Jump to content

Yunus Emre ve Mevlana neden deist olmadılar?


Recommended Posts

peygamberlerle alakalı bir kaç soru daha var..

niye bazı topluluklar hiç peygamber görmemiş...

en azından son binbeşyüzyıldır dünya nufusunun çoğunluğu bu durumda...

hele bizzat gözleriyle peygamber gören hiç yok...

bazı toplumlar hatırlatılmaya ihtiyaç duyuyorda bazıları duymuyor mu...

mesela türk bir peygamber bilmiyoruz...

yada fransız ingiliz alman japon vs...

şu olabilir diyorum...

iyice işi azıtmış artık tamamen bozulmaya yüz tutmuş bir topluma bir rahmet eseri olarak bu durumdan kurtulmaları için son bir şans olarak bir bilge yahut lider çıkıyor...

o yozlaşmaları tedavi edip toplumunu bitmekten kurtarmaya çalışıyor...

fıtrat yoluna yani insanın saf doğasına uygun bir yola çekmeye çalışıyor...

kimisi başarılı oluyor kimisi de başarısız...

ve toplumun bitmesi başka milletlerin elinden yahut kıtlık yahut gerilik yüzünden oluyor...

tabi ki hepsi birer azabı ilahi ile betimleniyor...

Link to post
Sitelerde Paylaş
  • İleti 115
  • Created
  • Son yanıt

Top Posters In This Topic

kendimce benzer süreçleri yaşıyorum sanırım...

tanrının tüm insanları ilgilendiren şeyleri sadece belli bir yöreye ve kişiye bildirmesi konusu bence teist yaklaşımın en zorlanacağı konudur...

peygamberlerin ve kutsal kitabların tamamen çöpe atılası uydurma şeyler olması da pek olası değil...

kesinlikle bu iki düşünceye katılıyorum kirec.tanrının belli yere belli zamanlarda uyarıcı göndermesi sonra birden irtibatını kesmesi teist inancını yerle bir etmeye yetiyor.

bununla beraber kutsal kitaplar öyle dümdüz okununca anlaşılacak gibi değil.deli saçması hiç değil bence.onları gerçek yerleri olan antika raflarında tutmalıyız.

tanrı tüm insanlara doğruyu yanlışı ayırdedebilecek fıtratı vermiştir...

deistin peygamberleri hiç kale almaması da doğru bir yaklaşım değil...

ama burada şöyle bir ikilem var..madem tanrı fıtraten doğruyu yanlışı ayırdedecek donanımı sunmuş , deist neden peygamberi kaale alsın ki ?

daha önce de belirttiğim gibi bu soruya benim cevabım peygamberler din kurucusu değil sadece fıtrat yolunu tazeleyen yada hatırlatan şahıslar olmalıdır...

şöyle bir durum var fıtraten /yaradılıştan/ doğal olarak bütün insanlarda böyle bir ayıraç varsa bu her dönem ve her coğrafyada mevcut olmalı.

biz biliyoruz ki dinsel kaynaklara göre insanlar eşyaya tapar hale gelnce faniliğini unutunca dünyada zulüm yapıyor.yani şeytana uyuyor.

bunlardan her toplumda olduğu gibi fıtratına uygun yaşayanlarda her toplumda bulunur..dolayısı ile bu hatırlatmaya her daim maruz kalıyoruz..

hatta senin bu konuda bir başlığın vardı kireçciğim..kötüler yaptıklarına mutlaka bir kılıf uydururlar ki çok doğrudur.yaptıklarını saklamak için onu bazen'' iyi''göstererek yaparlar.

uzun sözün kısası bu hatırlatma hep var..toplumda iyiler hep var ..fıtratına göre yaşayan ''diğerleri'' muhammedler hep olacak..

bence kuran bunu söylemek istemiş..bizden öncekilerin bir kısmı anlamış.bir kısmı anlamamış..

bir kısmı ise anlayıp saklamış..ve dini kullanıp insanları sürüleştirmiş.

şimdi ayıkla pirincin taşını.

bana kalırsa hiç ayıklama öyle kalsın..nasılsa gerçek bir herşeye damgasını vuracaktır.

Link to post
Sitelerde Paylaş

Iste böyleee,

Ulu Yunus gercekten deist olmadi.

Emmeeeee Celelettin DEISTLERIN en önde gidenlerindendi.

Asiri DINCI,ASIRI YOBAZ,asiri INSAFSIZ,öz oglunu sevdigi SEMS yüzünden öldürtecek kadarda gözü dönmüs bir ne idügü kolay kestirelemeyecek biriydii.

O Selcukluyu yikan Mogoll komutanla dost olup Mogollari AHI EVRENCILERIN ÜZERINE SALAN bir vatan haini idi.

Ahi Evrencileri dogu ,güney dogu ve orta anadoludan kacirip Ahilerin TÜM mallarinin üstüne oturan SAHTA dinder,vurguncu bas SERIETCILERIn en böyyüklerindendi.

Selcuklu yikildiktan sonra Mogol ordusunu Tekkesi ve kendi menfeetlerinde kullanmistir.

Bu konuda bir cok eseri olan Selcuk üniversitesi Pirofesöru Mikeil Bayramin kitaplarini okuyunuz.

Eger , Ecem Celelettini gercek yanlariyla tanimak isterseniz.

Iste sevgilisine yazdigi sevgi yumagi siirlerinden biri.

Arkadasa tesekkurler bu sutunlara astigi icin.

Ben azgin sevenlerden biriydim,gerci haäläda öyleyimdir:-)))))).

Emmeeeeee bu PERSLININ Semse yazdigi AGDALI mektuplar kadar ancak yazabilmisimdir.

Güneş'im, ayım geldi.

Gözüm, kulağım geldi.

Gümüş bedenlim geldi. (semsin bedenine gurban olsan)

Altın madenim geldi.

Başımın sarhoşluğu geldi. (hahki basiniN)

Gözümün nuru geldi.

Başka bir şey dileseydim

işte o başka bir şeyim geldi.

Semsin gohusundan hec anlatmamis bu siirinde,sanirim bu siiri yazdigi siralar GIRIPTI Celel efendi.

Bende bereber arkadaslar sevdiklerimize bu sekilde siir yazan icimizde yazanlar degül okuyanlarinda icinde oldugu kac kisi cikar.Hic cikarmi?

Celelettincilere ne bu irezelet dedigimizde,Celelettinciler,efendim Allah sevgisi demezlermi.

Dünya yüzünde Celelittenden gayri hic kimse kieinin vücuduna bu kadar icten övgü göstermemistir hic kimse.

Bir kellim daha yazem.

Güneş'im, ayım geldi.

Gözüm, kulağım geldi.

Gümüş bedenlim geldi.

Altın madenim geldi.

Başımın sarhoşluğu geldi.

Gözümün nuru geldi.

Başka bir şey dileseydim :-)))))))))))

işte o başka bir şeyim geldi.( SEY yani,anlarsin ya)iste o seyim geldi.

Mevlevicilerin yanitini görmek isterdim valla.

Konyada suanda yasamakta olan Mevlevi ileri gelenlerden bir gazadaki konusmasinda,Mevlevilikte ASK vardir demezmi

Sevgi heryerde varda,bir erkek bir erkege benim altin madenim dedümü isler degüsür.

Coh eceyip birsey.

Celelettini tutanlarin cogu dinli degül Laik vede YAYIKLERDENDÜR

DEmekkü sevülmek icin,ülkeyü din kurallariyla hasat edecen.

Devletin basindakileri dahi korkutupkendüne RAM edecen.

Devletin milli dilini attirip sahap oldugun Acam dilini konusup,resmilestirecen.

Kitaplarini Farsca yazcan,cevrenle farca konusacan.

Yiktirdigin ülkenin savunucularini düsman gördünmü

BIZIM NAZARIMIZDA ULULARIN ULULUSUN SEN.

Eeeeeeeeeeee,yatira gidipda,yatirin etrafini AL SANA BIR GÖBEG (?)ver bana bir bebek diyebilenler Mevleneyi Tutmayipda niderler.

Görülüyorki ahillar dagilirken biz gapinin arhasindaymisiz.

Bin yildan bu tarafa inandiydihki GEL , GEL , KiM olursan ol gel sözleri Mevleneye eyitmis.

Yapilan arastirmalar gösterdiki bu sözler Celele ayit degülmüs..

Bu sözler Celele ayItta olsa,pek nönemli degüldü.

Orda deniyorki gel,kim olursan ol gel.

Bunun Türkce anlami su.

Ister putperest ol.

Ister ataIst

Istersende Budist

Ben seni bana benzetirim.

O yönde hic korkum yoktur.

Celelin babasi Harzem sahliginda din adamiydi.

Harzam sahi ülkede dinler arasi tartismalar icin salonlar amisti.

Herdinden insanlar gider orada tartisirlar bir birlerinin dinleri hakkinda fikir edinirlerdi.

Celelin bubasininda ayrani oglu gibi kara idi.

Bir gün,ükelä bir sekilde Harzam sahinin huzuruna cihip pervazsiz sekilde söyleder.

Sah,ülkede actigin bu salonlari derhal kapat,EHLI SÜNNET disindaki bütün din adamlarini en agir bir sekilde cazalandir.

Tepesi atan SAH söyle der,ulan dümbük ,bu cesereti nerden buluyorsun.?

Sana ilk ve son IHTER ,diyerleri gibi bu salonlara devem edeceksen et ve ceneni kapa,birdahaki ükelaligini affetmem.Yikil karsimdan gözüm görmesin seni der HARZEM SAHI.

Bu zilgiti yiyen Celelin babasi,solugu selcuklunu baskenti Badatta Ehli sünnetlilerin din adamlarin toplandigi BAGDAT TEMBELHANELERINDE SOLUGU ALIR.

Un elden suda gölden ye ic yat,AT ATABILDIGIN KADAT AT.

Yani Celel adli ogul,babasinin tipkisinin aynisiydi.

Baba ogul gibi karsisinda afsunlanmis bir devlet baskani bulamamisti.

Bu yolun yolculari normal vatandaslara,hicbir deyecegimiz olamaz.Bu iki kisiyi ilgilendirir.

Emmeeee,Celel gibi insanlari toplumumuz her yaniyla tanimasi gerekir.

Bugün biri cihipda Celelin yaptigini yapsa alacagi ad,VATAN hainligi olur.

Tolonbeg

tarihinde tolonbey tarafından düzenlendi
Link to post
Sitelerde Paylaş

Selcuklu yikildiktan sonra Mogol ordusunu Tekkesi ve kendi menfeetlerinde kullanmistir.

Bu konuda bir cok eseri olan Selcuk üniversitesi Pirofesöru Mikeil Bayramin kitaplarini okuyunuz.

Katilmiyorum bu düsünceye.

Adi anilan profesör nur cemaati ile iliskisi olan bir sahtekardir.

Mevlana'yi ve eserlerini karalayarak baska birilerine yer acilmaya calisilmaktadir.

Bu tuzaklara ve oyunlara düsmeyelim.

Her önüne gelen istedigi gibi bu sekilde iskembeden sallama karalama yapma ve camur atma hakkina sahip degildir.

Kanitlarin iletiye ilave edilmesi gerekir.

Ismi anilan sahtekar profesörün bir tv parograminda dile getirdigi bütün iddialar hayal ürününden ibarettir. Meraklisi varsa acar o programi izler.

Mevalana'ya fütursuzca "Mogol ajani" diyebilen bu sahisin tarihten haberi yoktur.

Ona buna fütursuzca ve kanit olmadan camur atabilmek kabul edilemez.

Mevlana'nin düsünceleri eserleri begenilmeyebilir fakat bunlarin elestirilme tarzi bu sekilde olmaz.

Bir insanin cinsel iliski secimi de onun özgür iradesi ile ilgili bir seydir.

Ateizmi iyi özümleyemen beyinler Mevlana veya baska birisinin cinsel tercihlerini akillari sira alay konusu yaparlarken aslinda kendilerini komik duruma düsürmektedirler.

Yunus Emre ve onun gibi ozanlar Anadolu mozaiginin saglam bir sekilde olusmasina katkilari olan insanlardir.

800 sene sonra pc lerin basinda o zamani ve o insanlari bu sekilde karalamak hayasizliktir.

Keske Anadolu su anda Yunus Emre düsüncesinde ve anlayisinda bir islami yasiyor olabilseydi.

Konulara dar bir delikten bakip karar verenler bunlari anlayamazlar.

Anlamadiklari bir konu hakkinda da dünya literatürüne girmis insanlara cak cak cak camur atilmaz!

Elestiri ile camur atmanin arasinda ki farki anlamamak dar bir beyin kapasitesine sahip olmanin kanitidir.

Tarih eletirilirken o zamanin sartlari göz önünde bulundurularak elestirilmeye calisilir.

Bunu da ögrenip bilmek sarttir!

Link to post
Sitelerde Paylaş

Mevlana klasik İslam'ın dışındaydı Yunus Emre de.

Kendi yaratıcılarını kendileri yarattılar.

evet aynen dediğin gibi kont.

tıpkı muhammed gibi..

''kitabı ''kitapsız okudular.

bu yüzden de muhammedin akibetine uğradılar .

dünyanın temeli böyle kurulmuştur.

akıllısı tolon dede gibi olan milleti, cahilin ve barbarın yönetmesinden daha doğal bir şey yok.

Link to post
Sitelerde Paylaş

Iste böyleee,

Sevgili Cigi ,Mikeil Bayramla Mevlevileri iyi tanirsin bu yaziyi okudugunda.

Uzatmayibda yaziyi okumaya baslayalim. Anti-Emperyalist Bir Düşünür: Mikail Bayram

İbrahim Alan.

Tolstoy'un ünlü başyapıtı Savaş ve Barış'ta şöyle bir tespit yer alır: "

Ayağımızın alıştığı yoldan bizi birileri çekip çıkarıverdi mi, hemencecik her şeyin mahvolduğu sanısına kapılırız bizler.

Oysa tüm yenilikler, tüm iyilikler alışkanlıklarımızın cenderesinden kurtulduğumuz zaman başlar.

Önümüzde daha çok, pek çok şey bizi bekliyordur.

"

Aralık ayına damgasını vuran tartışmalardan birini Tolstoy'un ünlü yapıtına sıkıştırdığı bu cümlelerle birlikte okumanın faydalı olacağını düşünüyorum.

Çünkü ele alacağımız konuda bizi "ayağımızın alıştığı yoldan" çıkaran bir ilim adamının1 ufuk açıcı, Doğu insanının hurafeciliğinden uzak ve nakilcilik boyunduruğu altında ezilmeyen, Türkiye'deki kısır akademik çalışmalarda az rastlanır türden araştırmalarına değineceğiz.

Ulusal ve yerel basında Prof. Mikail Bayram hocanın Mevlâna ile ilgili yaptığı araştırmalar daha önce de Ceviz Kabuğu programıyla gündeme gelmiş, konuyla ilgilenenler için bilindik, ilk kez haberdar olanlar içinse oldukça ilginç ve pek çoklarınca da kabul edilemez bir nitelik arz etmişti.

Ulusal basında Mikail Bayram ile ilgili dikkate değer tespitler olduğu gibi meseleyi Mikail hocanın "meşhur olmak" için böyle çıkışlar yaptığına bağlayanlar da oldu.

Konya'daki yerel televizyonlarda ve gazetelerde söz alan insanlarda ise tam bir Mevlâna hamiliği söz konusuydu.

Bu tür eleştiriler gündeme gelirken en azından Mikail Bayram'ın konuya hedef kitabının okunarak muhalefet edilmesi gerekirdi.

Fakat yapılan hücumlarda pek çoğunun kitaptan, yazarın düşüncelerinden habersiz ve popülist bir yaklaşımla konuştukları göze çarptı.2

Bu konuda değerlendirme yapmak ve bir sonuca varmak için müşarun-ileyh zevat gibi duygusal davranmak yerine, kitabın ortaya attığı tezi, tartışma yaratan iddiaları ve yazarın bunları ne ölçüde ispatladığını kitabına eğilerek ortaya koymak yerinde olacaktır.

Mikail Bayram'ın yaklaşık 7 ay önce Konya'da basılan Sosyal ve Siyasi Boyutlarıyla Ahi Evren-Mevlâna Mücadelesi başlıklı kitabı şu tez üzerine kuruludur:

Ahi teşkilatının kurucusu Ahi Evren ile Nasreddin Hoca aynı kişidir ve Mevlâna ile çağdaştır.

Yaklaşık 20'ye yakın eseriyle dönemin önemli düşünürlerindendir.

Ayrı birer kişilik olarak kültür tarihimize yerleşmiş olmaları siyasi nedenlerden ötürüdür.

Ahi Evren (Nasreddin Hoca) yaşadığı dönemde Anadolu Selçuklu devletindeki Moğolların güdümüne karşı savaş açmış ve bu konuda Mevlâna ile zıt düşmüştür.

Mevlâna da tam tersi bir görüşle Moğollarla sıcak temaslar kuran bir önderdir.

Moğol emperyalizminin meşruiyetini yerleştirmeye çalışır.

Düşüncedeki çatışma İslam felsefesindeki temel meselelerden biri olan akıl-sezgi karşıtlığıdır.

Ahi Evren, akliyecilerden (özellikle Fahrüddin Razi) etkilenirken; Mevlâna, Şems vasıtasıyla sezgiciliği (dolayısıyla Hululiye felsefesini) benimsemiştir.

Yazara göre Selçuklu tarihinin bu dönemi (Selçuklu üzerinde Moğol hâkimiyetinin etkin olduğu yıllar) ihmal edilmiştir.

Birincil kaynaklardan Anadolu Selçukluları zamanındaki sosyal, kültürel, fikri ve siyasi yapının izinin sürüleceği arşivlere ilk el atan yazarın kendisi olmuştur.

Şimdiye kadarki Selçuklu araştırmaları, ya Selçuklu döneminin resmi tarihçileri (Moğol yanlısı) tarafından kaleme alınan kaynaklara ya da Osmanlı dönemi eserlerine dayanmaktadır.

Yani meselelerin dayandırıldığı kaynaklar yazarın ortaya attığı Moğol emperyalizminin işbirlikçisi tarihçiler tarafından yazılmış eserlerdir.

Bu nedenle Bayram, kitabında sıklıkla o dönemde yazılmış (Ahi Evren'in 20 ayrı kitabı gibi) eserler incelendiği takdirde aydınlatıcı bilgilere ulaşılacağını vurgular.

Yazar, amacının bu noktadan hareketle, siyasi nedenlerden dolayı gizli kalmış bir kişiliğin eserlerinin ortaya çıkarılması ve ilim âlemindeki yerinin belirlenmesi olduğunu, her iki düşünürün aralarındaki mücadelenin gerçek sebeplerinin araştırılması amacıyla bu çalışmaya giriştiğini dile getirir.

Aslında temel olarak iki aykırı konu vardır okurun karşısında:

Ahi Evren'le Mevlâna'nın düşmanlıkları ile yıkıcı Moğol emperyalizmi karşısında, çevresinde önemli bir nüfuza sahip Mevlâna'nın tutumudur.

Ahi Evren/Nasreddin Hoca

Ahi Evren'in adı Mahmud, lakabı Nasirüd-din, künyesi Ebü'l Hakayık, babasının adı Ahmed, nisbet adı Hoyî'dir. Azerbaycan'ın Hoy kasabasındandır. Tahsilini Horasan ve Maveraünnehir'de yapmıştır. Burada Fahrüddin Razi'ye tabi olmuştur. Bağdad'a gelerek Abbasi halifesinin kurduğu Fütüvvet Teşkilatı'na girmiştir. 1204'te kayınpederi ve hocası olan Şeyh Evhadüd-din-i Kirmani ile Anadolu'ya gelmiştir.

Önce Kayseri, sonra'da Alaaddin Keykubad'ın isteği üzerine Konya'ya yerleşmiştir.

Babailer İsyanı dolayısıyla beş yıl hapis yatmış ve Denizli'ye göçmüştür.

Ardından Konya'ya gelerek II. İzzettin Keykavus tarafından vezirliğe getirilmiştir.

Şems'in ölümünden sonra Kırşehir'e gitmiş ve 1261'de Ahilerin başlattığı isyanın bastırılışı sırasında ölmüştür.

Ahi Evren ile Nasreddin Hoca'nın iki ayrı kişi olarak tarihe yerleşmesinde de siyasi tercihi etkili olmuştur.

Yazarın iddiasına göre Ahi Evren ismi yaşadığı dönemde ve sonrasında unutturulmaya çalışılmıştır.

Çünkü kendi döneminde Moğol iktidarına karşı başlatılan isyanların bayrak kişisidir.

1327'deki bir mecmuada yer alan risalelerin yazarlarının hepsinin ismi verilirken, Ahi Evren'e ait dört tane risalede isim verilmemiştir.

Resmi tarih yazarları da Ahi Evren'in adını anmaktan kaçınmışlar hatta sadece "o" şeklinde anmışlardır:

"Kırşehir emirliği Nurettin Caca'ya verildi.

Orduyla onun üzerine geldi.

Bir süre muhasara edildi.

Onu kaleden söküp attılar.

Hariciler (Türkmenler) ki, ona uymuşlardı, kamilen öldürüldüler." (Aksarayî tarihinden) s.53

Yazar Ahi Evren ile Mevlâna çağdaşlığını ve Konya'daki mücadelelerini de Ahi Evren'in eserlerinden hareketle belirlemektedir.3Mesnevî'de de Ahi Evren'e 10 ayrı hikâyede, Divan-ı Kebir'de4 ise 18 ayrı şiirde yer verilmiştir.

Ahi Evren gerçek hayatta hem halk hekimi, hem derici, hem de Razi, İbni Sina, Sühreverdi gibi isimlerden tercümeler yapabilecek güçte bir düşünürdür.

Mevlâna Mesnevi'nin 6. cildinin önsözünde, yazdığı kitabı düşmanlarıyla mücadele etmek için kaleme aldığını dile getirir ve baş düşmanı olarak da Ahi Evren'i ilan eder.

Kendisini Hz. Musa'ya benzetirken, düşmanlarını da Firavun'a benzetir ve sonunda Musa'nın âsâsı gibi Mesnevisinin bütün düşmanlarını yuttuğunu söyler.

5 Mevlâna'nın müridi Ahmed Eflaki'ye göre ise Mevlâna'nın diğer düşmanları şöyledir:

Ahi Evren,

Ahi Ahmed ve Ahiler,

Hacı Bektaş,

Baba İlyas ve Türkmen ileri gelenleri,

Razi'nin talebeleri,

Sadreddin Konevi,

Memluk Sultanı, ez-Zakir Billah,

İzzettin Keykavus.6 Yazar, bu kişilerin isimlerinin Mesnevi'nin risaleler halindeki ilk yayınlanışlarında zikredildiğini; fakat sonradan oğlu ve müritleri tarafından yapılan rötuşlu nüshalarda çıkarılmış olduğunu iddia etmektedir.

Mikail Bayram, ayrıca Mesnevi'nin o dönemin magazin haber bülteni şeklinde olduğunu, insanların aşırı ilgi gösterdiklerini ve hikâyelerde işaret edilen, hakarete uğrayan insanların kim olduğunu dönemin insanlarının çok iyi bildiklerini söylemektedir.

Mevlâna'nın Ahi Evren hakkında Mesnevi'deki yakıştırmaları ise oldukça ilginçtir.

Divan-ı Kebir'de sadece bir şiirde ismiyle anılırken diğer şiirlerinde ve Mesnevi'de,

derici,

yılancı,

hoca,

bilge kişi (danişment),

lala,

nasihatçi,

ahi,

cuha (hocacık),

şeytan,

eşcinsel,

çirkef,

kötü huylu,

pespaye,

köse,

ebter,

hırsız

ve hadım gibi aşağılayıcı ifadelerle anılmıştır.

7Mesnevi'de cuha diye anılan kişinin de Ahi Evren olduğu dile getirilir.

Cuha'nın karısı ile kadı arasında geçen aşk macerasını anlatan hikâye de Ahi Evren'in karısı Fatma Bacı'yla, Kırşehir kadısının arasında geçtiği iddia edilmektedir.

Bunların dışında

"Kıpti ile Sıpti" adlı hikaye Hacı Bektaş, "

Luti ile Kundeh'in Hikayesi",

Ahi Evren, "

tü Huylu Debbağ ve Kardeşinin Hikayesi" ile "Attarlar Pazarı..." adlı hikayeler de Ahi Evren ve Konevi, "Kel Papağan Hikayesi" Razi ve öğrencileriyle ilgilidir.

Hacı Bektaş'a "bacısı kahpe" diye hitap ederken,

Ahi Evren'in çocuğu olmadığı için onu hadım, eşcinsel diye alaya alır,

vücudu iri olduğu için de onu ayıya benzetir.

Divan-ı Kebir'de de zürriyetsiz diye vasıflandırır.

Hatta daha da ileri giderek bir hikâyesinde eşcinsel ilişkide pasif konumda olduğunu anlatır. (s. 109)

Yukarıda da belirtildiği gibi Mevlâna muarızlarına karşı bu şekilde aşağılayıcı bir tavır takınmıştır.

Ahi Evren sadece birkaç yerde Mevlâna'ya cevap verir,

onu Allah'a havale eder ve üslubu oldukça seviyelidir.

Ahmed Eflaki Ariflerin Menkıbeleri adlı eserinde Mevlâna'nın yolunu tutturarak Ahi Evren'e değişik vesilelerle hakaret eder, fakat "her türlü ilimde Konevi ile atbaşı giderdi." diyerek de yer yer hakkını teslim eder.

Mevlâna da Ahi Evren'i bazen "hace" ve "danişmend" sıfatlarıyla anmıştır.

İhtilafların düşünce planındaki boyutu ise daha eskiye dayanır.

Mevlâna ile Ahi Evren arasındaki bu muhalefet, Mevlâna'nın babası Baha Veled ile Fahrüddin Razi mücadelesinin Anadolu'daki uzantısıdır.

Yani sezgici filozof Gazali'nin akliyecilere karşı başlattığı mücadeledir söz konusu olan.

Şems'in ölümünde de bu düşünce ayrılığının sebebi büyüktür.

Mevlâna ve çevresinin tasavvufi yol, enfüsi (içe doğuş); Ahi Evren'in seçtiği yol ise afakî (dışa dönük)'dir.

Bununla bağlantılı olarak Mesnevi'de akılcılığı yeren birçok hikâye yer almaktadır.

Mevlevilik tarikatının kurucusu Mevlâna'nın oğlu Sultan Veled ve onun da oğlu Ulu Arif Çelebi, tarikatın geniş halk tabanına yayılması, Türkmen ve Ahiler tarafında da kabul görmesini sağlamak için Mesnevi'deki hikâyeleri halkın hoşuna gidecek şekilde değiştirmişlerdir.

Mevlâna ile Ahi Evren arasındaki düşmanlığın üzerini küllemeye çalışmışlardır.

Moğollar ve Mevlâna

Mevlâna ile ilgili tartışmaları ortaya çıkaran meselenin temelinde, Moğollarla Mevlâna'nın kurduğu ilişkinin seyri yatmaktadır. IV. Rükneddin Kılıçarslan döneminde Moğollar tarafından Mevlâna'ya "Şeyhu'r Rum" unvanı verilmiştir.

Bu olaydan sonra iktidar, bütün şeyh ve müritlere Mevlâna'ya bağlanma zorunluluğunu getirir.

Mevlâna'ya bağlanmayanların iş yerleri, tekke, zaviye, medreseleri müsadere edilir.

Sultandan alınan bir emirle Ahilerin ellerinde bulunan bütün mallar Mevlâna ve çevresindeki kalenderi dervişlere dağıtılır.

Osmanlılar zamanında bu malların bir kısmı yeniden eski sahiplerine devredilmiştir.

Uygulamaya karşı koyanlar öldürülürler8 ya da göçe zorlanırlar.

Anadolu'nun pek çok yöresinde bu uygulamaları getiren yönetime karşı ayaklanmalar başlar.

Ahi Evren ve arkadaşları da Kırşehir'de bu ayaklanmalar sırasında katledilirler.

Mevlâna sadece taraf olmakla kalmaz Moğol işgalini meşru kılıcı propagandalarla da yönetime destek olur:

Moğolların Anadolu'daki vezirine Mevlâna şöyle der: "Sen Moğolların gönlünü rahatlatarak Müslümanların huzur içinde kulluk etmelerini sağlıyorsun."

Bu ifadelerde eski İran kültüründeki devlet başkanlarının hatadan ve günahtan arınmış olduğu düşüncesinin yansımasını görürüz.

Mevlâna, Fihi Ma Fih adlı eserinde Cengiz Han'ın da Allah'tan mesaj aldığını söylemektedir.

Kırşehir katliamını gerçekleştiren Baycu Noyan için ise "O Evliyaullah'tan biridir fakat kendisi bunu bilmez." der.

Mevlâna araştırmalarında Türkiye'de önemli bir isim olan Abdulbaki Gölpınarlı bu durumu, Mevlâna'nın Moğolları İslamlaştırmak için böyle yaptığı şeklinde tevil ederek, Mevlâna'yı mazur göstermeye çalışır.

Moğol siyasetinin temelinde işgal ettikleri çevrenin etnik ve dini zümrelerini birbirleriyle vuruşturarak bölgeye hâkim olma planı vardır.

Uzun süren çabalar sonucu bu amaç büyük ölçüde gerçekleştirilmiştir.

Fakat bir diğer nokta ise, Kırşehir katliamından sağ kurtulup Batı'ya kaçan Ahi ileri gelenlerinin (Şeyh Edebali da vardır aralarında) Batı'da Osmanlı'nın kuruluşunu hazırlamış olmalarıdır.

İlerleyen dönemlerde Türkmen beylerinin beyliklerini i lan etmeleri hem Selçuklu'nun hem de Moğol emperyalizminin çöküşünü hazırlamıştır.

Mevlâna'nın müridi Eflaki'nin bu duruma üzüntüsünü dile getirmesi, Mevlevi çevrelerinin Mevlâna sonrası dönemdeki siyasi tercihlerini de açığa çıkarmaktadır.

Yazar, Mevlevi çevrelerin tarih boyunca süregelen Mevlâna'ya muhalif söylemi silebilmek için her tür tedbiri almakta bir beis görmediklerini söyler.

Bu mücadelenin tarihi Cumhuriyet dönemine kadar uzanmaktadır.

iiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiii

Geçmişe dönük Türkmen-Ahi hatıralarını silmek için Konya vilayet binasının yanındaki Seyyid Şerefüddin ve Ulvi Sultan türbelerinin kaldırılması bunun tipik iki örneğidir.

iiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiii

Selçuklu veziri Kadı İzzettin'in vakıflarına ait malların korunmayıp yok olmasına göz yummak da bu muhalefetin sonucudur.

Kadı İzzeddin'in Moğollara karşı cihad çağrısında bulunduğu da unutulmamalıdır.

iiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiii

Şems-i Tebrizi

Mevlâna'nın 1244 yılından itibaren etkisi altına girdiği, şiir alanındaki yeteneğinin gelişmesinde büyük pay sahibi olan Şems, Cevlâki tarikatının Anadolu'daki şeyhi konumundadır.

Cevlâkilik, Kalenderiye'nin Anadolu'da aldığı addır.

Moğollar Kalenderîlere yakınlık duymaktadırlar.

Çünkü Şamanist Moğollar sihir, büyü gibi olağanüstü olaylara ilgi göstermektedirler.

Kalenderî dervişler köy köy gezerek şiş batırma, ateşle oynama gibi oyunlar sergileyerek halkı eğlendirmekte ve dilenerek yaşamaktadırlar.

vvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvv

Ahi inancına göre ise asalak yaşamak haramdır, bu yüzden Cevlâkilerin bu yaşantısını Ahiler tasvip etmemektedirler.

vvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvvv

Şems'in Makalat adlı eserinde Moğol siyasetinin yayılmacılığına büyük destek verdiği görülmektedir.

Bu eserde Moğol yayılmacılığının karşısında duran Ahi ve Türkmen ileri gelenlerine karşı düzenlenen suikastların da ipuçlarına ulaşılabilmektedir.

Şems'in ölümünde, yürüttüğü bu siyaset etkili olduğu gibi Hululiye felsefesine olan inancı da büyük pay sahibidir.

Bu inancın esasında Allah'ın yeryüzündeki varlıklara hulul ettiği, varlıkların rengine boyandığı, o yüzden her nesnenin bizzat Tanrı olduğu düşüncesi vardır.

Ahmed Eflaki'nin Kimya Hatun'la ilgili naklettiği hikâye, Şems'in bu düşünceyi hangi boyutlarda yaşadığını göstermesi bakımından oldukça ilginçtir.

Hikâyede Şems'in Kimya Hatun'la muhabbet halindeyken Tanrı'nın Kimya Hatun'un suretinde hulul ettiği söylenmektedir.

Isteeee,

Mevlevilerin dindarligi ve de SAPIKLIGI.

Hem öyle bir SAPIKLIKKI,Allahla cilvelesmis oluyor.

tolonbeg

Ana yaziya davam.

Şems'in bu felsefeyi savunması, Ahiler arasında ve Konya çevresinde ciddi tepkilerin oluşmasına sebep olmuştur.

Mikail Bayram, Şems'in öldürülmesinde Ahi Evren ve çevresinin etkin olduğunu ve hulul felsefesinin yanı sıra Kimya Hatun'un ölümünde şüpheleri üzerine çekmesinin de payını dile getirir.

Şems'in nakil ilimleri üzerine konuşulan bir sohbette sarf ettiği şu sözler bardağı taşıran son damla olmuştur: "

Daha ne kadar onun bunun sözlerini nakledip duracaksınız.

İçinizde kalbim bana Rabbimden şöyle bir haber veriyor diyebilecek bir er yok mu?"

Bu sözünden sonra Ahi Evren ve talebelerinin şiddetli protestosuna maruz kalmıştır.

Dönemin veziri Ahi Evren, Şems'i öldürtünce devlet ileri gelenleri olayı kapatmaya çalışmışlar, Ahi Evren'i Kırşehir'e göndermişlerdir.

O dönem tarihçilerinin de bu meseleden bahsetmemelerinin temelinde ihtilafların giderilmesi güdüsü yatmaktadır.

Osmanlı dönemi tarihçileri de böyle bir yaklaşımla eserlerini kaleme almışlardır.

Sonuç

Yazarın ilk olarak ortaya attığı bulgular:

· Ahi Evren'in ölüm tarihinin tespiti: 1 Nisan 1261.

· Mevlâna'nın Ahi Evren'i baş düşman ilan etmesi.

· Siyasi düşüncedeki farklılıktan dolayı Mevlâna'nın Ahi Evren'e Mesnevi'de ve Divan-ı Kebir'de hakaret ettiği.

· Sadreddin Konevi ile İranlı düşünür Nasirüd-din Tusi arasında yapıldığı zannedilen mektuplaşmaların Konevi ile Ahi Evren arasında olduğu. (Bu meseleyi A. Gölpınarlı da keşfetmiş fakat tespit yapamamıştır.)

· Tusi'ye ait olduğu zannedilen Ahlak-i Nasiri adlı eserin Nasreddin Hoca'ya ait olduğu.

· Ahi Evren-Mevlâna arasındaki mücadelenin sebebinin Türkmen-Moğol karşıtlığına dayandığı.

· Ahi teşkilatının ilk olarak Kırşehir'de değil, Kayseri'de kurulduğu.

· Şems'in, Ahi Evren ve çevresi tarafından öldürüldüğü.

Ahi Evren ve hocası Kirmani'nin "cemal-perestlik" düşüncesinin boyutlarına değinilmemesi, Şems'in livatalığına dair delillerin tatmin edici olmaması, Farsça ve Arapça imladan dolayı akıcılığın sekteye uğraması, tekrarların rahatsız edici boyuta ulaşması (özellikle kitabın 5. ve 6. bölümleri önceki kısımların özeti gibidir.),

özne -yüklem uyuşmazlıkları, Mesnevi'de geçen bütün kötü sözlerin Ahi Evren'e yöneltildiği yönündeki zorlamalar bir kenara bırakılırsa ciddi bir çalışmayla karşı karşıya olduğumuzu rahatlıkla söyleyebiliriz.

Tezini İstanbul, Konya, Bursa, Kırşehir gibi illerdeki kütüphanelerde bulunan Selçuklu dönemi yazmalarına dayandırarak sunan yazarın anti-emperyalist söylemi güçlendirme gayreti içinde olduğu söylenebilir.

Yazar, Mevlana'nın sürekli olarak Batı tarafından gündeme getirilmesini de emperyalist politikalarına uygun insan yetiştirme amacından kaynaklandığını söylemektedir.

Mevlana'nın felsefesi, Anadolu insanını bu tür politikalara yatkın hale getirmek için biçilmiş kaftandır.

Yazar, düşünce dünyasını Kur'anî tefekkür9 ışığında kurma peşinde olduğu için tarihi meselelere de sarahatle bakabilmektedir.

Kutsal tarih anlayışından sıyrılarak her şeyi yerli yerine oturmak için bazı taşların yerinden oynatılmasının gerekliliğinin farkındadır.

Yazarın meseleye yaklaşımı Ahi Evren adına bir kadir na-şinaslığa duyduğu öfkeyi de barındırır.

Günümüz politik arenasında da küresel güç karşısında emperyalizm karşıtı bir düşüncenin nüvelerinin tarihi dayanaklarla temellendirilmesi oldukça önem kazanmaktadır.

ssssssssssssssssssssssssssssssssssssssssssssssssssssssssssssssssssssssssssssssssssssssssssssssssssssssssssssssssss

Ahi Evren'in gerek eserlerinde gerekse de mücadelesinde var olan aksiyoner yönünün ihmal edilemezliği, bugünkü İslam dünyası için vazgeçilemez bir örneklik oluşturmaktadır.

ssssssssssssssssssssssssssssssssssssssssssssssssssssssssssssssssssssssssssssssssssssssssssssssssssssssssssssssssssssss

İçinde bulunduğumuz dönemin şartları üzerinde düşündüğümüz vakit, 13. yüzyıl İslam dünyasının yeniden nasıl ve ne şekilde ikame edildiğine şahit oluruz.

Görünen şudur ki, emperyalist güçler yeni adlar almış ve kimi İslam liderleri mücadeleci kimliğini korurken, kimileri de daha ılımlı bir yaklaşımla sonuçları Müslümanların aleyhine de olsa güç odaklarıyla (tıpkı Mevlâna'nın müritlerinin, Ahilerin müsadere edilen mallarına sahip olmaları gibi) teşrik-i mesai içinde olmuşlardır.

Bu da işin Müslümanlar açısından üzüntü verici tarafıdır.

Dipnotlar:

1- 13. yüzyıl Konyasını yerleşim planıyla ve burada yaşayan 2500 haneden oluşan halkı, şeceresiyle birlikte tanıyan bir tarihçidir söz konusu olan. Yasin Aktay, "Hoşgörünün Mikail Bayram'la İmtihanı", Yeni Şafak, 5 Aralık 2005. Mezkûr yazıda Aktay, "Bayram Hoca iddialarını ne ölçüde ispatlayabiliyor, bilemiyoruz. Aslında bu çok önemli değil." demektedir ki bu sava katılmak mümkün değil. Çünkü mesele tarihi bir konu ve konunun asıl tartışma yaratan yönü de burasıdır.

2- Mikail Bayram'a yapılan haksız hücumlara yönelik bir değerlendirme için bkz. Murat Kayacan, "Mikail Bayram Şamar Oğlanı mı?", Memleket, 8 Aralık 2005. Ayrıca Mikail Bayram'dan Ortaçağ tarihi uzmanları, Prof. Dr. Işın Demirkent, Prof. Dr. Tuncer Baykara, Prof. Dr. Salim Koca, Dr. Turgut Akpınar gibi isimlerin kendisinden övgüyle bahsettiklerine dair bkz. Murat Güzel, "Bir Tartışmanın Tartamadıkları", Memleket, 6 Aralık 2005. (www.memleket.com.tr)

3- Ahi Evren'in değişik konuları muhtevi eserlerinin pek çoğu ilk kez Mikail Bayram tarafından tespit edilmiştir:

Metali'ül İman, Tabsira, Menahic-i Seyfi, Yezdan-ı Şinaht, Mürşidü'l Kifaye, Tuhfetü'ş Şekur, Letaif-i Gıyasiyye, Letaif- Hikmet (Siyasetname), Ahlak-i Nasirî, Goşayişname, Ağaz u Encam (Vasiyet), Tuhfetü'ş Şekur, Ulum-i Hakiki, İlmü't Teşrih (Anatomi'ye dair), Kitabü'l Afaî (Yılanlar Kitabı), Yezdan Şinaht. Ayrıca İbni Sina, Razi, Sühreverdi ve Konevi'den yaptığı tercümeler.

4- Yazar Divan-ı Kebir'in, şiirlerdeki tarihsel tutarsızlıklar ve nazireler yüzünden tamamen Mevlâna'ya ait olmadığını iddia etmektedir. Bu konuyla ilgili İran'da sunduğu tebliğinin, Abdülkerim Süruş başta olmak üzere pek çok Mevlâna araştırmacısı tarafından kabul gördüğünü söylemektedir.

5- Mevlâna Mesnevi'nin ilk cildinin önsözünde Kur'an'ın bütün sıfatlarını Mesnevi'ye yüklemektedir. Hatta anlattıklarının kendisine vahyedildiğini iddia etmektedir:

"bu ne bir kâhin sözü, ne bir rüyadır. Allah doğruyu biliyor ki, o Allah'tan vahydir." demektedir.

İddialarını ayetlerle desteklemektedir.

Böyle bir iddia Hululiye felsefesinden kaynaklanmaktadır.

Buna göre Mevlâna'ya Allah hulul etmiş ve onu konuşturmuştur.

İlk dönemdeki müritler Mesnevi'nin vahiy olduğunu düşünmektedirler.

Çünkü el yazması kopyaların başında "Ona ancak temiz olanlar dokunabilir." / "

Âlemlerin Rabbi tarafından indirilmiştir." gibi ifadeler yer almıştır.

6- Sultan Keykavus Mevlâna'yı ziyaret etmiş ve ondan kendisine öğütte bulunmasını istemiştir.

Mevlâna sultana ilgi göstermemiş ve "ben sana ne öğüt vereyim, sana çobanlık vermişler sen kurtluk yapıyorsun.

Seni bekçi yaptılar, hırsızlık yapıyorsun.

Allah seni sultan yaptı, sen şeytan'ın sözüyle hareket ediyorsun." demiştir.

Bu sözlerin sebebi, Keykavus'un Ahi Evren'e yakın olmasıdır.

7- Mevlâna düşünce farklılığından dolayı Sadreddin Konevi'yi de tekfir etmektedir. (s. 47)

8- Mevlâna ile zengin bir tacir olan Kâşi arasında ciddi bir münakaşa geçer ve Mevlâna bundan çok incinir.

ooooooooooooooooooooooooooooooooooooooooooooooooooooooooooooooooooooooooooooooooooooooooooooooooooooooooooo

Bu olaydan üç gün sonra birkaç kişi Kâşi'nin yolunu keserek öldürür ve servetini yağma ederler.

ooooooooooooooooooooooooooooooooooooooooooooooooooooooooooooooooooooooooooooooooooooooooooooooooooooooooooooo

Isteee.

Simdi tanidinizmi evliyanizin(mevlananin) ne menem bir adam oldugunu.

Tolonbeg

tarihinde tolonbey tarafından düzenlendi
Link to post
Sitelerde Paylaş

Biraz uzun ama okunması gereken bir yazı

HACI BEKTAŞ VELİ VE MEVLANA CELALEDDİN RUMİ

TOPLUMSAL / SİYASAL KONUMLARI VE KARAKTER FARKLILIKLARI

Ön Değerlendirme

Hünkar Hacı Bektaş Veli'nin (ö.1271-2) yaşamı boyunca toplum için yaptığı onca güzel işler, kendisi egemen Sünni yönetimlerin inancına aykırı düştüğünden, ancak birer "keramet yumağı" olarak günümüze taşınabilmiştir. Halk bilinci onu gönüllerine, iç dünyalarına sultan yapmış; yürüdüğü dağı taşı, dokunduğu toprağı ağacı ve oturuşunu kalkışını, elverişini, gözaçıp kapatışını kutsamış ve olağanüstü ögelerle bezemiş. Ağızdan ağıza geçen geleneksel sözlü aktarımlar içinde, gerçekle gerçekdışı biribirine karışmış. Onları halkın ağzından ilk toplayıp yazan ve çoğaltanlar, ya yönetime yaranmak için günün siyasetine uydurmuş, ya da hayallerini katıp gerçeküstülükleri artırarak halka geri getirmişlerdir. 15.yüzyılın sonlarında ilk kez yazıya geçirilmiş olup şiirsel ve düzyazı biçiminde günümüze ulaşan Hacı Bektaş Vilayetnamesi bu özellikleri taşır. Kendisinin yazdığı ya da yazdırdığı yapıtlardan ise sadece tam olarak Sadeddin Molla'nın Türkçeleştirdiği Makalat elimizde bulunmaktadır. Ona da bazı Sünni inanç ögeleri sokuşturulmuş, sözcükler tahrif edilmiş, hâlâ da edilmektedir.

Menakıbname'lerdeki keramet olağanüstülüklerini tel tel sağıp, her birinin dayandığı tarihsel ve sosyo-ekonomik özü ortaya çıkarmak; elle tutulur, gözle görülür ve hissedilir maddi temelleri saptamak araştırmacıların gerçek görevidir. Yine Makalat'ı iyi anlayabilmesi ve inceleyebilmesi için araştırmacı, Batıniliği ve Şeriat ögelerini birbirinden ayıracak birikime sahip olarak işe başlamalıdır. Kısacası bu ulu kişiyi, büyük Alevi-Bektaşi inanç ve düşünce önderini; 13.yüzyıldan çağlar aşarak günümüze ışık tutmuş bu tarihsel kişiliği, bilim ve akıl dışı söylenceler sarmalı içinde görmeye ve orada bırakmaya kimsenin hakkı yoktur. Yediyüz elli yıl önce herşeyi bilime bağlamış ve "bilim bütün değerlerin üzerindedir ve bilimle gidilmeyen yolun sonu karanlıktır" demiş olan Hünkar'a bu kötülüğü yapmayalım.

Ancak, onun nesnel dünyasına girerek tanımak ve tanıtmak için, 13.yüzyıl Anadolu'sunda yükselen sosyal ve siyasal mücadeleleri ve nedenlerini öğrenmek zorunluğu vardır. Selçuklu-Moğol-Bizans ilişkilerini, çağın toplumlarının sosyo-ekonomik ve inanç yapılanmalarını iyi incelemeden bunu yapmak zaten olası değildir.

Hiçbir tarihsel kişilik, Hacı Bektaş Veli kadar, kişiliğine ve konumuna ters değerlendirilip, kendisine yabancılaştırılmamış ve üstüne aykırı giysiler giydirilmemiştir. Tarihe ve tarihsel olaylara bakış çarpık ve yöntemler yanlış olunca, ortaya farklı kişiliklerde Hacı Bektaş'lar çıkıyor:

1) Namazında orucunda bir zahid, yani aşırı ibadet düşkünü şeriatçı Sünni müslüman.

2) Ahmet Yesevi tarafından Anadolu'da Türklüğü ve Türkçeyi yaymak için gönderilmiş bir şeyh.

3) Anadolu'yu Türkleştiren ve İslamlaştıran alp erenlerin başı, bir fetihçi.

4) Beylerle sultanlarla uzlaşmış, Osmanlı işbirlikçisi bir tarikat kurucusu.

5) Dünyadan elini eteğini çekmiş, tekbaşına inziva deliğinde "riyazat ve ibadetle iştigal edip" kerametler göstermiş bir ermiş.

6) Babai halk ayaklanmalarında gizlenmiş, ayaklanma bastırılınca birden ortaya çıkmış 'meczup' ve korkak bir derviş.

Kuşkusuz Hacı Bektaş Veli bu kişiliklerin hiçbiri değildir ve olamaz!

Yüzyılın başından beri hakkında yapılan araştırmaların büyük çoğunluğu, milliyetçi devlet anlayışı ve ortodoks İslam inancı çerçevesinde yapılmış. Onun içindir ki, Hacı Bektaş Veli'yi bu anlayış ve değerlendirmelerin hiçbiri tanımlayamaz. Çağları aşarak günümüze ışık tutan Hünkar'ın yolu, dünyasal yaşamı daha iyiye, daha güzele götüren bilimsel düşüncenin ve aklın yoldur. (Hacı Bektaş üzerinde farklı değerlendirme ve yeni yorumlar için bkz. İsmail Kaygusuz, Hünkar Hacı Bektaş, Alev Yayınları: İstanbul, 1998, s.6-51; "Hacı Bektaş Veli Bir Batıni Dai'siydi", YOL Dergisi 6, 2001, s. 24-34)

Mevlana Celaleddin Rumi'ye (ö.1273) gelince o, Şeriatın gerekliliklerini göze çarpacak biçimde yerine getirerek, aykırılıklarını egemen yönetimlerin Sünni inancıyla çatışmadan sürdürmüş. Moğol korumalığı altındaki Selçuklu sultanları, sultan naibleri, emirler ve Moğol İmparatorluğunun temsilcisi büyük vezirlerle çok sıkı dostluk ilişkileri kurmuştu. Mevlana çağını aşan felsefi ve dinsel bilgi birikimi; birer duygu seli olan, aşk ve cinsellik, yaşama sevinci dolu beyitlerle örgülenmiş Mesnevi tarzı şiirleri arasına batıni yönünü ustalıkla gizlemeyi başararak onları etkilemiştir. Bu arada, düzyazı metinlerinde (mektuplarında) o incelmiş edebiyat dili Farsça ile yöneticilere düzdüğü övgüler, onun aşırı uzlaşmacılığının ötesinde, bencil ve dar çevre çıkarcısı kişiliğini ortaya çıkarmaktadır. Konya dışında olup bitenlere, kıyımlara zulüm ve saldırılara gözünü kapamış olan Mevlana, Hacı Bektaş'ın yaşam biçimine, sosyal ve siyasal anlayışına tamamıyla karşıt konumdaydı. Esnaf, tüccar, zanaatkar ve başkent aristokrasini oluşturan zengin sarraflardan, taşrada toprak ve çiftlik sahibi olup kentte oturan varlıklılardan (dikhanlar) pek çok yandaşları vardı. Ayrıca büyük temlik ve ikda sahipleri Emirlerden de müritleri bulunuyordu. Kendisi ne Türk dilinin ve ne de Türkmen halkların dostuydu. Rum ve Ermeni etnik Hristiyan gruplara gösterdiği yakınlığı onlara asla göstermemiştir.

Mevlana Celaleddin, daha otuzlu yaşlardayken büyük ün sahibi olmuştu. Ona batıni eğitimi vererek Mevlana'yı İsmaili yapma görevini üstlenmiş olan Şemseddin Tebrizi Konya'ya 1243 yılında geldi. Konya'da kaldığı üç yıl içinde Şems Mevlana'yı istediği biçime sokmuş, değiştirmiştir. İlhan Başgöz Yunus Emre üzerinde yaptığı çalışmada şöyle diyor:

"Mevlana... coşkun bir dervişe, Şems'e rastlıyor; onunla yedi gün halvet oluyor. Bu halvetten çıkan Mevlana artık bambaşka bir Mevlana'dır. Devrinin en büyük camilerinde ders veren, ayakkabılarını çıkarıp saray kadınlarıyla semah ettikten sonra, ayakkabılarını altınlı, elmaslı, pırlantalı küpe ve yüzüklerle dolu bulan, dinleyicileri beylerden ve sultanlardan oluşan Mevlana tümden değişecektir. Dergahının kapısını yoksullara ve kötü kadınlara açacak, kurulu düzenin hoş görmediği yerlerde semaha duracaktır. Mevlana'yı karşı kültüre ve aykırı yola çeken Şems, bu nedenle öldürülecektir." (İlhan Başgöz, Yunus Emre I, İstanbul-1999, s.49)

Elbette ki Mevlana Şems ile halvette kaldığı bir hafta içinde değişmedi. Şems Konya'da kaldığı sürece, 1247'de öldürülmesine dek, zorunlu geziye çıktığı bir yıl dört ay dışında, tüm zamanını verdiği batıni eğitimle Mevlana'yı değiştirmekle geçirmişti.

Mevlana'nın oğlu Sultan Veled, İbtidaname adlı yapıtında Mevlana ile Şems'in buluşmasını Musa Peygamber'le Hızır'ın buluşmasına benzetmekte. Ona göre Mevlana Musa'yı, Şems de Hızır'ı temsil ediyordu. Orada buluşmayı şöyle anlatıyor:

"Şems'in yüzünü görünce gün gibi aydın sırlar ona açıldı. Görülmemiş şeyleri gördü, kimsenin duymadıklarını duydu. Ona aşık oldu, elden çıktı. Yanında yücelikle alçaklık bir oldu. Şems'i evine çağırıp, 'padişahım dedi, şu dervişi dinle. Evim sana layık değil, ama sana sadakatle aşıkım ben. Kulun nesi varsa, eline ne geçerse hepsi efendisinindir. Bundan böyle ev senin evin." (İbtida-name'den aktaran Abdülbaki Gölpınarlı, Mevlana Celaleddin, 4.baskı, İstanbul,1985, s.71-72)

İşte bu buluşmayla Şems ile birlikte geçirdiği yıllar içinde Mevlana, en insancıl, en güzel aşk ve güzellik şiirlerini, ayrıca en keskin ve batınilik içeren düzene aykırı söylemlerini yazıya geçirtmiştir. Bahaaddin Veled oğlu Celaleddin'i, Mevlana (Farsçada Mevla-na 'Efendi-miz, Tanrı-mız' anlamlarına gelmektedir) yapan da bunlar olmuştur. Ancak yine İlhan Başgöz'ün kapalı olarak belirttiği gibi Şems'in siyasi cinayete kurban gitmesinden[1] bir süre sonra, Mevlana'nın yine eski neşesine dönmüş ve egemen siyasetin bir parçası olmuş bulunduğunu görmekteyiz. Onun bu özelliği dolayısıyladır ki hem kendi yapıtları, yani Mesnevi'si ve Divan'ı eksiksiz olarak günümüze kadar korunmuş, hem Menakıbname'ler dışında da, hakkında yüzlerce kitap yazılmış incelemeler yapılmıştır. 19.yüzyılın başlarından beri Batılı araştırmacılar, Mevlana'nın tam korunmuş yapıtlarında saklı tuttuğu duygusal yoğunluğu ve batıniliğin derin hümanizmasını açığa çıkardıktan sonra, onu bu derece yüceltmişlerdir. Mevlana Celaleddin belki kişiliğiyle değil, ama kuşkusuz yapıtlarıyla bu yüceliğe layıktı.

Bu yazımızda Hacı Bektaş Veli ve Mevlana Celaleddin'in Menakıbname'lerde (Hacı Bektaş Veli Menakıbnamesi olan Vilayetname'de ve Ahmet Eflaki'nin Ariflerin Menkıbeleri'nde) keramet söylenceleri biçiminde verilmiş bulunan davranışlarından - eylemlerinden; ayrıca da Mevlana'nın büyük emirlere, vezirlere yazdığı özel Mektupları'ndaki tartışmasız başeğmeci -yalvarıcı tutumundan toplumsal ve siyasal konumlarını, dönemsel bölge tarihinin nesnel ve sosyo-politik koşulları içinde değerlendirmeye çalışacağız.

Başta söylediğimiz gibi, 13.yüzyıl Anadolu'sunda yükselen sosyal ve siyasal mücadeleleri derinliğine kavramak ve Selçuklu-Moğol-Bizans ilişkilerini, çağın toplumlarının sosyo-politik ve inanç yapılanmalarını iyi incelemek gerektiğinin bilinci içinde bunu yapmayı deneyeceğiz.

1. Hacı Bektaş Veli'nin Merkezi Feodal Devlet ve Toplumlara Karşı

İzlediği Siyasete Dair Değinmeler[2]

Hünkar Hacı Bektaş Veli'nin Hristiyan keşişleriyle sıkı ilişkilerde bulunduğu, Vilayetname'de söylencelere yansımış ve keramet boyutları içerisinde verilmiştir. Bunların Hacı Bektaş'ın büyüklüğünü kabul etmiş ve onun müridi olarak iki inançlı yaşadıklarını, yani Hünkar'ın yolunu gizli olarak sürdürdüklerini öğreniyoruz. Ama bu, Hristiyanların, üstünlüğünü kabul ederek İslam dinine döndükleri anlamına gelmemelidir. Ortodoks İslam ile Ortodoks Hristiyanlık sürekli birbirlerine düşman, karşılıklı birbirlerinin inançlarını yadsıyan ve "dinsiz-kafirler" olarak niteleyen konumdaydılar. Bunlar yönetimlerin dinleri olduğundan, egemenlik alanlarını koruma, sağlama alma çıkarlarıyla doğrudan ilişkiliydi. Yönetimler, karşılıklı kabul, anlaşma ve uzlaşma dönemlerinde bile halkları, yani teb'alarını sürekli birbirine düşman tutmaya büyük özen göstermişlerdir.

Buna karşılık heterodoks inançlar, daha çok kırsal halk yığınlarına özgü olduğundan ortak yanları çoktu. Öyle ki, bir Alevi-Bektaşi dervişiyle, yoksul bir manastır keşişinin yaşam görüşünü ve biçimini birbirinden ayırmak güçtür. Anadolu'da İslami halk tasavvufunu, Hacı Bektaş Veli ve onun Sulucakarahöyük'teki dergahına bağlı halife ve dervişleri temsil ettiği gibi, Hrıstiyanlık halk mistisizminin temsilcileri de bu manastır keşişleriydi. Kapadokya bölgesinde, Alevi inançlı Türkmenlerle, kent merkezlerinde yaşayan Bizanslıların küçümseyerek Trogtlytai (toprak altındaki deliklerde yaşayanlar) dedikleri bölge Hristiyanları içiçe yaşamaktaydılar.

1239-40 yılındaki büyük Babai halk ayaklanmasından 5 yıl sonra Anadolu'nun Moğollar tarafından istilasına karşı koyamayan bağımsız Konya Selçuklu merkezi feodal devleti dağılmış ve Büyük Moğol İmparatorluğunun Batı Uç Eyaletine dönüşmüştür.

Horasanlı Hacı Bektaş'ın piri Horasanlı Baba İlyas ve Baba İshak, feodal hükümete karşı, Sultan I.Alaaddin'in (ö.1237) son dönemlerinden itibaren oluşmaya başlayan nesnel koşulların tam olgunlaştığı; feodal beylerin köylü ve konar-göçer halk yığınlarını ağır haraç ve vergilerle canından bezdirdiği 7-8 yılda yarattıkları ihtilalci Babai Siyaseti'yle, Konya'ya yürümüşlerdi. Amaçları, iktidarı ele geçirerek eski düzeni yıkıp, kendi düzenlerini kurmaktı.[3] Ancak, kazandıkları onca zaferlere rağmen, çok büyük bir yenilgi ve kırımla sonuçlandı başkaldırı.[4]

Hünkar Hacı Bektaş siyasetini, döneminin öznel ve nesnel koşulları içerisinde, Moğol istilasıyla yıkılan yokolan kurumların restorasyonunda birlik sağlama üzerinde denedi. Baba Bektaş, geldiği Babai ihtilalci geleneğini, varolan koşullar içinde uygulamaya gitmedi, yani Türkmen halk gruplarını Selçuklu Sultanlarına karşı isyana yöneltmedi. Çünkü önce dış düşman tehlikesinden kurtulmak gerekiyordu. Kısacası, istilacılardan memleketin kurtarılmasını öne almak amacı güdülmüştür. Bu nedenle Moğol korumalığındaki işbirlikçi yönetime ve Selçuklu prensi İzzeddin'i kentleri köyleri yakıp yıkan Moğollara karşı savaşmaya yönlendirerek onun yanında yer aldı. Bu konuyu ileride, Hacı Bektaş'ın Nureddin Caca'ya gösterdiği kerameti incelerken ayrıntılayacağız.

Öbür yandan Hacı Bektaş Veli, (halife ve dervişleri dahil) içiçe yaşamakta oldukları Hristiyan halk ve manastır keşişleriyle dostluk, yakınlık ilişkileri sürdürdüğü gibi, sürgün Bizans İmparatorluğunun başkenti ve aynı zamanda bilim ve kültür merkezi İznik'den de haberliydi; gelişmeleri izliyordu. Orada 1241'de rakiplerini yenerek yönetimi tam ele geçirmiş olan İoannes Vatatzes ertesi yıl Moğollarla anlaşma yapıp devletini güvenceye almış ve bir barış dönemine girmiş bulunuyordu. Öyle ki, 1243 yılında Konya Sultanlığıyla da ittifaka girdiği halde, kendisine dokunulmadı. İznik'teki sürgün Bizans devleti, 1260'lara kadar bölgenin ekonomik yönden en gelişmiş zengin devleti olma ününü korudu. Gerek Vatatzes I.İoannes ve gerekse oğlu Theodoros II. Laskaris dönemlerinde İznik, aynı zamanda tam anlamıyla bilim, felsefe eğitim merkezine dönüşmüştü.

Özellikle Hacı Bektaş ile yaşıt olan ve aynı yıllarda ölmüş bulunan Nikephoros Blemmydes (1197-1272), kendi manastırında verdiği felsefe derslerinde evrensel sorunlarla ilgilenmekteydi: Burada, aşağıdaki varlıklar tarafından şekillendirilmeden önce, ırk ve türlerin her cinsinin Tanrı'nın düşüncesinde yeraldığını farzeden nominalizm ile realizmi uzlaştırma yollarını araştırıyor, aynı zamanda "herkese, herşeye yeryüzünde gerçek tanrı olacak" ideal bir filozof-kral portresi çiziyordu. Nikephoros Blemmydes, Vatatzes I'in oğlu, öğrencisi Theodoros II. Laskaris'i bu amaçla yetiştirmişti. 13.yüzyılın sonu ve 14.yüzyılın başlarında Bizans düşüncesine hep Aristoteles felsefesi egemendir. (Louis Bréhier, La Civilisation Byzantine, Paris-1970, s.364-365; G. Ostrogorsky, Çev. Fikret Işıltan, Bizans Devleti Tarihi, Ankara-1981, s.410-12; Louis Bréhier, La Civilisation Byzantine, Paris-1970, s.364-365; G. Ostrogorsky, Çev. Fikret Işıltan, Bizans Devleti Tarihi, Ankara-1981, s.410-12) Hacı Bektaş'ın günümüze ulaşmış yapıtlarında akıl, bilim, evren ve dünya üzerine sözlerinde gününün felsefesinin izlerini görmemekolanaksızdır. Sulucakarahöyük'de yaşadığı yaklaşık otuz yıl boyunca yeni bir inanç ve yaşam tarzı oluşturmuş; yeni bir toplum örgütlemesi yaratmış olan Hünkar Kapadokya, İznik, Konya ve sonra İstanbul hattı üzerinde yürümekten çekinmemiş. Düşünsel, inançsal ve siyasal düzlemi genişleterek, daha sonraki yıllar Halifesi Saru Saltuk'u da 10-12 bin kişilik Türkmen gücüyle İstanbul'a Mikhail VIII. Paleologos'a göndermişti.

Vilayetname'deki Frengistan'a atılan genç çoban ve iki inançlı keşişin işaret ettiği tarihsel olayların arkasında yatan bu ilişkilerdir. Öyleyse, "İslam ülkesinin öte yanındaki bir memlekette bulunan bir keşiş, biz de Hünkar'ın dervişiyiz" boşuna dememiş. Ayrıca Hünkar durup dururken, sırf kendisine şaka yaptı diye, neden çobanı Frengistan'a atıp, keşişin kara canavarlarını (domuzlarını) otlattırsın? Vilayetname'den okuyalım:

"İslam ülkesinin öte yanındaki bir ülkede bir keşiş vardı. Bir yıl kıtlık olmuş, keşiş de sıkıntıya düşmüştü. Bir gün, 'ne olurdu, Hünkar lütfetseydi de, bana biraz buğday gönderseydi', diye düşündü. Bu durum o anda Hünkar'a malum oldu, dervişlerinden birine biraz buğday verdi ve 'bu buğdayı keşişe götür' diyerek yolladı. Derviş buğdayı götürürken yolda alıcı çıktı. O kadar fazla para önerdiler ki dayanamadı; buğdayın bir miktarını sattı, yerine toz ve saman doldurdu. Gide gide o kente vardı ve sora sora kiliseyi buldu, keşişle görüştü. Getirdiği emaneti teslim etti. Keşişin konuksever ve insancıl davranışlarından etkilenen Derviş, 'ne olurdu, bu adam müslüman olsaydı' diye düşündü. Keşiş onun içinden geçenleri anladı ve 'Derviş, ben de müslüman olurdum, ama senin gibi bir müslüman olup, erenlerin gönderdiği buğdayın bir kısmını satar, yerine toz ve saman doldururum diye korkuyorum' diye karşılık verdi.

"Bu sözler karşısında çok utanmış olan Derviş'i alıp, birlikte kilisenin mahzenine indiler. Orada bir oda gördü; karşıda bir mihrap vardı; üstünde bir bohça duruyordu; bohçanın üzerine bir elifi taç konmuştu. Keşiş kendi giysilerini çıkardı. Bohçayı açıp, içindeki derviş hırkasını giyindi ve tacı da başına koyarak mihraba geçti ve birlikte ibadet ettiler. Tapınma ve dualardan sonra Keşiş yine eski Kilise giysilerini giyerken: 'Biz de Hünkar'ın dervişiyiz' dedi. Ona armağanlar verip yola saldı." (Vilayetname/Menakıb-ı Hünkar Hacı Bektaş-ı Veli, Haz.A. Gölpınarlı, İnkılab Kitabevi: İstanbul, 1990, s.55; Vilayetname /Menakıb-ı Hacı Bektaş Veli, Haz. E.Korkmaz, Ant Yayınları: İstanbul, 1995, s.107-108)

Hacı Bektaş Veli Dergahı herkese ve hangi din ve inanca mensup olursa olsun her insana açıktır. Onun Horasan'dan kalkıp ziyaretine gelen Kalenderi, Haydari konukları da vardır; her yıl düzenli olarak Dergaha gelip kurbanlarını keserek, Cem-cemaata katılan ve lokma yiyen Hristiyan köylülerinden müridleri de... Hacı Bektaş'ı Kapadokyalı Aziz Kharalambos'la aynılaştırıp, din değiştirmeden onun hoşgörüsüne sığınmış köylülere karşı, kentli Hristiyanlar ve manastır keşişleri gizli gizli haberleşerek duasıyla birlikte yardımlarını da alıyorlardı. Görüldüğü gibi, Hacı Bektaş'a derviş olduğunu söyleyen Keşiş, çıkarcı ve hilekar derviş gibi bir müslüman olmaktansa Hristiyan kalmayı tercih ediyor. Çünkü Hünkar'ın Bizanslı Hristiyanlara yaklaşımı insancıldır; eşitlik ve sevgi yüklüdür davranışları. O İsa'yı da, Muhammed'den aşağı görmemektedir. Hünkar Hacı Bektaş Fevaid (Haz. M.Yaman, s.51) adlı yapıtında İsa peygamberden şu sözleri nakleder:

"...Ve dört şeydir ki insanı Hakk'a eriştirir: Büyüklerle oturmak, akıllı kişilere danışmak, kısmetsiz kişilerden (çalışmayan, kendine bile yararı olmayanlardan İ.K.) sakınmak, münzevilerden (köşesine çekilmiş sadece ibadetle uğraşanlar İ.K.) yardım istemek."

Hacı Bektaş, Vilayetname'deki söylencelerden anlaşıldığı üzere, gerçekten bu dört ilkeyi aynen uygulamıştır Hristiyanlarla ilişkilerinde: Büyükleriyle oturup sohbet etmiş. Akıllılarına danışmış; düşünce alışverişinde bulunmuş. Kendine yararı olmayan yani çalışıp da kısmetini ele geçiremeyenlerinden, tembellerinden uzaklaşmış. Ama asıl yoksul Hristiyan halkla karşılıklı yardımlaşmalarını sürdürmüştür.

Hacı Bektaş Veli'nin pek çok yerleri gezdiği, adı Frengistan adaları diye geçen o dönemlerde Frankların egemen olduğu Ege Adaları'ndaki keşişlerden de muhibleri olduğunu anlıyoruz. Hünkar'ın, kendisiyle alay eden çobanı, vilayet eliyle kaldırıp Frengistan'a attığı keramet söylencesi, bize göre önemli bir tarihsel olayla Hacı Bektaş'ın yakından ilgili olduğunun işaretlerini veriyor. Söylenceyi kısaca özetleyelim:

"Bayamlu Deresi çevresinde bulunan Kızoğlu kışlağında Hünkar'a inanmayan ve onunla hep alay eden bir çoban vardı. Bir gün oraya uğradığında çoban yine alaya başlayınca, Hacı Bektaş vilayet elini uzatarak, adamı tutup Frengistan'da bir adaya fırlattı. Aklı başına geldiğinde adanın içine doğru ilerlerken bir kilise gördü. İçinden çıkan ermiş bir Keşiş: 'Sen nasıl, öyle bir cihan kutbu veli ile uğraşırsın?' diye ona çıkıştı. Sonra kendisini kara canavarlarına (domuzlarına) çoban yaptı. Bir yıl tamam olunca Hünkar adaya geldi; Keşiş'le birkaç gün konuşup görüştüler. Bu arada Hünkar'dan, çobanı bağışlamasını diledi. O da, Sulucakarahöyük'e değil, Mekke'ye gideceğini; Karahöyük'e döner dönmez, adam gönderip çobanı aldırtacağını söyledi.

"Hünkar sözünü yerine getirerek, bir dervişini gönderip çobanı aldırttı, Bayamlu Deresindeki koyunlarının başına bıraktı. Kışlak'tan kardeşi yanına geldiğinde onu kendi kendine ağlar buldu. Olup bitenleri anlattığında kardeşi şaşırıp, 'sen çıldırmışsın dedi, nasıl bir yıl Frengistan'da kaldığından söz ediyorsun? Bir saattan beri burada oturmaktasın, seni gözlüyordum.' Çoban, kendisine bu olayı yaşatan Hünkar'ın velilik gücüyle bir oyun oynadığını anladı. Erenlere canla başla ve gönülden muhib yar oldu." (Vilayetname, Haz. A.Gölpınarlı, s.65-66; Haz. E.Korkmaz, 123-124)

1206 yılında Antalya ve çevresinin Gıyaseddin I.Keyhüsrev tarafından Frenkler'den alınıp oraya Tekelü Türkmenlerinin yerleştirildiğini; 13.yüzyılın son yarısında Menteşe Oğulları'nın Frenk (ya da Frank) memleketleri İskenderiye ve civar adalarıyla ticari ilişkilerde bulunduklarını; 14. yüzyılda Anadolu Beylikleri'nin Bizans'la birlikte Frenkler ile sürekli mücadele ettiklerini ve Frenkler'in zaman zaman birine karşı diğerini tuttuklarını biliyoruz. (İ. Hakkı Uzunçarşılı, Anadolu Beylikleri, Ankara-1984, s.67, 81, 228) Ama asıl Frank ya da Frenk egemenliği Yunan yarımadasına damgasını vurmuştur; Latinler'in İstanbul'u 1204'de işgal etmesiyle başlayan bu egemenlik 1428'lere, yani Osmanlı fetihlerinin arifesine kadar sürmüştür. (Ostrogorsky, agy, s.179, 401, 517) Demek ki, gerek Vilayetname'de ve gerekse Yunus Emre'nin şiirlerinde geçen Frengistan ya da Frenk (ülkesi) ile, daha çok Ege adaları dahil Yunan yarımadası kastediliyordu. Hatta Pir Sultan Abdal'ın, "Şah İstanbul'da otura / Frenk'ten yessir getire" dizelerini gözönüne getirirsek, 16. yüzyılda da bölgeye halk arasında hâlâ bu adla çağrıldığını anlamış oluruz.

Bu söylencede Hacı Bektaş'ın, Frengistan'a gidip geldiği ve orada manastır keşişlerinden kendisine muhibler (sevenler) ve dervişler edinmiş olduğu açıkça görülmektedir. Ayrıca Hünkar'ın bu bölgeye dervişlerini gönderdiği gibi Bayamlu Deresi kışlağında yaşayan çoban gibi gençlerin de gitmesine aracılık ettiği anlaşılıyor. Genç bir çobanın Frengistan'a gönderilip bir süre kaldıktan sonra sağsalim geri dönmesi, o günün yaşam koşullarında öylesine olağanüstü bir olay olarak algılanmıştır ki, üzeri kerametle sırlanıp parlatılarak Hacı Bektaş'ın velilik gücüne bağlanmıştır. Oysa bir değil binlerce Türkmen genci Frengistan'a gitmiş, bazan Bizanslıların yanında Frenklerle, bazan Frenklerin yanında Bizanslılara karşı savaşmışlardır. Bunun nasıl olduğunu, yargımızı bilinen gerçek tarihsel olayla birleştirerek açıklayacağız.

1260'larda Hacı Bektaş Sulucakarahöyük'ü Alevi-Bektaşi inancının merkezi yapmasının ötesinde, burada çağının her türlü bilim ve felsefe yeniliklerine açık, kültür ve siyaset üretilen sosyo-politik merkezinin temellerini atmıştır. Yukarıda değindiğimiz gibi kendisine bağlı Alevi Türkmenleriyle, Moğollara ve onlarla işbirliği yapan kardeşlerine karşı mücadelede İzzeddin II. Keykavus'u desteklemişlerdi. Ancak İzzeddin, 1256-57 ve 1261 girişimlerinde, üstün savaşçı Moğol güçleri tarafından yenilince İstanbul'a gelip, VIII.Mikhael Palaiologos'dan istediği yardımı elde edemedi ve Kırım'a geçti. Ama, asıl bizi ilgilendiren, onunla birlikte 1262 yılında, başında Hacı Bektaş'ın halifelerinden Saru Saltuk'un bulunduğu 12 bin kişilik Alevi Türkmen gücüdür. (İ. Kaygusuz, Alevilik İnanç, Kültür, Siyaset Tarihi Ve Uluları I, İstanbul-1995, s.115-118)

Bu güç Hacı Bektaş'ın bilgisi ve olasılıkla Sulucakarahöyük'deki Dergah'ta alınan kararlar doğrultusunda toplanmış ve orada bulunmaktadır. 1246'dan sonra tek ya da üçlü-ikili (triumviri-duumviri) on yıla yakın Konya Selçuklu tahtında oturduğu dönem içerisinde, bir süre Kırşehir'de kaldığı ve Babai ayaklanmasının bastırılması sırasında zindanlara atılmış Babai Türkmenleri salıverdiği bilinen İzzeddin II.Keykavus kadar; o yıllarda kendisine süvari alayı kumandanlığı (Emir-i ahur) yapmış ve Türkmenlerin başında Selçuklu adına savaşmış, son savaşta yenilince Kastamonu bölgesindeki Türkmenler arasına sığınmış ve şimdi Bizans imparatoru bulunan Mikhael VIII. Palaiologos da Hacı Bektaş'ı ve Saru Saltuk'u çok iyi tanıyordu.

Daha önce adı geçen kitabımızda açıkladığımız gibi, bu imparator Saru Saltuk'un güçlerinden 5000 savaşçıyı, Yunanistan'daki Latin güçlerine karşı kullanmıştır. (İ. Kaygusuz, agy, s.116) Bu Latin güçlerinin, Yunanistan yarımadasında uzun yıllardır egemenlik kurmuş Frenkler olduğunu görüyoruz. Mikhael VIII.Palaiologos, kardeşi Konstantinos yönetimindeki bu Türkmen savaşçılarını Peloponessos'a (Mora yarımadasına) gönderdi. Bizanslılar bunların yardımıyla ilk yıl (1263) büyük başarılar kazandılar. Güney Yunanistan'daki savaşlar, ilk başarılardan sonra kötüye dönmeye başladı. Ücretleri düzenli ödenmeyen Türk savaşçıları Frenklerin tarafına geçtiler. Bunu üzerine, bu bölgeye kadar zaferler kazanarak ilerlemiş olan Bizanslılar büyük bir bozguna uğrayarak geri çekilmek zorunda kalmışlardır. (G. Ostrogorsky, agy, s.419)

Bize göre Hacı Bektaş Veli'nin, bütün bu olaylarla doğrudan ilişkisi vardır ve çok yakından ilgilenmektedir. Genç çobanın bu savaşçı erlerden biri olması ve savaş sonrası, ya da kaçarak Hacı Bektaş'ın keşiş muhiblerinden birinin yanına sığınmış olması çok olasıdır. Keşiş'in, Hacı Bektaş'ı tanıyan ve ona bağlı bir genç savaşçıyı korumuş olduğu ve sonra ülkesine gönderdiği anlaşılıyor.

Saru Saltuk Dede 12 bin kişilik Türkmen gücünün başında, İmparator'a savaşçı asker kiralayarak, karşılığında Balkanlar'da yerleşmek üzere yola çıkmadan önce kuşkusuz Pir'inden "destur" almıştı. Olasıdır ki Hünkar Hacı Bektaş'ın Fevaid'inde ona verdiği öğütler bu döneme rastlamaktadır:

"Bir gün Hacı Bektaş Veli Saru Saltuk'a buyurdu ki: 'Diğer şeyhlere yüzünü çevirme; onların sohbetleri zarar verir. Bizim nazarımız ise güneştir. Mürid taştır. Ancak kaliteli taş (yetenekli mürid), güneş ışığıyla yakuta dönüşür. Diğer şeyhlerin nazarları gölge gibidir ki, kabiliyetli taş güneşin feyizli ışığından gölgeye giderse, değerli taşa dönüşmez." (agy, s.73)

"Ve Hacı Bektaş kendini Saru Saltuk'a göstererek buyurdu: 'Hangi veliyi bulmak istiyorsan, gerçekte o benim; istediğini-dileğini ondan elde et.' " (agy, s.76)

2. Kana Dönüşen Abdest Suyu, Nureddin Caca ve Mevlana Celaleddin

Vilayetname'de Kırşehir tımar beyi Nureddin Caca ile Hünkar arasında geçen keramet olayları göstermektedir ki, Moğol yandaşı yönetim, Hacı Bektaş Veli'nin Sulucakara-höyük'e yerleşmesini istemiyordu. Eski Babai önderleri, Baba Resul ardıllarının yavaş yavaş onun çevresinde toplanıp haberleştiklerinin ve ilişkilerinin sıklaştığının farkına varılmıştı. Olasıdır ki, bu işte bizzat Hacı Bektaş'ın konuğu olduğu İdris Hoca'nın kardeşi Saru kullanılmış ya da görevlendirilmişti. Belki ortadan kaldırılması planı da vardı. Saru'nun sadece kardeşinin namusunu koruması ya da yengesini kıskanması yüzünden Hacı Bektaş'a karşı çıkmayıp, doğrudan bölgenin Emir'ini devreye sokmasından anlaşılıyor. Çünkü Hacı Bektaş çalışkanlığı, bilgisi, ululuğu ve önderlik konumuyla çevre halkının güvenini kazanmış bulunuyordu. Saru'nın tüm iftira ve aleyhte girişimleri, tersine onun daha çok sevilip sayılmasına yaramıştı.

"Saru, Hacı Bektaş'ın, İdris'in evinde karar kıldığını köylülere kötü sözlerle anlattı. Köylü de, bu derviş Kadıncık'ı seviyor da onun için evinde oturuyor diye dedikoduya başladı. Birgün İdris'e, 'utanmaz mısın' dedi, 'şu dervişi evinde besleyip durursun; izin ver, başını alsın nereye gidecekse gitsin.' İdris, Saru'ya 'sen işine git, senin bu halden haberin yok, gördüğün derviş, zahir batın vilayet eridir' dedi ve Hünkar'dan gördüğü kerametleri anlattı.." (Vilayetname, Hz.A.Gölpınarlı, s.28-29; Hz. E. Korkmaz, s.56-59)

Aslında, bu sözlerle başlayıp, Nureddin Caca'yla Hünkar'ı karşı karşıya getirerek, Caca'nın başına kerametle işler açtırılan bu bölüm içinde ilginç bilgiler saklıdır. Saru, Hacı Bektaş aleyhinde çok uğraşmış. Ama her seferinde, keramet gösterileriyle(!) yenilgiye uğramış ve kendine yandaş bulamamıştır. Gerçekte, Vilayetname yazarı ya da 'menakıb' toplayıcısının dediği gibi, başlangıçta hemen Nureddin Caca'ya gitmediği anlaşılıyor. Zaten Kırşehir beyi Caca'ya vardığında da Hacı Bektaş'ın, yengesi Kadıncık'ı sevmesinden filan sözetmiyor:

"Saru.Kırşehri'ne doğru yola çıktı. Nureddin Hoca'ya vardı. 'Sultanım' dedi, 'kardeşimin evine bir derviş geldi, garip halli bir kimse. Kalkıp bir yere gitmez. Bir adam gönderin de bu dervişi ordan yollasın.' Bunun üzerine Nureddin Hoca, bir naip gönderdi."(agy)

Nureddin Caca'nın adamına Hacı Bektaş'ın, "mülk sahibi gibi konuşuyorsun, beni buradan kimse çıkaramaz. Var git yoluna" diye korkusuzca konuşmasının ardında keramet gücü mü vardı diyeceğiz? Elbette ki, hayır. Arkasında bir Türkmen gücü oluşturmamış olsaydı, Ca-ca'yı, hemen atına atlayıp Sulucakarahöyük'e gelecek kadar kızdırır mıydı? Tımar beyi olarak oturdukları ilin, toprakların yasal sahibi Nureddin Caca'ydı. Ona meydan okumanın neye mal olacağını bilmez miydi Hacı Bektaş?

Caca'nın, Hacı Bektaş'ı sakalı-bıyığı ve tırnaklarının uzunluğu ve namaz kılmaması nedeniyle Vilayetname'ye yansıtılan yargılama sahneleri ne anlama gelmektedir?

Hünkar, sakal-bıyık ve tırnak sorgulamasında, "şahin perçemsiz, pençesiz olmaz!" derken güvercin değil, korkusuz bir şahin olduğunu ortaya koyuyor. Şeriata uyup, abdest alıp namaz kılması istendiğinde, kendisine verilen abdest suyunu kan olarak nitelemiştir.

Vilayetname'de, Nureddin Caca'nın adamlarının Hünkar abdest alıp namaz kılması için getirdikleri suyun kana dönüştüğü anlatılmaktadır. Sonra Nureddin Caca, herhalde avladıkları kekliklerin kanının suya karıştığını söyleyerek, bizzat kendisi maşrapayı başında karşılaştıkları Üçpınar'dan doldurup eline döker. O da kan olmuştur. Hacı Bektaş'ın suyu kana çevirmesi (kerameti) Ahmet Eflaki'nin Ariflerin Menkıbeleri I (Çev. Tahsin.Yazıcı, s.345, Hikaye.476) adlı yapıtına da yansımıştır. Vilayetname'den 125 yıl kadar önce yazılmış olan kitapta olayın geçmesi elbetteki önemlidir ve çok şeyler açıklamaktadır. Ama ilginç olan, bu Mevlevi kitabında, Vilayetname'de yeteri kadar açık olduğu üzere, Nureddin Caca, Hacı Bektaş'a gözdağı vermek ya da onu cezalandımak için Sulucakarahüyük'e gitmemiştir; tam tersine onun hizmetine gittiğinden söz edilmektedir. Ama, aşağıda vereceğimiz bazı metinlerde Nureddin Caca'nın kimin adamı ve Mevlana'ya ne derece yakın olduğu da ortaya çıkacaktır:

"Pervane'nin yar-ı gar'ı ve naibi, Kırşehir vilayetinin emiri ve Mevlana'nın candan müridi Caca'nın oğlu emir Nureddin, birgün Mevlana hazretlerinin yanında, Hacı Bektaş-ı Horasani'nin kerametlerinden bahsediyordu: 'Bir gün Hacı Bektaş'ın hizmetine gittim. O dış görünüşe hiç saygı göstermiyor, şeriata uymuyor ve namaz kılmıyordu. Ona mutlaka namaz kılması gerektiğine dair ısrarda bulundum. O: 'git su getir de abdest alayım, taharetleneyim' diye buyurdu. Testiyi kendi elimle doldurup onun önüne getirdim. Maşrapayı alıp bana verdi ve 'dök!'dedi. Onun eline su döktüğüm vakit, berrak suyun kan olduğunu gördüm. Bu durum karşısında şaşakaldım.' Mevlana Hazretleri: 'Keşke kanı su yapsaydı; çünkü temiz suyu kirletmek o kadar büyük hüner değildir. (Ama) bu kişide o güç yoktur. Buna israfın değiştirilmesi derler ki, Kuran'da: 'Şüphesiz israf edenler şeytanın kardeşleridir.' (Kur'an, XVII, 27) buyrulmuştur. Has tebdil (değişim) senin şarabının sirke olması ve güç sorununun çözülmesidir. Senin alçak bakırın saf altın olur, kafir nefsin islam olur.' Hemen o anda Nureddin baş koyup, Hacı Bektaş'a gösterdiği istekten vazgeçti. Şiir: İnsan yüzlü birçok iblisler olduğundan, her ele el vermek doğru değildir."(Ahmet Eflaki, Çev.Tahsin Yazıcı, Ariflerin Menkıbeleri I, s.345, Hikaye. 476

Bu olayla Mevlana Celaleddin'in kişilik ve siyasetine girmek zorundayız. Hemen soruları ardarda soralım:

Mevlana Celaleddin'in Hacı Bektaş'a karşı bu kadar nefret ve düşmanlığı nereden kaynaklanıyordu?

Kur'an'dan 17.surenin 26.ayetini ("Bir de akrabaya, yoksula yolcuya hakkını ver. Gereksiz yere de saçıp savurma") tamamlayan 27. ayeti ("Zira böylesine israfta bulunanlar şeytanların dostları, kardeşleridir") ilgisiz bir biçimde, Caca'nın anlattıklarına kanıt göstererek, Hacı Bektaş'a şeytanın kardeşi demesi ve onu insan yüzlü iblislerden sayması nasıl bir kine dayanıyordu?

Acaba Caca'nın Hacı Bektaş'a yakınlaşmasıyla onu kaybetmesinden mi korkuyordu?

Nureddin Caca, yukarıdaki alıntıda görüldüğü gibi Mevlana'nın çevresindekiler tarafından peygamber gibi nitelenen, Moğol korumalığındaki Selçuklu devletinin başveziri Muineddin Pervane'nin 'yar-ı gar'I (mağara arkadaşı), yani Ebubekir'i ve naibidir. Başvezirin adına iş yapan, görevde bulunan en yakın yardımcısı durumundadır. Asıl adı Cibril Nureddin olan bu kişinin kendisi de Moğol soyludur. Ayrıca, Ahmet Eflaki'nin bu yapıtında adı, Muineddin Pervane, Sahib Fahreddin, Celaleddin Müstevfi, Taceddin Mutez, Hatıroğulları, Emideddin Mikail vb. gibi Mevlana'yı ziyarete gelen ünlü Selçuklu beyleri arasında geçmektedir. (agy, I, s.155)

Biz burada metnin aynını alıntıladık. Abdülbaki Gölpınarlı ise bu olayı kendi yorumunu katarak şöyle anlatıyor:

"Mevlana bunu (Nureddin Caca'nın anlattıklarını) duyunca dedi ki: 'Temizi pislemek kolay, pisi temizlemek güç. Mürşit ona derler ki senin şarabını bal yapsın, müşkülünü halletsin. Bakır haline gelmiş gönlünün ayarını tam altın haline getirsin. Hem de bu keramette israfın son derecesi var. İsrafta ileri gidenlerse şeytanın kardeşleridir.' Hacı Bektaş, ihtimal böyle bir hokkabazlık yapmıştı, belki yapmamıştı. Fakat menkabeden aradaki ayrılığı ve Mevlana'nın keramet hakkındaki telakkisini anlıyoruz." (Abdülbaki Gölpınarlı, Mevlana Celaleddin, 4.basım, İstanbul-1985, s.238)

Böyle bir keramet yakıştırmasının altında yatan nesnelliği görmeyen Gölpınarlı, Mevlana'nın 'temizi pis etmiş' yargısını haklı göstermek için, bu kerametin varlığını kabul ediyor ama bunu gösteren insan Hacı Bektaş olunca 'hokkabazlık' olarak niteliyor. Kitabında Mevlana ile karşılaştırdığı 3-4 sayfa içinde, sürekli küçük düşürücü cümlelerle anmasının nedeni, "Hacı Bektaş'ın bütün manasıyla batıni inanışların bir mürevvicisi (yayıcısı), 'Makalat'ında açıkça gösterdiği gibi Batıni Dai'si olması"ydı. (A.Gölpınarlı, agy, s.237) Gölpınarlı bir ortodoks müslüman olarak, aşağılık bir suçmuşçasına, baştan bu doğru hükmü verdikten sonra onun hakkında kafasındaki olumsuzlukları sıralıyor. Oysa Mevlevi Dedesi Ahmet Eflaki'nin kitabında anlatılan olayda, yukarıda belirtildiği gibi, hiç ilgisiz yere bir Kur'an ayetini kanıt göstererek, asıl Mevlana 'hokkabazlık' yapmıştır. Eğer olay Eflaki'nin yazdığı gibi geçmişse Mevlana Celaleddin, Nureddin Caca'yı Hacı Bektaş'tan uzaklaştırmak için son çare olarak Kur'an'a başvurmuş ve onun 'insan yüzlü iblis (!) olduğuna' Caca'yı inandırmıştır.

3. Mevlana Celaleddin Rumi'nin Özel Mektuplarına Yansıyan

Karakter Yapısı Ve Siyaset Anlayışı

Şimdi biz asıl Mevlana Celaleddin'in Nureddin Caca'ya mektuplarından örnekler vererek, aralarındaki ilişkinin boyutları ve niteliğini görelim. Arkasından irdelemeye geçeceğiz. Yine Abdülbaki Gölpınarlı diyor ki:

"Mevlana, 'beyler halkın ve kendilerinin işleriyle uğraşsınlar da bize zahmet vermesinler' demiştir. Hatta Taceddin Mutez'in gönderdiği üç bin altını geri yollamış, Sultan Rükneddin'in gönderdiği üç kese altını ise hendeğe attırmıştı.O, bütün ömrünce kendisi için değil başkaları için yaşamaktaydı." (A. Gölpınarlı, agy, s. 221-223)

Peki, Mevlana Celaleddin'in, Gölpınarlı'nın bizzat kendisi tarafından Türkçeleştirilip yayınlanan mektuplarına ne demeli? Beylere, emirlere, vezirlere yazdığı mektuplardaki o dalkavukluklar, övgüler, yağçekmeler ve yakınlarına, ailesi bireylerine çıkar talepleri nasıl açıklanır bilemiyoruz?

Önce yakın dostu ve kayıtçısı Çelebi Hüsameddin için, Ekmeleddin Tabib beye yazdığı mektuptan neleri nasıl istediğine bir bakalım:

".Hekimlerin padişahı, yaşayış mücevherlerinin en temizi, en aydını, bela zehirlerinin panzehiri, akıllar ağacının meyvası. düşünceleri yüce ulular ulusu, Hakkın ve dinin Ekmel(eddin)'inin selamları geldi erişti. O selamlar selam gönderenin keremine, üstünlüğüne benziyordu; ululuğunun büyüklüğünün şeklindeydi; yüceliğiyle, soyunun-sopunun temizliğiyle eşti. Malumunuz olsun ki, bu yıl, şeyhlerin efendisi, zamanın Cüneyd'i ve vaktin Bayezid'i, kalblerin emini, Hak ve dinin Hüsam(eddin)'i - Allah bereketini daim etsin -, yıkılmış olan bağ duvarını onartmak için çok zahmet çekti, çok masraf etti. Siz de bilirsiniz ki, gönlüm onun masraflarına karşı, bir yardımda bulunmanıza takılmıştır. Sen bize, genişlik zamanımızda güzelliksin, çetinlik çağında da silahsın, mal-mülksün." (Mevlana Celaleddin, Mektuplar, Haz. Abdülbaki Gölpınarlı. İstanbul-1963, s.26-28

Kendisine en yakın kişi ve özel yazmanı Çelebi Hüsameddin'in bağ duvarının onarım masraflarını bile beylere ödettirecek kadar onlarla içli dışlıdır Mevlana. Evinin ve ailesinin geçimi de bu feodal beylerin-emirlerin 'hayırları' ve ihsanlarıyla, yani bağışlarıyla sağlanmaktadır. Bunu aşağıdaki mektubunda görüleceği gibi tek cümleyle, "yaptığınız hayırlar yüzünden bu bucakta amandayız" diye kendisi itiraf etmektedir. Böyle bir yaşam biçimini seçmiş, bu koşullarda yaşayan kişi halk adamı ya da 'halkın adamı' olabilir mi? Vilayetname'de kişiliğine uyarlanan kerametlerin maddesel açınımlarından rahatlıkla görebildiğimiz, yapısal etkinlikleriyle; düşünsel-inançsal, siyasal her türlü üretime dönük çalışmalarıyla halk adamı Hacı Bektaş Veli'yi, Mevlana Celaleddin ile bu yönden nasıl karşılaştırabiliriz? Ama Abdülbaki Gölpınarlı şunları rahatlıkla yazabiliyor:

"Mevlana. yüksek bir bilgin, eşsiz bir şair ve derin bir hakim olmakla beraber fikriyle, gayesiyle sözüyle tam bir halk adamıdır. Yunus Emre, nasıl 'halk şairi' olmadığı halde, 'halkın şairi' olmuşsa (bu karşılaştırma tartışmaya bile girmeyecek kadar yanlıştır - İ.K.), Mevlana da halk ulusu değilken, halkın ulusu ve muhtedası olmuştu. Ancak şurası muhakkak ki hiç bir şeyinde ve hiç bir vakit halktan ayrılmayan (Hangi halktan? Feodal beyler ve çeşitli inançta olan Konya aristokrasisi halk mı sayılıyor?- İ.K.) Mevlana'nın özlü bilgisi, sonradan kendisine uyanların aristokrat bir zümre haline gelmelerine de müsaitti." (A.Gölpınarlı, Mevlana Celaleddin, s.239)

Gölpınarlı'nın Mevlana hakkında verdiği bu zorlama yargı, kendi içinde de çelişkileri birlikte sergiliyor. Mevlana'nın özlü bilgisi mevlevi bir aristokrat zümre oluşturmaya uygunmuş, ama kendisi halka hitap etmiş; bu özlü bilgileri onlara sunarak halkın adamı olmuş! Ne demek bunlar? Elbette Mevlana Celaleddin'in, zamanın yüksek din bilgini ve İran dilinin eşsiz bir ozanı olduğunu hiçkimse yadsıyamaz. Gerçekte özgür düşünceli bir aristokrat mutasavvıftı o. Ama, Mevlana 'halkın adamı, halkın ulusu' makamına oturtulamaz.

Mevlana, Pervane'nin damadı Mecdeddin Atabek'in hizmetine oğlu Bahaaddin Veled'i yolladığında şunları yazıyor mektubunda:

".Gönülden gönüle pencere var. Daimi olsun bu sevgi. 'Yüce Allah katında en üstün olan şey, yüce Allah için birisini sevmektir.' Yaptığınız hayırlar yüzünden bu bucakta amandayız; hayır sahibi olanlar da, eminlikle yüce işlere o sayede koyulmuşlardır. Adetlerin en hayırlısı, dinin harimini korumak, Müslümanların oturdukları yerleri görüp gözetmekti. Mektubumu getiren Bahaddin, - Allah güzelliğini artırsın - hizmetinize yönelmiştir.Umarız ki inayetiyle görülür de şükrederek, lütfunuzu anarak döner..."(Mevlana Celaleddin, agy, s.25)

Az sonra Çelebi Hüsameddin'inin damadı Nizameddin için yardım isterken Nureddin Caca'ya nasıl övgüler düzdüğünü de göreceğiz. Ama önce, Nureddin Caca'nın Mevlana ile buluştuğu tarihi saptamaya yarayacak olan, Emir Celaleddin Karatay'a yazdığı mektuptan sözetmek gerekiyor:

"Büyük adalet ıssı büyük bilgin, iki devlet, iki kutluluk ıssı, adalet döşeyen, mazlumu yetiştirip geliştiren, ihsanı adet edinmiş, sonu düşünür, yoksullara yardımcı, bilginleri yetiştirir, Müslümanlarla Müslümanlığa kuvvet olan, padişahlara sultanlara yardım eden ulular ulusu emir,. kutlu devlet ve dinin Celal'inin (Celaleddin Karatay'ın- İ.K.) Allah yüceliğini daimi etsin; düşmanının burnunu yerlere sürttürsün; onu kuvvetlendirsin, yardım etsin ona; 'kolay şeyi kolaylaştırsın ona, güç şeylerden korusun onu' (Kur'an, 92, 7). Ululandıkça ululansın, yaratıp olgunlaştıran Tanrı, gece gündüz korusun onu, hayırlarına karşılık fazlasıyla mükafat versin ona.

"Selam ve duadan sonra size kavuşmak yüceliğine ermeyi, o güzel yüzü görmeyi o kadar istiyorum ki, o özlemimin sınırı yok. Aziz devletinizi dileyenlerden, sizi sevenlerden, nimetlerinize şükreden, lütfunuzu, ihsanınızı yayan, özü doğru, inanç ıssı oğlumuz Nizameddin, adetiniz olan, daima edegeldiğiniz yardımı, ihsanı, lütfu umarak tapınıza (size yalvarmaya, ricaya -İ.K.) geliyor. 'İçilecek tatlı suyun başı kalabalık olur.' Pek çok zarar ziyan sebepleri birbiri ardınca geldi; uygunsuz anlar kolunu kanadını kırdı. Acınacak, esirgenecek bir hale düştü. Onu bu sınık hale düşüren sebeplerden biri de emirler efendisi, askerlerin yücesi, devlet ve Din Nur'unun (Nureddin Caca - İ.K.) naiblerinin, ondan on iki bin (dinar) almalarıdır. Ancak artanı elinde kalmıştır. Umarım ki elini genişletir de hukukunu diriltmiş olursunuz. Göstereceğiniz her padişahlık, her lütuf, gerçekte bu duacıya gösterilmiş olacaktır." (Mevlana Celaleddin, agy, s.39-40)

Alaaddin Keykubad'ın Rum asıllı azadlı kölelerinden olup, kendisine on yedi yıl hizmet etmiş olan bu Emir Karatay, oğlu Gıyaseddin Keyhusrev'den başka torunlarından İzzeddin II.Keykavus'a da hizmet vermiştir. Çok güçlü olan bu feodal bey, yakın arkadaşı Sahib Şemseddin ile birlikte İzzeddin II.Keykavus'u sultanlığa gerçek yetkili kılmış (1249) ve kendisi de naib olmuştu. Sultan İzzeddin, Karatay ile birlikte geniş Türkmen desteğiyle, Moğollara baş eğme yanlısı kardeşi Rükneddin Kılıçarslan'ın aksine bağımsızlık siyaseti mücadelesi vermekteydi.

Ancak 1254 yılında, bazı emirler aşçı elbiseleri giydirip, Rükneddin'in kaçmasını sağlayarak onu Kayseri'de tek Sultan ilan ettiler. Moğolların isteğiyle Doğu'daki bir çok kentlerde onun sultanlığı kabul edildi. Bunun üzerine İzzeddin II. Keykavus, başkaldıranlara karşı bir ordu derlemiş, görüşme çabaları sonuç vermeyince de onları yenilgiye uğratmıştı. Rükneddin ağabeyinin eline düştü ve İzzeddin herkesin gözü önünde barıştığını ilan ettiyse de, onu Uluborlu yakınındaki Davalu (ya da Burgulu) kalesine hapsettirdi 1254 yılının sonlarına doğru. Celaleddin Karatay aynı yıl Kayseri'de ölmüş bulunuyordu. Ancak, iki yıl sonra Moğol kumandanı Baycu ordusuyla gelip, 11 Ekim 1256'da yapılan savaşta, İzzeddin'in Türkmen gruplarından oluşturduğu kuvvetlerini yendi. Savaştan sonra Emir Fahreddin Arslandoğmuş, Sultan İzzeddin'den hoşnut olmayan diğer ileri gelen emirlerle Burgulu kalesine giderek, kalede tutsak bulunan Rükneddin IV. Kılıçarslan'ı alıp saltanata geçirmişlerdir. (Ahmet Eflaki, Çev.Tahsin Yazıcı, agy, I, s.43-44,51; Claude Cahen, Çev. Yıldız Moran, Osmanlılardan Önce Anadolu'da Türkler, İstanbul-1979, s.267-268; Gregory Abu'l Farac, İngilizceden Türkçeye Çev. Ömer Rıza Doğrul, Abu'l - Farac Tarihi II, 2.baskı, Ankara-1987, s.560)

Mevlana Celaledin bu mektubu, 1254 yılından önce, yani ellinin iki ya da üçüncü yılında Celaleddin Karatay'ın güçlü naib'lik döneminde yazmış olmalı. Moğolların baskısıyla kardeşler arası ikili ve üçlü ortak yönetimler denenmişse de, bu dönem İzzeddin II. Keykavus'un en etkin dönemiydi. Bu mektupta, 'emirler efendisi, askerlerin yücesi, devlet ve dinin Nur'u gibi övgülere rağmen, Nureddin Caca'yı Karatay'a (nakiplerinin yaptıklarından dolayı adaletsizliğinden şikayet diyebileceğimiz) çekiştirme görüyoruz. Moğol yandaşı Rükneddin Kılıcarslan'ı tutan bir emir ve Pervane'nin yakın adamı olan Nureddin Caca'yı Karatay'ın sevmediğini ve bunların birbirlerine rakip olduklarını Mevlana bilmez mi? Bilir, ancak kime, ne zaman ve nasıl yazacağını da bilir Mevlana Celaleddin Rumi.

Öyle sanıyoruz ki, aynı tarihlerde belki de hemen arkasından Nureddin Caca'ya şu mektupları gönderiyordu:

". Layık olanları yücelten, keremlerde bulunan, hayırlar yayan, yoksullara yardımcı olan, müslümanlığıyla müslümanlara ışık olan ulu emir, devletin ve Dinin Nur'una eş-dost olsun! Allah yüceliğini daimi etsin; dostları yardım görsün, düşmanları kahrolsun. Bu özü doğru duacıdan selam ve duadan sonra bilsinler ki, bu duacı, kendilerinin, devletlerinin hayır-duasıyla meşguldür. Ey şahsı yanımda bulunmayan, anısı yanımda olan!. (bir anısını taşıdığına göre, demek ki daha önce Mevlana'nın ziyaretine gelmişti Caca - İ.K.) Şunu bildireyim ki: Allah sonunu pek güzel bir hale getirsin, aziz oğlum Nizameddin, işittik, duyduk ki, hayırlar düşünen, yoksulları yetiştirip geliştiren kutlu gönlünüzün gazebine uğramış; bir küstahlıktır etmiş; yüce gönlünüz incinmiş ona. Bu duacı, şefaat ederek Allah için yalvarmada. Yaptığınız iyi işlere, kulluklara, oruçlarınıza, namazlarınıza, sadakalarınıza üstelik, bu bağışlamayı da belirtirseniz, şüphe yok ki Allah, bütün kulluklarınızı en güzel bir şekilde kabul edecektir. (İlginç değil mi? Mevlana, Caca'nın Tanrıya yaptığı tüm tapınmalarıyla gösterdiği kulluğa, bir yakınını bağışlamasını eşit görüyor. Bunu yapmadığı takdirde namazları, oruçları ve sadakaları boşa gidecek, kulluğunu tamamlamıyacaktır! - İ.K.). Oğlumuz Nizameddin, sizi sevenlerdendir; o devletin sürmesini, artmasını diler; boyuna sizi anarak neşelenir. Bir küçük suç, o da bilmeyerek yaptıysa, bağışlanması. Bu takdirde pek minnettar olurum; büyük bir sevaba, güzel bir övülmeye erişirsiniz. (Mevlana Celaleddin, agy, s.80-81)

Olasıdır ki, Nureddin Caca'ya karşı işlediği suçtan dolayı naibleri, Nizameddin'in oniki bin dinarına (altın para) el koyarak onu cezalandırmışlardı. Mevlana Celaleddin, Caca'dan 'aziz oğlu' Nizameddin'i bağışlamasını dilerken, ona ödediği parayı rakibi durumundaki Emir Karatay'dan tazmin ettirme kurnazlığını gösteriyor. Celaleddin Karatay, onun bu isteğini fazlasıyla yerine getirmiş olmalıdır. Elbette ki bu, koyu bir Rükneddin ve Pervane yandaşı olan Mevlana'yı saflarına çekme taktiğiydi; çünkü karşısında olan kişinin emirler üzerindeki onun mistik etkisini çok iyi bilmektedir.

Mevlana Celaleddin, hiç sevmediği ve hor gördüğü konar-göçer ve yerleşik geniş Alevi Türkmen grupları tarafından desteklenen ve eski düşmanları Moğol istilacılarına karşı çıkmaya zorlanan İzzeddin II.Keykavus'u tutmuyordu. Çünkü ona göre Moğollar, Muhammed'in şeriatını yerine getirmeyen bu heterodoks inançlı (Alevi) Türkmenleri cezalandırmak için, Tanrı tarafından gönderilmişti. Annesi Hristiyan olan İzzeddin Keykavus'un da, bu çevreye göre İslam şeriatıyla ilişkisi yoktu; şarap ve eğlence meclislerinin adamıydı!

Sultan İzzeddin II.Keykavus'un ve emirlerinin, atabeylerinin bu propagandayı ortadan kaldırma çabalarından birini Ahmet Eflaki'nin kitabında görüyoruz. Bunun gerçekleşmesi de kuşkusuz Mevlana'nın dergahından ve onu saflara kazanmaktan geçiyordu. Bir çok yol denenmiş olabilir, ama bu başarılamamış; Mevlana tarafından kabul görmemiş uzlaşma sağlanamamıştır. İzzeddin siyaseti bağlamında sultan kardeşler arası anlaşma asla gerçekleşmemiş, başlarında Mevlana olmak üzere kent yaşamının rahatlığına alışmış Konya mutasavvıfları, dervişleri ve ahileri, düzenlerinin bozulmaması için Moğol korumalığı siyasetine angaje olmayı yeğlemişlerdir. Emirler için zaten birşey farketmiyordu; tımar olarak sahibi bulundukları illerin geniş topraklarında yaşayan yoksul halk yığınları üzerinde her durumda baskılarını sürdüreceklerdi.

Eflaki'nin, Mevlana ve İzzeddin II. Keykavus ilişkilerine dair öykülerini bu bağlamda değerlendirmek gerekir. Öykülerden birinde, emirlerinden Sahib Şemseddin'in, İzzeddin'in Mevlana'yı ziyareti için aracılık ettiğini görüyoruz. Defalarca Mevlana'yı överek, onu mutlaka ziyaret etmesini istemektedir. İzzeddin Keykavus, birgün altın bir hokka içine yılan yavrusunu kapatarak, onu denemek için, içinde ne bulunduğunu sorar. Bu davranışına kızan Mevlana onu yanıtlamaz bile, yakın halifesi Şeyh Selahaddin'e hokkanın sırrını söyletir. Böylece sözde İzzeddin'in Mevlana'ya saygısı artar. (Ahmet Eflaki, Çev. Tahsin Yazıcı, agy, II, s.108-109)

Diğer iki öyküden birinde Mevlana, vezir, naib ve emirleriyle birlikte ziyaretine gelen İzzeddin'i kabul etmeyerek, hücresine girip ibadetini sürdürmüş. Öbüründe ise, ziyareti sırasında İzzeddin Keykavus Mevlana'dan bir öğüt isteyince, "sana çobanlık emretmişler, kurtluk yapıyorsun. Sana bekçilik emretmişler, sen hırsızlık yapıyorsun" demiş. (A.Eflaki, Çev. Tahsin Yazıcı, agy, I, s. 218, 317) Görülüyor ki Mevlana, İzzeddin'i Sultan olarak kabul etmiyordu.

Bunu, Moğol hakanı Hulagü Han tarafından, Selçuklu kentlerinden baç ve vergileri toplamak üzere tam yetkiyle gönderilmiş vezir Taceddin Mutez el-Horasani ile olan dostluğu da açıkça gösteriyor. İlk ortak sultanlık döneminde İzzeddin II.Keykavus tarafından Konya'da kabul görmeyen Taceddin Mutez, Sivas'a Rükneddin'in yanına gitmiş, orada Muineddin Pervane tarafından çok iyi karşılanmış ve bundan sonra İzzeddin II.Keykavus aleyhinde çalışmıştır. Moğol hanları adına toplanan vergilerin miktarını görünce, vezir makamındaki bu kişinin modern "sömürge valisi" tipindeki korkunç yüzünü öğrenmiş olacağız:

Bedreddin Ayni'ye göre ilk Moğol baskısı döneminde Anadolu vergisi 60 000 dinar, 10 000 koyun, 1000 sığır ve 1000 at'tan oluşuyordu. Oysa Baycu'nun Anadolu kumandanlığı zamanında -Aksarayi'ye göre- bu vergi 200 000 dinara yükselmiştir. 1256 yılına kadar bu miktarda kaldı. 40 yıl sonra Gazan Han döneminde 600 000 dinara çıkacaktır. (Prof. Dr. Fuad Köprülü, Osmanlı Devletinin Kuruluşu, 4.baskı, Ankara-1991, s.55) Bütün bu ağır vergiler Anadolu'nun yoksul halk yığınlarının sırtından ödenmiştir.

İstilacı, kan dökücü Moğol hanının temsilcisi vergici vezir Taceddin Mutez'e yazılmış 9 mektubu bulunmaktadır Mevlana'nın. Mektuplarının çoğunda Vezir-i Azam (en büyük vezir) diye hitabetmekte ve yakınlarının, dostlarının işlerinin görülmesi ya da parasal yardımda bulunulmasını rica etmektedir. Her nedense bir türlü işleri yoluna girmeyen(!) Nizameddin için de mektup yazmıştır. Bakalım yoksul halkın, mazlumların düşmanı ve Moğol kuklası, kadı Muhyiddin Tahir oğlu Taceddin Mutez'e nasıl övgüler düzmüş:

"Devlet güneşi, emirler padişahı, Rabbani emir, anısı büyük, düşüncesi güzel, emin ve kutlu kişilerin gıpta ettikleri er, yosulların ışığı (!).Horasan'la Irak'ın övüncü, iki devlet ıssı iki kutluluk ehli; adaleti yayan, mazlumu besleyip yetiştiren. şehirlerin amanı, kulların sığınağı olan, yoksullara inanan Hak ve Dinin Tac'ı (Taceddin Mutez - İ.K.), 'insanları bağışlıyanları, ihsanda bulunanları Allah sever' (Kur'an, 3,76) Allah yüceliğini daimi etsin; düşmanının burnunu yerlere sürtsün, kendisini kuvvetlendirsin . Nimet verene şükür vaciptir ama, lütfunuz sınırı aştı; şükürden aciziz. Allah işlerini düzene soksun, özü doğru inanç ıssı. Nizameddin, bu duacının oğludur. Bu duacıya evlatlık haklarını yerine getirmiştir. Küçüklüğünden beri rabbani fakıyrlerin (Mevlana kendisini kastediyor - İ.K.) kapısında, mal da nedir ki canını vermiştir. Çünkü fakıyrlerin kulluğunda bitmiş, gelişmiştir. İnsanın gidişinden sormaya hacet yok; kimlerle düşüp kalkıyor ona baksınlar. Maldan sormaya, nereden ele geçirdin demeye hacet yok; nereye harcıyor, ona bakmak gerek. (Bu 13.yy. kentli aristokrat tasavvuf şairinin halk düşmanı görüş ve anlayışının bugünün işçi-emek düşmanı yönetimlerin anlayışıyla koşut olması ilginç değil mi? - İ.K.) Emirler padişahının. her lütfu, her keremi her padişahlığı, önden sona dek hepsi bu duacıya yapılmıştır. Hatta bu mektubu yazmak doğru da değildi. Özü doğru duacı, bizzat gelip kendi ağzımla söylemeyi isterdim... Utanmakla beraber ...padişahçasına, sultancasına ululuğuna layık olarak bu sefer de yardım gölgesini, oğlumuz Nizameddin'in üstüne salarlar da bu ağır yükün altından çıkar. Allah için olsun, bu ihsanı öbür ihsanlardan saymayın."

Sonra coşa gelip dizeler döktürüyor Mevlana:

"Sürme çekmek, sürmegöz ıssı (sahibi) olmaya benzemez. O göz ki, inciyi saman çöpünden ayırdetsin, o göz ki, doğan'ı sinekten ayırsın." (Mevlana Celaleddin, agy, s.36-39)

Yeri geldiği için bazı bölümlerini aldığımız mektubun içerdiği anlam, yorum ve açıklama gerektirmeyecek kadar açıktır. Koca Mevlana'nın kimlere "gel, sen de gel! dediği ortadadır.

4. Nureddin Caca Mevlana İle Buluşmasının Arkasındaki Asıl Nedenler

Mevlana Celaleddin'in, Nureddin Caca'ya yazdığı bir diğer mektubu, aradan biraz zaman geçtikten sonra gönderdiği anlaşılıyor. Hemen arkasından da Ahmet Eflaki'nin anlattığı buluşma olmuştur. Bu mektubun başında da öbürlerinde olduğu gibi "Devlet ve Dinin Nur'una" övgüler, selam ve duadan sonra Mevlana, bir ayetle buluşma arzuluyor:

"Yüzlerinde secde belirtileri görünür" (Kur'an, 48, 29) ayetinde bildirilen yüzlerden olan yüzünüzü görmeyi özlediğimi, sizinle buluşmayı pek arzuladığımı da bilin. Hayırlı buluşmalar nasibolsun. Özü doğru oğlumuz Nizameddin pek çok çeşitli ziyanlara girmiştir. Bütün dostların gönülleri yaralıdır, o yana yönelmiştir. Dostluğunuzdan umulan. adaletiniz olduğu gibi gene lütufta bulunmanız, elini tutmanız, yardım etmenizdir. Netekim bundan önce de lütuflar ettiniz; kendiniz ziyanlara girdiniz."

Nureddin Caca, Mevlana'ya, bu denli üzerine düştüğü Nizameddin'in kim olduğunu sordurmuş olacak ki, "O, şeyhlerin padişahı, Hak ışığı, kalblerin emini, zamanın Cüneyd'i Hüsameddin'in - Allah Müslümanları, ona uzun ömür vererek faydalandırsın - yakınıdır, damadıdır" diye mektupta tanıtma gereği duyuyor. Sonundan anlaşıldığına göre, mektubu bizzat Nizameddin ile göndermiştir:

"Umarım ki oğlumuz Nizameddin de. ihsanınıza, lütfunuza mazhar olur. şükrederek, lütfunuzu anarak, o kutlu, o mutlu tapıdan korumanıza ererek, himayenize girerek, bol lütuflarınızı elde ederek esenlikle, ganimetlerle, sevine sevine döner." (Mevlana Celaleddin, agy, s.42-43)

O yılların siyasi olaylarının biraz daha ayrıntılarına girerek, Mevlana'nın konumunu belirleyen ilişkileri konusunda bir irdeleme daha geçtikten sonra, bazı yeni tarihsel gerçekler saptamak olası görünüyor. Şimdi Vilayetname'deki olaya dönersek: Hacı Bektaş Veli, Nureddin Caca'nın namaz kılması gerektiği zorlamasını, "kanla abdest alınmaz" diyerek, reddetmiştir. Bu, ''dünyayı kana bulayanlara, kan dökenlere çanak tutmayınız, onlardan yana olmayınız" demektir bizce. İşte bu çerçeve içerisinde hareket ederek diyoruz ki, öfkeyle atına atlayıp adamlarıyla Sulucakarahöyük'e gelen Kırşehir emirini, Hacı Bektaş Veli siyaseten ikna etmiş ve onu şeyhi Mevlana'ya bizzat göndermiş olabilir. Yine bizce, İzzeddin Keykavus tarafını tutarak Moğol istilacılarına karşı mücadele siyasetine çekmek amaçlıdır.

Hacı Bektaş Veli büyük öngörüsüyle, genç İzzeddin II. Keykavus'un birinci tek başına saltanat dönemi (1246-1248) ve ortaklığı (1249-1254) sırasında - olasılıkla Sultanın çevresiyle doğrudan ilişkilerine dayanarak, onun üstün geleceğine Nureddin Caca'yı inandırmış; Moğol korumacılığı yandaşı olan Rükneddin'i tutmayı sürdürdüğü takdirde sonunun iyi olmayacağını, zindanlara düşeceğini anlatmıştır. Sürdürdüğü siyasetin yanlışlığına onu gerçekten ikna etmiş olmalıdır. Ülkede birlik, İzzeddin'in padişahlığı altında Moğolların atılmasıyla sağlanabilirdi.[5] Ancak Nureddin Caca kadar, Hacı Bektaş da biliyordu ki İzzeddin Keykavus, kardeşinden değil, Kösedağ savaşından beri Moğollarla içli-dışlı olan Muineddin Pervane'den çekiniyordu. Pervane'yi de ancak, kendisine çok düşkün olduğu ve her arzusunu yerine getirdiği Mevlana ikna edebilirdi. Mevlana Celaleddin hem karısının hem kendisinin tapınacak kadar çok sevdikleri Şeyh'leriydi; onu çağırıp sarayında sık sık 'semah ayinleri' düzenlerlerdi. Zaten iki kardeş sultan olan İzzeddin Keykavus ve Rükneddin Kılıcarslan, arasında anlaşma-uzlaşma çabalarına giren Fahreddin Arslandoğmuş gibi emirler yok değildi. Ancak bunların yaptığı, Moğolların istediği biçimde Rum'u iki-üç kardeş arasında paylaştırıp geçici olarak savaşları önlemekti.

Bize göre, bir şikayet bahanesiyle Hacı Bektaş üzerine kızgınlıkla gelen Nureddin Caca, Vilayetname'de Hünkar'ın bir kerameti gibi sunulan belki günlerce süren konuşup görüşmeler sonunda ikna edilmişti. Büyük olasılıkla (İzzeddin Keykavus ile ilişkiler konusunda tek bilinen Saru Saltuk olmakla birlikte) Hacı Bektaş'a bağlı ve İzzeddin'i destekleyen hayatta kalmış eski Babai şeyh-önderleri, Baba İshak halifeleri de orada bulunmaktaydı. Zaten sözünü ettiğimiz İzzeddin'in ilk saltanat döneminde Babai Türkmenlere hoşgörüyle yaklaşması, Sulucakarahöyük'ün Hacı Bektaş önderliğinde kısa bir zaman içinde büyüyüp gelişmesini de mutlaka etkilemişti.

Mevlana'nın mektuplarının bu olaydan önce Nureddin Caca'nın eline geçtiğini, mektuplardan birinin içeriğine uygun biçimde, Hacı Bektaş'ı abdest-namaz sınamasından geçirmesi gösteriyor. Mektuptan mutlaka sözedilmiş, tartışılmış. Ancak Hacı Bektaş, Mevlana'ya "Rum ülkesi kan gölüne dönmüş, siz Tanrıya kulluğun abdest-namazla olacağını söylüyorsunuz. Her tarafta su yerine kan akıyor, bu kanla abdest alınmaz. Önce kanı temizleyelim ki sular durucak aksın" biçiminde bir mesaj göndermişti bizce.

Daha once,yukarıda Ariflerin Menkıbeleri'nde geçen bu olayı anlattıktan sonra sormuştuk: Kur'an'dan 17. Surenin 26. ayetini ("bir de akrabaya, yoksula yolcuya hakkını ver. Gereksiz yere de saçıp savurma") tamamlayan 27.ayeti ("zira böylesine israfta bulunanlar şeytanların dostları, kardeşleridir") ilgisiz bir biçimde, Caca'nın anlattıklarına kanıt göstererek, Hacı Bektaş'a şeytanın kardeşi demesi ve onu insan yüzlü iblislerden sayması nasıl bir kine dayanıyordu? Caca'nın Hacı Bektaş'a yakınlaşmasıyla onu kaybetmesinden mi korkuyordu? Şimdiye kadar mektuplarından öğrendiklerimiz, dolayısıyla Mevlana'nın karakter yapısı ve siyaset anlayışı üzerinde edindiğimiz bilgiler, bu iki sorunun ötesinde yanıtlar getirdi sanıyoruz.

Elbette ki, Ahmet Eflaki'nin anlattığı gibi Nureddin Caca Mevlana ile, Hacı Bektaş'ın kerametlerini değil, gönderdiği haberi tartıştı. Ancak Mevlana böyle bir öneriyi kabul etmek bir yana, Nureddin Caca'yı "iblis, yani Şeytan'la elbirliği yapılmaz" diye paylamış, Hacı Bektaş'tan uzak durmasını sağlamıştı. Mevlana'nın Moğollara karşı olması ve böyle bir amaç için Pervane'yle konuşması ne siyaset anlayışına ve ne de yaşam biçimine uygun düşüyordu. Nureddin Caca'yı, böyle birşey yapmaması için, olayı Pervane'ye bildirmekle tehdit bile etmiş olabilir. Onun Caca'dan beklediği ve istediği sadece, Nizameddin'ine "lütuflar yapması, onu himayesine almasıdır!.."

Hacı Bektaş'ın Mevlana'ya daha önce Şeyh İshak adlı bir dervişini de gönderdiğini biliyoruz. Ahmet Eflaki, (Çev. Tahsin Yazıcı, agy, I, s.285) Hacı Bektaş'ın bu dervişini göndererek Mevlana'ya, "Ne iştesin, ne istiyorsun? Dünyada kopardığın bu kıyamet nedir? Eğer aradığını buldunsa sus, bulmadınsa saldığın bu gürültü nedir? Kendini insanoğullarının en beğenileni yaptın. Halkın bu kadar evini barkını yıktın. nedir bu hal?" diye sordurttuğunu yazıyor. Eflaki, Mevlana'nın ününün büyümesi ve herkesin ona mürit olması yüzünden kıskanıldığı ve aleyhine söylenen sözler ve nüktelerle eleştirildiğini söylüyor. Ona göre Hacı Bektaş da Mevlana'yı kıskandığı için böyle davranmış. Mevlana da ona şiirle karşılık vermiş:

"Başımızı ayak yapıp Ceyhun tarafına doğru koşuverdik /

"Biz dünyayı birbirine kattık ve sonra oradan fırlayıp çıktık. /

"Biz Mecnun'un sınırını da aştık."

Kuşkusuz Hacı Bektaş bunları sordurmak için dervişi İshak'ı göndermemişti. Onun biraz Konya'nın, kentin dışına çıkıp, ezilen, baskı gören halkın arasına girmesini istiyordu. Ama, onun yüzü Ceyhun'a, Ceyhun'dan gelenlere (Moğollara) dönüktü; aşktan-meşkten başını kaldırıp, avama (halka) bakacak hali yoktu. Mevlana asıl karşılığı, Şeyh İshak'la konuşurken aynı anda Sulucakarahöyük'te Hacı Bektaş'a görünüp(!), boğazına sarılarak veriyor. Eflaki bu kerameti şöyle anlatıyor:

"Şeyh İshak. görüp işittiğini olduğu gibi anlatıp, bunları söylediği tarihi verince Hacı Bektaş: 'Aynı günde Mevlana hazretleri kükreyen bir arslan gibi içeri girdi ve bana: 'Ey kahpenin kardeşi! Bizim heyecanımız neşe ve aşktan geliyor, yanma ve aramaktan değil,' deyip boğazımı sıktı. Öleceğimden korktum.' dedi." (agy)

Görüldüğü gibi Mevlana Hacı Bektaş'ın elini değil, boğazını sıkmayı tercih ediyor.

Vilayetname yazarı Uzun Firdevsi ise, Hacı Bektaş Veli'nin kendisine en yakın halifesi olan Saru İsmail'i Mevlana'ya gönderdiğini anlatıyor: Aynı zamanda ibriktarlık hizmeti gören Saru İsmail, su ısıtıp Hacı Bektaş'ın yıkanmasını ister. Hacı Bektaş, önce onun Konya'ya gidip, Mevlana'da bulunan bir kitabını alarak hemen gelmesini söyler. Saru İsmail, Hacı Bektaş'la aralarında geçeni ve kitabını istediğini anlatınca Mevlana şöyle der:

"Hünkar Hacı Bektaş katına, her gün yedi deniz, sekiz ırmak uğrar. Onların suya girmeye ne ihtiyaçları var ki, böyle dedin, yıkanmaya davet ettin erenler? Kitaptan maksat işte sana verdiğim öğüttür." (Vilayetname, Haz. A.Gölpınarlı, s.48)

Menakıbname yazarlarının özelliğidir, herkes kendi velisinin üstünlüğünü öne çıkarır. Yoksa Mevlana'nın, Hacı Bektaş için bu övgüye kesinlikle dili varmaz, Yunus'un deyişiyle "yapası yoktur". Ne de Ahmet Eflaki'nin aynı sayfada anlattığı gibi, mana aleminde Mevlana tarafından boğazı sıkılan(!) Hacı Bektaş da, "şimdi ey dervişlerim, Mevlana'nın saltanat ve ululuğu, bizim tasavvurumuza ve benzetmelerimize sığmaz. O mana simgesinin fermanına itaattan başka bizim için yapılacak şey yoktur" demiştir.

Sonuç olarak, Nureddin Caca'nın ikna edilip Mevlana'ya gönderilmiş olması işe yaramamış. Caca da, şeyhi Mevlana Celaleddin'e itaat ederek, Hacı Bektaş'ı kendisini kandıran iblis olarak görüp ondan uzaklaşmıştır. Ancak Vilayetname'de Hacı Bektaş'ın bir kerametiymiş gibi anlatılan zindan olayının gerçekleştiği anlaşılıyor.

5. Nureddin Caca Zindanı Boylamış Olmalıdır

Vilayetname'de olay şöyle anlatılmaktadır:

".Hünkar, suyu avucuna döktü, yine su kıpkızıl kan kesilmişti. Nureddin Hoca (Nureddin Caca - İ.K.), bunu büyüye yordu, 'derviş' dedi, 'kalk, gönlün nereyi isterse oraya git; seni bir daha buralarda görürsem ocağını yıkarım.' Nureddin Hoca bu sözleri söyleyince Hünkar, 'yarın öğleyin' dedi, 'seni tutarlar, oğlancıklarını bile görmeye izin vermezler. Bir yaş derinin içine korlar öyle bir yere götürürler ki, bir torba toprakla bir avuç arpa canını kurtarmana sebep olur.' Nureddin Caca bu sözlere fena halde kızdı. 'Eğer,' dedi 'yarın öğleye kadar dediklerin başıma gelmezse gör de bak, sana neler ederim ben.

"O gece yattı. Ertesi gün Kırşehri'ne hareket etti. Kırşehri'ne yakın Yüceırkadca denen yere varınca abdest alıp öğle namazını kıldı. Bir de baktı ki yedi tane Bey karşıdan çıka geldi. Bunlar hemen, 'Nureddin Hoca sen misin?' dediler. 'Evet benim' dedi. 'Padişah emretti, seni nerede bulursak, aman vermeyeceğiz, evine gitmene bile izin vermeyeceğiz. Tutup bağlayıp, yaş göne sararak götüreceğiz.' Yaş göne sardılar, Sultan Aliyüddin (İzzeddün olmalı - İ.K.) Padişah'ın huzuruna götürdüler. Padişahın, her tarafı kireçle sıvanmış derin bir zindanı vardı, pek kızdığı kişileri attırırdı. Bu zindana atılanların gözleri, kireçli duvarlara baka baka, üç yıla kalmaz kör olurdu. Nureddin Hoca'yı da oraya attırdı.

"Nureddin Hoca, 'eyvahlar olsun, öyle bir azizin kadrini bilemedim, ona kötülük etmeye niyetlendim' der dururdu. Hacı Bektaş'ın sözlerini hatırlayıp zındancıya bir avuç arpayla, bir torba toprak getirtti, toprağı yere saçtı, üstüne de arpayı serpti. Su verdi, arpa bitti. Yeşil arpaya baka baka gözlerine zarar gelmedi." (Vilayetname, Haz.Abdülbaki Gölpınarlı, s.29-30)

Abdülbaki Gölpınarlı, Vilayetname kitabının arkasında (s.111-113) Nureddin Caca hakkında bilgi verirken "onun Moğollar tarafından çok sevildiğini anlıyoruz" diyerek, kendisi de Moğol asıllı olan Caca'nın müthiş bir Moğol yandaşı olduğunu vurguluyor. Ama yazısının sonunda neye dayanarak ve nasıl "Nureddin Caca, Hacı Bektaş'ı sevmektedir" yargısına vardığını anlamak olası değil. Ancak, Nureddin Caca'nın, Hacı Bektaş'ın gazabına uğrayıp, zındana atıldığı konusunda tarihi bir bilgiye sahip olunmadığını haklı olarak söylemektedir.

Nureddin Caca'nın Hacı Bektaş'ı ne kadar sevdiği(!), anlatmış olduklarımızda görülmektedir. Ariflerin Menkıbeleri'nde yazılanların büyük çoğunluğu, her nedense "tarihi bilgi" kabul ediliyor. Ama Hacı Bektaş Veli Menakıbnamesi olan Vilayetname'de anlatılanlar sadece olağanüstü söylenceler, masallar olarak görülüp üzerinde durulmuyor. Derinliğine inilip, tarihsel bilgiler çıkarılmıyor. Yani, anlatılanların tümü masal mı? Değil elbette. Kerametlerin, söylencelerin nesnel temellerine inildiği zaman tarihsel, toplumsal ve de felsefi bilgilerin günışığına çıkmaması için hiçbir neden ve zorluk yoktur. Hacı Bektaş Veli ortodoks (Sünni) inançlı ve yönetimin, güçlünün yanında olsaydı; hem yapıtları günümüze noksansız gelmiş, hem de üzerine ciltlerce inceleme araştırma kitapları yazılırdı Mevlana gibi. Günümüze ulaşabilenlerin içinde bazıları 'takıyye' olarak verilmek durumunda kalınmış, çoğu da kopya edenlerin eklemiş olduğu bazı Şer'i bilgilere sarılarak, Hacı Bektaş'ın nasıl Sünnileştirilmeğe çalışıldığı zaten ortadadır.

Yinelemek durumunda kalıyoruz; A. Gölpınarlı, Hacı Bektaş'a atfedilen suyu kana çevirmesi kerametine, "hokkabazlık" diyor. Ama Mevlana'nın Konya'da Şeyh İshak'la konuşurken, aynı anda Sulucakaraöyük'te Hacı Bektaş'ın boğazına sarılmasına tek söz etmiyor. Demek ki, Mevlana'nın bu kerameti gösterebileceğini kabul ediyor. Bilim adamı, araştırmacı kişinin ikisinin de böyle birşey yapamayacağını bilip, kabul etmesi gerekir. Biz, tarihsel derinliklere inerek yukarıda Hacı Bektaş'ın, kanlı abdest suyuyla ne demek istediği üzerine sayfalar boyu yorumlar geçme zorunluğu duyduk. Yazdıklarımız için, böyle birşey olamaz, olmamıştır deniliyorsa ortaya yeni yorumlar, açınımlar konulsun. Ama kimse Hacı Bektaş'ın "suyu kana çevirdiğini" ileri sürmesin ve de bunu yaptığını ispat etmeye kalkmasın. Ayrıca hiç kimsenin de, Hacı Bektaş "bu hokkabazlığı yapmış ya da yapmamış" biçiminde bir ifade kullanmaya hakkı yoktur.

Mevlana'nın aynı anda "mana aleminde" Hacı Bektaş'ın boğazına sarılması kerametinin yorumunu yapmaya gerek görmedik. Çünkü bunun, Nureddin Caca ile Hacı Bektaş üzerine tartışırken Mevlana'nın köpürmüş durumda, "Hacı Bektaş şimdi yanımda olsaydı, iblisin kardeşinin boğazına sarılır onu boğardım" diye haykırmasının ötesinde bir anlamı yoktur. Ama ona inanan, onu seven, yücelten müridlerinin ağzında keramete dönüşüp, yetmiş-seksen yıl sonra Ahmet Eflaki'nin kitabına kayıtlanıyor.

Biz bu bağlamda, Vilayetname'de Nureddin Caca'nın zindana atılmış olmasına, Hacı Bektaş'ın gazabı ya da bedduası olarak değil, yeni bir tarihsel bilgi olarak bakıyoruz. Aynı zamanda bu olay gösteriyor ki, Hacı Bektaş Veli, kurduğu dergahta dünyadan elini eteğini çekmiş bir ermiş derviş gibi yaşamıyor. Ülke siyasetinin tamamıyla içindedir; Karaman, Çepni, Ağaçeri, Bayad, Döger vb. heterodoks İslam (Alevi) inançlı Türkmen gruplarının, (Ali donunda düyaya geldiğine inanılan) manevi önderleri olarak, tüm eylem ve hareketleri onun bilgisi çerçevesinde yapılmaktadır. Anadolu son yurtlarıdır; gidecekleri başka yer yoktur. 1200'ün ilk on yıllarından beri, yarım yüzyıldır peşlerini bırakmayan Moğol felaketini canları pahasına yok etmeleri gerekiyordu. Bu da ancak merkezi güçlü bir devletin varlığıyla gerçekleşebilirdi. Birlik ve beraberlik içinde hareket etmenin zamanıydı. Hacı Bektaş Veli, "bir olalım, iri olalım, diri olalım" sözünü boşuna söylememişti. Selçuklu Devletinin, Sultan Alaaddin Keykubat I (1520-37) dönemi güçlü merkezi yönetiminin ve Türkmenleri sayısız vakıf topraklarıyla yerleştirme politikasının (Uç'lara yerleştirip merkezi güvenceye almış da olsa) anıları onların arasında hep yaşıyordu. Onun içindir ki, Menakıbname'lerde, veli söylencelerinde geçen tüm Selçuklu sultanlarının büyük çoğunluğunun adı Sultan Alaaddin'dir. Görüldüğü gibi, Vilayetname'ye göre Nureddin Caca'yı zındana gönderen de odur. Demek ki, Türkmenler İzzeddin II.Keykavus'u, Alaaddin'le eşleştirmiş ve onun Moğol istilasından ülkeyi kurtarma siyasetiyle özdeşleşmişlerdi. Moğol işbirlikçilerinin, İzzeddin için kadın düşkünü, ahlaksız, şarapçı bir Hristiyan yeğeni propagandaları onları etkilemiyordu. Oysa büyük Sultan Alaadin'in de babannesi Hristiyandı ve onbir yılı Bizans başkentinde geçmişti.

Bu Vilayetname metninden, Selçuklu döneminde tutuklanan kişilere yapılan, "tutukluyu yaş göne sarıp, içinde kurumaya bırakma ve zindan hücresini kireç beyazına boyayıp gözlerini kör etme" gibi işkence çeşitlerini de öğreniyoruz. Nureddin Caca'yı yakalatıp, yaş deriye sardırıp, gözleri de kör olsun diye kireç beyazı zindana attıran İzzeddin II.Keykavus'tan başkası olamaz. Çünkü o kardeşi Rükneddin'in yandaşı ve büyük düşmanı Pervane Muineddin Süleyman'ın, Ahmet Eflaki'nin deyimiyle Muhammed'in mağara arkadaşı Ebubekir gibi, 'yar-ı gar'ıdır. Hacı Bektaş Veli, yukarıda uzun uzun anlattığımız gibi yetkin bir ileri görüşlülükle onu uyarmış, hatta ikna etmiştir. Ama, Caca Mevlana'nın cazibesiyle, Hünkar'dan uzaklaşmıştır.

Bu tutuklamanın tarihine gelince: Daha önce yeri geldiğinde belirttiğimiz üzere 1254 yılında, bazı emirler aşçı elbiseleri giydirip, Rükneddin'in kaçmasını sağlayarak onu Kayseri'de tek Sultan ilan ettiler. Moğolların isteğiyle Doğu'daki birçok kentte onun sultanlığı kabul edildi. Bunun üzerine Kırşehir'de bulunan İzzeddin II. Keykavus bir ordu derlemiş, görüşme çabaları sonuç vermeyince de savaş açarak onları yenilgiye uğratmıştı. Böylelikle Rükneddin Kılıcarslan, 1254 yılının sonlarına doğru ağabeyinin eline düştü ve İzzeddin görünüşte barıştığını ilan ettiyse de, onu Uluborlu yakınındaki Davalu (ya da Burgulu) kalesine hapsettirdi.

Anlaşılıyor ki İzzeddin, kardeşi Rükneddin Kılıcarslan'ın güçlerini yenip onu kaleye kapattıktan sonra, onu tutan emirlerinden de yakaladıklarını zindana attırmıştı. Süleyman Pervane gibi bazıları Tokat'a kaçıp kurtulmuşlardı. Şu halde Kırşehir emiri Nureddin Caca, bu savaştan sonra - ki Abu-l-Harp (savaş babası) unvanı taşıyan Caca'nın İzzeddin'e karşı savaştığı kesindir - sonra tutuklanmış, en az iki yıl zindanda kalmış olmalıdır. Çünkü iki yıl sonra Moğol komutanı Baycu ordusuyla geldi ve 11 Ekim 1256'da Sultan Hanı civarında yapılan savaşta, İzzeddin'in Türkmen gruplarından oluşan kuvvetlerini yendi. Savaştan sonra Emir Fahreddin Arslandoğmuş, Sultan İzzeddin'den hoşnut olmayan diğer ileri gelen emirlerle Burgulu kalesine giderek, kalede tutsak bulunan Rükneddin IV. Kılıçarslan'I alıp saltanata geçirmişlerdir.

Vilayetname'ye göre, Nureddin Caca'nın zindandan çıktıktan sonra itibarını yitirdiği görülüyor. Uç illerden birine atandığı ve yakınlarına hasret öldüğü anlatılıyor. Olasıdır ki, zindandan çıkarıldıktan uzun yıllar sonra Eskişehir emirliği yaparken ölmüştür. Burada Hünkar'ın yüce erdemlerinden birini daha vurgulamak gerekir: Başına gelebilecekleri kendisine anlatmasına rağmen, Nureddin Caca'nın sözünü dinlemeyeceğini ve siyasetinden vazgeçmeyeceğini anlıyor. Belki yıllarca yatacağı zindanda, ak kireç işkencesinden gözlerini korumanın yolunu göstererek ona, yani düşmanına bile en büyük iyiliği yapıyor...

Sonuç

Sonuç olarak görülüyor ki, Hacı Bektaş Veli ile Mevlana Celaleddin Rumi'nin toplumsal ve siyasal konumları birbirinden farklı ve karşıt durumdadır. Birisi istilacı Moğollara karşı mücadele siyasetine girmiş bulunan ve onları Rum'dan (Anadolu) çıkarmaya çalışan İzzeddin II.Keykavus'un, diğeri ise Moğol korumacılığını yeğleyen, Cengiz oğullarının bir Uç beyliği ya da eyaleti olmayı kabul eden kardeşi Rükneddin Kılıçarslan'ın yandaşıydı. Selçuklu ve Moğol yöneticilerinin has adamı bir aristokrat mutassavvıfıydı Mevlana.

Yukarıda söylediğimiz gibi, Mevlana Celaleddin, hiç sevmediği ve hor gördüğü konar-göçer ve yerleşik geniş Alevi Türkmen grupları tarafından desteklenen ve eski düşmanları Moğol istilacılarına karşı çıkmaya zorlanan İzzeddin II. Keykavus'a düşmandı. Çünkü çıkarlarına ters düşüyordu. Çünkü ona göre Moğollar, Muhammed'in şeriatını yerine getirmeyen bu heterodoks inançlı (Alevi) Türkmenleri cezalandırmak için Tanrı tarafından gönderilmişti. Annesi Hristiyan olan İzzeddin Keykavus'un da, bu kentli çevreye göre İslam şeriatıyla ilişkisi yoktu; şarap ve eğlence meclislerinin adamıydı!

Hacı Bektaş Veli, Anadolu'da geniş çoğunluğu oluşturan köyler ve kasabalarda oturan ya da konar-göçer olarak en zor koşullar içinde yaşayan batıni inançlı, İslam heterodoksizmini benimsemiş, gayri-sünni, yani alevi Türkmen halkların tarihsel inanç önderi idi.

Mevlana ise, diliyle, kültürüyle, güzel konuşması ve tükenmez enerjisiyle döndüğü semahıyla, eşsiz yapıtlarıyla Konya'da yaşayan tüm aristokrat çevrenin ve orada yaşayan herkesin gözdesiydi. Dahası ona bir peygamber, Mesnevi'ye ise Kuran gibi bakıyorlardı. Sultanın ve Emirlerinin olduğu kadar, Moğol yüksel temsilcilerinin de yakın adamı olduğunu özel mektupları açıkça göstermektedir; bir işbirlikçi ve ezilen soyulan halk çoğunluğunun karşısındaydı. Moğollar için söylediklerine bakınız:

"Bana Tatarın yaptıklarından değil, Tatar ceylanının göbeğinden sözet! Tatarın talan ettiği herşey tanrının hazinesine girmiş olur. Tatar dünyayı savaşla yıktı, ama yıkılan yerde tanrının definesi bulunur; ne diye gönlümüzü sıkalım?" (İsmail Kaygusuz, Alevilikte Dar ve Dar'ın Pirleri, 2.Basım, Alev Yayınları; İstanbul, 1995, s.117)

Mevlana'nın, babasından, diğer şeyhlerinden ve medreslerden aldığı eğitim, yetişme koşulları; sahip olduğu inanç ve yaşam biçimi ona bu seçimi yaptırdığı kesindir. Mevlana Celaleddin'i yargılama veya sorgulama gibi bir niyetimiz elbette ki olamaz. Ancak şu gerçeği unutmayalım: Kim olursa olsun göklere yüceltilen tarihsel kişiliklerin yanlışlarını, hatalarını gizlemek, görmemezlikten gelmek - hatta o kişilerin hata yapmayacaklarına inanmak - onlara en büyük kötülüğü yapmakla eşdeğerdir.

Son söz olarak Hacı Bektaş Veli ile Mevlana Celaleddin birbirine aykırı yaşamıştı, inançta birleşemedikleri gibi toplumsal ve siyasal yönden de birbirlerinin karşısındaydılar. Mevlana'yı Hacı Bektaş Veli meşrebine sokmaya, yani bir Alevi-Bektaşi olarak görmeye çalışanlar yanılmaktadır.

Ancak onların arasındaki bir ortak noktayı söyleyeyebiliriz: İkisi de büyük İsmaili Dai'si Şemseddin Muhammed Tebrizi'den feyz almış, ışıklanmıştır. Hacı Bektaş Kuhistan'dan (1225'lerden) beri bu güneşin (Şems'in) batıni ışığını yüreğinde ve kafasında sindirerek parlamış ve Türkmen halklarını aydınlatmış. Üç yıl içinde "ayağının bastığı yere ayağını değil, başını koy"acak kadar Şems'e tapan Mevlana ise, o yokolunca içindeki güneşi (Şems'i) sindirememiş, söndürmüş, Konya'da loş bir ışığa bürünerek, kendi ekseni çevresinde dönmeyi seçmiştir....

Kaynaklar:

1) İsmail Kaygusuz, Hünkar Hacı Bektaş, Alev Yayınları: İstanbul, 1998

2) İsmail Kaygusuz, "Hacı Bektaş Veli Bir Batıni Dai'siydi", YOL Dergisi 6, 2001

3) İlhan Başgöz, Yunus Emre I, Cumhuriyet Dünya Klasikleri: İstanbul, 1999

4) Abdülbaki Gölpınarlı, Mevlana Celaleddin, 4.baskı, İnkılab Kitabevi: İstanbul, 1985

5) Ahi Evren (Şeyh Nasırüddin Mahmut al-Hoyi), İmanın Boyutları (Metali-ül İman), Çeviri ve İnceleme: Doç.Dr. Mikail Bayram, Konya, 1996

6) Louis Bréhier, La Civilisation Byzantine, Paris-1970

7) Ümit Hassan, "Siyasal Tarih, Açıklamalı Bir Krolonoji", Türkiye Tarihi I, İstanbul,1980

8) G. Ostrogorsky, Çev. Fikret Işıltan, Bizans Devleti Tarihi, Ankara,1981

9) Firdevs-i Rumi (Uzun Firdevsi), Vilayetname (Menakıb-ı Hünkar Hacı Bektaş-ı Veli) Hazırlayan: A. Gölpınarlı, İnkılab Kitabevi: İstanbul, 1990

10) Firdevs-i Rumi (Uzun Firdevsi), Vilayetname (Menakıb-ı Hacı Bektaş Veli), Hazr. E.Korkmaz, Ant Yayınları: İstanbul, 1995

11) İ. Hakkı Uzunçarşılı, Anadolu Beylikleri, Ankara-1984

12) İsmail Kaygusuz, Alevilik İnanç, Kültür,Siyaset Tarihi Ve Uluları I, Alev Yayınlar: İstanbul-1995

13) Ahmet Eflaki, Çev.Tahsin Yazıcı, Ariflerin Menkıbeleri I, İstanbul, 4.Basım, İstanbul, 1986

14) Mevlana Celaleddin, Mektuplar, Haz. Abdülbaki Gölpınarlı. İstanbul,1963

16) Claude Cahen, Çev. Yıldız Moran, Osmanlılardan Önce Anadolu'da Türkler, İstanbul, 1979

17) Gregory Abu'l Farac, İngilizceden Türkçeye Çev. Ömer Rıza Doğrul, Abu' - Farac Tarihi II, 2.Baskı, Ankara,1987,

18) Prof. Dr. Fuad Köprülü, Osmanlı Devletinin Kuruluşu, 4.Basım, Ankara, 1990

19) İsmail Kaygusuz, Alevilikte Dar ve Dar'ın Pirleri, 2.Basım, Alev Yayınları; İstanbul, 1995

IKaygusuz@aol.com

--------------------------------------------------------------------------------

[1] Gerçekte Selçuklu çevresini aşan bir siyasi cinayet sözkonusudur; bunu Şemseddin Muhammed Tebrizi incelememizde genişçe vereceğiz. Şems'in katledilmesini A.Gölpınarlı, Mevlana'nın oğlu Alaaddin Çelebi, Şems'in karısı Kimya hatunu önceden sevdiği için onun kıskançlığına bağlamaktadır. Son yıllarda Ahi Evren üzerine geniş araştırmalar yapmış olan Mikail Bayram ise, birkaç toplantıda inançsal görüş çatışmasından ötürü, Şeyh Nasırüddin Mahmud el-Hoyi (Ahi Evren?) tarafından öldürüldüğü gibi, hiç de akılcı olmayan bir görüş ileri sürmektedir: A.Gölpınarlı, agy, s.81-83; Ahi Evren (Şeyh Nasırüddin Mahmut al-Hoyi), İmanın Boyutları (Metali-ül İman), Çeviri ve İnceleme: Doç.Dr. Mikail Bayram, Konya, 1996, s.28-34.

[2] Aşağıdaki yazının bir kısmını "Hünkar Hacı Bektaş" çalışmamızdaki I.Bölüm'ün bazı alt başlıklarını (s. 52-85) yeniden gözden geçirip özetleyerek oluşturduk. Amacımız konuyu tartışmaya açmaktır.

[3] Başka bir yazımızın konusu olan bu düzen için, sadece bir iki cümlelik tanımlama vermek istiyoruz: İran'da Zerdüşt ortodoksizmine karşı yükselen heterodoks (aykırı) Mazdekizm'in mutlak eşitlikçi ve paylaşımcı siyaseti Heterodoks İslamın (Aleviliğin) içine girip yerleştikten sonra isyanlar, kutsal kişilerin yani Ehlibeyt ve Oniki İmamların öcünü alma hareketleri olmaktan çıkmış ve komünistik ihtilaller niteliğini kazanmışlardı. 9. Yüzyılın ilk yarısında 20 yıl aralıksız süren Babek Hurremi ihtilalci hareketi, onun bir çeşit devamı olan Karmati Alevilerinin ihtilalci siyaseti ile aynı yüzyılın son yarısında, yaklaşık 200 yıl süren bir devlet kurdurmuştu. Batılıların "İslam Bolşevikleri" dedikleri Karmatiler, Mazdekizm'den alınıp geliştirilen komünistik düzeni, kurdukları kale-kentlerinde uygulamışlardı. Arkasından Hasan Sabbah'ın 1090'larda kurduğu Alamut Nizari İsmaili devleti aynı düzeni bir 167 yıl daha sürdürmüştür. Aleviliğin Babai siyasetinin de amaçladığı düzen farklı değildi..

[4] Babailer ve Hacı Bektaş'ın Babai ayaklanmasındaki rolü için bkz. İsmail Kaygusuz, "Babailer ve Babai Ayaklanması", YOL Dergisi, 7, s. 5-17)

[5] Özel ilişkilerinde de fazla serbestçe ve gönlünce davranmayı adet edinmiş İzzeddin Keykavus II, hiçbir zaman Moğol egemenliğini kabule yatkın olmayan, devlet kudretinin noksan kılınmasına karşı çıkan bir tavıra sahipti. Türkmenleri örgütlemeye çalışıyordu. (Ümit Hassan, "Siyasal Tarih, Açıklamalı Bir Kronoloji", Türkiye Tarihi 1, İstanbul-1980, s.253-254)

Link to post
Sitelerde Paylaş

Forumlara bu kadar uzun alintilarin alinmasi yanlistir diye düsünüyorum.

Fakat hepsini okudum.

Yazida bir sürü safsata yalan dolan dolu.

Anlatilan olaylarda dogmatizm var.

Bu sekilde tarih yazilmaz, olmaz, kabul edilmez.

Link to post
Sitelerde Paylaş

Forumlara bu kadar uzun alintilarin alinmasi yanlistir diye düsünüyorum.

Fakat hepsini okudum.

Yazida bir sürü safsata yalan dolan dolu.

Anlatilan olaylarda dogmatizm var.

Bu sekilde tarih yazilmaz, olmaz, kabul edilmez.

Hmm peki sayın cigi.

Bundan sonra size sorarız tarihi.

Link to post
Sitelerde Paylaş

Tolon Mevlana Moğol ajanıydı diyordun önceden belki de bu da Alevi büyüklerinden kabul edilen Mevlana'ya atılan bir iftiradır, böyle de olabilir. eğer böyle düşünürsen belki de o zaman sen Aleviler'i çekemeyenlerle aynı safta olmayacağını anlarsın üstad. Şu anda istemeyerek de olsa belki de boş bir iftira yüzünden onlarla aynı satfa yer alıyorsun bir de böyle düşün.

Link to post
Sitelerde Paylaş

Yunus emre'nin tek kişi olması kuvvetle muhtemeldir. Yani, Yunus Emre yaşamış, hikayesindeki bazı olayları görmüş geçirmiş ve ölmüş gitmiş bir insan.

Velakin, gerek hikayelerin, gerekse şiirlerin pek çoğunun Yunus Emre'ye yamanmış oldukları da aşikar.

Daha önemlisi şudur. Zamanında gerek mevlana, gerek yunus emre, üzerleri örtülmüş, adı sanı anılmak istenmeyen kimselerdi. Koca Türk islam tarihinde, ancak yok edilmeye çalışılmış bu ikisinin sonradan hortlatılarak islamın timsali gibi gösterilmeye çalışılması manidar bir durum olsa gerek.

Bu nedenle her ikiside bilhassa gizli alevi kültürü ile birlikte, efsanelerden ve yerel kültürden bolca katkı alarak bugnü bildiğimizgibi olmuş olmalılar. Bunlar sümen altı edilmeye çalışıldığı için, resmi olarak bunlara dair kayda ulaşmak pek mümkün değil.

Link to post
Sitelerde Paylaş

Tolon Mevlana Moğol ajanıydı diyordun önceden belki de bu da Alevi büyüklerinden kabul edilen Mevlana'ya atılan bir iftiradır, böyle de olabilir. eğer böyle düşünürsen belki de o zaman sen Aleviler'i çekemeyenlerle aynı safta olmayacağını anlarsın üstad. Şu anda istemeyerek de olsa belki de boş bir iftira yüzünden onlarla aynı satfa yer alıyorsun bir de böyle düşün.

Mevlana ve Alevilik?

Haydaaaa

Ne alakaaaaa

Yahu Mevlevilik ayrı Alevilik ayrı.

Mevlana alevi falan değildir.

Bilakis alevi ve bektaşiler o dönemin "ulusalcı" ları Mevleviler "liberal"leri.

tarihinde kenzo tarafından düzenlendi
Link to post
Sitelerde Paylaş

Iste böyleee,

Kenzoyla benim astigim yazilari bir, iki ,üc kellim okumahla zor usunuzda kalir.

Tekrer tekrer ohumalisiniz.

Mevlenenin ne menem bir iftiracI,

Kötü söylemler ebesi

Hasan Sabbahdan bin kellim daha tehlikeli oldugunu kolay kolay anlayamayacaksiniz.

Orhan Pamugu tanirsiniz,batililar Pamuga NOBEL ödülü verdiler.

Niye verdiler?

Mevlanayida baslarinin üzerine cikariyorlar,HIC DÜSÜNDÜNÜZMÜ NIYE CIKARIYORLAR?

Saniyormusunuzki BATILILAR kim SIKIM HIYAR DERSE KOSARLAR.

Hayir hayir,o isi biz abtal ortadogulular yapariz,Asyalilar yapariz.

Batililar ne yaptiklarinin farkindadirlar,Her islerini bilerek yapaylar.

DÜDÜKLEYEMIYECEKLERI ESSEYIN ÖNÜNE OT KOYMAZLAR.

Osman pamugun hizmetinin milyon mislini yaptigi icin,batililar Celele yapismislardir.Bizdeeeeeeeee vaybeeeeeee bu adam ne muazzam adammis deyip TUZU alan,Konyaya kostuk vede kosuyoruz.

Tekrer ohuyun ,Tekrer ohuyun.

Inanilir gibi degül emme ne yazihki bu bir gercek.

Mevlanalarin Türk toplumuna zarardan baska birsey vermemistir.

Bir din adami gecinen kisi,politikalara bukadar dalmasi ,akla sigmayan dolaplar cevirmesi sultanlari bile dize getirip ortadan kaldirtmasi,bIrakIn baskalarini ogluna bile acimamasi Celenin ne menem bir kisiligi oldugunu göstermektedir.

Mr,Kont yaniliyorsun.

Ben Türkmenim dogru,ama nerdeyse 300 yillik bir sünniligimiz var.

HISIM ve AHRABALAR nerdeyse sil bastan din adamidir.

Ama birde gercek var.

Gerceyi yazIp söylemezsek,ne gIymatImIz galirki.

Bu yazilarla yetinmeyin,baska kaynaklari arastirin.

Internet her konuda bilgi agzIna kadar doludur.

Ama dikkat et , islami sitelere gidersen,Celeli sana melek olarah gösterirler.

Pirofesör Mikeil Bayramin Selcuklu belgelerinden yaptigi arastirmalara inanmayipda bilmem PAPAZ kimin mevleneyi övmelerinemi inanacagiz.

Fazla yormayalim sizi.

Tolonbeg

Link to post
Sitelerde Paylaş

Iste böyleee.

AHI INANCINA GÖRE , ASALAK (onunbunun sirtindan) GECINMEK YASAMAK GÜNEHDIR.

Bu nedenle Ahiler

Demircidir

Bakkaldir

Kömürcüdür

Marangozdur

Cifcidir

Sarrafdir

Kececidir

Dokumacidir

Ayakkabicidirlr

Insaatcidirlar.

Halbuki Mevlevilik ASALAKLIGIN taaa kendisidir.

Mogollar bunu bildiklerinden Bagdattaki dervis tembelhanalarini el altundan desteklemis kendi taraflarina cekmislerdir.

Bunlarin enbasIda ne yazikki Celel efendidir.

Ama görülüyorki Mevleneye nerdeyse TAPACAK yüzbinlerce insanciklarimiz var ,ne yazikki.

Mevlana Mogollarla coh yagli balli oldugundan,Mogollari Ahilerin üstüne salip Türkmenleri dogu.güney dogu ve orta Anadoludan bati Anadoluya kacirip Ahi mallarina konmustur.

Artik bu gercekleri görmeliyiz.

Ahilik Ticerette dogru olmayi Türk milletine islemistir.

Zatan Ahilik bir Türk usul yöntemi ve FELSEFESIDIR.Ilk önce Izmirde tekrer baslatilmis Ege üzerinden tekrer yurda yayilmaya baslanmistir.

Yanlislarimiz olursaki olabilir,bir birimizin yanlislarinida düzeltmede bozulmayalim.

Ben bozulmamda,bazi gardaslarimiz benim ayranim gara deyipde baska birsey demiyor.

Yahu gardasim AYRAN GARA degül BAYAZDIR.

YOH ILLEDE O DAYATIYOR , MENIM AYRANIM GARADIR.

Neddcen,onun ayraninida GARA gabul edcen:-))))))))).

Bundan uzun yillar önce Samsunda tartistigim 3 din adami,beni alt edemeyeceklerini görünce biri söyle dediydi,HA USAK , ELLAH KUNAH YAZMAZ , EGER KANUNDA KUNAH YAZMASAYDI(hapis vermeseydi) HA SURADA TELUKLI TEMiRLAN ALURDUM CANUNI :-))))).

Konunun gercekligini ögrenmeden bizler kolay karar verebiliyoruz.

Tolonbeg

Link to post
Sitelerde Paylaş

Her insanın Allah'ı farklı olduğu gibi, Mevlana ve Yunus Emre'nin de Allah'ları birbirinden farklıdır...

Mesela, iki kardeşin annesi aynıdır, ama annelerine bakış açıları, yakınlıkları, sevgilerini vebağlılıklarını dile getirişleri birebir aynı olamaz...

Mevlana da yazılarında ve söylemlerinde kendi Allah'ını tariflemiştir, Yunus Emre de kendi Allah'ını...

Ve herkesin Allah'ı kendisinin aynısıdır...

Mevlana ve Yunus Emre'nin aynada kendilerini nasıl gördüklerini Allah tasvirlerinden anlayabilirsiniz...

Ha tabi, bu arada günümüze ulaşan yazı ve şiirlerin %100'ünün birebir onlara ait olmadığı aşikardır.

tarihinde Afrodit tarafından düzenlendi
Link to post
Sitelerde Paylaş

Sevgili tolonbey mesneviyi okumusmudur?

Durmadan baskalarinin yazdiklarini alinti yaparak yanit verilmeye calisildigi sanilmakta fakat yanilmakla birlikte bu bir egonun dayatmasidir.

Bir konu hakkinda yeteri kadara bilgi ve birikim yoksa laf olsun torba dolsun amaci güdülerek yapilan tartismanin bir getirisi olmaz.

PC nin basinda iki tik oraya bes tik buraya c/p yöntemi ile taritisilmaya calisilirsa da eninde sonunda tikanilir.

Mesnevinin okunmadigi anlasildi.

Yazilardan bunu algilamakta idim fakat tartismalarda etik olan sorulara dürüstce yanit verebilmektir.

Ucuz ve cabuk kahraman olabilmek icin ortaya cikan sahtekarlar iyice arastirilip sorugulanmadan müdaafa edilip onlarin yalakaliklari yapilmaz.

En önemli sey sorgulamaktan vaz gecmemektir.

Benim icin bu tartisma bitmistir.

Link to post
Sitelerde Paylaş
  • Konuyu Görüntüleyenler   0 kullanıcı

    Sayfayı görüntüleyen kayıtlı kullanıcı bulunmuyor.


Kitap

Yazar Ateistforum'un kurucularındandır. Kitabı edinme seçenekleri için: Kitabı edinme seçenekleri

Ateizmi Anlamak
Aydın Türk
Propaganda Yayınları; / Araştırma
ISBN: 978-0-9879366-7-7


×
×
  • Yeni Oluştur...