Jump to content

Risale-i Nur (ç)Alıntı mı?


Recommended Posts

  • İleti 76
  • Created
  • Son yanıt

Top Posters In This Topic

Jeriko

Bak sonuna kadar okursan baştan beri oflazın anlatmak istediğini anlayacaksın.Ayrcıca verdiğin linkte ki tahrifat meselesinede münasip bir cevabı bulacaksın.Ben mühim yerleri koyulaştıracağım.ayrıca yazının tamamını vereceğim linkten okursan yayın evleri arasında neden fark olduğunu neden farklı kelimelerle yazıldığını anlayacaksın.

ÜÇÜNCÜ MADDE

Birinci maddede işaret edilmiş olan Hazret-i Üstadın —özellikle— kendi eski eserleri üzerinde yaptığı bazı tasarruf ve tashihleri meselesidir.

Evet, benzeri tasarruf ve tashih kaziyyesi umum müellif ve musannıflarda görülmüş ve görülmektedir, ve bu yüzden bir çok kitap¬larda nüsha farkları (3) düşmüştür. Hatta en mu’temet ve Kur’andan sonra en kudsî kitaplarda bile musannif veya müellifin bilahare yaptığı bazı ta¬sarruf ve tashihlerinden dolayı nüsha farkları vücuda gelmiş ve bunlara sonradan işaretler konulmuştur.. Misal için, ilk tab’ edilen Sahih-i Buharî’nin ve Mecmuat-ül Ahzab’ta tab’edilmiş İmam-ı Ali’nin (R.A) Celcelûtiyesinin kenarlarında yazılmış nüsha farklarına bakılabilir. Hatta İmam-ı Şafi’î Hazretlerinin “Kavl-i Kadim ve Kavl-i Cedid” diye eserle¬rinde büyük tasarruflar uyguladığı ulemaca meşhur ve ma’lumdur.

İşte, Hazret-i Bediüzzaman’da üstteki birinci ve ikinci maddelerde işaret edildiği üzere; kendi te’lifi olan eserlerinde, hususiyle eski eserle¬rinin bazılarında bir takım tasarruf ve tashihleri vaki’ olmuştur. Ve bu kaziyye kat’îdir, şüphesizdir. Lâkin buna rağmen, Hazret-i müellifin mü¬barek eli ve kalemi ile yapılmış mezkûr tasarrufların varlığı ortada iken; bazı insanları menfi yönden şüpheye sevk eden ve dedikodu içerisinde bırakan dâî ve sebeb bizce üç noktadır.

Birincisi: Kendisinin bizzat gözüyle görmediği bir şeyi —ne olursa olsun, kimden gelirse gelsin— kabul etmeme ve hatta inkâr etme cesare¬tini göstermedir. O ise, hakikatte vaki’ olan müsbet bir işi, bir mes’eleyi; menfice inkar etmek için, bütün dünyanın her tarafını, her mekânı ve herkesi delik delik arayıp keşfettikten sonra, görülmezse “yoktur” diye¬bilir. Müsbet şey ise, yani varlığı isbat ise, sadece o şeyin bir tekini, ya da o meselenin bir köşesini ibraz edip göstermekle, varlığı ispat edildiği için, davasını kolaylıkla ispat edebilir. İşte bu esaslı kaide-i Şer’iye ve Nuriye, böylesi mes’elelerde daima kıstas ve ölçüdür ve öyle de olmalıdır. Ve bu kaide ve kıstas son derece keskindir, yanıltmaz. Şu mukaddememizin Hazret-i Üstadın bizzat kendi mübarek elleriyle değiştirdiği mühim bazı şeylerin klişelerini derc etmişizdir ki, şimdi halen bazı eşhasın dil ve hareketleriyle bu mev¬zuda menfî yönden yapılan işâalar ile; bir çeşit vesvese ve şüpheler üre¬ten bir ifsad mekanizmasının hüviyetini nasıl gösterdiklerini ispatlı şe¬kilde ibraz etmektedirler.

Bu meselede ikinci mühim husus; Şer’an ve dinen iki şâhid-i âdilin müşahadeye dayanan ifade ve şahitlikleridir. Yani: İki şahid deseler ki: “Biz, evet gördük ki; Hazret-i Üstad şunları şöyle yaptı.” İşte iki şahidin birleşerek ve müşahadeye dayandırarak verdikleri bu ifade ve hüküm, hiç bir vesvese, zan ve şüphe ile zedelenemez. Üstelik o şâhidler Hazret-i Bediüzzaman gibi en keskin ve dûrbin manevî radarlara malik bir mane¬viyat sultanının senelerce itimad edip, hâs hizmetinde bıraktığı ve manevî evlad kabul ettiği kimseler olsa!.. Evet, şu iki müsbet şer’î kaidelerden birisi; yapılmış bir şeyin vücudunu ispat eden en şeksiz vesikadır. İkincisi de: İki âdil şahidin ifade ve beyanları meydanda olduktan sonra, bütün dünya menfî yönden itiraz da etse, hakikatte ve şeriatça onun hiçbir de¬ğerinin olmadığını ispat eden kat’î hükümdür.

Aman bütün bu şeksiz vesika ve kat’î hükümlere rağmen hiss-i inti¬kamını ve adavet ve gayz ve tarafgirlik kinini tatmin etmek yönünde Şia mesleğini ihtiyar edip de, bu mesleğin sâliklerinin Kur’an’a ve sahabe-i Resulullah’a (A.S.M) dil uzattıkları gibi; şu her şeye itiraz eden ve bahanelerle teşkikât üreten mu’terizler yollarında devam ederlerse; hi¬dayet ancak Allah’tandır, der ona bırakırız.

İkinci Nokta: Risale-i Nurun en ekmel ve en râsih ve en müstakim ve en hakikatli ve keşfiyatlı ilimlerine; ve en derin hakaikte ve Dinin en gizli sırlarında en nafiz ve keskin buluşlarına; ve sırat-ı müstakim-i Kur’ânî yolunda hikmet-i İslâmiyenin irşad ve tenviri çerçevesindeki en hakimane metodlarına tamamıyla âşinâ olmayan. veya Hazret-i Nur Üs¬tadın meslek-i pâkine yeterince sadıkane intibak edemeyen, ya da ona kemaliyle gerdandâne-i teslim olamayan bazı kimseler; kafalarındaki ba¬sit ilimciklerine göre hariçte, orada burada bazı malumat ve mes’eleleri toplar, getirir ve kendi zihninin bulanık ayinesinden baka¬rak, onları en doğru ve hakikatli şeyler telakkî eder, gelir; Risale-i Nurun o meseledeki kafacığına uymayan hükmünü yanlış görür ve kendi ken¬dine karar vererek der: “Risale-i Nûr’un burası tahriflidir.. Çünki benim bulduğuma uymuyor.” der. Evet, ben şahsen böylesi bîçare insanlara çok rastlamışımdır.

Bu meseleye bir misal olarak, Hazret-i Üstadın “İki mekteb-i Musi¬betin Şehadetnamesi” eseri ilk matbu’ nüshasında “Biz ki Kürdüz, alda¬nırız. Fakat aldatmayız. Bir hayat için yalana tenezzül etmeyiz.” cümlesi bilahere Hazret-i Üstad tarafından şöyle bir tasarrufla tashih edilmiştir: “Biz ki hakikî müslümanız ilaahir...”

İşte bazı insanlar buna itiraz ediyor ve Üstadın tashihi değildir diyor. Çünki, hadis var: “Bir mü’min iki defa parmağını aynı deliğe sokmaz” hükmüne mugayir düşmektedir. Bu hadisin hükmüne göre, bir müslüman iki defa aldanmaz. Öyle ise bu tasarruf Üstadın olamaz” diye hüküm ba¬sıyor.

Adam düşünemiyor ki; Kürd aldanırsa, —onun bu görüşüne göre—müslüman sayılmaması lazım gelir. Çünkü asıl matbu’ nüshada “Biz ki Kürdüz, aldanırız. Fakat aldatmayız.” dır. Sonraki tasarruf görmüş nüs¬hada ise, “Biz ki hakikî müslümanız...” ifadesiyledir. Mânâsı da, “Biz Kürdler ki hakikî müslümanız” olur. Başka bir mânâ değildir. Ortada me¬selenin bir kamuflaj durumu vardır.

İşte, tahrif teranesini kendilerine şiar edinenler iyi bilsinler ki; yap¬tıkları iş, masum müslüman evlatlarının kalblerini Risale-i Nur’a karşı teşviş edip bulandırmaktan başka birşey değildir.

Hatta belki o körpe ve masum dimağların Nûr’a müştak duygularını haktan çevirmektir.

Bunlar eğer Şia’nın müfterî kısmının mesleğini şiar edinmemiş iseler; Risale-i Nur’un ailesi içerisinde bu mesele samimîce ve hususî olarak ele alınır, hakperestlik ve kavaid-i şeriata iltizamkârlık duyguları içerisinde tartışılır ve halledilir.. Ki zaten ortada halledilecek bir mes’ele de yoktur.

Bu fakir, bu meseleyi “Risale-i Nur’un Neşir Tarihçesi” eserimizde ve “Mufassal Tarihçe-i Hayat” kitabımızın son cildinin ahirinde ele almış ve tahlil ederek mahiyetini ortaya koymuşuzdur. İsteyenler bu eserlere bakabilir.

Üçüncü Nokta: Hazret-i Üstad tarafından bazı risalelerde yapılmış olan tasarruf ve tashih kaziyyesinin vuku’u, mahiyeti ve onun bu husus¬taki izni hakkında bir nebze izahat vermeye dairdir.

Evet —yukarıdaki maddede geçtiği üzere— Üstadın gerek eski eserle¬rinde, gerekse yeni eserlerinde bazı tasarruf ve tashihleri kat’iyyen vâki olmuştur. Bu tasarrufların en çoğu da eski eserlerinden olan “İki Mekteb-i Musibetin Şehadetnâmesi” eseri üzerinde görülmektedir. Zeten bu esere; —Hazret-i Üstadın ta o zamanlardaki bazı ifadelerinden anlaşıldığına göre— onu ilk neşreden muharrir ve gazetecilerin kelimeleri çokça karıştığı meselesi vardır. Mesela, Arapça El Hutbet-üş Şamiyenin bir zeyli olan “Teşhis-ül İllet” eseri son kısmında, İki Mekteb-i Musibetin Şehadetnâmesi kitabından bahsederken, dipnotta: “Maalesef heyecan o eseri teşviş ettiği gibi, matbaacı da onu tahrif etmiştir (4) demektedir.

Yine eski eserlerinden —yanılmıyorsam Sünûhatın— Birisinin arka ka¬pağında eserlerinin isim listesi verilirken, bu kitap için “Gazetecilerin sözleri karışmasıyla bir derece müşevveş kalmıştır” demektedir.

Bu hâle göre, “İki Mekteb-i Musibet” eserine, o zamanlar onu neşre¬den muharrirlerin edîbâne bazı tasvirleri ve fazla lügatçilik izhar eden kelimeleri karışmıştır diyebiliriz. Bundan dolayı olsa gerektir ki; Hazret-i Müellif 1950’lerden sonra, onu yeniden neşrettirmeye başladığında, ayrı ayrı zamanlarda bir kaç defa tashih ve tasarruflardan geçirdi. Tasarruf görmüş nüshaların tamamı bizde mahfuzdur.

Dördüncü Nokta: Hazret-i Üstadın mal sahibi ve müellif olarak kendi eserleri üzerinde yaptığı tasarruf ve tashihlerinin mahiyeti ise, az üstte bir nebze izahı geçmiş olan şudur ki: Umumileştirme ve küllileştirme ve benzeri olan durumların hikmetlerinden ileri gelmiştir. Bunun yanında o eserlerin ilk asıllarında aynı hakikat olan ağaçlarının çekirdeklik faziletleriyle devam edip kalırlar, ki bu iki durum arasında —evham, vesvese ve su-i zanlar müdahele etmemek şartıyla— fazla bir fark ve ayrı¬lık yoktur.

Küllileştirme veya umumileştirme kaziyyesi dışında, bir de o eski eserlerin yönlerini Risale-i Nur mesleğine çevirme ve ona tabi’ kılma işi de vardır. Bu hususa Hazret-i Üstad bazı mektuplarında işaret buyur¬muşlardır. Yani: Üstadın eski Said tabir ettiği kendi gençliği yıllarında gerçekleştirilmesine çalıştığı içtimaî ve millî mes’eleleri; Yeni Said fas¬lında başlayıp açtığı iman ve Kur’an hizmeti mesleği, umum Âlem-i İslâmın müşterek malı olan iman ve akide esaslarını ispat etme ve yayma; Ve uhuvvet-i İslamiye ve Ittihad-ı İslamı hedef alan mes’eleleri perçin¬leştirme gibi büyük ve geniş ve birinci derecede lazım mes’eleleri engel¬siz yürütmesi bakımından, eski hizmetleri üçüncü ve dördüncü plana bı¬rakması vaziyetidir.

Bu meseleye dair Hazret-i Üstadın bir mektubundan bir pasaj arzetmek istiyorum, işte: “... Hususan eski Divan-ı Harb-i Örfîdeki müdafaatım, Risale-i Nur mesleğine uymayan bazı cümleleri tayye¬dilsin...” (Elyazma Emirdağ-I, S: 215)

Beşinci nokta: Hazret-i Üstadın gerek eski eserlerinin, gerekse Ri¬sale-i Nur olan yeni eserlerinin bazı yerlerinin tayy, ıslah ve tashih etme yetkisini talebelerine çokça verdiği hususudur ki; Risale-i Nur’da ve hu¬susiyle lahika mektuplarında bu izin numunelerinin mevcudiyeti, bu eserlere aşina olan kimselerin malumudur. Lâkin burada çok mühim ve kritik bir nokta vardır ki; herhangi bir maslahat, icab veya zaruret karşı¬sında Nur talebelerinden yüksek seviyeli ve âşinâ sınıfının bazı tasarruf¬ları olmuşsa da, bunların hepsini mutlaka Hazret-i Üstad görmüş ve bakmış; ya tasdik veya tashih ederek neşrettirmiş olduğu yerlerdir. Bun¬ların haricinde yoktur ve olamaz.

Demek ki; Hazret-i Üstadın o gibi izinleri —yukarıda geçen bir mektu¬bundan verilen pasajının numunesinde görüldüğü gibi— onun hayatta ol¬duğu zamana ve mutlaka nazarında geçtiği şeylere aittir. Amma Hazret-i Üstadın vefatından sonra —ki Nurlar tamamen kemalini bulmuş, tashih ve tasarruf meselesi bütünüyle sona ermiştir., herhangi bir kimse; bilmem edebiyatmış, şuymuş, buymuş gibi sebeblerle Nurların bir tek cümlesini, hatta bir noktasını tashih veya ıslah gayesiyle tebdil edemez., nerede kaldı, başka niyetler!.. Zira ki Hazret-i Üstad hayatta değildir ki görsün, kontrol etsin, tashih veya tasvib etsin. Öyle ise, dar-ı dünyada Hazret-i Müellifin maddî varlığı yok ise, Nurlarda —bir asl-ı tashih-i Üstadîye da¬yandırmadan— yapılacak herhangi bir tebdil veya tağyir velev bir tek harf olsun, elbette ve hiç şüphesiz kabih bir tahriftir, çirkin bir bid’attir.

Bakınız, Hazret-i Üstadın kendi sağlığında, bazı durumlarda bir kısım eski eserleri için talebelerine verdiği tasarruf iznini sarihan gösteren bir çok mektuplarından ezcümle şu tek bir mektubu içerisindeki bir parçasını takdim edelim:

“... Fakat oniki adet parçalarda, (Tarihçe-i Hayat için hazırlanan Nur’un parçaları) onlar münasib görmedikleri cümleleri kaldırma¬sına onlara izin veriyorum ve ıslahı da onlara havale ediyorum...” (Elyazma Emirdağ-I s: 215)

http://is-is.facebook.com/note.php?note_id=131042424007

Link to post
Sitelerde Paylaş

Kısacası o tashihleri talebelerin yapmalarına izin var.Fakat tashihli nüshalar ile tashih edilmemiş nüshalar var.Verdiğin linktede zaten 3 nüshadan bahsediyor farklı farklı..

yani tashih edilmiş nüsha ile tashih edilmemiş nüshayı karşılaştırırsan farklılığı görüyorsun fakat üstadın izni olduğundan tahrif değil düzeltme oluyor.

umarım anlarsın.

Link to post
Sitelerde Paylaş

İllegal

Ben ne sormuşum sen ne anlatmışsın..Bana c/p yaptığın yazıyı ben okumadım mı sanıyorsun?

Bu yazı 1997 yılında yazılmış ve ilgili belgelerin elde olduğu ifşa edilmiş..

Tahrifat olunduğu iddia edilen basım 1987..Peki neden aradaki 10 yılda hiç bir belge çıkmamış?

Şimdi tek bir noktaya takılıp kaldığın için ben de bu nokta üzerindeki şüphe bulutlarının dağılmadığını, dağıtılamadığını, bu şüpheler bertaraf edilmeye çalışılırken yeni şüpheler oluştuğunu gösteriyorum..

Kaldı ki ben değişmiş dedim, asıl farklılık arz eden nüshaları basan imtiyazlı yayın evi sahibi tahrifat olduğunu iddia ediyor..

Benim de elimde belgeler var, şüphe üzerine değil somut deliller üzerine konuşuyorum diyor..İlgili alıntıları yapıp link vereceğim..

Bu aslında benim sorunum değil, cemaatin, Nur hareketenin içindeki çatlak ve sorunlar..

Ve ben bu catlağın gidirilemediğin üzerinin örtüldüğünü görebiliyorum..Yok ama sen inanmak istiyor ve bu böyledir diyorsan o başka..

Burada ben haklıyım cinsinden zanlar ile külliyatın tahrifata uğramadığına inanmak istiyorsan senin bileceğin iş..

Şimdi sana verdiğin yazıdan bazı kısımları aktaracağım ve ne demek istediğimi boğmacaya getirmeden anlatacağım:

Üstadın gerek eski eserle rinde, gerekse yeni eserlerinde bazı tasarruf ve tashihleri kat'iyyen vâki olmuştur. Bu tasarrufların en çoğu da eski eserlerinden olan "İki Mekteb-i Musibetin Şehadetnâmesi" eseri üzerinde görülmektedir. Zeten bu esere; -Hazret-i Üstadın ta o zamanlardaki bazı ifadelerinden anlaşıldığına göre- onu ilk neşreden muharrir ve gazetecilerin kelimeleri çokça karıştığı meselesi vardır. Mesela, Arapça El Hutbet-üş Şamiyenin bir zeyli olan "Teşhis-ül İllet" eseri son kısmında, İki Mekteb-i Musibetin Şehadetnâmesi kitabından bahsederken, dipnotta: "Maalesef heyecan o eseri teşviş ettiği gibi, matbaacı da onu tahrif etmiştir demektedir.

Yine eski eserlerinden -yanılmıyorsam Sünûhatın- Birisinin arka kapağında eserlerinin isim listesi verilirken, bu kitap için "Gazetecilerin sözleri karışmasıyla bir derece müşevveş kalmıştır" demektedir.

Bu hâle göre, "İki Mekteb-i Musibet" eserine, o zamanlar onu neşre den muharrirlerin edîbâne bazı tasvirleri ve fazla lügatçilik izhar eden kelimeleri karışmıştır diyebiliriz. Bundan dolayı olsa gerektir ki; Hazret-i Müellif 1950'lerden sonra, onu yeniden neşrettirmeye başladığında, ayrı ayrı zamanlarda bir kaç defa tashih ve tasarruflardan geçirdi. Tasarruf görmüş nüshaların tamamı bizde mahfuzdur.

Hazret-i Üstadın vefatından sonra, Nur naşiri bazı zatların bizzat itirafları ile, Nurların onbir yerinde yaptıkları basit, bazı tasarrufları; Envar Neşriyatça düzeltilmiş ve sona ermiştir. Buna rağmen bazı yayınevleri o hatalı ve basit yanlışlıklarında devam ediyorlarsa; haksızlıkta, münasebetsizlikte ve hatalı yolda ısrar ediyorlar demektir.

Kaynak: http://www.sorularlarisale.com/subpage.php...le&aid=1673

Bunlar senin öne sürdüklerin., ama bir de karşı iddialar var:

Şimdi bu iddiaların birinci elden kaynağının, yani Tenvir Neşriyatın sahibi Muhammed Sıddık Şeyhanzade nin iddialarını göstereyim:

Kendisine sorulmuş: Asrın İmamı diye kabul ettiğimiz Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerinin eserlerinde yani Risale-i Nurlarda birtakım tahrifatlar yapıldığını ve orijinal basımının sahibi olduğunuz Tenvir Neşriyat tarafından neşredildiğini söylüyorsunuz. Bu, çok ciddi bir iddia değil mi?

Bu bir iddia değil, birebir tespit ettiğim tahrifatlardır. Şu anda piyasada olan Risale-i Nurlarda bir takım, ciddi değişiklikler yapılmıştır. Kuranın manevi bir mucizesi olan Risale-i Nur, insanlar için içtima-i ve imani hakikatler içerdiği halde, onda yapılacak en küçük bir inhirafın dahi çok büyük yaralar açılmasına sebep olur. Ben bu meselenin ispatına hazırım.

Bahsini ettiğiniz bu değiştirmeler bir kerede mi yapıldı, yoksa zamana yayılan bir durum mu söz konusu?

Değişik zaman ve dönemlerde yapılmış. Vahhabi, Münafıklar ve buna benzer bazı parçalar eserlerden tamamen çıkarılmış.

Tahrifatların yapıldığını tespit ettiğim dönemlerde yapmış olduğum araştırmalarda bu işin içinde o zamanki devlet yönetiminin de eli olduğunu gördüm. Şahısların ismini vermek istemiyorum. Fakat yeri ve zamanı gelince gerçekleri söyleyeceğim.Evet, ben değiştirenlere karşı çıktım Ankaradaki kitap evlerinde bir tek Risale-i Nur yokken benim dükkânımda yüzlerce Risale-i Nur kitapları bulunuyordu. Envar Neşriyat, Risale-i Nur basıyordu. Ben bu yayınevini satın alıyordum, her şey tamamdı. Fakat bazı oyunlar oynandı bu yayınevini alamadım. Bana söylenen, Devletin yayınevini satın almaya müsaade etmediği oldu. Alacağımız dükkândaki bütün kitaplar toplanıp götürüldü ve bir daha da geri alamadım. Akıbetlerinin ne olduğunu bilmiyorum

Orijinal eserleri size kim verdi?

Envar Neşriyatı alma girişimlerimin engellenmesi doğrultusunda yapılan hile ve oyunlar neticesinde, Üstadın varisi olan Mustafa Acet ağabeyle Ankaraya görüşmeye gittiğimde olayları ve hadiseleri kendisine naklettim. Bana dönerek, Kardeşim hemen bir yayın evi kur ve bu eserleri neşretmeye başla, dün akşam Üstad rüyama gelerek. Sana verdiğim çuvalı sahibine ver dedi. Üstad Urfa seyahatine giderken ağzı bağlı bir çuval dolusu kitapları bana emanet bırakmıştı. Bunun günü ve sahibi gelir bu emaneti kendisine tevdi edersin demişti. Bende o günden bu güne çuvalı açmamıştım. Fakat bu hadiseler ve olaylar gösterdik ki Üstadın çuvalı sahibine teslim et dediği şahıs sensin. Onun için senin önünde çuvalı açıp sana teslim ediyorum dedi. 0 zaman bütün hadiseleri bariz bir şekilde önünde serili gördüm. Ve kendiside ayrıca bir vasiyetname yazarak Bütün hak ve hukuklarını bana verdiğini beyan etti. Bu vasiyeti kendisi çoğaltarak, Üstadın bütün varislerine gönderdi. Buna ek olarak da Cevşenül Kebir ve Tesbihatı yazarak basımı için de hediye etti.

Aksini iddia edenler, bir yüzleşme talep ederlerse herhangi bir platforma karşı karşıya gelmeyi kabul eder misiniz?

Ben her görüşe açığım ve nettim. Ama her televizyona çıkmam. Nifak çıkmasını istemiyorum. Bu konuyla ilgili iddiası olan ortaklaşa belirlediğimiz bir yerde karşıma çıkabilir ve tartışırız.

Kaynak: Gerçek hayat 27 Nisan 2007

Net kaynak: http://www.islam-tr.net/serbest-kursu/5558...07-yil-7-a.html

Sorulmuş: Külliyatı nasıl ele almak gerekir? Külliyatı bazıları parçalıyorlar, on dört parça alıyor, bazıları 24, bazıları da 6 parça alıyor. Bunu nasıl görüyorsunuz?

Maalesef on dört cilt olarak basılmış en başta. O zaman ilk basıldığı zaman tarih 1956-1957'dir. O tarihlerde basılmış. Ki o zaman Tahsin Tola milletvekiliydi, onun riyaseti altında kitaplar basılıyor. Belli kısıtlamalar vardı, ama yine izin verdiler. Fakat belli bir çerçeve altındaydı. O zaman bazı tahrifatlar da oldu. Bu gerçek. Bediüzzaman'ın kendisi ifadesi diyor ki: Ben Latinceden tek bir harf bile tanımıyorum. Yani bunu iyi bilmemiz lazım. Yani Bediüzzaman'ın kendisi tahsis(değiştirme) yapmıştır diyenlerin kulakları çınlasın. Beni onların aleyhlerinde konuşturmaya zorlamayın. Ben gerçeği söylüyorum....

....Mustafa Abi'ye Envar Neşriyat hakkında olan bitenleri anlatınca, bana dedi ki, dün akşam Üstad rüyama geldi. Emaneti sahibine teslim et deyince, sen de buraya gelince dedim ki, bu iş bitti. Bu işin sahibi geldi. Ve bana tuttu bütün külliyatı, ana eserleri verdi. Üstad'ın tahsis ettiği nüshaları, hepsi ama hepsi. Hatta Latince Üstad'ın zamanında, 1959'da basılan Münazarat bile vardı. Şimdi bende hepsi duruyor. Bütün külliyat bende duruyor. Eski Said dediğimiz, ne var orda, İşarat'ül İcaz ordaydı, bende var. Hem Osmanlıcası, hem Latincesi, Mesneviye Nuriye, Muhakemat da vardı. Bütün eserleri, külliyatı, o çuvalın içerisinde, mühürlüydü. Biz onları elhamdülillah açtık. Üstad'ın ne yazdığı bütün orada var, kendi tashih ettiği nüshaları orda ben gördüm ve gerçekten ben bunu çok iddia ediyorum. Çünkü başka bir ihtimal da yok, bende 45 tane nüsha var.

Mizgin Dergisi-30 Ağustos 2008 Cumartesi

Kaynak: http://www.haberdiyarbakir.com/news_detail.php?id=12864

Şimdi İllegalTM önce bunları bir oku, yazı uzadığı için böleceğim..Bu kısmı burada bitiriyorum..

Tekrar ediyorum, senin bu mesele üzerine gitmen sadece meseleyi boğmacaya getirmektir..

Başka bir başlıkta oflaz ağabeyinin binbir dalavere ile yok dediği haşiyeyi gösterdim..

İlgili haşiyeyi kaldırmak ekrad yerine şarklılar kelimesini kullanmak gibi değil..

Çünkü İkdam gazatesinde olduğu iddia edilen Mustafa Kemal düşmanlığını perçinliyor..

Ama siz bunu Üstad izin verdi diye yorumlayıp ketenpereye getiriyorsunuz..Orası da başka bir kurnazlık..

Aslında şunu demeni beklerdim, aynı manaya gelen, kelimelerin değiştirilmiş olması tahrifat değildir..

Gerçi o kelimeler sosyolojik olarak bakıldığında menfi ya da müspet yönde tesirleri fazla olan kelimeler..

Çünkü verdiğim linkleri incelersen, Kürtler kürdiliğine sünniler nursiliğine yapışmış durumda..Plan tutmuş..

Aslında bütün bu söylediklerimden sonra külliyatı kutsal görmen yüzünden gerçeklere gözün kapalı..

Bir sonraki yazımda mahkemece bilir kişi incelenmesinden geçmiş bir karar var, onu yazacağım..

Orada külliyat tahrifata uğramıştır diyor..Yok ben inanmıyorum diyorsan o başka tabi..

Ben de gösterilen belgelere inanmıyorum..

Külliyatı tahrif eden orjinal belgeyi mi(ki orjinal belge ise) tahrif edemeyecek veya etmeyecek?

Link to post
Sitelerde Paylaş

evvela bu tahrif meselsesini hiç önemsemezken, hani nerede tahriften bahsetmişm diye sızlanırken, internette çok rahat bir şekilde bulabileceğin bu tür cahilce iddiaları bulur bulmaz , mal bulmuş mağribi gibi sevindin ve bu konuyu sahiplendin.. bu bile senin artniyetini açıkça ortaya koymaya yeter.. neyse uzatmadan topikteki meseleleri kısa kısa toparlamaya çalışalım.. daha fazla vaktimi israf etmek itemiyorum.. kısa kısa...

Şimdi, İllegal kardeşim, bu sözlerine binaen yumuşak bir giriş yapayım..

İlk olarak "deli değildi iftirası/yalanından" ndan önce sizin vazgeçmeniz lazım..

Ben hiç bir şeyden vazgeçmiş değilim..Bunu ileride de göreceksiniz..

Evet, Saidin hayatını okuyupta davranışları ve kulunç rahatsızlığını dikkate alırsak psikolojik veya psişik problemleri olduğu kesin

Buradan başlayalım… Esasen böyle komik bir mevzuda açıklama yapmak zorunda kalmak vaktimin ne kadarda boş işlerde zayi ettiğimin büyük bir delilidir fakat mimar sinana ait bir hadise anlatılır..

Süleymaniye Camiinin inşası tamamlanmış, ibadete açılacağı gün ilan edilmişti O gün gelince istanbul'un her yanından insanlar bu eşsiz eserin açılışında bulunmak için şehrin bu noktasına akın etmişti Herkes hayranlıkla bu Türk mucizesini seyrediyordu Fakat bunlar arasında bulu nan bir çocuk, "Aaa şu minareye bakın nasıl eğri!" diye bağırıyordu Herkes de bakıyordu ama bir eğrilik görmüyordu Çocuğun minarelerden biri için eğri dediği Mimar Sinan'a kadar ulaştı Koca mimar hemen çocuğun yanına geldi ve ona, "Yavrum hangi minare eğri göster bana" dedi Çocuk da "İşte şu" diye minarelerden birini gösterdi Mimar Sinan hemen adamlarını topladı Uzun halatları biribirine ekletip minareye bağlattı "Çekin yukarı doğru!" diye çektirmeye başladı Çocuğa da, "Oğlum, bak bu minareyi doğrultturuyorum, sen dikkat et, dosdoğru olunca haber ver"

dedi Adamlar gerçekten düzeltiyormuş gibi çekiyorlardı Çocuk bir süre sonra, "Tamam, minare doğruldu" diye bağırdı İşçiler çekme işini bırakıp halatları çözdüler Başından beri olaya tanık olan Sinan'ın ustalarından biri herkesin kafasını kurcalayan soruyu Mimar Sinan'a yöneltti:

- Ulu mimarbaşımız, sen herkesten iyi biliyorsun ki, minarede eğrilik falan yok O halde niçin düzeltmeye kalkıştın?

Mimar Sinan'ın cevabı inceliğin, anlayışın, hoşgörünün simgesi idi:

- Ben bilmez miyim minarede eğrilik olmadığını Ama çocuğun kafasındaki "minare eğri" intibaını da öyle bırakamazdım Bu yönteme başvurdum ki çocuğun kafasındaki "eğri" kanaati silinsin Yoksa her yerde çocuk aklıyla minarenin eğri olduğunu söyler, sonra gerçekten eğri olduğu şeklinde bir inanç yayılırdı

Kıssadan hisse işte.. Ne demiş arkadaşımız.. Üstad hazretlerinin İstanbula gelirken daha rahat tedavi görebilmek üzere Tahir Paşanın bi kere bile okumaya tenezzül etmediğiniz geçmiş mektubunda Abdulhamid den olan istirhamını neffasat-ul ukad hitabının masadıkı olmuş şahıslar güya Tahir paşa ağzı ile Abdulhamide e “alın bu deliyi iyileştirin” tarzında görerek kendi eli ile tımarhaneye gönderme arzusu olarak yorumlama bahtsızlığına düşmüş… Delili… Kulunç hastılığı deliliğin en belirgin sebebi imiş.. Bunun delili ne imiş.. Rehber ansiklopedisi.. Belki bu hastalığın nedenlerinden olarak saydığı 10 tane sebebi es geçerek “psişik gerilim” maddesine takılmış arkadaşımız… Deliliğine delil olarak kulunç rahatsızlığı gösterilen bir yerde daha fazla kelam israfı yapmak istemiyorum.. Aynı sitede söylendiği gibi “Kuluncun ağrı dışında hiçbir tehlikesi ve zararı yoktur. Hastaların bu yönden rahat olması gerekir. Tedavide, lokal sıcak tatbikatı, sinir ve adale gevşetici ilaçlar kullanılır. Adaleyi hastanın şuurlu olarak gevşetmesini sağlayacak gevşeme egzersizleri belki de tedavinin en önemli bölümünü teşkil eder. Elektronik akupunktur cihazı ile yapılacak uygulamalar da çok faydalıdır. Ayrıca halk arasında “şişe çekmek” diye bilinen uygulama da fayda sağlar.”

Üstad hazretlerininde bahsi geçen yerde iki haftadan az bir süre kaldığını düşünürsek onu oraya yollayanların art niyeti ortaya çıkacaktır..

"Sigara kağıdı kadar ince ve "Nizam" namiyle bir perdeyi bu kadar feveran-ı efkâr ve hissiyata karşı, herkesin üstüne örtmüşsünüz. Herkes, altında sizin tazyikatınızla meyyit-i müteharrik gibi inliyor. Ben acemiydim, altına girmedim, üstüne düştüm. Sûret-i telebbüsüm gibi ahlâkım da sakil idi. Bir kere Mabeynde yırtıldı. Şişli'de bir (......)in evine düştüm, orada da yırtıldı. Şekerci Hanı'na düştûm. Orada da yırtıldı. Tımarhaneye düştüm. Şimdi de Tarassuthaneye düştüm...(8) "

İşte, yukarıda kaydedilen Molla Abdülmecid'in tesbiti ve Bediüzzaman'ın kendisinin çizdiği bu haritanın ışığında onun İstanbul'a gelişi ve sonrası için, şu aşağıdaki fezlekede gösterildiği tarzda gelişmiştir denilebilir. Şöyle ki:

Evvela: İstanbula ilk geldiğinde iki ay Ferik Ahmet Paşa'nın evinde kalması, ve Van'da te'sisini plânladığı medresesine padişah ve hükûmetçe yardım ve destek yapılmasını isteyen dilekçesini Mabeyn-i Hümayun'a (Yâni şimdiki tabirle bir nevi padişahın özel kalem müdürlüğüne) vermesi.. ve mabeynde, anlaşılan bir münakaşa, bir dilleşme hadisesi ile karşılaşan Bediüzzaman, bu defa Şişli'de bir evde kalmaya başlaması..Burada dahi bazı paşalarla bir münakaşa hadisesi.. ve bilâhare Şekerci Han'ında bir odaya yerleşmesi.. Ve bu odanın kapısına astığı levha ile bütün ilim âlemine meydan okuyarak herkesi münazaraya davet etmesi hadisesi üzerine; Yıldız'ın etrafını sarmış bazı paşalar tarafından Sultan Abdülhamid iğfal edilerek Bediüzzaman'ın akıl hastahanesine sevki.. ve fakat doktorların, tam aksine onun kemal-i akıl ve irfanına dair verdikleri raporları.. Ve bu defa vesvese ve telâşa düşen aynı kadronun tertibiyle, hapishanede tarassut altına alınma hadisesi şeklinde cereyan etmiştir.

(*) Hz. Üstadın bu dönem hayatında onun isim ve ünvanı < Said-i Kürdî > olarak meşhur olduğundan, biz bu döneme mahsus olarak aynı ünvanı bazen kullanacağız.Yalnış anlaşılmasın . A.B.

(**) Kaynağın aslında “bir ermeninin evine düştüm” şeklindedir. Oysa, herhalde Van’da iken tanıdığı bir kimsdir. A.B.

(8) Asar-ı Bediiye S: 331

evet bizim tarafımızca hadise bu şekilde cereyan etmiştir… Dileyen senarist arkadaşlar diledikleri kadar senaryo üretmeye devam edebilirler… Psişik rahatsızlık konusunda üstadın İstanbula gelmeden evvelki vaziyetine katıldığı savaşlara ve tarihçe-i hayatına bakılacak olursa sayısız neden sıralanabilir.. bu sadece onun ruhen yorgun olabileceğinin emaresidir haşa deliliğinin değil.. Zaten haşa böyle bir delide 2 haftadan kısa bir süre içersinde salıverilmez… her ne ise..

İlham vahy meselesinde fazla kelama hiç ihtiyaç yok.. defaatle verilmiş ve cahillerin kesinlikle ilgilenmemesi gereken bir mesele.. zira yarı hoca dinden meselesi.. linkte yeterince bilgi mevcut

http://www.sorularlarisale.com/subpage.php...le&aid=9298

Gelelim şu zehrin ilk çıktığı parçaya…

Mustafa Kaplan Bey, geçen haftaki bir yazısında ?Risale-i Nurlara el atıldığını ve bazı değişiklikler yapıldığını? yazıyor ve haklı olarak sert bir şekilde de tenkit ediyordu.

Sakarya Üniversitesi hocalarından Sayın Dr. Alaaddin Yalçınkaya da Cemaleddin Efgani isimli eserinde bu değişikliklerden birine dikkat çekiyor.

Alaaddin Bey?in ifadeleri şöyle: ?İttihad-ı İslâm (İslâm birliği) ve Cemaleddin Efgani ile alâkalı, Said Nursi?nin de bazı görüşleri vardır.

Said Nursi şöyle demektedir: ?? Ben bu ittihadın efradındanım (bireylerindenim) ve bu ittihadın tezahürüne (meydana gelmesine) teşebbüs edenlerdenim.

Yoksa, sebebi iftirak (ayrılık sebebi) olan fırkalardan değilim.

Elhasıl: Sultan Selim?e biat etmişim.

Onun ittihad-ı İslâm?daki fikrini kabul ettim.

Zira o Kürtleri ikaz etti. Onlar da ona biat etti.

Şimdiki Kürtler o zamanki Kürtlerdir.

Bu meselede seleflerim (benden önce aynı düşüncede olanlar) Cemaleddin Efgani, Mısır Müftüsü merhum Muhammed Abduh, Ali Süavi, Hoca Tahsin Efendilerle Kemal Bey (Namık Kemal) ve Sultan Selim?dir.?

Kaynak:(Said Nursi, Tarihçe-i Hayat, Tenvir Neşriyat, 1987, İstanbul, Yedinci Cinayet.)

Alaaddin Yalçınkaya devam ediyor: ?Said Nursi?nin bu konudaki görüşleri, arada küçük olmakla beraber farklı yorumlara sebep olabilecek diğer bir kaynakta şöyle nakledilmektedir:

?İşte ben bu itittihadın efradındanım ve bu ittihadın tezahürüne teşebbüs edenlerdenim. Yoksa sebeb-i iftirak olan fırkalardan, partilerden değilim. Elhasıl: Sultan Selim?e biat etmişim, onun ittihad-ı İslâm?daki fikrini kabul ettim. Zira o, vilayat-ı şarkıyeyi ikaz etti, onlar da ona biat ettiler. Şimdiki şarklılar, o zamandaki şarklılardır. Bu meselede seleflerim; Şeyh Cemaleddin Efgani, allamelerden Mısır Müftüsü merhum Muhammed Abduh, müfrit âlimlerden Ali Süavi, Hoca Tahsin ve ittihad-ı İslâm?ı hedef tutan Namık Kemal ve Sultan Selim?dir ki??

(Bediüzzaman Said Nursi, İki Mekteb-i Musibet?in Şehadetnamesi, Risale-i Nur Külliyatı?ndan, Aksi Seda Matbaası, Samsun, 1957, s 14-15)

Fark ortada. Birindeki ?Kürt? kelimesi diğerinde ?vilayat-ı şarkiye? olmuş. Bu durumda, insan ?Yoksa Risale-i Nurlarda benzer şeyler yapıldı mı?? diye düşünmez mi?

Demek ki, Mustafa Kaplan Bey feveranında yerden göğe kadar haklı?

Bir kelimenin değiştirilmesine bile bizzat Risale-i Nur?un yazarı şiddetle karşı.

Bakın:

Mana daha güzelleşiyor diye Fihrist Risalesi?ne yapılan çok küçük bir ilaveye itiraz eden Said Nursi, şiddetli bir tokat aşkettikten sonra, ?Titremeliydiniz. Ben dahi (Risale-i Nur?a) kalem karıştıramıyorum.

Siz nasıl kalem karıştırırsınız!? demiştir.

(ittihad.com.tr sitesindeki 14 sahifelik metnin 6. sahifesi. Aynı cümle Sikke-i Tasdik-i Gaybi?de de mevcut.)

Dipnot:

Şimdi buradaki ifadelerden risaleleri müellifin yazmadığını anlıyoruz, çünkü kalem karıştırmıyor.

Farklı bir manada algılanacak olursa, risalelerin direkt Allahtan geldiğini söylüyor.

Oysa günümüze dönecek olursak haşiye adı altında, müellifinin bu itirazına rağmen bir sürü ekleme çıkarma yapılmış durumda.

Örnekte olduğu gibi müellifin sert itirazı bilinmesine karşı bir takım sebeplerden!? değiştirildiği kesinmiş gibi duruyor..

Çoğu yerde inatla Said Nursinin hocası diye bahsettiği kişi Afgani… Tabi selef ve üstad ya da hoca arasında ki farkı çözemeyecek kadar art niyet ile dolmuş birisinden beklenen manalar.. Şimdi evvela şu parça hakkında tahrif iddiasına cevap verelim.. sonra da aşağı tükürsen sakal yukarı tükürsen bıyık meselesi tarzında isbat ettiğimiz takdirde bile gelecek hücumlara cevap verme manasında bir iki kelam edelim.. Evet mevzu Mustafa Kaplan beyin makalesi ile başlıyor.. O makale nerede.. aradım bulamadım.. zaten Mustafa Kaplan da o gazeteden ayrıldım.. Ayrıca bi arkadaşoım Ali Erenin bu yazısına da gerekli açıklmayı yaptığını söyleyen bir arkadaşım var.. O makale yi bulur bulmaz yayınlarım inşallah.. Devamla rkadaşımız diyorki cevap olarak:

Ali Eren Beye M. Kaplan gerekli izahatı vermiştir o tarihlerde ama bi hususa dikkat çekmek isterim;

Ustdadımın ifadesi şöyledir, hepimiz türkçe okuyoruz, dikkat edelim;

Şimdiki Kürtler o zamanki Kürtlerdir. Bu meselede seleflerim (benden önce aynı düşüncede olanlar) Cemaleddin Efgani, Mısır Müftüsü merhum Muhammed Abduh, Ali Süavi, Hoca Tahsin Efendilerle Kemal Bey (Namık Kemal) ve Sultan Selim’dir.”

Görüldüğü gibi Ustadın; benim ustadlarım olan Efgani vs diye bir sözü yoktur, bu meselede seleflerim diyor. Bu mesele ise konunun öncesinden anlaşılacağı gibi ittihadı islam meselesidir.

Bu sözün sebebi ise şudur, efgani ve Abduh o devirlerde çok bilinmiyordu, hoş Ustad o zamanda eski Said diye tabir ettiği hayatındaydı. Efgani ve Abduh o devirde itthadı islam için çalışan birer nefer hükmündeydiler, herkes öyle biliyordu. İletişim vasıtaları bu denli gelişmemişti ki bizim şimdi sıp diye bulduklarımızı onlar hemen öğrensinler. Ustad o zamanlarda bazı dururmlarda hata yaptığını açıkça söyler, hem bu ayıp ta değildir. İsmet sahibi olmadığına göre,o devirde de genç olmaklığı da göz önüne alınırsa hata yapması makul bile karşılanailir. Kaldı ki niyeti ittihad-ı islam meselesinde gidin bunların peşine takılın, işte Ustadlar bunlardır tarzında bir söylemi de yoktur.

Velhasıl okurken dikkat edersek manaya daha yaklaşmak mümkündür vesselam.

Evet vakit gazetesine ilgili kısmın temini için mail atıyorum.. Geçmiş makaleleri yayınlamadıkları için Mustafa Kaplanın verdiği cevabıda yayınlayamıyoruz.. Fakat yine de değişen bir şey yok.. Evvela tenvir neşriyatın ileride göstereceğimiz gibi üstadın eliyle veya arzusu ile tashih edilen kısımları sanki bir tahrif gibi göstererek apaçık Kürtçülük propagandası için malzeme yaptığına şahit oluyoruz.. Bahsi geçen yerler ile alakalı örnek verecek olursak –ki boşa yoruluyoruz.. bu meselede Abdulkadir Badıllıu ağabeymiz o uzun yazısında söylenecek ve söylenen bütün teranelere gereken cevabı vermiştir.. Link vereceğim tekrar ve tekrar ama önce bir parçasını aktarayım..

Hazret-i Nur Üstadın meslek-i pâkine yeterince sadıkane intibak edemeyen, ya da ona kemaliyle gerdandâne-i teslim olamayan bazı kimseler; kafalarındaki basit ilimciklerine göre hariçte, orada burada bazı malumat ve mes’eleleri toplar, getirir ve kendi zihninin bulanık ayinesinden bakarak, onları en doğru ve hakikatli şeyler telakkî eder, gelir; Risale-i Nurun o meseledeki kafacığına uymayan hükmünü yanlış görür ve kendi kendine karar vererek der: “Risale-i Nûr’un burası tahriflidir.. Çünki benim bulduğuma uymuyor.” der. Evet, ben şahsen böylesi bîçare insanlara çok rastlamışımdır.

Bu meseleye bir misal olarak, Hazret-i Üstadın “İki mekteb-i Musibetin Şehadetnamesi” eseri ilk matbu’ nüshasında “Biz ki Kürdüz, aldanırız. Fakat aldatmayız. Bir hayat için yalana tenezzül etmeyiz.” cümlesi bilahere Hazret-i Üstad tarafından şöyle bir tasarrufla tashih edilmiştir: “Biz ki hakikî müslümanız ilaahir...”

İşte bazı insanlar buna itiraz ediyor ve Üstadın tashihi değildir diyor. Çünki, hadis var: “Bir mü’min iki defa parmağını aynı deliğe sokmaz” hükmüne mugayir düşmektedir. Bu hadisin hükmüne göre, bir müslüman iki defa aldanmaz. Öyle ise bu tasarruf Üstadın olamaz” diye hüküm basıyor.

Adam düşünemiyor ki; Kürd aldanırsa, —onun bu görüşüne göre—müslüman sayılmaması lazım gelir. Çünkü asıl matbu’ nüshada “Biz ki Kürdüz, aldanırız. Fakat aldatmayız.” dır. Sonraki tasarruf görmüş nüshada ise, “Biz ki hakikî müslümanız...” ifadesiyledir. Mânâsı da, “Biz Kürdler ki hakikî müslümanız” olur. Başka bir mânâ değildir. Ortada meselenin bir kamuflaj durumu vardır.

İşte, tahrif teranesini kendilerine şiar edinenler iyi bilsinler ki; yaptıkları iş, masum müslüman evlatlarının kalblerini Risale-i Nur’a karşı teşviş edip bulandırmaktan başka birşey değildir.

Hatta belki o körpe ve masum dimağların Nûr’a müştak duygularını haktan çevirmektir

Dipnot:

Şimdi buradaki ifadelerden risaleleri müellifin yazmadığını anlıyoruz, çünkü kalem karıştırmıyor.

Farklı bir manada algılanacak olursa, risalelerin direkt Allahtan geldiğini söylüyor.

Oysa günümüze dönecek olursak haşiye adı altında, müellifinin bu itirazına rağmen bir sürü ekleme çıkarma yapılmış durumda.

Örnekte olduğu gibi müellifin sert itirazı bilinmesine karşı bir takım sebeplerden!? değiştirildiği kesinmiş gibi duruyor..

Bu herzeleye deliliniz nedir.. örnek verirseniz onada cevap hazırlarız..

Ha es geçmeden.. o kısımda verilen bir link var.. Toplumsal bilinç linkli.. Dehşet bir giriş yapıyor.. “şimdi burada tarihi bir açıklama yapıyorum”… Sonra bu parçaları google yapıştırıyorsunuz.. sonuç… sanırım bu tarihi açıklama kimsenin ilgisini çekmemiş.. bir mesele veya bir konu duymakla anlatılmaz'benimde dedem bana çok şeyler anlatmıştı ama hiç birirnin kaynagı ve delili yoktur.her insanın anneleri babalarından duydukları bazı konular vardır'ama onlarda duymadır çoğu yalandır'geleneksel halk arasında yaygın olan yalanlar zamanla gerçek gibi anlatılır ve asırlardır hikayeler adı altında toplumumuzda yer almıştır'

Benim dedem var ya .Hani şu islam ansiklopedisi yazan.İşte o dedi ki bu risaleler alıntıymış birinden.Gerisini hatırlamıyorum çünkü ben gerizekalıyım.

Başka birşey hatırlamıyorsun bari ortaya çıkıp anlatma yetersiz insan.

http://www.turkhaberler.net/yazar/yazar3.htm (Orhan PAK ) hayal ürünü bir yazı yazmış...

adındaki şahsın yazdıklarıda bu uydurma kaynaksız teorilerden ibarettir.her toplumda bu düşünceler mevcuttur. ama kaynağı delili ispatı mümkün değiğldir hayal ürürnüdür..

islam dininde kaynaksız delilsiz bir konuya inanmak yoktur...kuran'dahi bir konuyu anlatırken geçmiş zamanda bunlar böyleydi ve şöyle yaşarlardı diye ispatını yapar' okuyanlarda o'gecmiş zamandaki yaşantıyı bilir ona göre anlatılanları kavrarlar...

daha afganiinin kimm olduğunu dahi bi,lmeyen bir kamalist olan dinden hiç anlamayan' suni gündem yapma çapası içinde bulunan bu şahsın yazdıklarında zerre kadar inandırıcı yanının bulunmadığı kesindir..uydurma ve hayal ürünü yazıdır...

Bu cevap yeter de artar bile.. zaten bu linki baştan sona okuyanlar gülmekten kırılacaklardır kesin.. mohammedin uydurma mail i bile bunun yanında halt etmiş…

iddia

Ben ne sormuşum sen ne anlatmışsın..Bana c/p yaptığın yazıyı ben okumadım mı sanıyorsun?

Bu yazı 1997 yılında yazılmış ve ilgili belgelerin elde olduğu ifşa edilmiş..

Tahrifat olunduğu iddia edilen basım 1987..Peki neden aradaki 10 yılda hiç bir belge çıkmamış?

Dünyada Internet'in kısa tarihçesine bakılacak olursak, ilk çalışmaların (paket anahtarlamalı ağ) 1969 yılında ABD Savunma Bakanlığı'nda ARPANet'in kurulması ile başlamış . Daha sonraki süreçte, aynı ağ üzerinde geliştirilen TCP/IP (Transmission Control Protocol/Internet Protocol) protokolü, 1983 yılından itibaren ARPANet üzerinde kullanılmaya başlanmış. İlk Internet omurga ağının oluşturulması ise 1986 yılında NSFNet (National Science Foundation – Ulusal Bilim Vakfı) tarafından gerçekleştirilmiştir. Bu süreci takiben, Internet’in halka açık hale gelmesi 1989 yılından sonra olmuş; 1990 Haziran’ında TCP/IP’nin ilk kullanıldığı ağ olan ARPANet’in kullanımdan kaldırılmasına rağmen bu ağın yerini ABD, Avrupa, Japonya ve Pasifik ülkelerinde ticari ve hükümet işletimindeki omurgalar (backbone) almış, TCP/IP protokolü ve Internet 90'lı yıllardan itibaren büyük bir ivme kazanmıştır. Internet’in ticari anlamdaki gelişimi ise 1991(Benim doğduğum yıl :) ) yılından itibaren olmuştur.

İyi de biz TÜRKLER ne zaman kullanmaya başlamışız uygulamalar 1993 yılında başlamış, kaydedilen gelişmeler paralelinde 1995 yılında Öğrenci İşleri Bilgi Sistemi tümüyle web üzerinden kullanılabilir duruma gelmiş ve de artık internetin gerekliliği anlaşılmış ODTÜ lüler tarafından TÜRKİYE' de yaygınlaştırılmış geliştirilmiştir

cevap : http://openlibrary.org/b/OL2524035M/Risale...tarihc%CC%A7esi

bu linki neden veriyoruz peki.. bu linkte "risale-i nurun neşir tarihçesi" hakkında bilgiler var.. mesela basım yılı... arkadaş sadece Abdulkadir Badıllı nın internette gezen açıklamasını bu mesele hakkında hazırlanan tek parça zannettiği için hata yapmış.. ne demiş ilgili yazıda Badıllı

Hatta belki o körpe ve masum dimağların Nûr’a müştak duygularını haktan çevirmektir.

Bunlar eğer Şia’nın müfterî kısmının mesleğini şiar edinmemiş iseler; Risale-i Nur’un ailesi içerisinde bu mesele samimîce ve hususî olarak ele alınır, hakperestlik ve kavaid-i şeriata iltizamkârlık duyguları içerisinde tartışılır ve halledilir.. Ki zaten ortada halledilecek bir mes’ele de yoktur.

Bu fakir, bu meseleyi “Risale-i Nur’un Neşir Tarihçesi” eserimizde ve “Mufassal Tarihçe-i Hayat” kitabımızın son cildinin ahirinde ele almış ve tahlil ederek mahiyetini ortaya koymuşuzdur. İsteyenler bu eserlere bakabilir.

evet bakıyoruz ki Badıllı ağabeyin sözünü ettiği bu eser 1987 yılında ilgili idddianın hemen peşisıra hazırlanmıştır.. Mufassal Tarhçe-i Hayatta yine aynı dönemlerde basılmıştır.. şimdi kalkıpta o kitabı temin için uğraşmayacağız.. zaten taa ilk zamanlarda verdiğim linklerde bu kitaptan alıntılar yapılmış.. böylelikle arkadaşımızın

Tahrifat olunduğu iddia edilen basım 1987..Peki neden aradaki 10 yılda hiç bir belge çıkmamış
tarzındaki haklı sorusu cevaplanmış oldu...

şu noktaya da cevap vermeden edemeyeceğim..

Başka bir başlıkta oflaz ağabeyinin binbir dalavere ile yok dediği haşiyeyi gösterdim..
orada senin cehaletin yüzünden defalarca ve de defalarca yaptığın hatalardan sadece bir tanesini yapmıştım.. ben demiyorum ki gayr-ı munteşir eserlerde dahil bütün külliyata muhalifim.. Sen gösterdin ve bende eyvallah dedim.. şimdi sen kalksan illegal kardeşime "said nursi şualar eserinde mustafa kemal için içki yüzünden hastalanmış ve tedavisi içinde 3 milyon harcamış diye yazmıştır" o sana bunun yalan olduğunu söyleyecektir.. ama gayr-ı munteşirlerde mevcuttur bu parça.. uzatmaya gerek yok.. ağıza sakız yapmanın alemi de yok..

bundan sonraki bütün saçma iddiaları defalarca verdiğimiz fakat inat edip bir türlü okunmayan aşağıdaki linke havale ediyorum...

http://is-is.facebook.com/note.php?note_id=131042424007

Link to post
Sitelerde Paylaş

en çok hoşuma giden bölümd eşurası.. hocamıza soruyorlar bu konuyu karşı karşıya gelerek muhaliflerinizle tartışabilrmisiniz... cevap ne güzel..

Aksini iddia edenler, bir yüzleşme talep ederlerse herhangi bir platforma karşı karşıya gelmeyi kabul eder misiniz?

Ben her görüşe açığım ve nettim. Ama her televizyona çıkmam. Nifak çıkmasını istemiyorum. Bu konuyla ilgili iddiası olan ortaklaşa belirlediğimiz bir yerde karşıma çıkabilir ve tartışırız.

neymiş.. nifak çıkmasını istemiyormuş.. be hey adam... ömer okuçu ne demişti :

Risale-i Nur için tahrif var diye olan teranesine karşı ise, birkaç sene evvel Hekimoğlu İsmail, yani Ömer Okçu Bey, kendisine demiş ki: “Kardeşim siz madem diyorsunuz ki, Nur’un bazı yerlerinde tahrifat var. Ve siz de en sahihini yazıp neşrettiğinizi söylüyorsunuz. Bu durumda bir problem kalmadı demektir. Risaleleri okuyanlar mukayesesini yaparlar, kararını verirler. Siz ne için böyle durmadan tahrif sözünü yayıyorsunuz?”
neymiş.. nifak çıksın istemiyormuş.. o kadar itin köpeğin ağzına sakız et sonra kalk nifak çıksın istemiyorum de.. hadi oaradn derler adama.. nitekim vakt-ş zamanında hodr-i meydana cevap verebilme adamlığını yapabilseydniz bu durumlara düşmezdniz...

Ben Abdulkadir Badıllı da birkaç yol ile kendisine haberler yollamıştım ki: “Senin elinde tahrifli dediğin ne gibi şeyler varsa, onları bana gönder 15-20 gün de mühlet ver, sonra umumi bir açık oturum gibi bir yer hazırlayıp birçok kimseleri davet edelim ve yüz yüze tartışalım. Bir heyet-i ilmiyeyi de hakem tayin edelim. Eğer dediklerini ispat edersen ben senin emrine girerim. Bu tekrarlı davetime bir cevap gelmemişti. Yalnız dört-beş sene evvel Urfa’da yapılan bir mevlit gününde, Urfa Şehitlik Camii imamı İbrahim Şülül Hoca bir tek dosya ile bana geldi. Bunu Sıddık size gönderdi dedi. Sağına soluna bir baktım bazı fotokopi gibi şeyler… İbrahim Hocaya dedim ki: “Sıddık’a söyle, kendisinde bu dosya gibi çok şeyler varmış. Hepsini göndersin ve evvelce yolladığım haberlerde söylediğim gibi, 20 gün bana mühlet versin, sonra umumi bir toplantıda tartışmasını yapalım. Yine bir cevap gelmedi. Ama bu hadiseden sonra (ne kadar sonra olduğunu unutmuşum) Dava dergisinde yazdı ki: “Ben 20 dosya ile Urfa’ya gittim, bunları Badıllı’ya yolladım. Dosyaları götüren zata Badıllı demişti ki: “Üstadımız vefatından sonra da tashih işini yaptığı için, ben bu gibi dosyalarla uğraşmam” diye aleme hakikaten ayıp bir bühtan neşretmiş idi.
her ne ise...
Link to post
Sitelerde Paylaş
Aslında niye yapılması gerektiği ortadadır..Nabza göre şerbet ve İslama uymayan adeta Saidi kafir yapabilecek ifadeler..

Bu tahrif iddalarının temelinde biraz da bunlar var..Alın bir örneğini vereyim:

Alıntıdır:

“Binâenaleyh bu Zât (Said Nursî), cismaniyet noktasında mir’at-ı Peygamberî’dir.”

“Üstelik ancak iki Muhammed, bir Bediüzzaman ediyor.” Şöyleki;

“Muhammed (92) (Ebcede göre Muhammed adının sayı değeri 92’dir.) Âyine karşısına koyarak Muhammed (92), Bedîüzzaman (184)’dır. (Ebcede göre Bedîüzzaman adının sayı değeri 184’dür.)

Tılsımlar Mecmuası

Peki, sizin bu ahmakça çıkarsamanızı esaslı bir şey zanneden muzırın biri çıksa da dese ki:

” Kur’an’da Tebbet suresinde adı geçen Ebu Leheb’in cifri değeri 46’dır. Ebu Leheb’in sağına, soluna, önüne, arkasına ayna koysak ( Yani 46 x 4= 184) kim görünür acaba?”

Bu münasebetsize ne cevap vereceksiniz? Hadi biz verelim cevabı: Bediüzzaman Said Nursî görünür. Çünkü: Ebu Leheb (46) x 4 = Bediüzzaman (184) eder.

Bir diğeri ise çıkıp Ebced ile şöyle bir yorum yapsa;

“Bakara 220’. ayette “(…) Allah, müfsidi muslihten ayırt etmesini bilir. (…)” buyurulmaktadır. “Müfsid” (Ara bozucu, karıştırıcı) kelimesinin “Bediüzzaman”a tam tamına tevafuk etmesi cihetiyle (Çünkü Müfsid’in cifri değeri 184 iken Bediüzzaman’ın cifri değeri de 184’tür.) ayet, Bediüzzaman’ın fesâd-ü ifsadına ima, belki remz ediyor. Hatta bunu delâlet, belki sarahat derecesine çıkarıyor. Nitekim, Said-i Nursi’nin cümleleri de bunu hem lâfzen hem de mealen tasdik edercesine diyor ki:

Hiçbir müfsid ben müfsidim demez, daima suret-i haktan görünür. Yahud bâtılı hak görür. Evet, kimse demez ayranım ekşidir. Fakat siz mihenge vurmadan almayınız…” dese ne yaparsınız?

Şuâlar, Birinci Şua’da Said-i Nursi kendi konumundan şöyle bahseder;

“(…) benim gibi yarım ümmi ve kimsesiz (…) bulunan bir adam, (…) Risale-i Nur’a sahip değildir; ve o eser, onun hüneri olamaz, onunla iftihar edemez. Belki doğrudan doğruya Kur’an-ı Hakîmin bu zamanda bir nevi mu’cize-i mâneviyyesi olarak, rahmet-i İlâhiyye tarafından ihsan edilmiştir. O adam, binler arkadaşiyle beraber, o hediye-i Kur’aniyeye el atmışlar. Her nasılsa birinci tercümanlık vazifesi, ona düşmüş. Onun fikri ve ilmi ve zekâsının eseri olmadığına delil (…)”

Peygamberimiz Kur’an’ın tercümanıdır, mübelliğidir; Said Nursî de Nur Risaleleri’nin tercümanıdır, mübelliğidir. Hz. Peygamber ümmîdir; Said Nursî ise yarım ümmî bir zattır. Nasıl ki, Kur’an-ı Kerim Hz. Muhammed’in (s.a.v.) değil, Allah’ın kelâmıdır; o sadece tercümandır, mübelliğdir. İşte, Risale-i Nur da Said Nursî’nin eseri değildir; o da Nur Risaleleri’nin tercümanıdır, mübelliğidir. Peygamberimizin Kur’an’ı tebliğ görevi vardır; Said Nursî’nin de Nur Risaleleri’ni “tebliğ” (Barla Lâhikası, 21) görevi vardır.

......

İddiaya cevap:

Burada anti parantez olarak söylemeliyiz ki, hayatı boyunca bütün gücüyle insanları ISLAH etmeye çalışan ve bilfiil milyonlarca insanı ıslah ettiğine milyonlarca insanın şahitlik yaptığı Bediüzzaman gibi asrın müceddidi ve muslihi olan bir mübarek zata, müfsid demek, ancak dinini dünyaya satan şeytan-ı cinniden aldığı derse binaen ondan çok daha ileri derecede insî bir şeytanın yaptığı İblisane bir iftira ve yalandır. İlim kisvesine bürünmüş, İblis gibi işler çeviren bu gibi adamları görünce, Ebu Cehil ve Ebu Leheb’in manevî bir güneş olarak göz kamaştıran Resulüllah (sav)’ı nasıl inkâr edebildiklerini çok daha iyi anlıyoruz. İsrailiyattan da olsa, tefsir kaynaklarında yer alan, bir kısım dünyalık mallar/paralar/Riyaller uğruna dinini dünyaya satan Belam b. Baura’nın -önce kendisine iman ettiği halde-, dünya menfaatini dinine ve Hz. Musa (as)’a tercih etmesindeki alçak duyguyu da çok daha iyi anlıyoruz.

Ey ulemau’s-su komitesinin küçük neferi! Tebbet suresindeki bedduadan hiç mi çekinmiyorsun; dilin kurusun!

- Bak; kendini bilmez müteriz efendi! Şu masalımsı komedileri ciddiye alıp sahneye koymandaki art niyetini/atmasyon ciddiyetini çok iyi biliyoruz. Bir yandan güya Ebced hesabının yanlışlığını ortaya koyacaksın, diğer yandan da Bediüzzaman hazretlerine -alçaklık da bir seviye olduğu için, alçakça demiyorum-, çukur-ca saldıracaksın ve bütün bunları bazılarına yutturacaksın. Bu cerbeze, gerçekten alçaklık sınırını aşmış çukur-ca yapılmış komik bir demagojidir. Biz şimdi bu cerbezenin çürüklüğünü başka bir cerbeze ile ortaya koyacak, ardından da hakkın hatırını esas alarak gerçekleri açıklamaya çalışacağız:

- Cerbeze de olsa insanın aklına gelir ve insan bu cerbezeciye sormak ister: Acaba, bu tür bir cerbeze sadece ebced hesabı için mi, geçerlidir? Eğer, “ebced hesabıyla aynı ortak paydada buluşan her iki taraf (örneğin hamd-kelb)mutlaka tevafuk ettiği şeyin kimliğine girmesi gerekiyorsa, bu takdirde normal kelimeler ve isimlerle oluşan bir tevafukun -bu kimlik tespitinde- daha da belirleyici olması gerekir. Bu cerbezeye göre, “Muhammed Allah’ın resulüdür” ayetini duyan ve adı Muhammed olan kimselerin, sabah kalkar kalkmaz, ilk iş olarak Nüfus cüzdanını eline alıp “Allah beni size peygamber olarak göndermiş, çünkü benim adım Muhammed’dir” diyerek Belediye anonsundan kendilerini peygamber olarak ilan etmelerini normal karşılamak gerekir.

- Keza, bu cerbezeye göre işe bakıldığında, ayette geçtiği üzer, “Ben Ahmed adında gelecek bir peygamberi müjdeliyorum” diyen Hz. İsa’nın bu müjdesini duyan ne kadar Ahmed varsa, hepsi de “peygamber adayı “olarak ortaya çıksa, onları kim yadırgaya bilir?

- Tabii ki, sadece peygamberlik değil, sultanlık da işin içine girer. Adı Abdulaziz, Abdulhamit, Abdulmecid olanlar, bir gün uyanıp “ Memleketin Sultanları” olduklarını iddia etseler, -bu cerbezeye göre- bunlara inanamamak mümkün mü?

Demek ki, bu çarpık zihinlerde oluşan demagoji formülasyonu, yalnız aritmetik tevafuklarda değil, normal ifadeler, kelimeler, isimlerin tevafukları için de söz konusudur. Gerçekten bu ciddi(!) konuyu keşfedenlerin uluslararası fuarlarda boy göstermeleri gerekir. Bu sofestaî antika buluşun muzip müşterileri çok olur.

- Şimdi hakkın hatırını esas alarak hakikatleri şöyle izah edelim:

- Tevafuk, ister kelimelerin lafızları ile manaları arasındaki bağlantı açısından olsun, ister kelimelerin ebced hesabıyla gösterdiği aritmetik tablo ile işarî manası arasındaki alakası olsun, bir değer ifade etmesi için bazı şartların tahakkuk etmesi gerekir. Bunları şöyle sıralaya biliriz:

a. Bulunan tevafuk’un bir değer ifade etmesi için mantıksal çelişkiden uzak olması gerekir. Örneğin, “Muhammed” isminden ötürü peygamberlik iddia eden bir kimsenin şu mantık bağıntısını bilmesi gerekir ki; “Ahir zaman peygamberinin ismi Muhammed (a.s.m)’tir, fakat her Muhammed ismini taşıyan peygamber değildir.

b. Meyve adı ortak paydasında birleştikleri için, elmayı armut ile karıştıran kimse de şunu bilecek ki, “Her bir tür, bağlı bulunduğu cinste birleşmek zorunda olduğu gibi, bir başka türden de ayrılmak zorundadır.” Bu sebeple, her elma meyvedir, her armut da meyvedir, fakat her elma armut olmamak zorundadır. Demek ki, her armut meyvedir, ama her meyve armut değildir.

- Bilindiği gibi, insan da canlı bir varlıktır, öküz de canlı bir varlıktır. Bu canlılık ortak paydasını düşünerek “insan öküzdür “ diyen kimse, kendi öküzlüğünü ortaya koymuş olur.

c. Tevafuk, dinî açıdan aykırılık olduğu bir yerde herhangi bir değer ifade etmez. Örneğin, fasık bir adamın gösterdiği harikulade bir durum, onun veli olduğunu göstermez. Çünkü, fasıklık, velayete aykırıdır. Bunda ümmetin icmaı vardır.

- Mesela, Allah da görüyor, biz de görüyoruz. Allah da işitiyor, biz de işitiyoruz. Bu ortak paydadan hareketle birisi kalkıp “Allah’a cismaniyeti” isnat edemez. Çünkü, bu husus Kur’an’ın ruhuna aykırıdır. “Allah’ın benzeri hiçbir şey yoktur, O her şeyi hakkıyla işitendir, görendir.”(Şura, 43/11) mealindeki ayet, bu tevafuktan bu yargıya varmayı reddetmektedir.

d. Şimdi de Uygun bir tevafukun nasıl olacağını gösteren bir misal arz edeceğiz:

- Daha önce de ifade edildiği üzere, “Ahmed” adını taşıyan herhangi bir vatandaş kalkıp da,

"Meryem oğlu İsa demişti ki: Ey İsrailoğulları, ben size Allah’ın elçisiyim, benden önce gelen Tevrat’ı doğrulayıcı ve benden sonra gelecek, Ahmed adında bir elçiyi müjdeleyici olarak geldim."(Saf, 61/6) mealindeki ayette müjdelenen Ahmed’in kendisi olduğunu söylese tam bir alay konusu olur. Neden? Çünkü; Hz. İsa’nın müjdesine layık bir performans gösteren Hz. Ahmed-i Muhammed (a.s.m)’den başka hiçbir kimse yoktur.

- Allah, bu müjdeyi verirken, Ahmed ismine tevafuk eden ve onun peygamberlik zamanına işaret eden sinyaller de bırakmıştır. Örneğin;

1. Ahmed kelimesinin ebced değeri: 53’tür.

2. Ayette ismi anlamına gelen “ismuhu”nun ebced değeri: 106=2x53’tür.

3.Ahmed isminin geçtiği Sure, şifresiz sureler sisteminde, Kur’an’ın sondan sırası: 53’tür.

4. Hz.İsa’nın kendisinden sonra geleceğini seslendiren “Y’TÎ MİN B’ADÎ = 597” (4 kelime,10 harfiyle birlikte ebced değeri: 611’dir ki, Hz. Peygamber (a.s.m)’in peygamberlik tarihidir.

5. Allah bu ayeti, Kur’an’ın 5169.ayet olacak bir yere yerleştirmiştir. Çünkü, Bu sayı 611+4558’dir. 611 rakamı, Hz. Peygamber (a.s.m)’in peygamberlik tarihidir. 4558 sayısı ise, 86x53’tür. 86 rakamı benden sonra anlamına gelen “B’ADΔnin ebced değeri olduğu gibi, 53 de Ahmed isminin ebced değeridir.

İşte tevafukların değer ifade etmesi için ayetin manası ile manevî bir münasebetinin bulunması gerekir.

- Risale-i Nur’da gösterilen işaretlerin hepsinde kuvvetli münasebetlerin olduğunu ehl-i insaf teslim eder.

ve daha fazlası: http://www.sorularlarisale.com/subpage.php...e&aid=10838

Link to post
Sitelerde Paylaş

Yine denyo denyo bir sürü boğmaca yazı..

Risale-i Nur denen pesvaye kağıt parçalarında tahrifat yapılmıştır..

Aynı çöplüğün köpekleri olanların, ellerindeki rantı, ağızlarındaki sakızı kaybetmemek adına birbirlerini,

Atatürk ün kurduğu Türkiye Cumhuriyeti'nin, tağut dedikleri mahkemeleri vasıtasıyla onlarca kez ısırmaya kalkışmışlardır..

Sonuç, risalelerde değişiklik ve tahrifat yapıldığı kesindir..

Uzun uzun yazmak gereksiz, ilgilenenler için mahkeme kararları:

http://www.islamisohbet.net/forum/risale-i...-kararlari.html

Bu da burada bölücükle suçlanan şahsın Badılı ya cevabı..

Evet-risale-i-nur tahrif olmustur biz boyle bilelim ama dis alem bilmesin..Ağağıdaki link başlığı..

Ata et, aslana ot atılmaz diyerek, risalenin bir çok bölümü güya üstadları istemiş diye çıkarılmış.

Mağrem olayı yani..Bunu ancak kuş beyinli encek şakirtler yer..

Bu onlar gibi köpek yavrularının, vikviklemesinler diye ağızlarına verilen sakızdır..

http://dinlerarasidiyalog.blogcu.com/evet-...in_2883999.html

Risalelerin kendisi bölücüdür, Saidin kendisi bölücüdür, günah keçisi aramaya gerk yok..

Bugün kü durumda bunun ispatıdır..

tarihinde Jeriko tarafından düzenlendi
Link to post
Sitelerde Paylaş

Hakiki Ve Has Nur Talebesi Olmanın Şartları:

1-Yaratılış gayesini dünyaya gönderiliş sebebini ve tek görevini Risale-i Nur neşri ve hizmeti bilir. ,(Emirdağ .L.1)

2-Risale-i Nur haricindeki hiçbir düşünce fikir nasihat onun için önemi yoktur ve etkilenmez sadece Risale-i Nur neyi yap derse tüm teslimiyetle onu ifaya çalışır. ,(Kastamonu L.mektup no:49)

3-Sadece Risale-i Nur için konuşur onun için yer onun için oturur, (Emirdağ .L.1)

4-Risale-i Nur o nurcunun atan kalbi düşünen aklı alıp verdiği nefesi attığı adımı dır. ,(Emirdağ .L.1)

5-Risale-i Nuru şahsi hiçbir şeye alet etmez,(tüm külliyatın hasetsen ihlas risalesi düsturu )

6-Dünyevi rütbede,dünya ya güzel gözükmeye asla çalışmaz nazarları Risale-i Nura verir.(Emirdağ .L.1 ve ihlas risalesi)

7-Risale-i Nur davası için anadan babadan yardan ayrılır dünyayı terk eder ölüme gülerek gider, (Emirdağ .L.1)

8-Risale-i Nur davası için her türlü işkence saldırı ve taarruza karşı ehemmiyet vermez işine devam eder. (hutbe-i şamiye)

9-Risalei Nur davasında Nurcu olmayan insanların görüşleri nurcunun nazarında önemi yoktur dinlenmez(1.şua,8,18,28Lma)

10-Risale-i Nur davasında ki Nurcu tarikatın zamanı olmadığını bilir ve evliya kutup hatta gavs gelse ancak nur talebesinin yanında kardeş olmaya çalışsın ama evliyalığı yada kutupluğu nurcunun yanında bir şey ifade etmez.(Kastamonu L.m.no.21)

11-Risale-i Nura karşı çıkan Allaha savaş ilan etmiştir,(14.şua)

12-Risale-i Nur Kuranla bir bütündür onun müdafisidir mucizesidir,(1.şua 8,18,28, lema. lahikalar)

13-Nur talebesi bilir ki dünya risale-i nurla dönüyor o yok edilirse o an kıyamet kopar. (14.şua)

14-Nur talebesi nurcuyum diyen herkesle istişare etmez risale-i nuru mihenk yapar eğer karşısındakinin nurcu olduğuna kanaat getirirse o zaman fikrini alır an şart ki Risale-i Nura bağlı kalınsın.(bir düstur )

15-Nur talebesi Risale-i Nur içine giren fitneleri izaleye çalışır,(hutvat- sitte)

16-Nur talebesi sadaka zekat almaz mecburi kalsa alsa açlıktan ölse dahi o zekat sadakayı risale-i nur neşrine verir.(ihlas R.)

17-Nurcu için Risale-i Nur canından kendi saadetinden önemlidir.(1.şua.T.hayat)

18-Nur talebesi dünya saadetini de gerekirse ahretini de feda eder,(bütün külliyat)

19-Nur talebesi neticeye değil hizmetine bakar.(ihlas risalesi)

20-Nur talebesi Risale-i Nuru sadeleştirmeye kalkmak isteyenlere ve o zihniyete düşmandır. (Mektubat sh:372)

21-Nur talebesi farzlara ayrıntı füruat diye hitap edenlere düşmandır.(müslümanın görevidir)

22-Nur talebesinin hizmetni gören kişiler sen uçmuşsun dendiğinde onu diyen kişi sadece ahmaktır süfyaniyete yamak tır.(th)

23-Nur talebesine Fanatik sin dendiğinde o nurcu anlar ki davasına sahip çıkıyor.(t.hayat)

24-Nur talebesi her şeyini feda eder ama Risale-i Nuru asla.(R.külliyatı)

25-Nur talebesi zulme rıza göstermez tavrını gösterir.(M.28.mektup)

26-Nur talebesi ispatlı olmayanın peşinden gitmez akli mantıki ilmi delilli müdakkik olur.(Risale-i Nur düsturu)

27-Nur talebesi sadık ihlaslı sebatkar olur elindeki baki elmasları cam kırıklarıyla asla değiştirmez (Risale-i Nur düsturu)

28-NUR TALEBESİ RİSALE-İ NURU SÜREKLİ OKUR haricindekilere Risale-i nur için nazar eder. (Emirdağ .L.1)

Link to post
Sitelerde Paylaş
Tamamdır.. Mesele şu anda tam istediğim gibi sonuçlandı.. Teşekkürler ceriko.. şu son link ve son konuyu açma fikrin herşeyi açıklıyor zaten..

Sen, bana yok dediğin haşiyeyi gözüne soktuğum an bittin çaylak..

Ortadaki tek gerçek bu..Gerisi hava-cıva..Hep aynı nurcu taktikleri..

Link to post
Sitelerde Paylaş
to be continued!!! :ph34r: burada bittiğini zannetmeyin.. arkadaşımız en kısa zamanda en taze iddialarla geri dönecektir.. bekleyin.. bende bekliyorum... :D

hahahaha..beni durdurmaya mı çalışıyorsun oflaz?

Yoksa üstadın gibi bakla falı mı açtın da kahinliğe oynuyorsun?

Bir de hala iddia demiyor mu..Mahkeme kararlarını tanımıyormusun?

oflaz isminden Of lu ve de laz olduğun anlaşılıyor?Aklıma gelen fıkrayı anlatayım:

Oflunun biri berbere girer..Sakalları kestircem der..

Berber tam köpükleyecek, -biz Ofluyuz köpüğe gerek yok, vur usturayı..

Daha ilk usturada -Oflu dediysek o kadar da değil babam Arsinli, köpükle der..

Şimdi Milli Maçı seyredecem..Gelince devam ederim..

:)....

tarihinde Jeriko tarafından düzenlendi
Link to post
Sitelerde Paylaş
  • Konuyu Görüntüleyenler   0 kullanıcı

    Sayfayı görüntüleyen kayıtlı kullanıcı bulunmuyor.


Kitap

Yazar Ateistforum'un kurucularındandır. Kitabı edinme seçenekleri için: Kitabı edinme seçenekleri

Ateizmi Anlamak
Aydın Türk
Propaganda Yayınları; / Araştırma
ISBN: 978-0-9879366-7-7


×
×
  • Yeni Oluştur...