Jump to content

Din Karşıtı ve Ateist Köşe Yazıları


Recommended Posts

Kuran’ın ‘okunma’ yöntemleri

22.3.2009

Sümer-Akad tablet kayıtlarının ve onlara dayanan üç kutsal kitabın ‘okunma’ türü yani içeriksel değerlendirme yöntemi üzerinde daha önce durmuştuk. Gerçekten de, yazılı hale getirilmesinin üzerinden 5 bin yıl kadar bir zaman geçmiş olan ve üç kutsal din kitabının da onlara dayandığını gördüğümüz Sümer-Sami kayıtlarında yer alan temel dini kavramların önemli bir bölümünde, bazı anlam kaymaları, soyutlanma, insan toplumunun yaşam koşullarının değişimine bağlı doğal içerik değişimi yaşanmış olabileceğini ve olduğunu hesaba katmayan her türlü ‘okuma’,doğal olarak, metinlerin içeriksel bir incelenmesi bakımından fazla işe yarayamaz.

Bununla birlikte, genel bir inceleme tarzı olarak, gerek ilahiyatçı bilim adamlarımız, gerekse “doğaüstü bir tanrı ve vahyi”ni kabul etmeyen düşün adamlarımız, sadece Türkiye’de değil, bütün dünyada, hem Sümer-Akad kayıtlarını ve hem de onların daha sonraki biçimlerine dayanan şimdiki üç dini kitabı, günümüzün kavramlarıyla okumaya ve yorumlamaya çalışıyorlar. Kendi çocukları ile bile bir dil birliği kurmakta zorlanan baba veya annelerin, 100 kuşak kadar önceki kendi ataları ile aynı kavramları aynı içerikte kullanmış oldukları yargısıyla hareket etmeleri, ilginç bir tutumdur.

Çalışma sonuçlarında belirtmeye çalıştığım gerekçelerle, benim böyle bir metoda dayanan değerlendirmelerle hemfikir olmam söz konusu değildir.

İşin aslına bakılırsa, dini kitapları bu günün kavram içerikleriyle okuduğumuzda, neyin söz konusu edildiğini bile anlayabilmek mümkün değil.

Örneğin Kuran’da, geçerken, şöyle bir bölüme yer verilir:

“Ve Tâlût, kuvvetleriyle yola koyulduğunda:

‘Bakın’, dedi, ‘Allah sizi şimdi bir nehirle imtihan edecek: ondan içen benden olmayacak, onu tatmaktan sakınan ise benden olacaktır;

bir avuç dolusu içen ise affa mazhar olacaktır.

Ancak, birkaçı dışında hepsi ondan [dolu dolu] içtiler.

O ve ona inananlar nehri geçer geçmez ötekiler:

‘Câlût ve kuvvetlerine karşı [koymak için] bugün hiç gücümüz yok!’ dediler.

[Ama] kesin olarak Allah'a kavuşacaklarını bilenler: ‘Nice küçük topluluklar, Allah'ın izniyle büyük kalabalıklara üstün gelmiştir! Zira Allah, güçlüklere karşı sabırlı olanlarla beraberdir.’ diye cevap verdiler.”

Burada, tanrının neden, “nehir suyu”nu içme veya içmeme temelinde bir “sınav” hazırlamış olduğunu; içenlerin neden “güçsüz düştükleri”ni pek anlayamayız. Bu bakımdan da, derhal ‘mesel’den sonuç’a geçmek gerekir! Kuran’ı Türkçeye çeviren ve tefsir eden Muhammed Esed de, bu bölümü, tıpkı böyle değerlendirerek şu yorumda bulunuyor:

“Bunun sembolik anlamı şudur: İnanç -birinin kendi davasının haklılığına inanması- yüksek bir iç-disiplin ile desteklenmedikçe ve kişisel menfaatler göz ardı edilmedikçe bir değer taşımaz.” [bAKARA (249)]

Eğer, Kuran’ın bu sözleri, örneğin yine Kuran’da yer alan ‘içinden nehirler akan cennet’ gibi tanımlamalardan; Tevrat’ta da yer alan ‘su içmemek ile imtihan’ motiflerinden, Babil ve Assur kayıtlarının ‘nehir tanrısı’ndan, Sümer-Akad kayıtlarında yer alan ‘tatlı su-nehir’ tanımlı olduğunu gördüğümüz Abzu-Enki kavramından; ‘Yaratılış’ anlatımlarının en başında var olan ‘Tatlı Su, Tuzlu Su’ temel kavramlarından, Zemzem suyu’ndan, İsa’yı ‘nehirde vaftiz’ ediminden, günümüzde kiliselerde kullanılan ‘kutsal su’ uygulamalarından... vb. bütünüyle bağımsız ele alırsak, yukarıdaki türde bir yorum, belki, değer kazanabilirdi.

Fakat sürekliliği bulunan dini yazını,edebiyatı, bu şekilde önceki biçimlerinden kopararak ele almak, bilimsel bir incelemenin başvuracağı yöntem olamaz.

İncelemelerimiz içerisinde görmüştük ki, erken dönem tabletlerinde yer alan ilahilerde “yaşam suyu”ndan içmek veya içmemek bir ayinle ilgili olmaktaydı. Tıpkı, ‘yaşam yiyeceği’nden yemek veya yememekte olduğu gibi. Hitit yazınında ‘dine bağlı kalmak’ deyimi , ‘kutsal ekmek yemek, kutsal su içmek’ deyimiyle eş anlamlı kullanılıyordu. İsa’nın ‘kutsal sofrası’, ‘yemek ve içmek’ kavramlarıyla belirleniyordu.

Bunların yanı sıra, biliyoruz ki, Kuran’da ‘cennet’ sözcüğü ,“içlerinde derelerin çağıldadığı has bahçeler, Edn bahçesi, Me’în” anlamlarında kullanılır ve genel olarak ‘cennet’ kavramı ‘nehir-su’ ile ‘gölgelik’ kavramlarıyla tanımlanır:

“Allah’a karşı sorumluluk bilinci taşıyan kimselere söz verilen cennet, içinde ırmakların çağıldadığı [bahçeler] gibidir; [fakat dünyadaki bahçelerden fazla olarak] onun ürünleri ebedîdir; gölgelikleri de [öyle].”( RA’D- 35)

“Altından nehirler akan Adn cennetleridir”

“Sakınıp korunanlara vaat edilen cennetin temsilî anlatımı şu: Altından ırmaklar akar, yemişleri de sürekli, gölgesi de. İşte korunup sakınanların son yurdu. Kâfirlerin son yordu ise ateş...” (Ra'd Suresi 35. Ayet)

“Takva sahiplerine va'dedilen cennetin durumu şudur: İçinde bozulmayan sudan ırmaklar, tadı değişmeyen sütten ırmaklar, içenlere lezzet veren şaraptan ırmaklar ve safi süzme baldan ırmaklar vardır. Ayrıca onlara her türlü meyve ve Rablerinden bir bağışlama vardır. Bunlar hiç o ateşte ebedi kalacak ve kaynar bir su içirilip de, barsaklarını parçalayacak kimselere benzer mi? ( Muhammed Suresi,15. Ayet)(1)

“İnanıp; iyi işler yapanları da, içinde ebediyen kalmak üzere girecekleri, zemininden ırmaklar akan cennetlere sokacağız. Orada onlar için tertemiz eşler vardır ve onları koyu (tatlı) bir gölgeye koyarız.” (Nisa Suresi 57. Ayet)

Muhammed döneminden 4 bin yıl önce var olduğunu şimdi artık belgeleriyle bildiğimiz ‘su-nehir’ ve ‘gölge’ kavramlarını, gezgin çöl toplumlarının ‘serinlik düşleri’ temelinde yorumlamak, tipik İslami reformist yorumcular veya kaba ateistler gibi davranmak olur. Aynı çöl topluluklarının önemli bölümünün ateş-güneş-gök kültüne de, kara renge de dayanmış olmaları, İslam’da ‘yeşil’, ‘su’,’gölge’ kavramlarının , ‘serinlik düşleri’, ‘vaha’ gerekçeleri ile açıklanamaz olduğunu gösteriyor. Kuran, Muhammed dönemine has birçok özel konuyu da ele almıştır ama onun ‘yaratılış’, ‘cennet’, ‘cehennem’, ‘yer-gök’, ‘ateş-su’ gibi temel kavramları, kendisinden, 4–5 bin yıl kadar önce de var olan, kullanılmış olduğunu Sümer-Akkad tabletlerinde gördüğümüz kavramların gelişmiş, bozulmuş, soyutlanmış haline dayanmaktadır. Bu bakımdan, Muhammed dönemine ulasan sözlü veya yazılı ilahiler, o sırada artik bozulmuş, içerik dönüştürmüş anlam haliyle ‘nehir’, ‘gölge’, ‘cennet’, ‘cehennem’ biçimiyle bulunuyor olmalıydı. Muhammed döneminin insanlarının, eski dini belgelerin kavramlarını, kendi dönemlerinde kazanmış olduğu içerikler temelinde ele alıyor ve inançlarını o temellere dayandırıyor olmaları son derece doğaldır.

Sümer adı verilenler ile Sami-Akad adı verilenler, ayrışmalarına temel teşkil eden veya zaten var olan etnik ayrılıklarını tanımladıkları ‘yer-toprak’ ve ‘gök’, ‘su’ ve ‘ateş’, ‘şeytan ve insan’, ‘cennet ve cehennem’, ‘iyi ve kötü’ biçimleriyle de tanıdığımız temel ayrım noktalarını bütün bir dini çizgi boyunca genel olarak korumaya çalışmışlardı. Bununla birlikte bir ittifak kuran bu iki farklı toplum biriminin kaynaşma sureci, aynı zamanda, başlangıçta kesin olarak ayrı ayrı bulunan kavram ve uygulamaların da iç içe geçme sürecini ifade eder. Üç farklı dinin içinde, Sümer-Sami toplulukları döneminde ayrı ayrı bulunan kavram ve ritüellerin, birçok halde karmaşık hale gelmiş, aynı ritüelin içinde birleşik halde yer alabiliyor olmasının nedeni budur. Toplumsal örgütlenmede bu durumu, yabancı bir gelinle evlenen oğul’un oluşturduğu aile tipinde minyatür haliyle buluruz.

Bu bakımdan da, gelin ile kaynana-kayınbaba çatışması, bir ‘kültürsüzlük’ göstergesi olarak bütün dünya toplumlarına has değildir. Örneğin, karşılıklı kuzin-kuzen toplu evlilik biçimleri geleneğine dayanan toplumlarda, bu ister Avrupalı olsun, ister ‘kültür görmemiş’ Afrika veya Asya toplulukları olsun, doğrudan Sümer-Sami kaynaklı toplumlardan daha az sorunludur. İç evlilik biçimi yasaklayan ve karısını mutlaka ‘yabancı’, fakat ittifak halindeki topluluktan almaya yönlendirilmiş topluluklarda, bu ikisinin zorunlu ‘düşman kardeşliği’,gelin ile kaynana-kayınbaba çatışması halinde, başka nedenlerin yanı sıra, yaşanır. ‘Âdemoğlu’nun, ‘yılan’ veya ‘köpek’ totemli bir soydan olan ‘Havva’ ile evliliği, herhalde başka bir sonuç doğuramazdı. Bunun Sümer kayıtlarındaki ifadesi, ‘Âdemoğlu’nun “Lilitta” ile “göksel-ilahisel varlık’ların, “Âdemoğlu kızlarıyla” evliliği biçimi alır ki, doğan çocukların ‘ejderha mı’,yoksa ‘insan mı’ olacağı, yani hangi toplum birim aidi haline geleceği, daha ilk donemin en ciddi çatışma alanını yaratır.

Toplumsal alanda, kaçınılmaz olarak farklıların farklılıklarının erimesiyle sonuçlanmaya doğru ilerlemesi; farklıların giderek tek bir ortak toplum birim halini alması süreci, dini inançların da bir sentez süreci yaşaması anlamına geliyordu. Bu bakımdan örneğin, İslamın kutsal zemzem suyu kavramında, aynı zamanda kilisenin kutsal vaftiz suyu’nun bulunuyor olması; bunlar başlangıçtan bu yana iki farklı toplumsal gurup olarak var olsalar ve bu farklılıklarını dini düzlemde de dile getirmiş olsalar bile, bu giderek bütünleşme eğilimine bağlıdır. Daha ilk ittifak döneminden itibaren başlayan bu çok ilginç ve o ölçüde de son derece doğal, insansal olan sentez sürecini ilerde, daha ayrıntılı olarak incelemeye çalışacağız.

Sümer-Akad dönemi toplulukları, gerçekten de, daha en başında, erken dönemde, Kuran’ın ifadeleriyle, ‘ateşin yarenleri’ ile ‘suyun yarenleri’ biçiminde de ifade edilebilecek bir ayrıma sahip olarak yola çıkarlar. Karşılıklı ittifaka, ‘tatlı su’yu temsil eden toplulukların ‘ateşe’ tapmaya; ateşi temsil eden toplulukların da ‘tatlı suya’ tapmaya başlamalarıyla sonuçlanır. Bu, günümüzde birbirini tanıyan iki ülkenin, karşılıklı olarak temsilcilik, konsolosluk açmalarından ve birbirlerine davranışlarını, konsolosluklara karşı davranışlarıyla sembolleştirmelerinden daha karmaşık bir süreç değildir aslında. Hatta belki, şimdiki bu yönetimsel örgütlenme, eski toplumun karşılıklı mabet açma uygulaması sürecinin devamı, dinin ticari ve örgütsel yapıdan giderek ayrışmasının bir ürünü olmalıdır. İmparatorlukların dini özellikte var olduğu şartlarda, kiliseler her toplumun temsilciliğini üstlenebilirdi. Modern dış temsilcilikler, ulusal yapılarla birlikte anlam kazanmıştır.

Sümer-Akkad eski toplumlarının, ilk mabetleri, yabancı erkeklerin yerli kadınla cinsel buluşma alanları olarak şekillenmişti. Yerli topluluk, kendi toprakları üzerindeki mabette, ittifak kurduğu yabancı topluluğun temsilci olan kutsal varlığı bulunduruyordu. Bu bakımdan ondan çekiniyor; bu bakımdan ona sunularda bulunuyor; bu bakımdan tüm eski yükümlülüklerini, kutsal dilde ‘günahlarını’ gidermek için bu temsilciye başvuruyor olmalıydı.”Ateşin suyla tamamlanması” süreci de böyle yaşanmış olmalıdır.

Bu noktayı, biraz bozulmuş haliyle Muhammed’in ifadesiyle Kuran’da da buluruz:

“Ve ateşin yarenleri, cennetliklere:’Üzerimize biraz su dökün yahut Allah'ın size bahşettiği [cennet] azıklar(in)dan dan (bize de atın)!’ diye seslenecekler.

[berikiler diyecekler ki :] ‘Doğrusu, Allah, gerçeği inkâr edenleri her ikisinden de yoksun kılmıştır” [ARAF (50)]

Burada ‘ateşin yarenleri’,’cehennemlikleredir yani ayni zamanda ‘ateşe’ tapanlardır da. Bunların dileği ‘söndürücü’ su’dur. Günümüzde, yola çıkan birisinin ardından su dökülmesi uygulaması, isteyenin istediği biçimde yorumladığı bir görenek olarak tanıtılır. Fakat bunun asıl anlamını, Hıristiyanlıkta, ‘nehir vaftizleri’nde, ayinle ilgili yıkanmalarda bulmak gereklidir. Bu noktada, ‘ışık’, ‘mum’, ‘gök’, ‘nur’, ‘ateş’,zamanla ayrışmış kavramlar olarak ‘ateşin yarenleri’ olan topluluğa aitti. İslamın içine, bu eski etki alanı, daha çok Şii, alevi kesim aracılığıyla gelmiştir. Bektaşi Aleviliğinde ‘nur’, ‘ateş yakma –söndürme’ ritüellerinin gerisinde veya su’dan uzak durmada ; onlara ‘yıkanmama’ eleştirilerinde, tarihin bu geri ilişkileri tanınmadan açıklama yapılamaz.

İslam’ın ‘abdest’,‘gusül’ veya ‘teyemmüm’ünün fiziki bir temizlikle ilgili olmadığını görmüştük. Modern temizlik bakımından, kadın ve erkeğin sevişmesinden sonra değil, önce olan yıkanmanın gerekli olduğu çok açıktır. Avrupa Hıristiyan topluluklarında, ‘gusül’ sevişmeden önce yapıldığı için, modern temizliğe daha çok uyar. Ama burada, sadece kuş taşa çarpmıştır. Çünkü eski toplum ‘su konusu’na,sadece, hiç de şimdiki toplum gibi fiziki bir temizlik aracı olması bakımından yaklaşmıyordu; dini anlatımlardaki ‘su’ bir ‘arınma’,bir ayin haliyle ele alınıyorlardı ve ateşe, güneşe, göğe tapan semitik topluluklar, bir cinsel birleşmeden önce, [çünkü eski toplumda ‘cinsel birleşme’, herhangi bir düşmanla ilişki, düşmanla savaş, düşman öldürme edimleri ile aynı temel anlamlara sahipti] ‘yıkanarak’ arındırılıyordu. Burada, cinsel ilişki kurabilmek için, cinsel ilişki kurmak isteyen erkeğin (ve kadının),ölüm-dirilim seansından geçmesi anlamında bir ayin olarak yıkanma ile karşı karşıyayız. Bunu, etkileri bize de gelen, İnanna gelin-güvey hamamlarında, Homeros’un, yerli kadının yıkadığı yabancı damat adayı anlatımlarında da buluruz.

Kuran’da Muhammed’in anlatımlarında, kendinden önceki dönemde oruç’un, gece ve gündüz, “cinsel ilişki yasağı”nı da kapsadığını görmüştük. Kutsal günlerde Musa da halka, “Üçüncü güne hazır olun” diyor, “Bu süre içinde cinsel ilişkide bulunmayın” diye direktif veriyordu. ( Çık.19: 15) Çünkü bu topluluklarda ‘cinsel ilişki’ yabancı (kadın) ile; bu kadının aidi olduğu yabancı toplum birim ile savaşın bir parçası olarak ele alınır. Su ile arınma, gusül veya teyemmüm, bu bakımdan, yabancı ile bir savaş, yabancı kanı dökme ile eş anlamlı ele alınan cinsel ilişki sonrasına ait bir ‘arınma’ edimiydi. Savaştan dönenin, kanlı ellerle tanrıya yakarmasının mümkün olmaması gibi… Dolayısıyla, ne, İslamın cinsel ilişki sonrasına aktardığı “arınma”, ne de Hıristiyanlığın cinsel ilişki öncesine yerleştirdiği “yıkanma”nın, günümüzdeki modern temizlik ile bir ilgisi vardır! Kuşun tuşa çarptığı anlardan yola çıkan ‘Avrupa kültürü’ hayranı Türk aydın tiplemesinin, aynı zamanda bilgisel düzeyini en dar alana iteklemiş bir aydın tiplemesi olması tesadüf değil.

Günümüzde kapısından girilirken mum yakılan ve rahibin imanlı üzerine “kutsal su” serpmesiyle arınan Hıristiyan topluluğun kilise uygulaması, eski toplumun yakarak insan kurban etme uygulamasının sembolik tarzının, neredeyse eksiksiz bir anlatımını verir aslında.Hitit ateş ritüellerinde,imanlı ateş’in üzerinden,sağından koşarak hızla geçiyor ve en yakın ‘nehire’ kendini atıyordu... Avrupa aydınlarının, bizzat ‘aydın’, ‘ışık’ kavramıyla tanınması; bilgi çağının ‘aydınlanma çağı’ olarak nitelenmesi, Avrupa topluluklarının, ateş-güneş-gök kültü ile aralarındaki bağların etimolojik kalıntılarından bazılarıdır.

Bütün bunlara, burada bir- iki nokta daha eklemek yerinde olabilir.

Eski yazılı yasalarda, adaleti sağlamak veya adalet dağıtma aracı olarak ‘Nehir tanrısına’ başvurulduğunu görmüştük. Erken Sümer-Sami dönemlerinden itibaren, nehirlere canlı insan-hayvan kurban sunumuna ve ölenlerin nahıra bırakılmış olduklarına dair bulgulara sahibiz. İsa’nın mutlaka ‘nehirde vaftizi’,insanların nehir aracılığıyla kurban edilmesi geleneğinin aşılmış biçimiydi. Önceki İsa, bu vaftizle ‘ölüyor’ ve yeni İsa omuzunda güvercinleriyle ‘diriliyor’du. Bu durumda ‘Nehirden su içmeme’ motifinde yer alan ‘nehir’ kavramı, bu yanıyla günümüzdeki anlamıyla nehir veya ırmakları ifade ediyor olmaktadır. Eski Sümer-Sami topluluklarının yerleşim alanlarında, bildiklerimiz arasında, hemen hepsinde ‘kutsal, arınmış, saf nehir-ırmak’ bulunmaktadır. Ninlil’in de, Ninki’nin de, Enlil ve Enki ile ilk cinsel birleşmelerinden önce bu ‘saf ırmakta’ arınmış olduklarını görmüştük. Hintlilerin nehirde arınma

Ritüellerinde, erken Sümer-Sami topluluklarının, bireyin kurban edilmesi işlemini aşmayı sağlayan bu uygar buluşlarının etkisi olmuş olmalıdır.

Öte yandan, Kuran’daki cennet’in ‘gökyüzünde’ bulunması, yani bizim okuma kavramlarımızla, göğe tapımcı semitik toplulukların tapınak alanlarını ifade ediyor olması (erken Sümer –Sami topluluk kayıtlarında, tapınaklar aynı zamanda ‘gök dağı’, ‘yer dağı’ vb. biçiminde de ifade ediliyorlardı), onlarda ‘nehir, ırmak’ kavramının erken dönemde daha farklı bir içerikle de kullanılmış olması gerektiğine işaret ediyor. Gerçekten de, yukarda da belirttiğimiz gibi,‘Cennet’, Kuran’da “Me’în” sözcüğü ile ifade ediliyordu ve bu sözcük “berrak çeşmeler, gözeler, kaynaklar” anlamındadır da. .

Muhammed ESED’in açıklamasına göre, Taberî, İbni Abbas, Lisânu’l-Arab ve Tâcu'l-Arûs’a göre, cennet, ‘içlerinde derelerin çağıldadığı has bahçeler’ anlamında kullanılmaktadır. Bu bakımdan da, ‘ırmaklar’,şimdi kullandığımız ve anladığımız anlamdaki bir gökyüzünde akıyor olmazlardı. Burada söz konusu edilen ‘göze, kaynak, ırmaklar’, ‘gök-ateş’ kültüne ait olan Sami topluluklarının topraklarında bulunan tapınaklardaki ‘göze, kaynak, ırmaklar’ olmalıydı. Kutsal kitaplarda ‘gök’ denildiğinde Sami topluluk ve toprakları; ‘yer-toprak’ denildiğinde Sümer topluluk ve toprakları anlaşılmalıdır.

İsacılıkta “gök=tanrı” eşitlemesinin bulunduğunu; İsa’nın “göklerin sahibi” olarak ele alındığını anımsamak gerekir. İnanna da ‘göklerin kutsal fahişesi’ biçiminde ifade ediliyordu. Fakat biz biliyoruz ki, İnanna tapınakları, şimdiki içeriğiyle ‘yeryüzünde’ idi ve İnanna’ya şimdiki içeriğiyle, “ateş-gök” topluluğu olan Samilerin topraklarında tapılıyordu. ‘Gök tapınağı’,Samilere ait tapınak tanımlarıydı. Çünkü Sümer-Sami erken dönemlerinin ‘gök’ ve ‘yer’ kavramları bizzat Sümer ve Sami toplulukların kendilerinin tanım aracı olarak kullanılmıştı.

Yukarıda “cennet”in bir tanımlayıcı ve tamamlayıcı unsuru olarak kullanılan “Gölge” konusu ise, ayrıca incelemeye değer bir kavramdır. Erken Sümer-Sami tabletlerinden itibaren karsılaştığımız bu kavramı, Eski Ahit’te de buluyoruz. “Gölgeéyi,günümüzde bile, bir dizi farklı, değişmeceli anlamıyla kullanabildiğimize göre, geçmişte sadece ‘güneş ışığının az olduğu yer’ anlamıyla kullanılmış olduğunu düşünmek yanlış olacaktır. Bizi böyle düşünmeye sevkeden çok somut uyarılara,Gölge’ye, Kuran’da farklı bir anlamda karsılaştığımızda da, rastlarız:

“ Üç katlı gölgeye doğru gidin” ( MÜRSELAT- 30)

Bu “3 katlı”lık, ölüm, hesap günü, yeniden diriliş vb. gibi ‘ilahi’ yorumlara doğru genişletilmiş olsa da, M. ESED açıklamasında, ‘gölge’ hakkında şöyle diyor:

“Zıll kelimesinin aslî anlamı ‘gölge’dir; böylece zıllen zalîlen ifadesi, “en ziyade gölge eden gölge” olarak çevrilebilir: Yani, “koyu bir gölge”. Ancak eski Arapça kullanımında zıll kelimesi, aynı zamanda, “örtü” veya “sığınak” ve mecazî olarak “koruma” (RâğıB); ayrıca, “bir rahatlık, keyif ve bolluk durumu” (karş. Lane V, 1915) veya kısaca “mutluluk” anlamlarında kullanılmıştır -zıll zalîl terkibinde ise “sonsuz mutluluk” anlamını ifade eder (Râzî)- ki bu, “cennet” teriminin mecazî anlamlarıyla da uyumlu bir karşılıktır.”

“Gölge” kavramına “bulut” tercümesi haliyle Eski Ahit’te de çok rastlıyoruz:

“Musa gidip halkın ileri gelenlerini çağırdı ve RAB'bin kendisine buyurduğu her şeyi onlara anlattı.

Bütün halk bir ağızdan, "RAB'bin söylediği her şeyi yapacağız" diye yanıtladılar. Musa halkın yanıtını RAB'be iletti.

RAB Musa'ya, "Sana koyu bir bulut içinde geleceğim" dedi,

"Öyle ki, seninle konuşurken halk işitsin ve her zaman sana güvensin." Musa halkın söylediklerini RAB'be iletti.”(Çık.19: 9)

Üçüncü günün sabahı gök gürledi, şimşekler çaktı. Dağın üzerinde koyu bir bulut vardı. Derken, çok güçlü bir boru sesi duyuldu. Ordugahta herkes titremeye başladı.

Musa halkın Tanrı'yla görüşmek üzere ordugahtan çıkmasına öncülük etti. Dağın eteğinde durdular.

Sina Dağı'nın her yanından duman tütüyordu. Çünkü RAB dağın üstüne ateş içinde inmişti. Dağdan ocak dumanı gibi duman çıkıyor, bütün dağ şiddetle sarsılıyordu.

“Musa dağa çıkınca, bulut (gölge) dağı kapladı.

RAB'bin görkemi Sina Dağı'nın üzerine indi. Bulut (gölge) dağı altı gün örttü. Yedinci gün RAB bulutun içinden Musa'ya seslendi.

RAB'bin görkemi İsrailliler'e dağın doruğunda yakıcı bir

ateş gibi görünüyordu.

Musa bulutun içinden dağa çıktı. Kırk gün kırk gece dağda kaldı.” ( Çık.24: 18)

“Musa ne zaman çadıra gitse, bütün halk kalkar, herkes

çadırının girişinde durarak Musa içeri girinceye kadar arkasından bakardı.

Musa çadıra girince, bulut sütunu aşağı iner, RAB Musa'yla konuştuğu sürece girişi kapardı.

Bulut sütununun çadırın girişinde durduğunu gören herkes kalkar, kendi çadırının girişinde tapınırdı. (Çık.33: 10)

Buluşma Çadırı Üstündeki Bulut

(Say.9:15-23) (Çık.40: 34)

“O zaman bulut Buluşma Çadırı'nı kapladı ve RAB'bin görkemi konutu doldurdu.

Musa Buluşma Çadırı'na giremedi; çünkü bulut her yeri kaplamış, RAB'bin görkemi konutu doldurmuştu.

İsrailliler ancak bulut konutun üzerinden kalkınca göçerlerdi.

Bulut durdukça yerlerinden ayrılmaz, kalkacağı günü beklerlerdi.

Böylece bütün yolculuklarında konutun üzerinde gündüzün RAB'bin bulutu, gece de ateş İsrailliler'e yol gösterdi.” ( Çık.40: 38)

“Gölge” kavramına,erken Sümer ilahilerinde de, “gölgeden ışığa, ışıktan gölgeye geçmek,geçirmek” vb. halleriyle rastlıyoruz.

Bu bakımlardan, Kuran’ın “cennet gölgesinin”,kutsal ocakla, kutsal esrar içimiyle, kutsal tütsü âdetiyle vb. bir ilgisi bulunup bulunmadığını incelemeye çalışmak, pek yanlış olmayacaktır.

**

(1): “Süt ve bal nehirleri akan” bölgeler Kuran’da ‘cennet’ haliyle yer alırken, bu tanımların Eski Ahit’te “Kenan ülkesi”ni anlattığını görüyoruz. Eski Ahit’te Yehwah tanrı, Musa’ya şöyle demişti:

“Süt ve bal akan ülkeye senden önce bir melek gönderecek,

Kenan, Amor, Hitit, Periz, Hiv ve Yevus halklarını oradan kovacağım. Ben sizinle gelmeyeceğim, çünkü inatçı insanlarsınız. Belki sizi yolda yok ederim." (Çık.33: 2-3)

Kaba veriler,öyle gösteriyor ki,Havva anamız ile Adem babamızın yerleştirildiği ‘cennet’ olarak tanıdığımız alan ve Musa’da “Kenan ülkesi” haliyle tanımlanan bölge,şimdiki Malatya şehrine de isim kaynağı olmuş olması muhtemel,İnanna’nın bir öteki biçimi olan Milatta-Lilit kült merkezli bölgedir.Bu bölgenin,ateş-güneş-gök tapımcılığına merkez olması; Namrut/Marduk kültüne merkez olması ; ‘Adem oğulları’nın ‘toprak’tan-kara’dan var edilmesine karşın,şeytan’ın ‘ateşten’ yaratılması,Havva’nın şeytan-yılan soyundan olması, ateş-su karşıtlığının bu anlatımda kazandığı biçimle ilgilidir. Eski ilahi aktarıcılarımız,

“göksel varlık’lar- melekler ,insanoğlu kızlarıyla evleniyorlardı…’ dediklerinde,anlıyoruz ki burada kastedilenler, ‘toprak’- ‘kara (renk) soyu,bu anlamdaki ‘Ademoğlu’ ile , “göksel varlıklar, melek, seytan, yılan,şahmaran,göksel İnanna” ise,ateş-güneş-gök kültü ile belirlenen Sami topluluk atalarıydı.

Cennet’in veya eski Meluhha yerleşiminin coğrafi alanının Etiyopya’larda aranma yanılgıları,kavramların doğru içeriksel temeliyle ele alınmamasına bağlıdır.

Kuran’ın ‘okunma’ yöntemleri

Enuma Eliş...'Yaratılış'ın Sümer anlatımı...

Gündelik veya Dini Kavramların Kökenleri..

Üç Kutsal Dinin Toplumsal Kökenleri-2

Üç Kutsal Dinin Toplumsal Kökenleri

“Üç Kulhü Bir Elham” veya Kuran’ın Kökenleri

Dinlerin Eleştirilmesinde Yöntem ve İçerik

Dinlerin Eleştirilmesinde Yöntem ve İçerik-2

Dinlerin Eleştirilmesinde Yöntem ve İçerik-3

Dinlerin Eleştirilmesinde Yöntem ve İçerik-4

Dinlerin Eleştirilmesinde Yöntem ve İçerik-5

Dinlerin Eleştirilmesinde Yöntem ve İçerik-6

Dinlerin Eleştirilmesinde Yöntem ve İçerik-7

Dinlerin Eleştirilmesinde Yöntem ve İçerik-8

"Üç Kutsal Din Kitabının Sümer-Akkad Yazın Kaynakları"

toplum ve tarih...

Link to post
Sitelerde Paylaş

MECBURİYETTEN SEÇİMSİZ VE GEÇİMSİZ - MELİH PEKDEMİR

Bugünün konusu mecbur: Seçim sonuçları... Ne yapacağım? Gazetenin taşra baskısına yetişmesi için sonuçları bilmeden, mecbur başka şeylerden söz edeceğim. Gerçi ne diyeceğiz ki? "Onlar" hep iktidar… İktidar!

Şöyle bir hikâye vardır. Otobüste bir adam yaşlı bir kadının ayağına basmış, o da can acısıyla "hayvan" demiş. Adam pis pis sırıtmış. Kadıncağız da dönmüş, "Hayvan diyorsam, bülbül demiyorum, kanarya demiyorum, ayı diyorum ayı!" demiş...

Şimdi "iktidar" diyorsam, "demokrasi" demiyorum, "seçim" demiyorum… Yoo hayır, devamında kimseye hakaret etme niyetim yok.

İddiam şudur: AKP‘ye destek veren kimi aydınlar Stockholm Sendromu‘ndan mustariptir. "Stockholm Sendromu", mazlumların kendilerini zalimlerle özdeşleştirmesi gibi duygular ifade eden bir nevi hastalık belirtisi. Adını da 1973 yılında İsveç Stockholm‘de yapılan bir banka soygunundan almış. Bu soygunda rehin olarak tutulan insanlar bir süre sonra kendilerini rehin alan soygunculara yakınlık duymaya başlamışlar; "ama bunlar iyi insanlar, bize yiyecek verdiler, bizi öldürmediler ki…" deyip onların tarafına geçmişler ve hatta yargılama sırasında soyguncuların avukat parasını dahi aralarında toplamışlar.

Şimdi de öyle olmuyor mu? "AKP aslında iyidir, bakın bizi darbeden koruyor!" (Aynı sendrom, tam tersinden, hakiki darbe dönemlerinde de yaşanmıştı. Bkz. Ahmet Altan‘ın 12 Eylül günlerinde yazdığı pornografik "Sudaki İz" romanı. Yazarına göre, ezcümle, devrimciler mücadele etmeseydi darbe filan olmazdı!) Yani, kimi aydınlar bükemedikleri bileği öpmeye teşnedir.

Eski darbe girişimlerini elbette ve iyi ki madara ettiler. İddianamesi yazılmış darbenin tehlikesi olmaz! Darbe girişimcilerinin yedikleri haltlar (cinayetler, ölüm kuyuları, entrikalar) niyet ettikleri işin tabiatında var. Tabiatları kurusun! Ama şimdi, asıl tehlike, bunların tasfiye edilmesindeki sebebi görememek. Demokrasi aşkı mı? Yoksa, ABD politikaları moderatörlüğünde hükümet ile birlikte, askeriyenin bir kısmının diğer kısmını etkisiz hale getirmesi mi? Sonraki adım demokratikleşme mi olacak, ya da ne? Asıl marifet darbe varken, darbe tehlikesi varken tankların üzerine tırmanabilmek değil mi? Sırf askeriye (hele hele mütekait askeriye) karşısında kostaklanınca demokrat olmuyorsun, cesur da olmuyorsun…

AKP bugün çok pervasız… ABD‘den ve cemaatlerin örgütlü gücünden başka hiçbir şeyden korkmuyor. Cemaatçiler farklı mı? Hepsi aynı ağacın dalları… Geçtiğimiz haftalarda Vatan gazetesinde bunların sözcülerinden Hüseyin Gülerce‘nin bir röportajı yayınlandı. "Mağdurlar" muktedir oldular ya, "her şeyi biz biliriz, biz söyleriz" ahkâmı da bunlarda… Gülen‘e gülmek için değil, ciddi ciddi tartışmak için iki tez öne sürüyorlar:

Birincisi, cemaatler demokratikleşecekmiş. Nasıl yani? Dernekler masasına başvurup "Biz tüzüğümüzü değiştirdik" mi diyecekler? Yani orta yere bir sandık koyacağız, şeyhlerimizi, oy kullanarak seçeceğiz, artık eleştiri-özeleştiri serbest… Yahu bu cemaat örgütlenmeleri, en jakoben örgütlerdir. Tepeden inmeciliğe karşıyız derler, ama bir yandan biat kültürü, bir yandan "en tepeden" ilahi buyruklarla sevk ve idare edilirler. Din ve özel olarak İslamiyet en kadim toplum mühendisliğidir. Toplumu ekonomisinden siyasetine, kültüründen hukukuna, gündelik yaşamına kadar tanzim eder. Bizim liberaller ise bunlara sivil toplum örgütü payesi vermeyi pek severler. Cumhuriyetin kıyafet kanunu karşısında Kuran‘ın Nisa suresindeki ilahi kıyafet kanununu savunmayı özgürlük diye yuttururlar. Toplum mühendislerinin topluma "şekil" vermesini haklı olarak eleştirirler, ama topluma "şekil verme" bakımından (ayetleri, hadisleri, sünnetleriyle tam bir şablon olan) İslamiyet‘i es geçerler.

İkincisi, şimdiki demokrasi yetmezmiş, memlekete "mana boyutunda demokrasi" lazımmış! "Mana"nın manası nedir? Maneviyat… Yani açıkçası dini esaslar… Şimdi onlar böyle deyince, biz de haliyle referansın, kimdir, nedir diye soruyoruz. Spinoza, Hegel filan olacak değil ya… Nakşibendîlik tarikatı, yani Nurculuk, yani Risale-i Nur‘lar! İşte bunların yer aldığı birinci kaynaktan, ayetlerden, hadislerden alıntı yaptığınızda da hemen mızmızlanıyorlar. Ortada kuyu varmış, yandan geçmeliymişiz! AKP‘ye oy vermeliymişiz!

Neyse ben yine de seçim sonuçlarını şimdiden ilan edeyim: Ülke genelinde yine muktedirler kazandı, bizler kaybettik. Ne diyelim? Bu "yolda" galiptir mağlup dahi olan…

*Birgün ( http://www.yenidendevrim.org/genel/bizden_...668&tipi=23 )

Not: Alıntıdaki koyultmalar bana aittir.

Link to post
Sitelerde Paylaş
  • 2 weeks later...

John Lennon'la birlikte dinin olmadığı bir dünya hayal edin; İntihar bambacılarının,Haçlı seferlerinin,cadı avlarının,Barut konplosunun,Hintliler ile Pkistanlıların ayrılmasının, İsrail-Filistin savaşlarının, Sırp-Hırvat-Müslüman katliamlarının,'İsa katilleri' yakıştırmasıyla Yahudilere yapılan eziyetlerin, Kuzey Irlanda 'sorunlarının' ,'namus cinayetlerinin' , saf insanların paralarını ellerinden alarak onları soyup soğana çeviren parlak takım elbiseli, kabarık saçlı televanjelistlerin olmadığını hayal edin.Antik heykelleri yıkıp yok eden Taliban'ın olmadığı,kafirlerin halk içinde kafalarının kesilmediği, kadınların vücutlarının, birkaç santimetresini gösterdikleri için kırbaçlanmadığı bir dünya hayal edin!

Richard Dawkins; "Tanrı yanılgısı"; sayfa 9

Link to post
Sitelerde Paylaş
  • 3 weeks later...

"Laik Obama’ Dua Günü’nü de atladı"

ABD Başkanı Barack Obama’nın Bush’un Beyaz Saray’da yüksek katılımla düzenlediği Ulusal Dua Günü’ne katılmaması ülkede büyük tartışma yarattı. Muhafazakârlar Obama’yı, “ABD’yi dinsizleştirmekle” suçladı.

Bush’a kadar ABD başkanları, bu gün için yazılı mesaj yayınlarken, Bush 8 yıllık görev süresinde, Beyaz Saray’da dini grupların katıldığı ayinler düzenledi. Obama’nın sözcüsü, Başkan’ın her gün gibi Dua Günü’nde de tek başına dua edeceğini ve ayin düzenlemeyeceğini ancak gün ile ilgili bir yazılı açıklama ile herkesi dua etmeye çağıracağını açıkladı. Bu açıklama, ülkede büyük tartışma başlattı. Düzenleme Kurumu, Obama’nın kararından büyük üzüntü duyduklarını söyledi.

Muhafazakâr basın ise, Obama’yı ABD’yi “dinsizleştirmek”le suçladı. Başlarda Obama’nın gizli Müslüman olduğunu öne süren muhafazakâr basın, “Bu adam Müslüman bile değil. Müslüman olsaydı, dua ederdi. Aslında gizli ateist” diye yazdı. Amerikan Ateistler Birliği ise, Obama’nın hareketini mutlulukla karşıladıklarını söyledi.

Link to post
Sitelerde Paylaş
  • 3 months later...
  • 5 weeks later...

Elbiseloji

Kralın gözle göremediğin giysilerinden bahsetmek ne zevkli muhabbettir! Biraz metafizikle uğraşmış, spekülatif ilimlere aşina biri bunu bilmez mi?

Gözün görmez çünkü şeytan gözünü karartmıştır: önce buna inanman lazım. Bunca kıymetli hocanın, evliya ve enbiyanın “gördüm” dediği giysileri görememen günahkâr nefsinin sana oynadığı bir oyundur. Nefsini inkârla işe başlarsın.

Sonrası çorap söküğü gibi gelir. Günde beş vakit o güzel giysileri övmeyi öğrenirsin. Kralın giysileri ipek midir keten midir? Dün giydiğini bugün de giyer mi? Kumaşı insan kumaşı mıdır yoksa manevî âlemin sırrı ile mi dokunmuştur? Bu konuları binlerce yıldan beri tartışan âlimlerin ilmine ve ustalığına hayran olursun.

İnsan aklı başlangıç noktalarını sorgulamakta tembeldir. Başlangıcı bir kez kabul ettikten sonra önünde deryalar gibi kütüphaneler açılır. Kralî elbiseloji ilminin ummanına dalar, görülmedik lezzetlerle tanışırsın.

Mübarek perşembe günleri kralın en muhteşem giysilerini giydiğini söylerler. O gün herkesle beraber “ooo!” diye haykırıp secdeye gelmeyi öğrenirsin.

Kırk yılın başında çocuğun biri çıkar “ama kral çıplak!” der safça. Önce onu sevecenlikle uyarırsın. “Şeytana uyma” dersin. Halkla beraber secde ederse zamanla onun da elbise ilminin derunî lezzetine varacağına güvenirsin.

Israr ederse susturursun. Düzelme ihtimali olmayacak kadar yaşı geçkin bir çocuksa, mecbur, katledersin.

Çünkü hakikat zehirdir. Şeytana emanet ettiği iç kalbinde bütün insanlar hakikati bilir. Biri yüksek sesle hakikati söylerse hiç belli olmaz, birden bakarsın milyonlar uyanıvermiş, “aa tabi ya, biz de biliyoruz kral çıplak!” diye itiraf edivermiş.

Sevan Nişanyan, 26/09/2009, Taraf

Link to post
Sitelerde Paylaş

Biz apaçık yazılar indirmişizdir dininizi dışa vurmayın diye

Havaya bir ‘salih amel’, bir ‘nefis hakimiyeti’ halleri hakim olacak ki...

Geçen yıl, “Ramazan sözcüğünün aslı Arapça değil Sanskritçedir. "Ramadhana-sudra" Arapça kökle yazılırsa "Ramadan” okunur” yazdım, yemediğim küfür kalmadı.

“Amin Arapça değildir. Mısır kralı Amenofis’in talimatıyla, her dua kralın adı anılarak (Amen) bitiriliyordu. Dinlere geçen amin’in kökeni eski Mısır’dır” yazdım, yine yemediğim küfür kalmadı.

Bu yıl Ramadhana Sudra açılımımıza ‘oruç’la başlıyoruz. Uluğ Kök Tengri mailbox’ımıza nurlar yağdıra!

İslamiyetin ilk 13-14 yılında ‘oruç’ yok. İlk kez 624 yılında uygulanıyor.

Yahudilere İslamiyeti kabul ettirmek isteyen Muhammed ‘Yahudi Açılımı’ yapıyor.

Kıbleyi değiştirip Kudüs’e çeviriyor. Yahudilerin tuttuğu iki günlük Aşur orucunu, Mekkeli haniflerin gelenekleriyle de harmanlayarak bir aya uzatıyor. Orucu Musevilikten ithal ediyor.

Muhtaç olduğu destek vahiy olarak iniyor: (Bakara Suresi 2:120)

“Sen onların milletine (dinine) uyuncaya (tabi oluncaya) kadar ne Yahudiler ne de Hristiyanlar senden razı olurlar...”

Prof. Yaşar Nuri Öztürk, ‘Batı’nın şeytani oyunu’nu bu ayete dayandırarak şöyle açıklıyor:

“Yahudi ve Hıristiyan toplumlarına yaranmanın yolu, demokrasi veya çağdaşlaşma değil, Kur’an’ın söylediği gibi tam teslimiyettir. Ne var ki onlar, Müslüman kitleleri teslim alırken, onları demokratikleştirdiklerini, uygarlaştırdıklarını, ıslah ettiklerini söyleyerek egemenlik kurarlar.”

Öztürk, İslam’ın özünün ‘teslimiyete’, ‘itaat etmeye’ dayandığını biliyor.

Gelelim İslamiyetin ‘sembol açılımı’na:

M.Ö. 2000’li yıllarda Arap Yarımadası’ndaki Pagan kabileler Ay’a tapınıyorlar. Muhammed’in doğumundan 400 yıl kadar önce de, Ay’ın sembolü olan hilali (Hubal) Kabe’nin tepesine yerleştiriyorlar. En önemli tanrıları ‘Ay Tanrısı’na ‘Al-ilah’ diyorlar.

Minare tepesindeki alem (hilal) Pagan dönemden kalma ay sembolü. Muhammed Hubal’ı Kabe’den indirtiyor ama, Al-ilah kelimesini Allah olarak kısaltıp benimsiyor.

Müminlerin yerleri gökleri yarattığına inandığı Tanrı (??) kendisini Allah olarak adlandırmıyor yani.

Şimdi kibarı “Bari Ramazan’da yazma şunları, inancıma saygı göster” diyecek, angutu ana-avrat dümdüz gidecek. Fekat birader, sen inandığın dogmaların temelini, kaynağını bilsen, zaten benim bunları yazmam gerekmeyecek.

Müslümanlar Ramazan boyunca şeytanlarını zaptedip meleklerini salacaklar.

Ol melekler de üçüncü köprünün güzergahı boyunca uçup, o havalide arazi almış AKPli müslümanların kasasına konacak. Ol kasaları parayla doldurup, iman sahiplerini (!) ihya edecekler.

“Ey Muhammed! (Rabbin) seni şaşırmış bulup da yol gös­termedi mi? Seni fakir bulup zengin etmedi mi? “ (Duha Suresi, ayet 78.) Rab mıdır zengin eden?

Ehl-i müselman (iki cihanda dokunulmazlığı olan AKP hariç) şeytanını zaptedince ‘Ramazan’da suç oranı yarı yarıya düştü’ haberleri duyacağız.

Kaçak Kuran kurslarında oğlanlara tecavüz edilmeyecek,

Küçük baldızın gazozuna ilaç katılmayacak,

Kadınlar ölesiye dövülmeyecek de, iz bırakmayacak hafif darbelerle ikaz (!) edilecek.

Havaya bir ‘salih amel’, bir ‘nefis hakimiyeti’ halleri hakim olacak, say ki Allah’ın çeşmesinden üzerimize dezenfektan solüsyon akıyor.

Cinayet, hırsızlık, gasp vs arzularımızı (AKP hariç) Ramazan sonrasına erteleyeceğiz.

Yalnız, ‘dinin dışavurumunun tavan yapması’ nedeniyle, sokakta simit yiyeni öldürmeyi Ramazan sonrasına ertelemeyeceğiz. İşini oracıkta bitirip ‘Dinime saygısızlık etti’ diyeceğiz.

Bu sıcakta açlıktan, susuzluktan illüzyonlar da göreceğiz.

Salatalığın çekirdeklerinde, enine kesince Allah, boyuna kesince Muhammed yazıyor olacak.

İmambayıldıdaki soğanın dizilişinde Kabe’nin koordinatlarını göreceğiz, domatesin ezilmişinde evrenin sırlarını çözeceğiz.

Çadırlar kuracak, “Sadakaları (zekatları) kalbleri İslama ısındırılacak olanla­ra...” (K. 9, Tevbe Suresi, ayet 60) dağıtacağız.

Üçaylar başladığından beri ‘ölünmüyor’ ‘şehit olunuyor’du. Bu Şehit Açılımı’na Ramazan’da da devam edeceğiz.

Devrilen kamyonda ölen asker şehit,

bir gıdım adrenalin iğnesiyle kurtarılabilecek, arı venomuna allerjik asker şehit,

teçhizatsız alevlere dalıp dumandan zehirlenen itfaiyeci şehitse,

Kırım Kongo Kanamalı şehidi,

Domuz gribi şehidi,

Karne şehidi (karnesini göstermeye korkup kendini asan çocuklar),

Hymen şehidi (bakire çıkmayan gelin),

Medeni Ahval şehidi (boşanmak isteyince alnına kurşun yiyen kadın),

Eroin şehidi (aşırı dozdan) de olmalı.

Ramazan’da sigara içtiği için öldürülenlere de ya ‘dopamin şehidi’ denilmeli ya ‘nikotin şehidi.’

Ehl-i müselman salih amel, nefsine hakimiyet bab’ından niyet etti niyet eyledi kriminal faaliyetlere bir ay ara vermeye de, bu sıcakta sağı solu belli olmaz.

Ergenekon adı verilen davanın ikinci iddianamesinde enteresan bir bölüm vardı:

“Çok ilginç, Kuran-ı Kerim’in surelerini aç, Allah’ın yerine sermayeyi veya medya kelimesini koy ve oku. ‘Ikra!’. Anlam bozulmuyor.“ diyor.

Yaptık netekim. Bir adım daha atıp Allah yerine ‘sermaye’, peygamber yerine ‘medya’ koyduk. Anlam değişmedi! Deneyin.

Uluğ Kök Tengri affetsin, Enfal Suresi’nin birinci âyeti şöyle oluyor:

1. Sana savaş ganimetlerini soruyorlar. De ki: Ganimetler Allah (sermaye) ve Peygamber'e (medyaya) aittir. O halde siz gerçek müminler iseniz Allah'tan (sermayeden) korkun, aranızı düzeltin, Allah (sermaye) ve Resûlüne (medyaya) itaat edin.

Nasıl?

Bir adım daha ileri gidip ‘kafir’ kelimesini de ‘muhalif’le değiştiriyoruz. Bakın Mücadele Suresi’nin beşinci âyeti nasıl oluyor:

Allah'a (sermayeye) ve Resûlüne (medyaya) karşı gelenler, kendilerinden öncekilerin alçaltıldığı gibi alçaltılacaklardır. Biz apaçık âyetler indirmişizdir. Kâfirler (muhalifler) için küçük düşürücü bir azap vardır.

Yeni şekline göre bu ayetin meali; Ya AB’ye, ABD’ye ‘Emrin başım üstüne’ denilip İslamiyet’e sarılınacak; vatan gözüne taş-toprak, ‘dâr-ül harb’ görünecek. Savunmaya kalkıp da Batı’nın tekerine çomak sokmayacaksın. Yoksa adın bir iftiranamede geçirilecek, gözünü Silivrilerde açacaksın.

Ehl-i müselman bunları okurken ayetleri değiştiriyorum diye hınç içindedir, biliyorum.

Değiştirdim agam! Lakin, o ayetleri değiştiren ilk değilim.

Eski Amerikan Büyükelçisi Eric Edelman’la AB Türkiye Delegasyonu Başkanı Hans Jörg Kretschmer, Ali İmran Suresi’nin 19. Ayetinin değiştirilmesi için Diyanet’ten sorumlu Bakan’a resmi başvuru yapmışlardı.

“Allah katında yegâne din İslam’dır” ayetini tehdit olarak algıladıklarını söyleyip, hutbelerden çıkartılmasını istemişlerdi.

Eh! Elin ABsi, ABDsi “Ayetleri değiştir” deyince hazmedeceksin, ben değiştirince isyan edeceksin. Yok öyle çifte standart, eşitlik isterim!

Madem ki ‘ulus devlet’e dair herşey tartışılıyor, herşey açılıma tabi tutuluyor, o halde İslamiyet de, Kuran da tartışılacak. Açılımlara tabi tutulacak.

Niyetim halistir, maksadım Ramazan boyunca dinini dışavuracakları rasyonel bir çizgiye çekmektir.

Ve inanın tamamen açılım olsun diye yazıyorum bunları. Zihin açılımı. Benim ‘salih amel’den anladığım büyük ölçüde budur.

Copyright KiymetNadirBindebir ©

Link to post
Sitelerde Paylaş

Sevan Nişanyan 21.09.2009 Taraf Gazetesi

SANSÜR

Censeo (değer biçmek, takdir etmek) fiilinden censor (/kensor/) eski Roma’da hem nüfus idaresi hem ahlak zabıtası görevi yapan bir yüksek görevlinin adı. Yaptığı işin adı censura (/kensura/).

Latincenin Kuzey Frengistan vilayetinde konuşulan taşra lehçesinde bu kelimenin telaffuzu ikibin yılda tanınmayacak derecede değişmiş. İnce sesliye bitişen /k/ sesi önce /ts/ sonra /s/ diye söylenir olmuş. Geniz /n/sine bitişen /e/ sesi ağzın gerilerine doğru kaçıp /a/ olmuş. /U/ sesi incelip /ü/ halini almış. Kelime sonundaki –a dişil eki de önce /e/ olmuş, sonra eriyip gitmiş. Modern Fransızca sözcük halâ aslına yakın bir şekilde censure yazıldığı halde /sansür/ diye okunuyor.

Türkçeye gazetenin icadından hemen sonra sansür de gelmiştir. Kelimenin 1900 civarından daha eski örneğini bulamadım henüz, ama tahmin ederim 1865’lerde Tasvir-i Efkâr’ın hükümetle başı derde girdiğinde Babıâli’de birileri “fekat bu censure’dür azizim” diye mırıldanmıştır.

*

Şimdi diyorlar ki memlekete özgürlük geldi. Doksan seneden beri tabu olan şeylerden bile artık serbestçe bahsedebilirsin.

Ama bir de ne görelim? Bu sefer başka şeyler sansüre tabi olmuş. Orduya, devlete, Yüce Manitu’ya istediğini söyle serbest, ama iş İlkçağ Arap mitolojisini sorgulamaya geldi mi orada dur diyorlar.

Neymiş? Allah diye biri varmış, canı sıkıldıkça kitap yazarmış ama artık yazmamaya karar vermiş, pırpır kanatlı ulaklarla birtakım hazretlere mesaj iletirmiş, o hazretlere dil uzatan maazallah çarpılırmış. Bu hikâyelere istemesen inanma diyorlar, tamam, ama inanmadığını açık açık söylemen caiz değildir. Nedenmiş? Müslümanlar alınırmış!

Doğanın boşluk kabul etmemesi gibi, bu toprakların havası mıdır, suyu mudur, özgürlük kabul etmiyor herhalde.

***

"www.nisanyansozluk.com - Türkçenin en kapsamlı etimoloji sözlüğü"

Sevan Nişanyan'ın Agos yazıları - nisanyan.blogspot.com

Sevan Nişanyan'ın siyaset ve tarih yazıları: http://nisanyan1.blogspot.com

Link to post
Sitelerde Paylaş
  • 3 weeks later...

İnanca saygı

Sevan Nişanyan

“İnançlara saygıyı” ben savunmadım. Savunmam da.

“İnsana saygıyı” savunurum, bakın o başka. Bunun doğal ve mantıkî uzantısı olarak, özgürlüğü savunurum. İnsanı öküz değil insan yerine koyuyorsan, istediği gibi olma ve istediğine inanma özgürlüğünü de savunacaksın. Hata yapma özgürlüğü de buna dahildir. Saçmalama özgürlüğü de dahildir. Benim yanlış diye bildiğim şeylere doğru deme özgürlüğü de dahildir –yeter ki başkasının alanına çok fazla tecavüz etmesin. Bunu kısmaya çalışan kim olursa olsun karşı çıkarım. Eğer devletse, meşruiyetini kaybetmiş bir şer örgütü olduğuna kanaat getiririm. Olmaz olsun öyle devlet!

Ama yanlış inanca neden saygı duyayım ki? Misal, adam “Şirince’nin şarabı Fransız şaraplarından üstündür” diyor, inanıyor diye saygı mı duyacağız? Hititler Türktür diyor, yıllar boyu uğraşıp bir yalan abidesi dikiyor, kendince samimi yahut samimimtrak da görünüyor, “peki madem, kırmayalım garibi” diye susup oturacak mıyız? “Lat, Menat ve Uzza yüce tanrılardır, seni çarpar” dediklerinde, inançlara saygı faslından gidip puthanenin kapısında el pençe divan mı duracağız?

Ben durmam şahsen. Durmamayı da yalnız hak değil, ödev bilirim, mecburiyet sayarım. Vicdan dediğin bu iş için var işte. Bazen susmayı tercih edersin belki: tembellikten susarsın, bencillikten susarsın, korktuğundan susarsın. Rahatımı bozmayayım dersin. Yahut şimdi sırası değil diye düşünürsün; üzmeyelim adamı diye düşünürsün; ikna edemem boşuna yormayayım diye düşünürsün. Zor yanlışı bırak, kolayıyla uğraş diye hesap yaparsın. Ama temel ilke değişmez: cahili irşad etmek, görevlerin en yücesidir.

İrşad yalnız tatlı tatlı anlatmak değildir: bazen dalga geçmek, bazen gürlemek, bazen alttan alıp hak vermek gerekir. Kimi zaman da öyle bir laf sokarsın ki hayat boyu muhatabının aklından çıkmaz, beynine çivi gibi çakılır kalır. İnsanların canını yakmak kötüdür, evet. Ama cahil kalmalarına izin vermek daha mı az kötüdür?

Ha, belki ben yanlış biliyorumdur. Batıl dediğim adamlar benden daha akıllıdır. Olabilir. Mümkün. Belki. Ama âlim-i mutlak değilim diye susup oturmam mı gerek?

*

Benim oğlanı beş yaşındayken iğne olmaya götürmüştük, doktora öyle yakası açılmadık küfürler etti ki hayret ettik bu çocuk bu lafları nereden öğrenmiş diye. Şimdi düşünüyorum, tetanos aşısı o kadar acıtıyorsa insanın beynine çivi çakmak ne kadar acıtıyordur kimbilir.

http://taraf.com.tr/makale/8168.htm

Link to post
Sitelerde Paylaş
  • 1 month later...

Iste böyleee.

Bu inancami saygi,........tir lan.

Buyurun, özellikle islam , BARIS DINIDIR deyenler okusun,

Buhara'nın Tekrar Kuşatılması ve İlk Türk Katliamı

Kuteybe Merv’de büyük bir hazırlık yapar..

Bu arada Vardana ve Buhara beylikleri arasında çatışmalar vardır..

Müslümanlara karşı mücadele etmek için bu çatışmalar derhal durdurulur ve Vardan Hudat, Kuteybe’ye karşı Türklerin başına geçer..

Kuteybe önce, Numiskent ve Ramitan’a saldırır ve buraları kolayca istila eder..

Demirkapı önlerinde Vardan’la çarpışırlar..

Vardan savaşı kaybeder ve Buhara’ya doğru çekilir..

Ancak Kuteybe’de, savaştan yorgun düştüğü için Buhara’yı alamadan Merv’e geri döner..

Haccac bunu başarısızlık olarak kabul eder ve, Buhara’yı mutlaka almasi için Kuteybe’ye emir verir..Kuteybe büyük bir hazırlık yaparak bir sene sonra tekrar Buhara’yı kuşatır.

Türkler direnir ve Kuteybe başarılı olamaz, ordusu dağılmaya başlar.

Bunun üzerine Kuteybe her bir Türk başı için askerlerine 100 dirhem vaad eder..

Para hırsı ile gayrete gelen Araplar, şehri istila ederler..

Bütün direnen Türkler kılıçtan geçirilerek tam bir katliam yapılır,

Araplar Türk kadınlarına tecavüz ederler, beğendikleri kadınları ya cariye olarak kullanmak yada köle pazarında satmak üzere alıkoyarlar..

Erkeklerden de binlerce kişiyi köle olarak satmak üzere beraberlerinde götürürler..

Araplardan oluşan yeni bir idari kurumlaşma yapılır..

Diğer beyliklerden tepkiler gelmeye başlayınca da, Buhara Melikesi Hatun’un oğlu Tuğ Sad kukla hükümdar yapılır..

Tuğ Sad tarihe hain bir işbirlikçi olarak geçer..

Daha sonrada Müslüman olarak oğluna da, efendisi Kuteybe’nin ismini vererek bağlılığını kanıtlar.

Etkili bir kolonizasyon yapmak isteyen Kuteybe bunun için öncelikle yerli halkı İslamlaştırmaya başlar.

Buhara halkı önceleri Müslüman olmuş gibi görünselerde bu dini kabul etmek istemezler.

Kuteybe Türklerin aslında Müslüman olmadıklarını, evlerinde İslami kuralları tatbik etmediklerini anlar ve yeni bir yöntem geliştirir..

Bu yönteme göre Türkler evlerini Araplarla paylaşmak zorunda bırakılırlar ve bu şekilde bire bir kontrol altına alınırlar..

İslami kurallara uymayanlar ise ağır cezalara uğratılırlar..

Bugün, bazı İslami yazarlar bu getirilen tedbirlerin İslam'ın Türkler tarafından kabul edilmesinde çok yarar sağladığını açıkca ifade ederler.

Bu yaklaşım da üzerinde düşünülmesi gereken bir konudur.. )

Kuteybe’nin bu zorlamaları karşısında, halkdan bazı direnişçiler çıkar..

Gizlice silahlanırlar.

Bu durum karşısında Araplar camiye dahi silahsız gidemez olurlar

.

Kuteybe baskıları arttırır, kendi aralarında örgütleşen Türkleri yakalattırıp öldürtür..

Bu arada yeni vergi yasaları getirir..

Yerli halk, halifeye senede 200000 dirhem, Horasan valisi Haccac’a da 10000 dirhem vergi ödemeye mecbur bırakılır..

Bunun dışında Arap askerlerinin atlarına yem temin etmeye, oraya getirilip yerleştirilen Arap ailelerine odun temin etmeye ve onlara tahsis edilen arazilerde çalışmaya mecbur bırakılırlar..

Kadınlar, kızlar Araplara cariye yapılırlar..

Buhara Türkleri bu yıllarda dünyadaki çok az milletin yaşadığı vahşeti ve ızdırabı yaşar..

Kuteybe’nin getirip Türk evlerine yerleştirdiği Arap’lar, Türklerin o zamana kadar yaptıkları bütün birikimlerinin üzerine konarlar,

Türklerin tarlalarını alır ve Türkleri o tarlalarda çalıştırırlar..

İste Tek din İslam oluncaya kadar savaşın diyen ayet,

Arapları Türklerin sırtından geçimlerini sağlayacak ortamı yaratmıştır..

Allah dini dedikleri İslam, Ahzab Suresi / 50 de olduğu gibi, savaşta gasp edilen Türk kızlarınıda ganimet olarak görür, ve Araplara cariye olmalarını helal kılar..

Cuma namazı zorunlu hale getirilir..

Genede Türkerden rağbet görmez.

Bunun üzerine Kuteybe, namaza gelenlere 2 dirhem vaad ederek önce fakirler üzerinde İslamın etkili olmasını temine çalışır..

Bu uygulama nispeten başarılı olur..

Fakir halktan para için camiye gidenler olur..

BARIS DINI islamiyetin

Arkasi yarin. 1. Büyük Katliam ( Talkan Katliamı )

Tolonbeg

Link to post
Sitelerde Paylaş

Iste böyleee,

Iste islam ve islami yayanlar yaptiklari YAMYAMLIKLAR

Buhara’da olanlar diğer Türk Beyliklerinde de etkilerini gösterir.. Aynı şeylerin kendi başlarına geleceğinden korkmaktadırlar.

Sogd meliki Neyzek Tarhan şehrinin yıkıma uğramaması için Kuteybe ile anlaşmak zorunda kalır..

Bu anlaşmaya göre Tarhan haraç verecek ve tarafsız kalacaktır.

Ancak bu tarafsız kalmalar ve Türklerin birleşememeleri Arapların işlerini kolaylaştırmış ve Türk beyliklerini istedikleri gibi istila edip talan etmişlerdir

İlk olarak saldırıya uğrayan Kibac Hatun’a diğer beyliklerden yardım gelmeyince, o yardımı esirgeyenler aynı akibete uğramışlardır..

Bu olaylarda Türklerin belli bir şekilde organize olamamaları da onların Araplar tarafından istila edilmelerini kolaylaştırmıştır..

Neyzek Tarhan daha sonra Kuteybe ile yaptiğı anlaşmada hatalı olduğunu ve bu anlaşmanın kendisine hiçbir güvence getirmeyeceği gibi diğer Türk Beylerine de ihanet etmiş olacağını anlar..

Tohoristan’a dönerek bütün Türk Beyliklerine birer mektup yazar ve onları ortak bir direnişe girmeleri için uyarmaya çalışır..

İlk olumlu yanıt Talkan meliki Sehrek’den gelir..Tarhan’ın planlarını öğrenen Kuteybe, buna karşılık Belh şehrinde hazırlık yaparak, baharda büyük bir ordu ile Talkan şehrine doğru yürür..

O ana kadar bir direniş hazırlığı yapamayan Talkan şehri meliki Sehrek, Kuteybe’nin gelişinden önce şehri terkeder..

Şehre hiç savaşmadan giren Kuteybe’nin adamları şehirde eli kılıç tutabilen nekadar erkek varsa hepsini kılıçtan geçirirler..

Bu katliam o zamana kadar yapılanların en büyüğüdür..

Kuteybe bu katliamı diğer beyliklere ibret olması için yapar..

Kuteybe’nin askerleri öldürebildikleri kadar öldürürler, geri kalanları da, Talkan yolu üzerindeki ağaçlara asarlar.. Bu yolun 4 fersah ( 24 Km.) mesafelik bölümü Türklerin ağaçlara asılan cesetleri ile doludur..

Talkan katliamı tarihe, Arapların o güne kadar yaptıkları katliamların en büyüğü olarak geçmiştir.. Halk, Müslüman Araplarla savaşmadığı halde, Kuteybe ve askerleri sırf diğerlerine örnek olsun diye 40.000 kadar kişiyi kılıçtan geçirmiş, ağaçlara asmıştır.. bütün bunlar hep İslam adına yapılmıştır..

Kuteybe, Talkan katliamından sonra Suman’a girer.. erkeklerin pek çoğunu öldürterek, kadınlarını ve kızlarını cariye olarak alıkoyar..

Daha sonra Kes ve Nesef’de aynı şeyleri yapar.. Erkekler öldürülür, Türk kadın ve kızları utanç verici bir şekilde Araplara cariye olurlar.

.

Daha sonra Faryab’a yönelir ve Faryab’ın teslim olmasını ister..

Faryab halkı başlarına gelecekleri bildiklerinden teslim olmaya yanaşmazlar..

Erkekleri dövüşerek ölürler.. Bütün şehir yakılır..

Araplar bu şehre yakılmış şehir anlamında Muhtereka derler..

Kuteybe, Faryab’dan sonra, Tarhan’ın çekildiği kale Bazgis’i kuşatır..

2 ay süreyle devamlı olarak buraya saldırır fakat bir sonuç elde edemez..

Bu arada kış yaklaşır..Kuteybe’nin kışın savaşacak gücü yoktur ancak, kale içindeki Türklerin de yiyecekleri bitmiştir..

Her iki tarafta savaşın kendileri için kaybedildiğini düşünür..

Kuteybe son olarak bir hileye baş vurur..

Tarhan’ın yanına Muhammed bin Selim adındaki adamını gönderir..

Muhammed ibni Selim Tarhan’ın teslim olması durumunda kendisine hiç bir şekilde zarar gelmeyeceği güvencesini verir..

Kalenin açlık içinde olmasından dolayı Tarhan’ın Kuteybe’nin teklifini kabul etmesinden başka yapılacak bir şeyi yoktur..

Komutanları ile görüşüp teklifi kabul ederler..

Silahlarını teslim ederek kaleden çıkarlar..

Tarhan kaleden çıkar çıkmaz yakalanır, etrafı hendek açılmış bir çadırda zincire vurulur..

Kuteybe bu arada Tarhan’ı hemen öldürmez..

Haccac’a haber göndererek ne yapacağını sorar..

Haccac Tarhan için, “

O bir Müslüman düşmanıdır hiç aman vermeden öldür” der..

Kuteybe önce Tarhan’ın iki oğlunu, Tarhan’ın ve toplanan halkın gözü önünde öldürtür..

Arkasından 700 kadar Türk savaşçısının başlarını gene Tarhan’ın ve halkın gözü önünde kestirir..

Tarhan’ı da bizzat kendisi öldürür..

Bütün kesilen başlar Haccac’a gönderilir..

Kuteybe sanki Kuran’daki ayetleri yerine getirmiştir..

9 Tevbe. 123. Ey iman edenler! Kâfirlerden yakınınızda olanlara karşı savaşın ve onlar (savaş anında) sizde bir sertlik bulsunlar. Bilin ki, Allah sakınanlarla beraberdir.

Tarhan’ın öldürülmesinden sonra, Kuteybe, Aral Gölü’nün altında bulunan Harzem bölgesine yürür..

Harzem’de Caygan ile Havarizat arasında taht kavgası vardır..

Kuteybe Caygan’la işbirliği yapar..

Önce Havarizat ile etrafındakileri öldürtür..

Arkasından Camhud melikini yenerek 4000 civarında esir alırlar..

Ancak, daha sonra bunlar Kuteybe’nin emri üzerine öldürülürler..

Bu olay, Ziya Kitapçı'nın, İslam Tarihi ve Türkler adlı kitabında aynen şöyle anlatılır ;

Bu harblerden birinde, et-Taberi'nin bütün tafsilatı ile anlattığına göre, bir defasında Abdurrahman b. Müslim, Kuteybe'ye, 4000 esirle gelmişti.

Kuteybe, Abdurrahman'ın böyle kalabalık Türk esirleri ile geldiğini görünce hemen tahtının çıkarılmasını ve bir meydana kurulmasını istedi.

Tahtının üzerine mağruru bir eda ile oturan Kuteybe, bu Türk esirlerinden bin tanesini sağına, bin tanesini soluna, bin tanesini arkasına ve bin tanesinide önüne dizilmelerini söylemiş ve sonrada Arap askerlerine dönerek yalın kılıç bu Türklerin kafalarının koparılmasını emretmiştir.

Cebbar, zorba, insafsız Arap komutanının etrafının bir anda bu Türklerin kafa kol ve gövdeleri ile bir kan gölü haline geldiğinden hiç kimsenin şüphesi olmamalıdır.

Bu harblerde öldürülen Türklerin haddi hesabı yoktu.

=====================================================================================================

Nitekim bu vahşetten adeta gururlanan bir Arap şairi Kaah el-Aşkari şöyle haykırmıştır,

Kazah ve Facfac önlerinde korkudan birbirlerine sarılmış zavallı Türkleri öldürdüğünüz geceleri hele bir hatırlayınız.

Herkesi kılıçtan geçirdiniz. Sadece ata dahi binmeyecek yaşta küçük çocuklar kaldı.

Binenlerde o hırçın atların sırtında sanki bir yük gibiydiler. ( Sayfa 314 )

====================================================================================================

Harzem’de ayaklanan halk, Kuteybe ile işbirliği yaptığı için Caygan’ı öldürür..

Bunun üzerine, Kuteybe bütün Harzem’i yakıp yıkar, halkı kılıçtan geçirir..

Harzemli ünlü Türk bilgini, Biruni Harzem’deki uygarlığın yok edilişini şu şekilde anlatır.. “

Kuteybe, her çareye baş vurarak Harzemlilerin yazılı dilini bilenleri, geleneklerini koruyanlarını, bütün bilginleri öldürttü, böylece herşey karanlıklara gömüldü..

İslam Harzemlilerin içinde girerken, onların tarihi hakkında bilinenleri artık öğrenme olanağı bırakmadı..

Harzem’i yıktıktan sonra Kuteybe, Semerkant üzerine yürür..

Semerkant meliki Gurek üzerine gelen Müslümanlara karşı diğer Türk Beyliklerinden yardım ister..

Taşkent ve Fergane’den yardım gönderir, fakat gelen birlikler yolda Kuteybe’nin askerleri tarafından pusuya düşürülerek yok edilirler..

Semerkant, kuşatılır..

Araplar mancınık ateşi ile saldırırlar..

Daha fazla dayanamıyacağını anlayan Gurek, Kuteybe ile anlaşmak zorunda kalır..Bu anlasmaya göre,

=====================================================================================================

1.Semerkant Araplara hersene 2.200.000 altın ödeyecektir..

2.Bir defaya mahsus olmak üzere 30.000 Türk gencini esir olarak verecektir..

3.Şehirde Cami yapılacaktır..

4.Şehirde eli silah tutan kimse dolaşmayacaktır..

5.Tapınak ve putlardaki tüm mücevherler Kuteybe’ye teslim edilecektir..

====================================================================

Daha sonra Kuteybe, altından yapılan putları erittirerek alır ve Merv’e geri döner..

Dönerken kardeşi Abdurrahman bin Muslim’i Semerkant’ın başına vali olarak bırakır..

Kuteybe’nin Merv’e dönüşünden sonra, Türkler kendi aralarında işgalci Müslümanlara karşı bir direniş birliği kurarlar..

Zaman zaman Ceyhun ırmağını geçerek Araplara pusu kurar ve ciddi zararlar verirler..

Haccac Kuteybe’ye Taşkent ve Fergana’yi işgal etmesi talimatını verir..

Kuteybe Taşkent’e gider fakat başarılı olamaz..

Bu arada Haccac ölür.

Halife Velid, Kuteybe’ye Türklere karşı savaşları devam ettirmesini söyler..

Kuteybe bu sefer Kasgar’a doğru yola çıkar..

Tam Kasgar’ı kuşatacakken Halife Velid ölür, yerine Süleyman ibni Abdülmelik halife olur..

Bu yeni Halife ile arası hiç iyi olmayan Kuteybe Kasgar seferini yarıda bırakarak ona karşı ayaklanır, ancak kendi komutanları tarafından 11 yakını ile birlikte 716 senesinde kafası kesilerek öldürülür..

Çünkü Kuteybe’nin komutanları Halifeye karşı gelmek istememişlerdir..

Yarin2. Büyük Katliam.. ( Curcan Katliamı )

Link to post
Sitelerde Paylaş
  • Konuyu Görüntüleyenler   0 kullanıcı

    Sayfayı görüntüleyen kayıtlı kullanıcı bulunmuyor.

×
×
  • Yeni Oluştur...