Jump to content

İNANÇ NEDİR VE İNSANLARI NEDEN BU KADAR ETKİLER?


Recommended Posts

Ateizmden çok ruhçuluğa yakın görüşler... Seyretmeniz gereken film: What the Bleep Do We Know?...

Andromeda, ben orada sadece görüş mü bildiriyorum? Yoksa yaşadıklarımı ve yaşananlarımı açıkça inceliyorum? İyi bir bak istersen. Senin kafan böyle çalışıyor ve böyle hissediyorsun diye herkes öyle olmak zorunda mı? Biliyoruz ki değil. Dünya nüfusunun büyük çoğunluğu demek ki farklı düşünüyor ve hissediyor. Bunların içinde her çeşit insan var. Şimdi biz ateist olarak çıkacağız bu kadar insanı beyni yıkanmış yada cahil ilan edeceğiz öyle mi? O kadar uzun boylu değil. Bu akıl mantık dışı. Bunların içinde beyni yıkanamayacak kadar zeki ve donanımlı insanlar var. Cahil olmayan ise tonla. Nasıl sen ateist olmayı bildinse onlarda bilir değil mi? Hem sizin bir gözleminize ben katılmıyorum. Cahil insanlardan ateist pek olmaz sanıyorsunuz. Olsada istisna olur dersiniz herhalde. Yok öyle değil bu durum. Köyde kasabada bile ateist insanlar var. Benim bir akrabamın görev yaptığı küçük kasabada yerel halktan bir kaç ateist varmış. O anlatırdı. Ciddi ciddi adamlar inanmıyormuş. Başka örneklerde duymuşluğum var. Bu demek ki insanın kafasının nasıl çalıştığı ilede ilgili birşey.

Hem ruhçulukla ne kastettiğini biliyorum ama sormadan edemeyeceğim. Hangi din ruhçu değil ki? Hepsinde ruhun varlığı en temel unsurlardan biri. Zaten inanç deyince somut birşey olacak halide yok. Somut olsa inanç olmaz zaten. Herkes bilir.

Benim anlamadığım toplumu anlamaya çalışmamın neden senden bu kadar tepki gördüğü. Nedir seni bu kadar rahatsız eden şey acaba? Aslında sevinmen ve destek verici şeyler söylemen lazım. Bak aranıza sizi anlayan birisi katılmış. Ateizmi etüd etmiş. Sizler gibi dinlerin insandan çıktığını ve evrildiğini söylüyor. Benim farklı algılayan ve düşünen birisi olmam bir zenginliktir. Keşke başka başkalarıda gelse buraya. Herkesi aynı tornaya sokunca rahata mı ereceksin? Sen diktatör müsün? Bu ne sert ve katı bir anlayıştır böyle? İnsanlar farklılıkları ile güzel. Birisi çıkmış inancın doğasını ve aslında ne olduğunu, inanca gömülmeden araştırmak istiyor. Hem bu insanın bir avantajı var. O hissediyor. Yani toplumdaki insanların hissettiklerini biliyor. Onlar gibi hissedebiliyor. Onun farkı bilinçli olması. Uyuz araştırmacılar gibi değil o. Yürekten katıldığı bir çalışmanın peşinde.

Ben aslında sizler adına biraz hayal kırıklığı içindeyim. Bilime ve bilgiye bu kadar değer verdiğini söyleyen insanlar bu kadar önyargılı olmamalı. Herkesi tek tip yapmaya çalışmamalı. Bu insanlara saygısızlık. Herkesin farklı olma hakkı var. Akıllı insanlar farklılıkların zenginlik olduğunu bilir. Hatta özellikle farklı düşünen ve algılayan insanlara önem verilir yaratıcılık gerektiren işlerde. Tabii bu farklı düşünen kişiler belli bir yeterlilikte olmalı ve uçuk kaçık biri olmamalı. Farklı derken belli bir kaliteyi atlamamak gerek.

Şimdi çıkar istediğin gibi ol, biz sana ne diyoruz dersiniz. Yok işte öyle değil. Benim özelimde istediğim gibi olmam zaten sizi ne bağlar? Mesele burada kendimi ifade ettiğim zaman açık ve örtülü çok ciddi bir dirençle karşılaşmamdır. Bu insanların ne kadar kapalı ve baskıcı olduğunu gösterir. Bu medeniyet değil. Siz kendinizi medeni sanıyorsanız çok yanılıyorsunuz. Henüz yeterince medeni olamamışsınız. Ateist olmak başka medeni olmak başka.

Link to post
Sitelerde Paylaş
  • İleti 134
  • Created
  • Son yanıt

Top Posters In This Topic

selamlar...

buraya konuyla çok yakından alakalı gördüğüm uzun ama çok akıcı bir yazı ekleyeğim...

yazarı tolstoy...

"Kalbimizde Allah'ın nuru vardır,

onun adı da vicdandır."

Tolstoy

Hıristiyanlığın Ortodoks mezhebine göre vaftiz edildim

ve çocukluk yıllarımda bu mezhebin görüşleri doğrultusun-

da eğitildim. Çocukluk ve gençlik yıllarımdaki öğrenim ya-

şantımda da yine bu inanç çizgisinde öğrenim gördüm. An-

cak on sekiz yaşımdayken, ikinci yıldan sonra üniversite öğ-

renimimi yarıda bıraktığımda artık bana öğretilmiş görüşle-

rin hiçbirine inancım kalmamıştı. Geçmişte yaşadığım olay-

lara ve anılara dayanarak hüküm vermem gerekirse, aslında

çok da inançlı biri sayılmazdım. Fakat buna rağmen çevrem-

deki insanların inançlarına saygı gösteriyor ve bana öğreti-

len bilgilere inanıyor, itimat ediyordum. Aslında işin gerçeği,

bu itimat çok da kalpten inanarak değildi.

Benim dinî inançlarımdan kopuşum, kültürlü ve aristok-

rat tabakaya mensup insanlarda geçmiş dönemlerde nasıl ol-

muşsa ve şimdi de nasıl olmaya devam ediyorsa öyle olmuş-

tu. Sanırım bu durum bir çok insan için aynı seyri takip et-

mektedir. Yani çevresindeki çoğunluk nasıl yaşıyorsa insan

da öyle yaşıyor.

İnsanların büyük bir kısmı, inanç esaslarıyla hiçbir ortak

noktası olmayan, hatta çoğunlukla ona ters düşen ilkelere

bağlı olarak yaşıyorlar. İnanç öğretisinin yaşantımızda pek

yeri yok; ne başka insanlarla olan ilişkilerimizde rastlıyoruz

ona, ne de bizzat kendi yaşantımızda onunla ilişkimiz olu-

yor. İnanç esaslarını herhangi bir yerde, yaşamdan uzakta ve

yaşamdan bağımsız olarak kabulleniyoruz. O, herhangi bir

zamanda karşımıza çıkınca da yaşamı içten hiç ilgilendirme-

yen ve sanki sadece dıştan bir olaymış gibi karşılıyoruz.

Bir insanın dindar olup olmadığını, eski zamanlarda ol-

duğu gibi şimdi de o insanın hayatından ve davranışların-

dan anlayabilmek oldukça güçtür.

İnanç, bugün ya da eski devirlerde olsun hep dış baskı-

larla ayakta tutulmaya çalışılmıştır ve insanlar ona sonsuz

bir güven duyarak, yaşamlarında inanca bütünüyle yer vere-

memişlerdir. İnanç, bugün artık bilimlerin ve inanç esaslarıy-

la ters düşen hayat deneyimlerinin etkisi altında erimektedir

ve erimiştir.

İnsanların büyük bir bölümü, kendisine daha çocuk-

lukta öğretilen inanç öğretisinin kendisinde sanki hiç bozul-

madan varlığını devam ettirdiğini zanneder; oysa ki aslında

bu öğretiyi, o inancı çoktan kaybetmiştir.

Bu durum insanların çok büyük bir çoğunluğunda sanı-

rım aynıdır. Elbette bizim gibi eğitim görmüş insanlardan,

yani kendi kendine karşı samimî davranan insanlardan bah-

sediyorum; yoksa inandıkları dinlerini, dünyevî amaçlarına

alet eden insanlardan değil. Aslında bu tip insanlar gerçek

inançsızlardır; çünkü, inanç onlar için herhangi bir dünyevî

amaca ulaşmak için araç durumundadır. Bu ise şüphesiz ki

asla inanç değildir. Bazı insanlar, bilginin ve hayatın ışığının

yıktığı o çürük binanın kalıntılarını çoktan silip süpürmüş,

bazıları ise bunu henüz fark edememişlerdir.

Evet, Allah'a inanıyordum; daha doğru söylemek gere-

kirse Allah'ı inkâr etmiyordum ama nasıl bir Allah'a inanı-

yordum, işte bunu anlatamazdım.

Yalnızca, kendi adıma tek gerçek olduğuna inandığım

şeyi, ulaştığım bu gerçek bilgiyi yazılarımda diğer insanlara

öğretiyordum. Yani benim şimdi sürdürdüğüm gibi yaşamak

gerektiğini ve insanın en rahat yaşadığı yerin ailesinin yanı

olduğunu anlatıyordum insanlara. Yaşantım böyle sürüp gi-

diyordu. Fakat yaşantımın bu akışa girmesinden beş yıl son-

ra tuhaf bir şeyle karşılaştım. Bazı anlarda zihnimi birdenbi-

re kuşkular sarıyordu. Sanki yaşam böyle anlarda duruyor,

zaman akmıyordu. Nasıl yaşamam, ne yapmam gerektiğini

bilmiyor gibi oluyordum. Dengemi yitirdim ve melankoliye

düştüm. Fakat bu durum kısa bir süre sonra geçti. Yaşantımı

kaldığı yerden, yine eskiden olduğu gibi sürmeye başlamış-

tım ki, bu kuşku anları daha sık, hem de öncekine göre çok

daha yoğun bir hâlde tekrar etmeye başladı. Hayatımın dur-

duğu bu anlarda hep aynı sorular ortaya çıkıyordu:

Niçin? Peki, ya sonra ne olacak?

Başlangıçta bunların anlamsız, saçma sorular olduğunu

düşündüm. Sanıyordum ki, bunların cevapları belli, ortada

olan cevapları var ve ben bu cevaplara kolayca ulaşacağım.

Her şeyden önce bu soruların çözümü ile uğraştığımda me-

selenin ortadan kalkacağını düşünüyordum. Fakat bununla

uğraşacak zamanım yoktu. Eğer günün birinde canım isterse

cevaplan bulabilirim diye düşünüyordum. Ancak sorular

gittikçe daha sık ortaya çıkmaya ve çoğalmaya başladılar;

üstelik bu sorular, cevaplarını bulmanın çok güç olduğu so-

rulardı. Durmadan aynı yere düşen noktalar gibi, bu cevap-

sız sorular da kara bir leke halinde toplanıp büyüyordu. Bir

iç hastalık nedeniyle acı çeken bir insanın hâli nasılsa, benim

hâlim de öyleydi. Önce hastanın önem vermediği küçük işa-

retler belirir, sonra bu işaretler gittikçe daha sık tekrarlanır

ve zamanla kurtulmanın imkânsız olduğu bir ıstırap haline

gelir. Acı giderek büyür ve hasta düşünmeye vakit bulamaz

olur. O zaman şunu fark eder ki, kendisinin sağlık içinde ya-

şarken pek fazla önemsemediği şey, aslında dünyada onun

için en önemli olan şeydir: Yani, ölümdür.

Yaşantım sanki durmuştu; sadece nefes alıyor, yiyor, içi-

yor ve uyuyordum. Ancak bunları yapıyorum diye yaşadı-

ğımdan bahsetmem mümkün değildi; çünkü ruhumu ra-

hatlatacak ve aklımı tatmin edecek bir arzum yoktu. Aslın-

da şunu da çok iyi biliyordum ki, bir arzum olduğunda,

onu gerçekleştirsem de gerçekleştirmesem de sonunda bir

şey değişmeyecekti.

Yaşamayı sürdürüyordum ama bu sadece yaşam fonksi-

yonlarımı sürdürmekten ibaretti. Bir uçurumun başına gel-

miştim ve önümde yok oluştan başka bir şey olmadığını çok

iyi görüyordum. Ulaştığım sonuca kayıtsız kalmam imkân-

sız olduğu gibi, önümde yalnızca acı ve gerçeğin durduğunu

görmemek için gözlerimi kapatmam da imkânsızdı. Yaşadı-

ğım tam bir perişanlıktı.

Bir seyyahla, onun çölde karşılaştığı yırtıcı hayvanları

anlatan o şark masalını kim bilmez ki! Seyyah, yırtıcı bir

hayvandan kurtulmak için kendini kurumuş bir kuyuya

atar. Tam o anda, kuyunun dibinde onu yutmak için ağzını

açmış bekleyen bir ejderha görür. Yırtıcı hayvan tarafından

parçalanmamak için yukarı çıkmaya cesaret edemeyen ama

ejderha tarafından yutulmamak için aşağıya da atlayamayan

bu zavallı seyyah, kuyunun duvar taşları arasında boy ver-

miş bir dalı yakalar ve ona sımsıkı tutunur. Az sonra elleri

uyuşmaya başlar ve kendisini her iki tarafta bekleyen felâke-

tin kucağına düşeceğini anlar; ancak dala hâlâ sımsıkı tutun-

maktadır. O sırada birkaç farenin, onun tutunduğu delğn

çevresinde dolaşmakta ve dalı kemirmekte olduğunu görür.

Dal kopacak ve o da canavarın ağzının ortasına düşecektir.

Seyyah bunu görünce kurtulma ümidinin artık hiç kalmadı-

ğını anlar. Çaresizlik içinde çevresine bakarken, dalın yap-

raklarında bal damlaları görür; dilini uzatır ve bunları yala-

maya başlar. İşte, ben de aynen bu seyyahın benzeriydim;

ölüm ejderhasının kaçınılmaz bir şekilde beni beklediğini,

beni parçalamaya hazır olduğunu bildiğim hâlde, son bir

ümitle hayatın dallarına tutunuyordum ve bu azaba niye

düştüğümü de aklım bir türlü almıyordu. Bana o güne kadar

teselli vermiş olan balı yalamayı deniyordum; ancak bal ar-

tık tat vermez olmuştu. Ölüm ejderhası ağzını açmış beni

yutmak için beklerken, yaşamın kemirgen fareleri de tutun-

duğum dalı kopartmaya çalışıyorlardı. Bense artık sadece

kendilerinden kaçamayacağım o ejderha ile fareleri görüyor,

gözümü onların üzerinden ayıramıyordum. Üstelik bu bir

masal değildi; gerçeğin ta kendisiydi. Bu, aksinin ispatlana-

mayacağı ve herkesin algılayabileceği bir gerçektir.

Soru: "Ne için yaşıyorum?"

Cevap: "Sonsuz büyük mekânda, sonsuz zaman irinde,

sonsuz küçük parçacıklar, sonsuz küçük bileşimler içinde

değişirler ve sen eğer bu değişimlerin yasalarını kavrayama-

mışsan, yeryüzünde niçin yaşadığını da kavrayamamışın-

dır."

Aynı şekilde düşünce anında kendi kendime şöyle di-

yordum: "Bütün insanlık, onu yöneten manevî ilkelere ve

ideallere dayanarak gelişiyor. Bu idealler dinlerde, bilimler-

de, sanatlarda, devlet şekillerinde ifadesini buluyor. Bu ide-

aller gittikçe yükselmekte ve insanlık da gittikçe daha yük-

sek mutluluğa tırmanmaktadır. Ben de insanlığın bir parçası-

yım. Bu nedenle benim görevim, insanlığın ideallerini öğren-

mek ve bunların gerçekleştirilmesine katkıda bulunmaktır."

Zihin gücümün zayıf olduğu sıralarda bu cevapla yetin-

dim. Ancak yaşamın sorusu içimde bütün netliğiyle uyanır

uyanmaz, bu teori de birdenbire yıkılıverdi. Bilimlerin, in-

sanlığın küçük bir bölümünün araştırılmasından çıkardığı ve

genel geçer sonuçlar olarak sunmaya çalıştığı vicdansız vur-

dumduymazlığı ile insanlığın ideallerinin yer aldığı bu felse-

fenin birçok yönünün karşıtlıklar yığını olması bir yana, bu

felsefenin aptalca demeyeyim ama şaşılacak noktası şuydu:

Her insanın karşısına çıkan "Ben neyim?" ve "Ben niçin yaşı-

yorum?" ya da "Benim görevim ne?" sorularını cevaplandır-

mak istiyorsak, önce şu soruyu çözmemiz gerekiyor; "Bizim

yalnızca çok küçük bir zaman diliminde, çok küçük bir par-

çasını bildiğimiz o bütünün ve insanlığın varlığının anlamı

nedir?"

İnsan, bunu yanıtlayabilmek için öncelikle bu bahsi ge-

çen sırlarla dolu insanlığı, yani daha kendini bile kavraya-

mamış insanlardan kurulu insanlığın ne olduğunu kavra-

mak zorundadır.

Kendine "Nasıl yaşamalıyım?" sorusunu samimiyetle

soran insan, deneysel bilimlerin bu soruya verdiği "Sonsuz

evrendeki zaman ve birleşme imkânları bakımından sonsuz

parçacıkları araştır; sonra kendi hayatını anlayacaksın?" şek-

lindeki cevapla nasıl tatmin olmuyorsa, aynı insan şu cevap-

la da yetinemeyecektir: "Başlangıcını ve sonunu hiç bilmedi-

ğimiz ve belki de en küçük parçacığını bile tanımadığımız

insanlığa ait bütün yaşam anlayışlarını araştır; işte o zaman

kendi yaşamının anlamını kavrayacaksın!"

Hastalık, yaşlılık ve ölümü hiç görmemiş ve onların ne

olduğunu bilmeyen genç, mutlu prens Sakya-Muni, bir ge-

zinti sırasında görünüşü perişan, dişleri dökülmüş, salyaları

akan bir ihtiyara rastlar. O zamana kadar ihtiyarlığın ne ol-

duğunu bilmeyen prens, şaşkınlık içinde arabacısına bunun

ne olduğunu, adamın nasıl olup da bu acınası ve itici hale

düştüğünü sorar. Bunun bütün insanların ortak kaderi oldu-

ğunu, kendisi kral oğlu olsa bile aynı şeyin kendi başına gel-

mesinin de mukadder olduğunu öğrenince gezisine devam

edemez ve bu konuda düşünmek için geri dönmek ister. Tek

başına bir köşeye çekilerek günler boyunca düşünür ve anla-

şılan sonunda bir teselli bulur. Çünkü yine keyifli ve mutlu

olarak geziye çıkar. Bu defa karşısına vücudu şişler içinde,

güçsüz ve gözlerinin feri sönmüş hasta bir adam çıkar. O gü-

ne kadar hastalığı hiç bilmeyen prens arabayı durdurur ve

arabacıya bunun ne olduğunu sorar. Bunun hastalık olduğu-

nu, herkesin başına gelebileceğini, sağlıklı ve mutlu bir kral

oğlu olan kendisinin bile aynı hastalığa yakalanabileceğini

öğrenince yine neşesini ve cesaretini kaybeder, geri dönmeyi

emreder. Daha önce olduğu gibi yine düşüncelere dalarak te-

selli arar. Aradığı teselliyi yine bulur ki, üçüncü kez gezinti-

ye çıkar. Bu üçüncü gezisinde yine bir manzara ile karşılaşır.

Bir şeyin insanlar tarafından taşınmakta olduğunu görür.

Arabacıya sorar:

-Bu nedir?

-Bir cenaze efendim.

-Cenaze ne demek?

-Bu herkesin sonudur.

Prens ölüye yaklaşır, örtüyü açar ve yüzüne bakar.

-Şimdi ne yapacaklar onu? diye sorar.

-Onu gömecekler.

-Niye?

-Çünkü artık kesinlikle canlanmayacak ve gelecekte on-

dan sadece pis bir koku ve kurtçuklardan başka hiçbir şey

kalmayacak.

-Ve bu insanların kaderi öyle mi? Benim de mi? Beni de

gömecekler, benden geriye de pis bir kokudan başka bir şey

kalmayacak, öyle mi? Beni de kurtçuklar mı yiyecek?

-Evet.

-Geri dönelim. Artık gezmek istemiyorum ve bir daha

da bunu istemeyeceğim.

Sakya-Muni bu defa bir teselli bulamadı ve yaşamın en

büyük dert olduğu sonucuna vardı. Bütün gücünü, kendini

ve başkalarını bundan kurtarmaya harcadı. Yaşamdan öy-

le kurtulsunlar ki, ölümden sonra da hiçbir biçimde tekrar-

lanmasın ve yaşam kökünden kazınmış olsun.

Yaşamın sorusuna cevap verdiği zaman, insan bilgeliği-

nin kesin cevaplan bu doğrultudadır.

Sokrates: "Maddî hayat bir derttir ve yalandır. Bu yüz-

den maddî hayatın yok edilmesi bir mutluluktur ve biz bunu

dilemeliyiz." der.

Schopenhauer: "Hayat, olması gereken bir şeydir ama

bir derttir; hiçliğe geçiş ise hayattaki tek mutluluktur." der.

Hz. Süleyman: "Dünyadaki her şey: delilik ve bilgelik,

zenginlik ve yoksulluk, sevinç ve acı; bunların hepsi boştur,

hiçtir. İnsan ölüp gider ve ardında hiçbir şey kalmaz. Ve bu

saçmadır." der.

Buda: "Istırabın, acının, güçten düşmenin, ihtiyarlığın

ve ölümün kaçınılmazlığının bilinciyle yaşanmaz. İnsan ken-

dini hayattan, hayatın her imkânından kurtarmak zorunda-

dır." der.

Bilimlerin içinde dolaşmam beni çaresizlikten kurtara-

madığı gibi, bu çaresizliğimi daha da arttırdı. Bu bilimlerden

biri yaşamın sorusuna hiç cevap vermedi. Bir başka bilim ise

diğerinin tersine soruma doğrudan cevap vererek benim

çaresizliğimi onayladı ve bana gösterdi ki, ulaştığım sonuç

benim yanılmışlığımın, benim hastalıklı ruh hâlimin meyve-

si değil. Yani, benim doğru düşündüğümü ve insanlığın

dâhileriyle aynı sonuçlara vardığımı onayladı.

Bunda yanılma yok; her şey boş ve ölüm yaşamdan çok

daha iyi. İnsanın yaşamdan kendini mutlaka kurtarması ge-

rek. Hiç doğmamış olana ise ne mutlu.

Bilinmeyeni Bulmak

Çözümü bilimde bulamamıştım ve bu çözümü yaşam-

da aramaya başlamıştım; umudum onu çevremdeki insan-

larda bulabilmekti. Böylece insanları gözlemlemeye başla-

dım. Beni çaresizliğe sürükleyen bu sorulara karşı diğer in-

sanların nasıl bir tavır takındıklarını merak ediyordum.

Peki, öğrenim seviyeleri ve yaşam tarzlarıyla bana ben-

zeyen bu insanlar nasıl bir cevap bulmuşlardı? Gördüm ki,

benim çevremdeki bu insanlar, içinde bulunduğumuz bu

korkunç durumdan kurtulmak için dört farklı çıkış yolu bul-

muşlardı.

Birinci çıkış yolu bilgisizlik yoluydu ve bu yol şundan

ibaretti: Hayatın bir belâ ve saçmalık olduğunu bilmemek ve

kavramamak.

İkinci çıkış yolu ise Epikürcü çıkış yoluydu. Bu düşünce-

nin esası şuydu: İnsan hayatın umutsuzluğunu bilse de, o-

nun sunduğu nimetleri tatmaktır.

Benim çevremdeki insanları çoğunluğu yaşama imkânı-

nı ancak böyle buluyordu. İçinde bulundukları şartlar onla-

rın dertten çok nimet kazanmasını sağlıyor ve ahlâkî duyar-

sızlıkları sayesinde unutma imkânı buluyorlardı. Bu ahlâk-

sızlık ve duyarsızlıklarına rağmen iyi durumda olmaları ise

sadece bir rastlantıdır.

Çağımız insanlarının büyük çoğunluğu böyle düşün-

mekte, böyle hissetmektedir. Bu insanlardan bazılarının dü-

şünce ve hayal güçlerinin felcini bir felsefe diye ilân etmele-

riyse bu insanları yaşamın sorusunu görmemek için balı

yalamayı sürdürenler grubundan ayırmaz. Benim bu in-

sanlara uymam da mümkün değildi. Onların hayal gücü-

nün duyarsızlığı bende olmadığı için, yapay olarak da bu-

nu sağlayamazdım. Gözlerimi, onları bir kere görmüş olan

herhangi bir insan gibi, farelerden ve ejderhadan çeviremez-

dim.

Üçüncü çıkış yolu, güç ve enerjinin yoluydu. Esası şuy-

du: İnsan, hayatın dert ve saçmalık olduğunu anlayınca onu

yok etmelidir.

Dördüncü çıkış yoluysa zayıflık yoluydu ve bunun esası

şuydu: İnsan, yaşamın dert ve saçmalık olduğunu kavradığı

ve bu yaşamdan bir şey çıkmayacağını bildiği hâlde onu sür-

dürmeye son vermez.

Bu grubun insanları ölümün hayattan iyi olduğunu bi-

lirler. Fakat onlar yanılgılarına bir an önce son vererek ken-

dilerini öldürecek akıllıca davranma gücüne sahip olmadık-

ları için, sanki bir şeyler bekliyor gibi davranırlar. Bu zayıflı-

ğın yoludur; çünkü eğer ben daha iyi olanı biliyorsam ve bu-

na gücüm de yetiyorsa, kendimi daha iyi olana vermekten

neden geri kalacaktım? İşte, ben bu gruptaydım.

Benim grubumun insanları kendilerini o korkunç çeliş-

kiden çeşitli şekillerde kurtarıyorlardı. Aklımı ne kadar zor-

lasam da, bu dördüncü çıkış yolunun yanına bir beşinci yol

koyamıyordum. Sadece bazı çareler vardı. Bu çarelerden biri,

yaşamın saçmalık ve dertlerden oluştuğunu, boş olduğunu

ve bu yaşamı sürdürmemenin daha iyi olduğunu kavrama-

maktı. Fakat bunu bilmemek benim için mümkün değildi.

Bunu bir kere görmüştüm ve bilmezlikten gelemez, gözleri-

mi bundan çeviremezdim.

İkinci çare, hayatı olduğu gibi kabullenmek ve geleceği

düşünmemektir. Ancak ben bunu da yapamazdım. İhtiyar-

lık, acı ve ölümün var olduğunu bildiğim hâlde Sakya-Muni

gibi ava gidemezdim. Yaşam gücümün çok güçlü olmasına

rağmen, kısa bir süre için bana zevk veren anlık tesadüfler-

den hoşlanmıyordum.

Üçüncü çare, yaşamın bir belâ ve bir delilik olduğunu

anladıktan sonra ona son vermek, intihar etmekti. Bunu kav-

ramıştım ama sebebini ben de bilmem, kendimi öldürmeyi

hiç denemedim.

Dördüncü çare ise, Hz. Süleyman'ın ve Schopenhauer'in

durumunda yaşamak, yaşam denilen şeyin bana yapılan ap-

talca bir şaka olduğunu bilmek ama yine de yaşamaktır; yı-

kanmak, giyinmek, yemek yemek, konuşmak, hatta kitap

yazmaktır. Bu benim için iğrenç bir şeydi; acı ve ıstırap do-

luydu ama yine de bu şekilde yaşamımı sürdürdüm.

Aklım, yaşamın akılsızca bir şey olduğunu kabul etmiş-

ti. Eğer daha yüksek bir akıl yoksa -ki yoktur ve varlığı hiç-

bir şeyle ispatlanamaz- o hâlde bence akıl, yaşamın oluşu-

munu meydana getirir. Akıl olmasa, benim için yaşam da ol-

maz. Fakat bu akıl eğer yaşamın sebebi ise, yaşamı nasıl in-

kâr edebilir ki? Ya da tam tersine yaşam olmasa, benim ak-

lım da olmaz; yani akıl yaşamın yaratığıdır. Yaşam her şey-

dir. Akıl yaşamın meyvesidir ve bu akıl bu yaşamı inkâr et-

mektedir. Bu noktada doğru olmayan bir şeyin var olduğu-

nu hissediyorum.

Yaşamın boş olduğunu gözlemlemek, öyle büyük bir

akıllılık değil. Bu düşünce en eski çağlardan beri dile getiri-

lir; hem de en basit insanlar tarafından bile. Fakat bu insan-

lar yine de yaşamışlardır ve yaşıyorlar. Herkes nasıl oluyor

da yaşamayı sürdürüyor ve yaşamın akla uygunluğundan

bir an olsun şüphe etmiyor, bunu anlayamıyorum.

Bilgelerin bilgelikleriyle onaylanmış olan bilgim bana

şunu göstermişti ki, dünyada var olan canlı cansız her şey

son derece bilgeceydi; yalnızca benim durumum çok aptal-

caydı. Bu ahmaklar, yani insanların büyük bir çoğunluğu,

dünyadaki canlı cansız tüm varlıkların yapısı hakkında en u-

fak bir şeyi bile bilmeden yaşıyorlardı. Fakat sonuçta bu in-

sanlar yaşıyorlardı ve yaşamlarının da son derece akla uy-

gun şekilde düzenlenmiş olduğuna inanıyorlardı.

Bütün bu düşünceler aklıma şu soruyu getirdi: "Ya he-

nüz bilmediğim bir şey varsa?" Cehalette işte aynen böyle

çalışır. Cehalet hep aynı şeyi söyler ve eğer bilmediği bir şey

karşısına çıkarsa onun saçma olduğunu söyler. Aslında in-

sanlık bir bütündür; yani yaşamış olan ve yaşayan tüm in-

sanlar sanki hayatın anlamını kavramış gibi davranırlar.

Çünkü onu kavramamış olsalardı, yaşayabilmiş olamazlardı.

Bilgeliğimiz ne kadar kesin olsa da, yine de yaşamın an-

lamını öğrenmeyi bahşetmedi bize. Yaşayan bütün insanlar,

milyonlarca insan, yaşamın anlamından hiç şüphe etmiyor.

En karanlık çağlardan bugüne gelinceye kadar, yaşamın

boş ve anlamsız olduğunu bana da ispat eden o görüşleri ta-

nıyan tüm insanlar, buna rağmen yine de yaşamış ve yaşama

yine de bir anlam vermişlerdir.

Benim içimdeki ve çevremdeki her şey, maddî ve maddî

olmayan ne varsa, hepsi onların yaşam hakkındaki bilgileri-

nin meyvesidir. Zekâmın bu yaşamı yargılama ve lanetleme-

me yarayan araçları benim tarafımdan değil, onlar tarafın-

dan meydana getirilmiştir. Ben doğdum, eğitildim, büyü-

düm. Onlar demiri yeryüzüne çıkardı ve işledi, onlar ormanı

açmayı öğretti, onlar inekleri ve atları ehlileştirdi, onlar ekin

ekmeyi öğretti, onlar birlikte yaşamayı öğretti, onlar yaşantı-

mızı sağlam biçime soktu, onlar bana düşünmeyi, konuşma-

yı ve yazmayı öğretti. Yiyip içmem, giyinmem ve ders görüp

eğitilmem onlar sayesinde oldu. Onların eseri olan ben, yine

onların düşünce ve sözleriyle düşünerek onlara diyorum ki,

bunların hepsi boş ve anlamsızdır. "Bunda bir yanlışlık var!"

diyordum kendi kendime. Fakat bu yanlışlık neydi, işte onu

bulamıyordum.

Yakınımdaki insanların oluşturduğu dar çevreye baktı-

ğımda, o soruyu anlamayan bir çok insan görmüştüm. Soru-

yu anlamış ya da anlamaya çalışan bir çok insan ise yaşamın

sarhoşluğu içinde onu susturmuştu. Diğer yandan onu anla-

yan ve yaşamlarına son verenler ile ne kadar kaçmaya çalış-

salar da, en sonunda onu anlayan ve yaşamlarını çaresizlik

içinde sürdürme zayıflığını gösterenler de vardı. Bu tahsilli,

zengin ve avare insanlardan oluşan benim de dahil olduğum

dar çevrenin bütün bir insanlık demek olduğu yanılgısı için-

de yaşamıştım. Bir zamanlar yaşamış ve şimdi yaşamakta

olan milyonlarca insan, birer insan değil, sanki bir tür hay-

vandı.

Tahsillilerin ve bilgelerin temsil ettiği şekliyle, yani akıl

yoluyla elde edilen bilgi, yaşamın anlamını inkâr etmektedir.

İnsanlığın büyük bir bölümü ise, bu anlamı akla dayandırıl-

mamış bilgide görmektedirler. Akla dayandırılmamış bu bil-

gi ise inançtır; yani benim reddetmem gerektiğine inandığım

inanç; bir ya da üçlü bir Tanrı'ya, dünyanın altı günde yara-

tılmış olduğuna, şeytana, meleğe ve benim aklımı kaybetme-

diğim sürece kabul edemeyeceğim her şeye duyulan inanç.

İçinde bulunduğum durum dehşet vericiydi. Biliyordum

ki, akla dayalı bilgi yolunu izlediğimde yaşamı inkârdan

başka bir şey bulamayacaktım. Akla dayalı bilgiden çı-

kan sonuç da şuydu: Hayat bir belâdır ve insanlar bunu bi-

lirler. Yaşamamak, insanların kendi elindedir. Fakat onlar yi-

ne de yaşadılar ve yaşıyorlar. Ben de hayatın anlamsız bir

şey, bir belâ olduğunu çok iyi bildiğim hâlde yaşadım ve ya-

şıyorum. Yaşamın anlamını kavramak için kendimi akıldan

kurtarmalıyım; yani bu anlam olmadan var olamayan akıl-

dan. İnançtan çıkabilecek en iyi sonuç işte buydu.

İçine düştüğüm çelişkilerle beraber iki yol açılıyordu

önümde: Ya benim akla yatkın dediğim şey benim düşündü-

ğüm kadar akla yatkın değildi ya da bana saçma görünen

şey düşündüğüm kadar saçma değildi. Böylece, akla dayalı

bilginin ilerleyişini gözlemlemeye başladım.

Akla dayalı bilginin ilerleyişini gözlemlediğimde ve so-

nuçlarını kontrol ettiğimde, ortaya çıkan sonuçları tamamıy-

la doğru buldum. Hayatın bir hiç olduğu sonucu kaçınılmaz

olarak karşıma çıkıyordu. Ben niçin yaşayayım? Benim bir

gölgeyi andıran yok oluşlu yaşamımdan gerçeğe ve ölüm-

süzlüğe dair ne çıkar? Bu ölümsüz dünyada benim ölümlü

varlığımın anlamı nedir? Bu gibi soruları cevaplandırmak

için hayatı araştırmaya kalkışıyordum.

Yaşadığım bütün sorularımın çözümü, anlaşılacağı üze-

re beni tatmin etmiyordu. Çünkü benim sorum ilk bakışta

her ne kadar yalın görünse de, ölümlüyü ölümsüzlük yoluy-

la açıklamaya ya da tersine daveti kapsıyordu. Kendime so-

ruyordum: "Benim yaşamımın zaman, sebep ve mekân dışı

anlamı nedir? Yaşamımın zamana, sebebe ve mekâna bağlı

anlamı nedir?" Derin ve zahmetli bir düşünme eyleminden

sonra cevabım her defasında şu oluyordu: "Hiç!" Gözlemle-

rimde hep ölümlüyü ölümlüyle, ölümsüzü ölümsüzle karşı-

laştırmıştım. Bunu başka türlü de yapamazdım; çünkü bun-

dan başka yapılabilecek bir şey yoktu. Bundan dolayı vardı-

ğım sonuç olması gerektiği gibiydi: "Kuvvet kuvvettir, son-

suzluk sonsuzluktur, hiçlik hiçliktir." Bundan başka bir so-

nuca ulaşmam mümkün değildi. "Nasıl yapmalıyım?" soru-

sunu nasıl sorarsam sorayım, onun cevabı "Allah'ın yasasına

göre!" olacaktır. "Benim şimdiki hayatımdan ne çıkar?"

"Sonsuz azap ya da sonsuz mutluluk." "Ölümün mahvetme-

diği anlam nedir?" "Sonsuz olan Allah ile birleşmedir; cen-

nettir." Böylece şunu zorla kabul etme durumuna geldim: O

döneme kadar bana göre biricik ve kesin sayılan akla dayalı

bilginin yanında, bütün insanlığın akıl dışı bir başka bilgisi

vardı. Bu bilgi, insana yaşamak ve yaşamını sürdürmek im-

kânı veren yaratıcının kurgusuna olan inançtı.

İnancın bütün akıl dişiliği benim için o güne kadar ne

ise, öyle kaldı; fakat onu kabul etmek zorunda kaldım. Çün-

kü yalnızca o, insanlığın yaşamın anlamına dair sorduğu so-

rulara cevaplar buluyor ve bunun sonucunda da yaşama im-

kânı sağlıyordu.

Akla dayalı bilgi beni hayatın saçma bir şey olduğunu

kabullenmeye sürüklemişti; yaşamım durmuş, donuklaş-

mış ve ben de onu yok etmek arzusuna kapılmıştım. İnsan-

lara, bütün insanlığa bakıyordum ve görüyordum ki, insan-

lar yaşıyorlardı. Üstelik yaşamın anlamını bildiklerini iddia

ediyorlardı. Sonra kendime baktığımda görüyordum ki ben

yaşamın anlamına dair sorulara cevaplar bulduğum sürece

yaşıyordum. Diğer insanlara olduğu gibi bana da yaşamın

anlamını ve yaşama imkânını inanç vermişti.

Başka ülkelerin insanlarına, çağdaşlarıma ve ölmüşlere

baktığımda, yine aynı şeyi görüyordum. İnsanlığın başlangı-

cından itibaren, yaşamın olduğu her yerde, yaşama imkânını

ve iradesini inanç veriyordu. İnancın ana çizgileriyse her

yerde hep aynıydı.

İnanç hangi cevapları verirse versin ve bu cevapları ki-

me verirse versin, inancın verdiği her cevap insanın ölümlü

varlığına sonsuzluk anlamı katıyordu; yani acılarla, fedakâr-

lıklarla ve ölümle yok olmayan bir anlam. Bu demektir ki,

yaşamanın anlamı ve imkânı yalnızca inançta bulunabilir.

Peki inanç nedir? Şunu kavradım ki, inanç yalnızca görülme-

yen varlıkların açığa çıkması, yalnızca vahiy değildir. (Bu,

inancın özelliklerinden yalnızca birinin tanımıdır.) İnsanın

Allah ile ilişkisi değildir. (Önce inancı sonra Allah'ı tanımla-

mak gerekir. Yani, Allah aracılığıyla inancı değil.) Dinî kabul,

inancın çoğunlukla insanın Allah ile ilişkisi ve insana söylen-

miş olan şeylerin kabul edilmesi olarak anlaşılır. Oysa inanç,

insan yaşamının ya da anlamının öğrenilmesidir. O sayede

insanın kendi varlığını yok etmeyerek yaşamını sürdürdüğü

şeydir. İnanç, yaşamın gücüdür. İnsan yaşıyorsa, bir şeylere

de inanıyordur. Eğer ona bir şeylerin yaşamayı emrettiğine

inanmasa, o zaman yaşayamaz. İnsan, ölümlünün bir gölge-

den ibaret olduğunu kavrıyorsa, o zaman sonsuz olana inan-

mak zorundadır. Çünkü inançsız yaşanamaz. Bugün bütün o

iç çatışmalarımın başlangıcını ve gidişatını hatırladığımızda

ürperiyorum. İnsanın yaşayabilmesi için ya sonsuz olanı

görmemesi ya da bir cevaba ulaşmış olması gerekir. Benim

böyle bir cevabım vardı ama ölümlüye inandığım sürece ona

ihtiyaç duymuyordum. Akılla onu sınamaya başladığımda,

aklın ışığı karşısında o zamana kadar geçerli olan bütün

açıklamalar silinip gitti ve ölümlüye inanmaya son verdiğim

zaman geldi artık. Bildiğim şeylerin akla yatkın temellerine

dayanarak, kendime yaşamın anlamını verebilecek bir açık-

lama çıkarmaya başladım. Fakat bir açıklama bulmak müm-

kün olmuyordu; insanlığın en seçkin bilgeleri ve dehâlarıyla

aynı sonuca ulaşıyordum:

Cevabı deneysel bilimlerde aradığımda ne yapmıştım?

Ne için yaşamakta olduğunu bilmek istemiş ve bu amaç

için benim dışımda olan her şeyi araştırmıştım. Farklı konu-

larda pek çok şey öğrenmiştim ama asıl ihtiyaç duydukları-

ma dair hiçbir şey bulamamıştım.

Cevabı felsefî bilimlerde aradığımda ise, benimle aynı

durumda olan ve niçin yaşıyorum sorusuna cevap bulama-

yan yaratıkların düşünce yapısını araştırmıştım. Tabiî ki ken-

dimin de bildiği şeyden başkasını öğrenememiştim; yani, in-

sanın hiçbir şey bilemeyeceğini.

"Ben neyim?" Cevap: "Ölümlü olanın bir parçası." İşte,

bütün mesele bu kelimelerde saklı.

İnsanlık, her zekî çocuğun kendiliğinden ağzından dö-

külebilecek bu basit soruyu, sanki benden önce kimse sor-

mamış gibi kendine soruyordu.

Hayır, bu soru insanlar var edildiği ilk andan beri sorul-

muş ve cevap aranmıştır. İnsanlar var edildiği andan, daha

en baştan belliydi ki, bu sorunun çözümü için ölümlüyü

ölümlüyle, sonsuzu da sonsuzla ölçmek hep yetersizdir. İn-

sanlık, yaratıldığı andan bugüne kadar ölümlünün sonsuzla

ilişkisini aramış ve bunu kelimelere dökmüştür.

Ölümlünün sonsuzla karşılaştırıldığı yaşamın anlamını

içeren bütün o kavramları -Allah, özgürlük, iyilik vs.-

hepsini mantıkî bir incelemeden geçirelim. Bu kavramlar ak-

lın eleştirisini kaldıramazlar. Çok korkunç değilse bile, bizim

kibir ve avuntuyla kendimizi kandırmamız çok gülünç ve

çocukça bir şey değil midir? Hani saati parçalayıp zembere-

ğini bozan, onu bir oyuncak gibi kullanan ve sonra da "Saat

artık niye çalışmıyor?" diye şaşıran çocuklar gibi.

Sonlu ile sonsuz arasındaki çelişkinin çözümü kaçınıl-

maz ve çok önemlidir. Aynı şekilde yaşamı mümkün kılan,

yaşama dair soruların cevabı da öyle. Her yerde, her za-

manda ve bütün milletlerde bulduğumuz bu yegâne çözü-

mü -bu çözüm, içinde insanların yaşamlarının kaybolduğu

bir zamanın sonucudur; benzerini bir daha bulamayacağı-

mız kadar güç bir çözüm- sırf herkese özgü olan ve cevap

bulamadığımız o soruyu tekrar sormak için sorumsuzca yı-

kıyoruz.

Sonsuz bir Allah kavramı; ruhun kutsallığı kavramı; in-

sanî şeylerin kutsallığı kavramı; insanî şeylerin Allah'la bir-

likteliği; ruhun niteliği ve iyi ile kötü konusundaki insan ta-

sarımları, işte bütün bunlar, insan düşüncesinin uçuk son-

suzluğunda ortaya getirilmiş kavramlardır. Onlar olmazsa

yaşamın kendisi de olmaz.

İnsanlığın bütün bu düşünce emeğini bir yana atarak,

her şeyi yeni baştan ve kendi düşüncelerime göre kurmak is-

tiyordum. O zamanlar böyle düşünüyordum. Bu düşüncele-

rin temelleri içimde zaten mevcuttu. Şunu artık iyice kavra-

mıştım ki: İnancın verdiği cevaplarda insanların en derin bil-

geliği saklıydı ve akla dayanarak onları yadsımaya hakkım

yoktu. Bu cevaplar sadece ve sadece yaşamın sorusuna ce-

vap veriyordu.

Artık her türlü inancı kabullenmeye hazırdım. Ancak bu

kabulleniş bana pek huzur vermiyordu. Bir inancı kabulle-

nirken ondan istediğim şey benden aklın inkârını istememe-

si ve bir yalan olmamasıydı. Budizm'i ve İslâmiyet'i kutsal

kitaplarına müracaat ederek incelemeye başladım; her şey-

den önce kutsal metinlerden ve çevremde yaşayan dindar

insanlardan başlayarak Hıristiyanlığı incelemeye koyul-

dum.

Doğal olarak her şeyden önce kendi çevremdeki inançlı

insanlara yöneldim. Ardından bilginlere, Ortodoks ilâhiyat-

çılara, papazlara, yaşlılara, yeni akıma mensup Ortodoks ilâ-

hiyatçılara ve hatta yeni Hıristiyanlar diye nitelenenlere yö-

neldim; hani şu "Mutluluk, ruhun kurtuluşu inancına bağlı-

dır." diye vaaz edenlere. Bu dindar insanlara bağlandım ve

onları yaşamın anlamını içinde gördükleri inançlarının ne-

lerden ibaret olduğu konusunda sorguya çektim.

Akla gelebilecek her türlü itirafta bulunduğum ve her

türlü zihniyet kavgasından uzak durduğum hâlde, bu insan-

ların inancını kabul edemiyordum. Onların inanç diye nite-

lendirdikleri ve kabullendikleri şeyin bir açıklama değil, da-

ha ziyade yaşamın anlamının bir çeşit yok edilişi olduğunu

gördüm. Onlar, beni inanca götüren yaşam sorusunu cevap-

lamak adına inançlarına sımsıkı bağlanmış değillerdi; tam

tersine bana yabancı olan başka inanış ve amaçlar için bağ-

lanmışlardı.

Bu insanlarla bir araya her gelişimde içimi dolduran

umuttan sonraki o duyguyu, yani dehşetin, eski çaresizliği-

min içine geri dönüşün o azap verici duygusunu unutamıyo-

rum.

İnanç öğretilerini bana ne kadar sık ve ayrıntılı anlatı-

yorlarsa, ben de onların karmakarışık kafalarını o kadar iyi

tanıyor ve onların inancında yaşamın anlamına dair cevapla-

rı bulma ümidimi tamamen kaybediyordum. Bana itici ge-

len, inanç öğretilerinin açıklanmasında bana hep yakın gelen

gerçeklere bir çok yararsız ve mantıksız şeyler karıştırmaları

meselesi değildi; bu insanların yaşamlarının da aynı benimki

gibi olması beni itiyordu. Onlarla benim aramdaki tek fark,

inanç öğretilerinin gösterdiği ilkelere yaşamlarının hiç de

uymuyor olmasıydı. Çok net olarak görüyordum ki, onlar da

yanılıyorlardı ve onlar da tıpkı benim gibi tek bir yaşam an-

lamına sahiptiler: Ömür elverdiği sürece yaşamak ve elin u-

laştığı her şeyi almak. Bunu çok iyi kavramıştım. Çünkü,

eğer sahip olmakla feragat, acı ve ölüm korkusunu yok ede-

cek bir zihniyetleri olsaydı, bunlardan korkmazlardı. Sonuç-

ta benim çevremin insanları ve dindarları da aynı benim gibi

refah ve bolluk içinde yaşıyorlardı işte. İşlerini büyütmeye

ya da ellerinde tutmaya çalışıyorlar, feragatten, acıdan,

ölümden korkuyorlar ve aynı benim gibi, öteki inançsızlar

gibi yaşıyorlardı. İsteklerini doyurarak, inançsızlardan daha

kötü değilse bile en az onlar kadar kötü yaşıyorlardı. Hiçbir

görüş beni onların inançlarının doğruluğuna inandırmazdı.

Bana yokluğun, hastalığın ve ölümün verdiği korkuyu yok

edecek bir yaşam duygusuna sahip olduklarını açıklayacak

davranışlar gerekliydi; ancak o davranışlar beni onların sa-

mimiyetine inandırabilirdi. Fakat bu türlü davranışları be-

nim çevremdeki inançlı kişilerde görmüyordum. İlginçtir ki,

bu davranışları çevremdeki en inançsız denilebilecek insan-

larda görüyordum.

Böylece benim için bazı şeyler açıklığa kavuştu. Bu in-

sanların inancı benim aradığım inanç değildi. Onların inancı

inanç değil, sadece hayatın Epikürcü zevklerinden biriydi.

Anlamıştım ki, bu inanç insana teselli veremezdi; belki an-

cak ölüm döşeğinde pişmanlık duyan birine yararlı olabilir-

di. Ancak insanların o büyük çoğunluğuna bir fayda getire-

mezdi; yani başkalarının emeğini sömürerek zevk almak

üzere yaratılmamış, bütün insanlık yaşayabilsin, yaşamını

sürdürebilsin diye yaşamı var etmek üzere yaratılmış insan-

lara bir fayda getirmesi mümkün değildi.

Yaşama bir anlam vermek için uğraşan milyarlarca in-

san, bunların dışında gerçek bir inancın ve imanın bilgisine

sahip olmak zorundalar.

"Yaşamın anlamı nedir?" şeklindeki sorum ve "Bir

dert!" şeklindeki cevap tamamen doğruydu. Yanlış olan şuy-

du: Sadece bana yönelen cevabı, ben genel olarak yaşama

aktarıyordum. Kendi kendime "Yaşantımın anlamı nedir?"

diye sormuş ve cevabı almıştım: "Bir dert ve bir anlamsız-

lık!" Şüphesiz benim yaşam biçimim, yani şımarıklık, zevk

ve sefa dolu bir yaşam, anlamsız ve kötüydü gerçekten. Bu

yüzden "Yaşam kötü ve anlamsızdır." cevabı genel olarak in-

san yaşamına değil, benim yaşamıma aitti. Daha sonraları

Hıristiyanlıkta bulduğum gerçeği, yani insanların ışıktan çok

karanlığı sevdiğini, karanlık işlerle uğraşanların ışıktan nef-

ret ettiklerini ve yaptıkları işlerin aydınlığa çıkmasından

korktukları için de ışığa doğru ilerlemediklerini kavradım.

Açık ve net olan bir gerçek vardı: "Yaşamın anlamını

kavramak için her şeyden önce yaşamın anlamsız ve kötü ol-

maması gerekiyordu." Ben ne diye uzun bir süre böyle apa-

çık bir gerçeği görmeden dolaşmıştım, bilemiyorum. İnsan

eğer insanlığın yaşamı hakkında düşünmek ve konuşmak is-

terse, birkaç asalağın yaşamı üzerinde değil, insanlığın yaşa-

mı üzerinde düşünmek ve konuşmak zorundadır. Bu gerçek

2x2=4 gibi bir gerçektir. Bunu ben görememiştim. Çünkü

2x2=4 olduğunu kabul etseydim, kendimin iyi olmadığını

kabul etmek zorunda kalacaktım. Oysa kendimi iyi hisset-

mek benim için 2x2=4'ten daha önemli ve daha gerekliydi.

Ancak şimdi, iyi insanları sevmeye başladıktan ve kendimi

nefrete lâyık bulduktan sonra, gerçeği kabul ediyordum. Be-

nim için her şey artık açıklığa kavuşmuştu.

Bir kuş uçtuğu, yem topladığı ve yuva kurduğu sürece

yaşamını sürdürür. Kuşların bu yaşam çabalarını görünce

onların duyduğu sevinçten sevinç duyuyorum. Keçi, tavşan,

aslan; hepsi de beslenmek, çoğalmak ve yavrularını besle-

mek zorunda oluşlarına imkân veren yaşam şartlarının için-

de bulunmaktalar. Biliyorum ki, eğer onlar bunu yapıyorlar-

sa mutludurlar ve yaşamları kendi yaşam kurgulan içinde

tutarlı ve mantıklıdır. Peki, insan ne yapmak zorunda? O da

yaşamın içinde tıpkı hayvanlar gibi mücadele etmek zorun-

da. Aralarında yalnızca bir fark var; eğer insan yaşamı tek

başına alt etmek isterse mahvolur. İnsan, yaşamı sadece ken-

disi için değil, herkes için alt etmek zorunda. Eğer bunu ya-

pıyorsa mutludur, yaşamı da mantıklıdır.

Peki, ya ben bugüne kadarki otuz yıllık bilinçli yaşamım

süresince ne yaptım? Bırakın başkaları için mücadele etmeyi,

kendim için bile mücadele etmedim. Bir asalak olarak yaşa-

dım ve kendime "Yaşamanın amacı nedir?" diye her sordu-

ğumda şu cevabı aldım: "Amaçsız!"

Dünya yaşamı, herhangi bir iradeye göre gerçekleşmek-

tedir. Biri, dünyanın varlığıyla ve bizim yaşamlarımızla ken-

dine özgü bir eser gerçekleştirmektedir. Bu iradenin anlamı-

nı kavramak ümidine sahip olmak istiyorsak, her şeyden ön-

ce onun isteklerini yerine getirmek, bizden isteneni yapmak

zorundayız. Eğer benden isteneni yapmazsam, bu durumda

benden istenen şeyi asla kavrayamam. Bunun sonucunda da

hepimizden, bütün bir insanlıktan isteneniyse hiç kavraya-

mam.

Akıl yoluyla edinilen bilginin insanı yanılgıya götürdüğü

görüşü, verimsiz düşüncelere kapılmak hatasına düşme-

mem noktasında bana yardımcı oldu. Gerçeğin bilgisinin an-

cak yaşam yoluyla bulunabileceğine emin olmam, beni yaşa-

mın doğruluğundan şüpheye çağırdı. Beni kurtuluşa götüren

yol, ben merkezciliği kavramam ve yalnızca bunun gerçek ya-

şam olduğunu anlamam olmuştu. Anladım ki, ben eğer haya-

tı ve anlamını kavramak istiyorsam, bir asalak hayatı sürmek

istemiyor ve gerçek yaşamı istiyorsam, gerçeklerin ayrımına

varmış insanlığın ona verdiği anlamı kavradıktan sonra bu

hayatla birleşmek ve onu incelemek zorundaydım.

Tam o sıralarda başıma ilginç bir olay geldi. "Yaşamıma

bir kurşunla mı yoksa bir ilmekle mi son vereyim?" diye dü-

şündüğüm yıl, kalbim bahsettiğim bu düşünceler nedeniyle

hüzünlü bir duyguyla dağlanıyordu. Eğer bu duyguya bir

isim vermek gerekiyorsa "Allah arayışı" diyebilirim. Bunu

en içten inancımla tekrarlıyorum: Bu Allah arayışı, düşün-

ceyle değil duyguyla ilişkili bir arayıştı. Bu bir korku, bir ter-

kedilmişlik, bir yalnızlık duygusuydu; evrenin orta yerinde,

belli belirsiz bir yardım beklentisinin ve umudunun duygu-

suydu. Allah'ın varlığını ispatlamanın olanaksız olduğuna

iyice inanmışbm. Çünkü, Kant bunu ispatlamanın mümkün

olmadığını ispatlamış ve ben de bunu anlamıştım. Yine de

her şeye rağmen Allah'ı arıyor, onu bulacağımı umuyor-

dum. Aradığım ve bulamadığım Allah'a, âdet olmuş bir dua

ile yönelmekten de geri kalmıyordum. Bazen Kant'ın ve

Schopenhauer'in seslendirdiği Allah'ın varlığının ispatlana-

mazlığı hakkındaki gerçeklerini tartıp ölçüyor, bazen de bu

gerçekleri çürütmeye çalışıyordum. Bunun sebebinin, mekân

ve zaman gibi bir düşünce kategorisinin olmadığını düşünü-

yordum. Eğer ben varsam, bunun bir sebebi Allah denen

şeydi. Bu düşüncenin üstünde duruyor ve varlığımın bütün

yetenekleriyle bu sebebin bilincine ermeye çalışıyordum.

Ancak iradesine tâbi olduğumuz bir gücün var olduğunun

bilincine ulaşır ulaşmaz, yaşamın imkânını hissettim. Fakat

kendime sorular sormaya devam ettim: "Bu sebep, bu kuv-

vet nedir? Onun hakkında ne düşünmeliyim ve Allah dedi-

ğim şeye karşı nasıl davranmalıyım?" Sorduğum tüm bu so-

ruların karşılığında, bilinen cevaplardan başka şey gelmedi

aklıma: "O yaratandır, yaşatandır."

Bu cevaplar beni hiç tatmin etmedi. Yaşamak için ihtiya-

cım olan şeyi kaybettiğimi hissettim. Ruhumu bir korku sar-

dı ve aradığım şeye dua etmeye başladım, ondan bana yar-

dım etmesini diledim. Dua ettikçe bir şeyi çok açıkça anla-

dım ki, o beni duymuyordu. Kalbim, Allah'ın olmayabilece-

ği şüphesiyle dolmuştu. O anda yine dua ettim: "Efendim,

bana acı, beni kurtar! Efendim, Allah'ım, bana yol göster!"

Fakat hiç kimse bana acımadı ve ben yaşamımın tamamen

durduğunu hissettim.

Çok farklı taraflardan bakarak hep şu sonuca varıyor-

dum: Ben sebepsiz ve anlamsız olarak dünyaya gelmiş ola-

mazdım. Kendimi benzer durumda hissettiğim gibi, yuva-

dan düşmüş sırt üstü yatan bir yavru kuş da olamazdım.

Hem öyle olsa bile, yuvadan düşmüş, sırt üstü yatan bir kuş-

cağız yüksek çimenlerin arasında ötüyordu. Ötüyordum;

çünkü annemin beni yüreğinin altında taşıdığını, ısıtıp besle-

diğini, sevdiğini biliyorum. Nerede o anne? Ben eğer doğu-

rulmuşsam, kim doğurmuştu beni? Birinin beni severek

dünyaya getirdiğini kendimden saklayamam ki! Peki, bu bi-

risi kim? Yine Allah.

'Sebepsiz bu dünyaya gelemezdim'

O, benim arayışımı biliyor, çaresizliğimi ve savaşımı da

görüyordu. "O var!" dedim kendi kendime ve bunu kabul

etmem yetti. O anda yaşam içimde kıpırdandı ve ben varlı-

ğın imkânını, sevincini hissettim. Ancak kısa bir an sonra,

Allah'ın varlığını kabullenmek düşüncesinden ona olan ilgi-

yi aramaya geçtim. Karşımda yine üç değişik kılıkta kurtarıcı

oğlunu bize gönderen yaratıcımız, Allah vardı. Bu dünyadan

ve benden kopmuş olan Allah, bir buz parçası gibi gözleri-

min önünde eriyip gitti ve sonunda yine bir hiçlik kaldı. Ya-

şam pınarının yine kuruduğunu hissettim. Beni yine kuşku

ve o kötü duygu sardı: Kendimi öldürmekten başka çıkar yol

olmadığı duygusu. Fakat en kötüsü, bunu becerecek durum-

da olmadığımı hissediyor olmamdı.

Çok iyi hatırlıyorum, bahardı ve ormanda yalnızdım.

Ormanın sesine kulak vermiştim. Dinliyor ve tek bir şeyi dü-

şünüyordum. Zaten son üç yılda hep o tek ve aynı şeyi dü-

şünmüştüm. Yine Allah'ı arıyordum.

"Pekâlâ, Allah yok!" dedim kendi kendime. Benim hayal

gücümün ürünü olmayıp da gerçek olan, yani hayatım gibi

gerçek biri yok. Yok böyle biri ve hiçbir şey, hiçbir mucize

böyle bir şeyi ispatlayamaz. Çünkü, mucizeler benim hayal

gücümün ürünleri ve üstelik de mantığa aykırı. "Ya benim

aradığım yaratıcı kavramı? Peki bu kavram nereden geli-

yor?" diye sordum kendi kendime. Bu düşünceyle birlikte

içimde yaşama sevinci dalgalanmaya başladı. Çevremdeki

her şey yaşam gücü ve anlam kazandı. Fakat sevincim yine

uzun sürmedi. Akıl işlemeye devam ediyordu: Bir yandan

"Allah tasavvuru Allah değildir!" diyordum kendi kendime.

Sonra da "Tasavvur, benim içimde cereyan eden bir şeydir.

Yaratıcı tasavvuru benim içimde uyandırıp uyandıramadı-

ğım bir şey. Ben onsuz hayatın olmayacağı bir şeyi arıyo-

rum." diyordum. Şimdi içimdeki ve çevremdeki her şey yine

ölüyordu ve ben yine kendimi öldürmek istiyordum.

Sonunda kendimi inceledim ve içimde neler oluyor diye

kendime baktım. Ölmeye ve dirilmeye dair yüzlerce olay ha-

tırladım. Gördüm ki, ben yalnızca Allah'a inandığımda yaşı-

yordum. Allah'ı düşünmem yetiyordu, o zaman hemen diri-

liyordum. O'nu unuttuğum, O'na inanmadığım zamanlarda

ise, yaşam da yok oluyordu. Yaşamın bu diriliş ve ölümleri

neydi? Allah'ın varlığına inancı kaybettiğimde, sanki yaşam-

la ilgili bağlarım da kopuyordu. Allah'ı bulmak konusunda

az da olsa umudum olmasa, yaşamıma çoktan son verirdim.

Fakat yaşıyordum. O'nu hissettiğim ve O'nu aradığım za-

man yaşıyordum. Öyleyse, O vardır. O, O'nsuz yaşanmayan

şeydir. Allah'ı bilmek ve yaşamak, bir ve aynı şeydir. Allah

yaşamdır. Allah'ı arayarak yaşadığın takdirde, yaşam Al-

lah'sız olmaz."

Eskisinden çok daha güçlü bir şekilde içimdeki ve çev-

remdeki her şey ışıldadı ve bu ışık yaşantımda beni bir daha

hiç terk etmedi. Böylece intihardan kurtuldum, içimdeki bu

değişimin ne zaman ve nasıl gerçekleştiğini dile getiremez-

dim. Nasıl içimdeki yaşama gücü farkına varmadan yavaş

yavaş yok olmuş ve yaşamanın imkânsızlığının, durgunlu-

ğunun ve intiharın gerekliliğin farkına varmışsam, aynı şe-

kilde yaşama gücü yavaş yavaş içime geri dönmüştü. Bana

geri dönen bu yaşam gücü yeni değil, yaşamımın ilk günle-

rinde bana eşlik eden en eski güçtü. Her bakımdan en eski-

ye, çocukluk ve gençlik yıllarımın görüşüne, yani beni mey-

dana getiren ve benden bir şeyler isteyen iradeye inanmaya

geri dönmüştüm. Yaşamımın tek ve başlıca amacının daha

iyi bir insan ve bir iradeyle büyük bir uyum içinde olmak ol-

duğu düşüncesine dönmüştüm. Bu iradenin ifadesini, ben-

den saklı duran ve uzak bir geçmişte bütün insanlığı kendi

düsturu hâline getiren şeyde bulacağım düşüncesine dön-

müştüm. Yani kısacası, Allah'a inanmaya, ahlâkî bir mükem-

melleşmeye ve yaşamın anlamını bahşeden geleneğe dön-

müştüm. Yalnız bir şey farklıydı: O zaman bütün bunları bi-

linçsizce kabulleniyordum; şimdi ise artık bu olmadan yaşa-

yamayacağımın farkındaydım.

Başımdan geçenleri şöyle ifade edebilirim: Ne zamandı

bilmiyorum; neresi olduğunu bilmediğim bir sahilde beni bir

kayığa oturttular ve sonra kayığı karşı kıyıya yönelttiler. Kü-

rekleri elime verip beni yalnız bıraktılar. Küreklerle elimden

geldiği kadar uğraştım ve ilerledim. Ancak ben açıldıkça be-

ni o bilmediğim yere götüren akıntı da şiddetleniyordu.

Ulaşmam gereken hedeften farkında olmadan uzaklaşıyor-

dum. Etrafımda benim gibi akıntıya kapılan bir çok kürekçi-

nin olduğunu gördüm. Bazıları durmadan kürek çekmeye

devam ederken, bazıları küreklerini çoktan fırlatıp atmıştı.

Koca kayıklar, dev gibi gemiler insanlarla doluydu. Bir kısmı

akıntıya karşı çabalamaya devam ederken, bir kısmı kendini

akıntıya bırakmıştı. Ben de bir yandan ilerleyip bir yandan

da akıntının aşağılarında kalan yolcuların ardından bakar-

ken, bana gösterilen yönü unuttum. Tam da akıntının orta-

sında, aşağı doğru giden kayık ve gemilerin kalabalığında

yönümü iyice kaybettim. Her yanımdan tayfalarının neşeli

zafer çığlıkları attığı yelkenliler, gemiler ve kürekli kayıklar

geçiyor, akıntının aşağılarına doğru giderlerken bana "Başka

bir yön yok!" diye sesleniyorlardı. Ben de onlara inanıyor-

dum ve onlarla birlikte ilerliyordum. Böylece çok uzaklara

yol aldım. Öyle uzaklara gittim ki, ortasında yolumu şaşırdı-

ğım hızlı akıntıların gürültüsünden başka ses duyamaz ol-

dum ve kayıkların orada nasıl parçalandığını gördüm. Ve

bütün bu gördüğüm, yaşadığım şeylerin dehşetinden olsa

gerek, kendime geldim. Uzun süre, bana ne olduğunu anla-

yamadım. Önümde yalnızca koşar adım yaklaştığım ve

korktuğum yok oluşu görüyor, hiçbir yerde kurtuluş göremi-

yordum. Ne yapmam gerektiğini bilmiyordum. O zaman ge-

riye doğru baktım ve sayısız kayık gördüm. İnatla, büyük bir

savaş vererek akıntıyı geçiyorlardı. O anda kıyıyı, kürekleri

ve yönümü hatırladım. Geriye döndüm ve akıntıya ters yön-

de, kıyıya doğru kürek çekmeğe başladım.

Kıyı Allah'tı; yön gelenek, kürekler ise bana verilen öz-

gürlüktü. Ve bunlar bana kıyıya ulaşmaya çabalayayım, Al-

lah'la birleşeyim diye verilmişti.

Link to post
Sitelerde Paylaş

Vicdanın din ile en ufacık bir bağlantısı olmadığı ve olamayacağı açık bir gerçektir... Dinler gelir geçer, bazen olur bazen olmazlar; ama insanlık ve insan vicdanı herzaman var olur...

Bu arada, bildiğim kadarıyla Tolstoy Arap ve/veya müslüman bir düşünür veya yazar değildir... Öyleyse bu yazıda "Allah" diye de yazmış olamaz... O halde bu nasıl bir çeviridir?... "Allah" 7. yy'da ortaya çıkan ve Antik bir Arap ilahı olan El-İlah'ın geliştirilmiş bir formudur ve bir dine ait özel bir tanrının adıdır ve tarihte değişik ad ve tanımlar altında tanrı pek çoktur; öyleyse niye "Allah" deniliyor bu yazıda...

Link to post
Sitelerde Paylaş

kirec, çok güzel bir yazı zevkle okudum. Tolstoy iyi yazmış. Teşekkürler eklediğin için.

Yazarın hayat ve insanlar için iyi birşeyler yapma çabası olmayınca hayatın anlamı olmamasını söylemesi aydınlık bir düşünce. Biz eğer bugün yaşıyorsak ve bu imkanlara sahipsek, bunu geçmişin insanlarının acı tatlı tecrübelerine borçluyuz. Bu insanlar ne zorluklar ve güzellikler yaşayarak bunları bize miras bıraktılar. Bizde birşeyler bırakabilmeliyiz. Öylece geçip gitmemeliyiz. Bu küçük veya sonradan bilinmeyecek bir katkı olabilir. Ama yinede değerlidir.

Yazarın sonsuzluk ve Tanrı anlayışı olmadan hayatı anlamsız bulması, sonunda bu noktaya gelmesi özellikle bu forumdaki pek çok kimsenin katılmayacağı birşey. Ancak ben bunu anlıyorum. Yazar şunu yapan bunu yapan bir Tanrıdan bahsetmiyor. O sadece varlığını hissetmekle güç ve huzur bulduğu bir Tanrıdan bahsediyor. Varlık için sonsuzluğu mümkün kılan bir Tanrıdan bahsediyor. Bu yazarın gözünde hayatı anlamlı kılıyor ve yaşamaya zevk alarak devam etmesini sağlıyor. Herkes aynı olamayacağına göre, ateistler için böyle bir gereklilik yok demektir. Onlar hiç bunlara ihtiyaç duymadan mutlu olabiliyorlar. O zaman sorun yok. Zaten bir başkasıda mutsuz olarak yaşamayı yeğ tutabilir. Onun için mutsuzluk anlamlıdır. Mutsuz olmazsa hayatın bir değeri yoktur. Farklılıkları anlamak gerekir. Tabii başkalarına zarar vermediği sürece.

Burada mesele insanlığın büyük çoğunluğunun Tanrı ve inanç olmadan yaşayamamasıdır. Onlarsız hayat anlamsızdır çoğunluk için. Bu inanç ve Tanrı ezber edilmiş tarzda olsada onlara yetiyor. Ancak az sayıda insan ezber edilmemişin peşine düşüp kendi macerasını yaşıyor. Ki bu çok zor bir yoldur. Hatta çok acılıdır. Ama değer.Genele bakarsak bu insanların bir kısmı cahil olsalar bile, içlerinde kötülük olsa ve kötü işler yapsalar bile bu değişmiyor. İşte ben diyorum ki bunu anlamak gerek. Buna anlayış göstermek gerek. Değişmesi gereken tek şey eğitimin ve yaşam kalitesinin artmasıdır. Zaten bunlar artınca dini anlayışta daha güzel hale geliyor. Din yüzünden karanlığa gömülme korkusu var. Bu saatten sonra böyle birşey olmaz. Eğer olursa bunun sebebi çok ama çok başkadır. Durup dururken insanlar din anlayışında asırlarca geriye gitmez. Bu ancak planlı bir komplonun ürünü ile olur. Toplumun iniş ve çıkışları hep vardır. Ama asırlarca geri gitmek ancak müdahale ile olur.

Yazar şunu ne kadar güzel anlatıyor. Tanrıyı anlayamamak önemli değil, sadece varlığını hissetmek önemli. Başka birşeye gerek yok. Tanrının ne dediği, ibadet, emir ve yasak değil konu. Birileri Tanrı var diyor diye değil, sadece hissetmek için hissetmek. İşte inancın temeli bu. Hayat Tanrı ile anlam buluyor. Önce ve sonra ile anlam buluyor. Hayatın amacı nedir sorusuna cevap yok. O cevabın Tanrıda olduğunu düşünmekle hayatta anlam buluyor insan. Tanrıyı hissetmek demek sonsuzluk hissi duymak demektir. Birden ışımış gibi olmaktır Tanrıyı hissetmek. Sanki size dokunmuştur o anda. Düşündüğün an Tanrı sana dokunmuş gibi olur. Peki bu Tanrı nasıl bir Tanrı. Yazarın Tanrısı Allah diye geçsede o tanımsız bir Tanrı. O aslında deistin Tanrısı da değil. Eğer ben bir ateistsem yukarıda yazdıklarım ne öyleyse değil mi? Tanrıyı anlatıyorum resmen. İşte o anlatım ne dinlerin ne desitin Tanrısı değil. Eğer bir insan herkesin bildiği Tanrıyı ve olduğu gibi ezberlenmiş inancı kabul etmeyip yaşamın anlamını aramaya çıkarsa, yolu böyle tanımsız bir Tanrıya çıkar. Bir ateist yaşamın anlamını aramıyorsa tanımsız Tanrı ilede karşılaşmaz. Anlam aramayan arayışı olmayandır. O sadece yaşar ve öyle mutlu olur yada olmaz. Kendisine kalmıştır. Geçici şeylerde anlam bulduğunu söyler. Doğrudur bulur. Ama herkes öyle değil. Geçici olanın anlamsızlığını bilen çok insan vardır. Bana görede öyle. Geçici diye yok etmek gerekmez ama geçici olanın bir anlamı yoktur. Olmasada olurdu. Ne diye var oldu ki? Madem yok olacak hiç olmasaydı. Eğer yok olacaksam var olmamış olmayı tercih ederdim. Saman alevi gibi bir hayatın varlığı benim için önemsiz.

tarihinde baglanti tarafından düzenlendi
Link to post
Sitelerde Paylaş

Vicdan, ahlak gibi kavramlardan yola çıkarak tanrı delillendirilemez

Bu konular hakkında forumda bir çok başlık var

Tanrı neden "iyi" olmak zorunda bize iyilik üzerine bir vicdan vermek zorunda olsun?

"iyi" nedir? Neden bazı kültürlerde bize çok aykırı gelen davranışlar son derece normal görülebiliyor?

Vicdanı metafizik bir kaynağa bağlamakla hangi sonuca varıyoruz?

tarihinde kenzo tarafından düzenlendi
Link to post
Sitelerde Paylaş
Şimdi biz ateist olarak çıkacağız bu kadar insanı beyni yıkanmış yada cahil ilan edeceğiz öyle mi? O kadar uzun boylu değil. Bu akıl mantık dışı.

Demiş bağlantı

Bundan 300 sene önce avrupada kitlesel cadı avları olurken yüz binlerce insan yakılırken onları yakanların beyni yıkanmış değilmiydi?

Akli ve mantıklı olmak, inananların sayısına göre değerlendirilmez asıl bu akıl ve mantık dışı

tarihinde kenzo tarafından düzenlendi
Link to post
Sitelerde Paylaş
Yazar şunu ne kadar güzel anlatıyor. Tanrıyı anlayamamak önemli değil, sadece varlığını hissetmek önemli. Başka birşeye gerek yok. Tanrının ne dediği, ibadet, emir ve yasak değil konu. Birileri Tanrı var diyor diye değil, sadece hissetmek için hissetmek. İşte inancın temeli bu.

demiş bağlantı

İsteyen istediğine inansın kimseye "hayır inanamazsın" diyen yok

Bu forum ortaya argümanların kondugu ve bunlar üzerinden tartışmaların oldugu yer

"ben hissediyorum inanıyorum ama ortaya delil koyamam" diyen birine kimsenin birşey dediği yok zaten

tarihinde kenzo tarafından düzenlendi
Link to post
Sitelerde Paylaş
Bu arada, bildiğim kadarıyla Tolstoy Arap ve/veya müslüman bir düşünür veya yazar değildir... Öyleyse bu yazıda "Allah" diye de yazmış olamaz... O halde bu nasıl bir çeviridir?... "Allah" 7. yy'da ortaya çıkan ve Antik bir Arap ilahı olan El-İlah'ın geliştirilmiş bir formudur ve bir dine ait özel bir tanrının adıdır ve tarihte değişik ad ve tanımlar altında tanrı pek çoktur; öyleyse niye "Allah" deniliyor bu yazıda...

müslüman çarpıtması.

tanrı yerine allah koyuyorlar.

buarad geçen allahın arabın ilahının özel ismi ile alakası yok.

Link to post
Sitelerde Paylaş
Demiş bağlantı

Bundan 300 sene önce avrupada kitlesel cadı avları olurken yüz binlerce insan yakılırken onları yakanların beyni yıkanmış değilmiydi?

Akli ve mantıklı olmak, inananların sayısına göre değerlendirilmez asıl bu akıl ve mantık dışı

Hangi din kitabında yazıyor insanları cadı ilan edip yakmak? Bu insanların çılgınlığı. Şimdi dersin ki İslamın kitabında kafiri öldürün yazıyor. Anlamı şudur budur tartışılıyor. Ayrıca İslamın kitabında hırsızın elini kesin yazıyor. Bu kadar açık bir emir bile bir şekilde sümen altı ediliyor. Kutsal kitapta zamanında yazılmış olan bu arap gelenekleri değiştiriliyor. Zaten onları insanlar yazdı oraya. Ne yapılıyor? Din evriltiliyor ve bunlar böyle değil deniyor. Onların anlamı başka denerek emir değiştiriliyor. Bugün kafiri öldürün hükümsüzdür. Ancak bir kaç çılgın çıkıp uyguluyor. Bu önce müslümanlar tarafından kınanıyor. İslam bu değil diye heryerde anlatmaya başlıyorlar. Demek din böyle evriliyor.

Şimdi gelelim başka bir çılgınlığa. Bilim için kim kötü der kolay kolay? Ama mesela ben diyorum ki bilim çok kötüdür. Mutlaka yok edilmelidir. Bilim yok edilmezse insanlığın sonunu getirir. Nasıl diyorsunuz. Argüman şu. Bilim olmasaydı atom bombası olmazdı. Hiroşimada o kadar insan ölmezdi. İşte bilimin canavarlığı. Üstelik bilim teknoloji üretiyor. Bu teknoloji doğayı yok etmek üzere. Doğa yoksa bizde yokuz. Bilim derhal yeryüzünden kaldırılmalıdır. Bütün kötülüklerin anası bilimdir.

Oldu mu şimdi? Bak bende nereden nereye vardım. Demek düz mantık işletince bunlarda çıkıyormuş. Düz mantık sizinki. Duvar gibi dümdüz. Anlamak istemeyen bir akıl sizinki. Anlamaya niyeti yok. İlla bu böyle diye dayatıyor. Hayır değil. Siz bu toplumun insanısanız bu toplumu anlayacaksınız. Toplumla kavga ederek yaşanmaz. Tamam siz istediğiniz gibi düşünürsünüz ve yaşarsınız. Dinleri ve inancı eleştirirsiniz. Bunu anlatırsınız. Ama bunu kavga tonunda yapmamalısınız. En önemlisi inanç sahibi insanları beyni yıkanmış veya cahil olarak ilan etmemelisiniz. Onlar sizin hissetmediğiniz ve anlamadığınız birşeyi hissediyor ve anlıyor olabilirler. Ki bu kesinlikle böyle. Anlayışlar farklı demek ki. Beynin çalışma biçimleri farklı demek ki. Buna saygı duymak zorundasınız. Ha duymazsanız ne olur? Gerginlik sadece. Böyle belli seviyenin altında atışıp durmak olur. Yoksa herkes gene bildiği gibi yaşar.

Link to post
Sitelerde Paylaş
demiş bağlantı

İsteyen istediğine inansın kimseye "hayır inanamazsın" diyen yok

Bu forum ortaya argümanların kondugu ve bunlar üzerinden tartışmaların oldugu yer

"ben hissediyorum inanıyorum ama ortaya delil koyamam" diyen birine kimsenin birşey dediği yok zaten

Ben hissediyorum inanıyorum ama ortaya delil koyamam diyen insan paralelinde zaten inancı vijdana bağlar. Dini ve ritüeli yoktur. Dinde doğru gördüğü düşüncelere katılır. Onların değeri doğru olmalarından gelir. Dinin topluma faydalı kısmı olduğunu bilir. Zaten öyle kişi anlayışlı kişidir. Ayrıca o kişi ince düşünen biridir. Hassasiyeti yüksektir. Bu sebeple dayatması ve kınaması yoktur. Önyargıdan kaçınır. Diğer inanırlara göre Tanrının delili dinlerdir. Zaten tartışılacak birşey yoktur Tanrının varlığı ile ilgili. Ezber inanç yani.

Bir insanın Tanrıyı hissediyorum demesi çok zor bir yolculuk yaptığının göstergesidir. Gerçek anlamda hiç kimse yaşamın kıyılarında dolaşmadan bunu söyleyemez. Zaten onun hissettiği Tanrının bilinen hiçbir Tanrı ile ilgisi yoktur. O kişinin hissettiği şey hayatın anlamı, son bulmazlığı, dönüşümü, sevgi ve güvendir. En zor zamanlarda bile garip bir güven duygusudur. Yine garip bir şekilde o insan bir mutluluk çeşmesi bulmuş gibidir. Onu yudum yudum içer hayat boyu. Buna aşk şarabı derler bilenler. Tanımsız Tanrıyı hissetmenin ödülüdür o. Yaşamın kıyılarında cesaretle dolaşmış olmanın ve anlam ararken çektiğin acıların ödülüdür. Aşk şarabında Tanrıyı hissetmenin yanında varlığın birliği algısıda vardır. Böyle insanlar çok çok az sayıdadır toplumun içinde.

tarihinde baglanti tarafından düzenlendi
Link to post
Sitelerde Paylaş

kendı adıma konuşayım yakın bir zamana kadar vicdanı olanların bir tanrısı vardır diye düşünürdüm ve bu tanrının da bize aklımızı kullanarak bu dünyayı yaşanır bir yer haline getirmemizi beklediğini düşünürdüm.tanrıyı kalbımde hissederdim ve aslında hissetmeyenlerin de tanrısının olduğuna inanırdım.fakat kısa bir süre öncesine kadar kafamdaki soru işaretleri ve şüpheler artınca tanrı konusunu vicdandan bağımsız düşünmeye başladım.ve şuna karar verdim herkes kendinin tanrısıdır.vicdan varsa tanrıya gerek yoktur.hatta insandaki vicdan duygusu başlıbaşına dinlerdeki tanrıyı çöpe atar.

Link to post
Sitelerde Paylaş

insanların kendisini zorla saçma sapan masallara ve sözlere inandırmasına inanç denir

beyni olmayanları ilgilendirir ben bu inanç dangalaklığını çok uzun yıllar önce bırakmıştım hemde sadece birkaç din kitabı okumuştum internet değil bilgisayarın b si yoktu ne kadar sorgulayıcı biriymişim be

Link to post
Sitelerde Paylaş
  • Konuyu Görüntüleyenler   0 kullanıcı

    Sayfayı görüntüleyen kayıtlı kullanıcı bulunmuyor.


Kitap

Yazar Ateistforum'un kurucularındandır. Kitabı edinme seçenekleri için: Kitabı edinme seçenekleri

Ateizmi Anlamak
Aydın Türk
Propaganda Yayınları; / Araştırma
ISBN: 978-0-9879366-7-7


×
×
  • Yeni Oluştur...