bir bilimsel makale bile okumuştum...

×
×
  • Yeni Oluştur...