Jump to content

BOKSULLAR


Recommended Posts

Çağımızın ünlü bilim adamı Erich Fromm, sahip olmak ya da olmak adlı kitabında pazar ekonomisi karakter biçimini anlatır, kısaca ,’pazar karakteri’ der adına. Karanlık ruhlu ,taş yürekli ,ancak gösterişli kravatlı bu insanları şöyle anlatır:

”Yani insan kişilik pazarının malı olmuş gibidir. Kişilik pazarının değerleme ilkeleri açısından mal veya eşya satılan piyasalardan hiçbir farkı yoktur.Tek değişiklik ilkinde kişiliklerin , ikincisinde de malların satılıyor olmasındadır.”

Yani insan kişiliğine verdiği değer, mala verdiği değer gibi değiştirilebilir, olması.”

”Pazar karakterinin en üst hedefi , kişilik pazarında her koşulda başarılı olmayı sağlayacak olan, kayıtsız şartsız uyumu sağlamaktır. Bu tipleme içinde bir insanda tutunacağı, değişmeyen ve kendini sayabileceği bir ego ve bir benlik bile yoktur. Çünkü pazarda her an yeni bir benliğe bürünmek zorundadır.”

”Bu karakter; her an sürekli bir hareket içinde olup, her şeyi büyük bir acelecilikle halletmekten başka amaçları yoktur. Onlara neden acelecisiniz dediğinizde” daha çok kişiye iş yeri sağlamak ” veya ”firmanın üretimini arttırmak” sözleri olacaktır.

”Bu tiplerin büyük ve sürekli değişen egoları vardır ama hiç birinin bir benlik ve bütünlük duygusu ile kendilerine özgü bir kişilikleri yoktur. Bunun nedeni , bireylerin benliksiz birer araç gibi düşünülmesi ve kişiliklerinin bürokratik ya da ekonomik büyük güçlere bağlı olmasıdır.”

”Pazar karakteri , sevgi ve nefret duygularından yoksundur. Bu arada soru sormak ya da kendini bazı duygulara kaptırmak; işleyişi bozacağından bunlara o büyük işleyiş içinde yer yoktur.”

”Pazar karakteri ne kendisine ne de diğer insanlara yakınlık duymadığı için , hiç bir şey onu ilgilendirmez. Bu insanların elinde nükleer felaket, çevre kirlenmesi olmasına rağmen, bu olaylara karşı ilgisiz ve duyarsızdır.”

”Duyguların yitirilmesi bu karakter biçiminin olaylara kolay ve pratik bir gözle bakmasını sağlar. Onun için önemli olan prestij ya da başka şeyler kullanarak konforlu yaşamaktır.”

Onların dostları da eşyaları gibidir.

Yüzlerce mimar, mühendis, gazeteci Amerikalı üzerinde yapılan bu araştırmanın en hazin yanı ise şudur : Duygular sürekli yararsız , engelleyici olduğu için, duygular dünyası kısır bırakılmıştır.Ve çocuk aşamasında kalır duygu açısından.

B u karaktere sahip insanlar, Aydın Doğan , Serdar Turgut, Hakkı Devrim, Ayşe Arman, Gülay Göktürk vs. en adi müzik biçimlerinden çok çabuk etkilenirler, bu karaktere sahip insanlar, Saadettin Teksoy gibi şarlatan türü cinci, hocacı tiplerden aniden etkilenirler. Çünkü zekaları duygularıyla ayrı yönde ilerlemiştir. Ertuğru Özkök’ ün neden pop sevdiği, Demirel’in, Tansu Çiller’in neden en yakın siyasi arkadaşlarına eşya gibi davrandığı, Rahmi Koç’un iki yüz ellibin ağacı bir çırpıda neden kestiğini anlarsınız.

Ancak , bu duygusuz insanlar yalnız değildir, onların duygusuzluğu bir başka kesimi ölüme mahkum etmiştir !..

Şimdi de içimizde milyonlarcası yaşayan, ama fark edip adam gibi göremediğimiz yoksul bir kesimden söz edelim. Tanıdığımız yoksullardan değildir bu insanlar, karın doyurmak hiç çözülmeyecek bir sorundur onlar için. Talihsiz bir yıldız altında doğmuşlar. Aile fertlerinin hiç birinin namuslu bir yüzü kalmamıştır. Ahır bozması evlerde ne soğuğun , kışın , ne de aile fertlerinin dahi ölümlerinin farkında değillerdir. Yoksulluk babadan oğula miras geçmiştir. İşsizlikleri de !

Ellerinden hiç bir iş gelmez. Loş ışıklar, kırık camlar, yağlı kilimler, derme çatma sobalar, bulaşık suyu çorbalar ve çerden-çöpten eşyalar içinde yaşayıp giderler. Tüm bunlardan üzüntü, keder, gözyaşı, sızlanma, ağrı-sızı duymazlar, kızları kerhaneye düşse dahi…

Ömür boyu kadınlarının düzgün bir eşarbı, eteği, erkeklerinin düzgün bir işleri olmamıştır. Getir, götür, kaldır, topla gibi yarım yamalak yardımcı işleri içgüdüyle yaparlar ve hep öyle yaşarlar. Şehrin kusmuğu yoksullar ise, bu insanlar kusmuğun acı sarı suyudur. Bir tek gün gazete okudukları görülmedi. Televizyonu dahi meraktan değil orda durduğu için seyrederler. Onlar için hayatta hiç bir şey çarpıcı, şaşırtıcı, yadırgatıcı, garip değildir. Köhnemiş sandallarının sürekli su almasından hiç endişe duymazlar, boğuldukları, hastalandıkları, hayatın ışığını görmeden yavaş yavaş öldükleri evlerinde hiç bir bağırtı , çağırtı , endişe yoktur !

Dondurucu rüzgar altında çöpten yiyecek toplayan insanların dahi umutları vardır. Bu insanlar da pazardan çürümüş, bozuk yiyecekler toplar ama, bunu bir iş, beleş, kelepir, ucuz olduğu için değil, hayat hep böyle bir iş olduğu için gündelik hayatın gereği gibi yaparlar.

Eski Hint masallarında dahi yoksulların gözlerinde bitmekte olan kandil ışığı gibi onurları vardı, ama bu insanlara para verdiğinizde alırlar, ”niçin veriyorsun’’ diye sormazlar.Vermezsen sızlanmazlar. Dilenci, çapulcu, toplayıcı bir halde ama ısrarla bir aile görüntüsü içinde çabalarlar. Kurban bayramında dahi uzak semtlerden bu insanlara, et-kol, bacak, but değil, bağırsak, iç yağı, ya da hayvanın bacakları-kellesi gibi yerler kurban diye bağışlanır. Aşağılanmaktan rahatsızlık duymazlar, kovulmaktan, siktiredilmekten gocunmazlar. Kimsenin işine derdine karışacak takatleri yoktur, kendi dertlerine dahi.

Sistemli bir şekilde çalarlar, ancak hırsızlık gibi çalma değil, açıkta gördüklerini alma adetleri vardır. Çünkü hırsız için gerekli cesarete ve zekaya sahip değildirler. Onlar asla etrafa bakıp yürümezler, başları önde büyük bir dalganın üstünde sürüklenmiş bir çöpmüş gibi…

Hastanede çalıştığım yıllarda bu insanları daha yakından takip ettim. Mesela herkes musluk, yiyecek, deterjan gibi ele avuca gelen şeyler çalarken; bu insanlar, parçalanmış kasaları, hiç bir işe yaramayan mukavva parçalarını aşırırlar. Değerli şeyleri sevmediklerinden değil, riski göze almadıkları için.

Sekiz-on saat hiç bir iş yapmadan bir sandalye üstünde kıpırdamadan ve sürekli ekmek yiyerek otururlar. Ancak hayal kurmamak için o sekiz saati de sandelyenin neresinden gıcırtı geliyor deyip gelişi güzel tamiriyle geçirirler. Sonsuza kadar makarna, bulgur yemekten bıkmazlar, o çelimsiz vücutlarıyla önlerine beş tabak bulguru koysan , beşini de yerler, hiç bir yemeğe soğuktu, sıcaktı , diye bakmazlar.

Ne dinler onlara inmişti, ne anayasalar, cumhuriyetler onlar için kurulmuştu, çocukları balici , hırsız olsa da asla kederlenmez, hiç bir şey olmamış gibi sigaralarını yakıp, çantalarını çer çöple doldurur evlerinin yolunu tutarlar. Her akşam evin yolunu şaşırmazlar, aynı saatte o evde olurlar. Ama ne aile fertlerine , topluma ne de kendilerine karşı sorumluluk duymazlar !

Hayata karşı çok kırışmış ve çok eskimiş bir soru soruyorum, biliyorum, ama 17 yıldır takip ediyorum bu insanları. Ot gibi yaşıyorlar dersem , belki doğru söylerim, ama bu ot gibi klişesi yüzünden bugüne kadar olduğu gibi tümüyle bu yaşamı, yaşayan ölüleri yanlış anlarız. Çünkü , bozuk toplum düzeninin babadan oğula geçirdiği çürümüşlük, yıkılmışlık, bitmişlik, kemiklerine kadar işlemiş insani duyguların ölümüne sebep olmuştur.

Yoksulluğun iki kuşak süren şırıngası, iliklerine kadar tüm kişiliklerini emip almıştır. Boksullar adını ben yakıştırdım, çünkü bildik yoksullardan değillerdi , ne diyeceğimi de bilmiyorum, çarşı iznine çıkmış askerler gibi hepsi yoksulluk üniforması altında tek bir insan gibi görünürler, yani hiçbiri görünmeden yaşar.

B u insanları takibe almaya karar verdiğim gün 12 Eylül günüdür, ihtilal olduğu günün sabahı kahvede herkes heyecandan ölürken, bu insanlar bir kenarda hamurlaşmış kağıtlar ve çürük tahta suratlarıyla oyun oynuyorlardı ve gün boyu bir kez televizyona bakmadılar, gördüm ve çok sonra anladım ki, ne ihtilal ne deprem , ne bir sosyal felaket ne bir maç, ilgilerini çekmiyordu.

Hastanede çalıştığım yıllarda bu insanların trajik, sahipsiz ölümlerine şahit oldum, yine işin içinden çıkamadım, çünkü 30-40 yaşları arasında büyük hastalıkların pençesine düşüyor; hastane, doktor ve ilaç ilgisizliğinden asla şikayet etmiyorlar. Cenazelerin ortada, sahipsiz kalışlarına ses çıkarmıyorlar. Ve hatta kadınlar kocaları, kocalar kadınları için kan vermek gibi kenarda biriktirdikleri küçük paralar gibi fedakarlıkları asla yapmıyorlar. Ama yine de birbirlerinden asla ayrılmıyorlar, inatla aile görüntülerine bir zeval getirmiyorlar.

Ve zamanla inandım ki, nasıl bir hayvanın ölümü o kadar trajık gelmez ise bir insana, hayvanlaşmış bu insanların ölümü de trajik gelmiyor bize. Onlar körleşmiş av köpekleri ! Sokaklarda buldukları çalı çırpıyla, ya da küçük komilik, getir götür işleriyle karın doyuruyor, bu aptalca, amaçsızca yaşamların farkında olmadan gidiyor.

Çünkü bu insanlar , umudu kendileri kaybetmedi. Kendileri kaybetmiş olsalardı , bir umut onu arıyabilirlerdi. Umudu babaları kaybetmişti, ve babalarından aldıkları tek miras: kaybedilmiş umuttu, yani ebedi umutsuzluk.

Bir gün sokakta dost olduğum balici bir çocuğun ailesiyle görüşmek üzere Akdere semtindeki evlerine gittim. İnsan maymunlarla, köpeklerle dahi konuşabilir, ama bu insanların ağızlarından iki saat boyunca tek bir kelime çıktı:Kızılay’a çocuklarını bulmak için inecekleri iki dolmuş parası olmadığını söylediler.

Birilerinin çocukları yüzünden yıldırım gibi üstlerine gelmesinden rahatsızlık duymuyorlardı. Aile içi bir dertle televizyon seyrediyormuş gibi ilgileniyorlardı. Çocuklarının durumu dolayısıyla birileri üzülüp kendilerine para, yiyecek verirse, uzamaktan artık kıvrılmış tırnaklı elleriyle uzanıp alıyorlardı, o kadar.

Aslında, dertlenip, üzülüp, bağırıp, çağırıp, küfür edip, bir acıklı türkü söyleyip, ne lan bu hayat deseler, onları yoksullar kategorisine alıp , bende rahat edecektim…

Onların hayatlarına nüfuz edebilmemiz , derinliklerinde olup bitenleri çözümleye bilmemiz hiç de kolay değil. Kolay olmadığını ergen yaşa gelmeden kızları, oğulları bizden daha iyi biliyor ve evlerini terk ediyor, kimi kerhaneye , kimi sokağa… Mesela kadının ağzında yalnızca iki diş vardı ve bu iki diş aygır dişi gibi iri ve güçlüydü, bende olsam kaçardım bu evden, dedim.

Ve, ya Savaş Ay’ın programına, ya da sıcağı sıcağına programına ya da Şişli’deki masaj salonlarında mastürbasyoncu kız olarak çalıştıklarında, işte orada tanıyoruz onları.

Sokağa düşen çocuklar, ağlamayı, acı çekmeyi, kederlenmeyi ,üzülmeyi ,isyan etmeyi öğrenmek, yani statü olarak insan olmayı tatmak için kaçıyorlar o evlerden. Ve hepsi anne babaları için yeryüzü kültürünün en soysuz-sonsuz küfürlerini ediyor, nefret ediyorlar, görmek istemiyorlar ailelerini.

Oruspulaşan, balici, it köpek olan çocukların büyük kısmı ölüyor, kayboluyor, dayanamıyor. Ayakta kalanlar, yaşları otuz-otuzbeşi devirenler, kendiliklerinden tarihin en büyük yasasını öğreniyorlar hayattan:

Yaşamak için ağlamak, acı çekmek türkü söylemek yok. Tam bunlar yoksulluğu, değişmeyecek acı gerçeği hatırlatıyor, isyanı hatırlatıyor. Sokak, gazete, televizyon, komşular, olup biten her şey hayatı hatırlatıyor onlara. Kaldırım taşlarındaki diziliş düzeni, bulutların uçuşması, hayatı hatırlatıyor. Evlerinden, anne-babalarına isyan ederek kaçan bu çocukların gagalaşan dudakları artık öpmek yerine ısırmaya başlıyor. Ve her ısırdıklarından dayak yiyip, hapse düşüp, anne-babalarının ne kadar haklı olduklarını görüp, onlar gibi suskun-duygusuz-takatsiz-kemik-çöp hayatlarına geri dönüyorlar.

Ve anne-babalarına yeraltında gizlenen Tanrılar gibi saygı gösterirler. İbadet ederler. Ve asla abartmadan. Ağlamadan. Sızlanmadan her akşam torbalarını çer-çöple doldurup, aynı saatte, aynı yolda yeraltı tanrılarının yaşadığı evlerinin yoluna koyulurlar. Duygu dengelerini bir gün olsun bozduklarında, ya birbirlerini bıçaklayıp baba katili olurlar, ya da sabaha kadar sokakta sızıp alkolik.

Anlamışlardır ki, anne-babalar onlara hayatın en yüksek göğündeki nağmeleri öğretmiştir:Duygu dengelerini bozmadan yaşamak. Duygu dengelerini hiç bozmayan anne-babalarının kemiksi-buruşuk yüzlerinde, hayatı ,dışarıyı, insanları hatırlatan tek bir çizgi olmadığı için kendilerini huzur içinde bulurlar. İşte ancak, hiç bir kışkırtısı olmayan sakin bir sığınakta yaşayıp giderler.

Çocuğu kerhaneye düşmüş bu insanların tek eğlencesi kendiliğinden kapılarını yuva tutmuş sokak köpekleri. Her şeyi en adi küfürleri etseler de, köpeklerini”eşek kulaklı” diye severler. Köpeklerinin hangi köpekle düzüştüğünü şehrazat hikayesi gibi anlatıp ve evin tek güzel, en sıcacık minderlerini altına verip huzur içinde yatarlar. Ve ancak, Jack London’un dediği gibi: köpeğe kemik atmakla iyilik yapılmış olmaz. Gerçek iyilik, köpek kadar açken kemiği köpekle paylaşmaktır diye, açlıklarını köpekleriyle aynı sofrada bastırırlar.

İşte sayın cumhurbaşkanımız Savaş Ay’ın programını seyredip bu çocukları görünce uyuyamamış. Ankara valisine duruma el koyması için telefon etmiş. Ertesi hafta Kızılay’da bir afiş. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in yüksek huzuruyla sokak çocukları için konferans. Ve yine o günkü gazetede bir haber Demirel’den: ”Serçeler bile yavrularını bırakmaz , bunlar nasıl anne-baba yavrularını sokağa bırakıyorlar” diyor…

Ne diyelim sayın cumhurbaşkanımıza. Uyuyamıyorsa geceleri, o da bu yoksul insanlar gibi en sıcacık minderlerini versin köşkün köpeklerine. Kuşmuş, serçeymiş, yavruymuş gibi beyanatlar verip, bize sokağa, dışarısını hatırlatan duygular hatırlatan şeyler söyleyip..

Otursun, oturduğu yerde, serçeymiş, yavruymuş, aileymiş, hayatmış, yıldızmış, doğaymış gibi laflar edip, duygu dengemizi bozmasın !…

Yüksek sınıf şöhret ve para için duygu ve onurlarını gönüllüce iptal ediyor. Hatta ömürleri bu duygularla dalga geçmekle geçiyor. Ancak, bazen bir yoksula üç-beş kuruş yardım etmek istediklerinde, bu yoksul insanlarda onur arıyorlar. Yoksul insanlara yardım etme şartını bu insanlarda onur aramaya bağlamak, Türk halkının değişmez zaafı ve hastalığıdır.

Link to post
Sitelerde Paylaş

Bu okuduklarımla, iyi bildiğim bir şeyi onaylatmış oldum, bilmediğim iki şeyi de öğrenmiş oldum, buraya taşıdığın bu yazı için teşekkür ederim.

Zaten bildiğim: Yazının ilk bölümünde anlatılan kişilik pazarının malları. Çok doğru tespitler, bu kadar tutarlı ve isabetli olabilir. Kelimesi kelimesine katılıyorum.

Bilmediğim:

1- Nihat Gencin hastanede çalışmış olduğu

2- Boksul olarak nitelendirilen kişilerin derin analizindeki detaylar. Bu kişilerin varlığını elbet biliyorum ama bu detayda bir yaşam analizlerine ilk defa rastlıyorum. Bilmediğim bir çok ayrıntı öğrendim. Çok ilginç. 12 Eylül darbesine bile duyarsız kalarak televizyona bakmayan, kağıt oynamaya devam eden insanlar, bana korku filmlerindeki "yaşayan ölüler" karakterini hatırlattı.

Tek kelimeyle "korkunç".

Elbette Demirelin duygusal tepkisi(!) ve yorumuyla çözüm önerisi de çok yerinde, yakışmış, bildiğimiz Demirel'e cuk oturmuş.

Link to post
Sitelerde Paylaş
  • Konuyu Görüntüleyenler   0 kullanıcı

    Sayfayı görüntüleyen kayıtlı kullanıcı bulunmuyor.

×
×
  • Yeni Oluştur...