Jump to content

Zorla güzellik olur mu?


Recommended Posts

Eğer nefsine tapıyorsan tabi ki de allah ı sevemezsin, sevmek istemezsin, işine gelmez. nefsin buna engel olmak ister fakat şunu bil ki o taptığın nerfsini yaratan da allah tır. o nefsinin isteklerini sana güzel göstermesini sağlayan da allah tır. neden güzel gösterir? çünkü seni allah yolundan ve ahiretten saptırmak, dünya hayatına bağlanmanı ister. bu da allah ın bir imtihanıdır. acaba bu dünyanın gelip geçici zevklerine mi? yoksa sonsuz bir ödüle mi meyil edecek diye? yani bir nevi kim akıllı kim ahmak? diye imtihan eder. işte aklını kullananlar gelip geçici ve sonu yokluk olan bir hayatı, sonsuz bir cennete veya cehenneme tercih etmezler. bugün dinin dışında güzel, iyi denen ve dine aykırı herşey nefsine hizmet eder. bu dünyada nefsimize karşı koymayıp, keyfimizce yaşayacaksak, bu nasıl bir imtihan olur? hangi mücadaleyle, hangi yüzle bir cennet isteyebiliriz? hiç mi utanmamız yok? bu kadar mı yüzsüzüz?

Biraz bilimselliğe girelim. İnsanın bilinci üç bölümden oluşur. Ego, süperego ve it. Sizin nefis dediğiniz şey "it" olsa gerek. İt benliğimizin bitmek tükenmek bilmeyen isteklerini bize dayatır. O yemeği ye, O kızı (erkeği) "iyi et", o parayı al, cebine koy gibi istekleri vardır. Süperego ise ahlakın istediği şeyleri önerir. Sokakta çıplak dolaşma, kimsenin malını çalma, o beğendiğin kıza sulanma der. Ego da bu ikisi arasında denge kurarak kişinin gerçek ile yüzleşmesini ve doğru davranışlarda bulunmasını sağlar.

Yine dincilerin iddiasına göre kendilerinden olmayan kişiler "it" (nefis) kontrolünde canları ne isterse onu yapmaktadırlar. Halbuki gerçek böyle değildir. Herkes kendi süperego-ego-it dengesi içinde davranışlarda bulunur. Dinciler başkalarını da kendileri gibi zannettiklerinden din kontrolü olmazsa insanların "it"in hevası peşinde yaşayacaklarını iddia etmektedirler.

Kendimden örnek vereyim; dini bir inancım yok. Yolda giderken hoş bir kız gördüğümde yarım saniye "çaktırmadan" bakıyorum ve yoluma devam ediyorum. Kıza yiyecek gibi bakmıyorum, laf atmıyorum, kızı ellemiyorum. Kendi içimdeki "it"i din inanca cehennem korkusuna ihtiyaç duymadan kolayca kontrol ediyorum. Diğer insanların da benim gibi olduğunu düşünüyorum. Kadınlara sarkıntılık edenlerin, tecavüz edenlerin dinden bağımsız olarak superego-ego-it dengesizliğine sahip olduklarını sanıyorum.

Özetleyeyim, "nefis" emirlerine uyarak yaşamak ile din arasında hiç bir ilişki yok!

İkinci kısma geleyim, 43 yaşındayım, ortalama 30 sene daha yaşarım. Peki sonra? Sonra ölüp gideceğim, yok olacağım. Cennette sonsuza kadar cennet taamları ve huriler arasında yaşamak (yaşamak?) aslında bana çok çekici geliyor. Yapamam gereken ne var? Kelime-i şahadet, oruç, namaz, zekat, hac; yaparım lan! Nedir ki? Ayet bilmemne hepsini biliyorum, baştan öğrenmeme de gerek yok. Nihayetinde sonsuz nimet var. Yalnız küçük bir sorun var. O mavi hapı (kırmızı mıydı, hani matrixteki) yutamıyorum. Aklım bu düzenin doğru olmadığını, yutturmaca olduğunu bağıra bağıra söylüyor. Ne yapabilirim ki?

Son söz: Bilmem farkında mısınız, cennetteki "nimetler" sadece "it"e (nefis?) hitap ediyor. Terif edilen cennette daha yüksek hazlara yönelik bir nimet yok

Link to post
Sitelerde Paylaş

Okudum, hatalar içerse de genel olarak katılabileceğim noktalar pek çok.

Negri misal; iktidarın parçalanmışlığı ve çokmerkezliliğini öne çıkararak, iktidarın toplumsallaşmasına vurgu yapıyor; diğer yandan hem bu iktidar toplumsallaşmasının tüm toplumu çepeçevre sarmasının, işçi sınıfının otonom gücünü büyüttüğünü iddia ediyor -yani toplumsal/tarihsel belirlenimin dışına kaçma olanağına vurgu yapıyor ki, Foucault'dan beri gelen modernizm eleştirisinin içine eder bu yaklaşım, 'toplumun fabrikalaşması' argümanını sakatlıyor-, hem de Marksist bir kavrayışı koruyabilmek için, ekonomi-politiğin merkeziliğine vurgu yapıyor.

Bu sorunlu bir temel nokta, Deleuze'le Negri ve Negri'yle onu önceleyen operaismo arasındaki farklılık/çatışma noktalarına işaret ederek; Negri'yi bu ikisi için reddeden tiplerin makalelerini okuyorum son dönemde.

Deleuze, akış ve oluş ilişkilerinin altkümesi olarak 'öznelliklerden' bahsediyor, onların ontolojik ikincilliğini vurguluyor; Negri ise, akış ve oluş ilişkilerini öznellikler çerçevesinde sabitliyor. Toplumun fabrikalaşması, olsa olsa Althusserci anlamda 'tarih, öznesiz bir süreçtir' yaklaşımının benimsenmesine yol açabilir.

Öznelliklerin oluşumu, otonomistlerin entelektüel gelişimi boyunca iktisadi gelişmelere koşut olarak ele alınmıştır; aynı anda iktidarın merkezsizliğine de vurgu yapıyorlar. Sakat bir durum :) Bir yandan ekonomi-politiğe 'merkezi' vurgu yapılıyor, diğer yandan 'iktidarın yeri yok' deniyor yani.

Bu aralar Harvey'e sardım biraz da, hayırlısı :)

Bazı konularda fikrini almak istiyorum.

Otonomistler iktidarın çok merkezliliği ve ''toplumsal fabrika'' düşüncesini terketseydi, bunların yerine sadece ekonomi-politiğin belirleyiciliğini kabul etseydi, emeğin kendini 'ücretli emek' haline getiren sermaye diyalektiğinden kurtulması üzerinden gerçekleşen bir özne kurulumunu yine savunabilirler miydi? Peki imparatorluk ve dolayısıyla çokluk fikrini savunabilirler miydi?

Althusser iktidarın çok merkezliliğini mi savunuyordu? İktidarın her yere yayılmış olduğu düşüncesi, bizi zorunlu olarak kendiliğindenciliğe mi götürür? Eğer iktidar heryerdeyse, ondan otonomlaşacağımız hiçbir yer kalmamakta mıdır? Yoksa, heryere yayılan iktidar kendini insanlara ''dışarıdan'' değil ''içeriden'' dayattığı için, entelektüel bir mücadele sonunda herkesin kendi otonomisini kurmasının yolu açılır mı? Bir kere, şu ''toplumsal fabrika'' ile ''iktidarın çok merkezliliği' ya da ''kültür endüstrisi'' veya ''biyopolitik iktidar'' düşüncesi aynı mıdır? Örneğin, tek merkezli bir iktidar da biyopolitik olabilir mi? Veya şöyle sorayım, eski emperyalizm tanımını kabul etsek ve ulusal sınırlar içinde mücadele etsek yine de çokluk nosyonunu kullanabilir miyiz?

Not: Bu yazdıklarımın konu başlığı ile ilgisi yok ama bunlar da ilgimi çekiyor, ne yapayım? :)

tarihinde Freddie_ tarafından düzenlendi
Link to post
Sitelerde Paylaş

Bazı konularda fikrini almak istiyorum.

Otonomistler iktidarın çok merkezliliği ve ''toplumsal fabrika'' düşüncesini terketseydi, bunların yerine sadece ekonomi-politiğin belirleyiciliğini kabul etseydi, emeğin kendini 'ücretli emek' haline getiren sermaye diyalektiğinden kurtulması üzerinden gerçekleşen bir özne kurulumunu yine savunabilirler miydi? Peki imparatorluk ve dolayısıyla çokluk fikrini savunabilirler miydi?

Althusser iktidarın çok merkezliliğini mi savunuyordu? İktidarın her yere yayılmış olduğu düşüncesi, bizi zorunlu olarak kendiliğindenciliğe mi götürür? Eğer iktidar heryerdeyse, ondan otonomlaşacağımız hiçbir yer kalmamakta mıdır? Yoksa, heryere yayılan iktidar kendini insanlara ''dışarıdan'' değil ''içeriden'' dayattığı için, entelektüel bir mücadele sonunda herkesin kendi otonomisini kurmasının yolu açılır mı? Bir kere, şu ''toplumsal fabrika'' ile ''iktidarın çok merkezliliği' ya da ''kültür endüstrisi'' veya ''biyopolitik iktidar'' düşüncesi aynı mıdır? Örneğin, tek merkezli bir iktidar da biyopolitik olabilir mi? Veya şöyle sorayım, eski emperyalizm tanımını kabul etsek ve ulusal sınırlar içinde mücadele etsek yine de çokluk nosyonunu kullanabilir miyiz?

Not: Bu yazdıklarımın konu başlığı ile ilgisi yok ama bunlar da ilgimi çekiyor, ne yapayım? :)

Sevgili Freddie,

Valla ahiret soruları sormuşsun. Kendimce yanıtlayayım:

Otonomistler iktidarın çok merkezliliği ve ''toplumsal fabrika'' düşüncesini terketseydi, bunların yerine sadece ekonomi-politiğin belirleyiciliğini kabul etseydi, emeğin kendini 'ücretli emek' haline getiren sermaye diyalektiğinden kurtulması üzerinden gerçekleşen bir özne kurulumunu yine savunabilirler miydi?

Evet, yani ortada bir mantıksal çelişki yok. Ama böyle bir teoretizasyon yapmak için; ekonomi-poliğin ve dolayısıyla 'iktidarın yerinin' dışarısındaki ilişkilerin 'görece özerk' bir analizini de ortaya koymak gerek: Misal, emeğin kendini sermaye diyalektiğinden kurtarmak için kaçabileceği 'dışarısı'nın, ekonomi-politiğin iktidar alanının dışarısı olan 'üstyapı'yla ilişkisi analiz edilmelidir: 'Üstyapı', bir kaçış olasılığını sistemin kendisinden daha sert bir biçimde kapatıyor/engelliyor olabilir, dışarıdan öncülük sorunsalı yeniden önümüze gelebilir. Üstyapının ne ölçüde otonomiye sahip olduğu, tam bu alana mı yoksa bir başka 'iktidar dışı' alana doğru mu kaçışın mümkün olduğu ve bu kaçışlın mevziinin bir kuramsal analizle ortaya konması gerekir.

Peki imparatorluk ve dolayısıyla çokluk fikrini savunabilirler miydi?

Negri-Hardt'ın anladığı bir anlamda imparatorluğu savunamazsın; çünkü onlar, emperyalizmin, kapitalizmin dışarısına -gerek Üçüncü Dünya, gerek her tür kapitalizm dışı özerk alanlar- atıfla anlam bulabileceği, bu dışarısı ortadan kalktıktan sonra imparatorluğun mümkün hale geldiğini iddia ederler. Üstelik, İmparatorluktaki değişimi bir yandan da Fordist üretim biçiminden, Post-Fordist biçime geçişle ilişkilendirirler: Sen ya bunu reddedeceksin, ya da bu geçişin sınıf bileşiminde 'tözsel bir değişiklik' yaratmadığını ortaya koyacaksın ki, yukarıda işaret ettiğin biçimde düşünmeye devam edebilesin.

Senin dediğin durumda, 'proletarya' varken 'çokluğa' gerek yok zaten.

Althusser iktidarın çok merkezliliğini mi savunuyordu?

Althusser imkansız birşeyi başarmayı deniyordu: Hem iktisadı, toplumsal etki alanlarının 'merkezinden' çıkarıp, hem de onun 'son kertede belirleyiciliğine' vurgu yapmaya çalışıyordu, nitekim elimizde Althusser'den, 'ekonomi son kertede belirleyicidir, çoğu zaman da o son kerte asla gelmez' gibisinden, somut olarak neyin kastedildiği pek belli olmayan bazı tümceler kalmış durumda :)

Bir de Althusser daha 'yukarıdan', daha bir devlet-merkezli iktidar profili çizmeye çalışıyordu, Foucault'nunki daha aşağıdan, daha merkezsiz ve savruktur.

İktidarın her yere yayılmış olduğu düşüncesi, bizi zorunlu olarak kendiliğindenciliğe mi götürür?

Kendiliğindenciliğe bile yer bırakacağını sanmıyorum; Foucault son yazılarında 'insan neden direniyor bilmiyorum, ama işte direniyorlar ve analizi bunun üzerine kurmak lazım' filan diyor, iktidarın arzuları, duyguları, fikirleri ürettiği ve iktidar-dışı bir benlik nosyonunun anlamsız kaldığı bir noktada, direniş unsurunun nereden geleceği ciddi bir sorun haline geliyor.

Burada Judith Butler Lacan'a işaret ediyor, bence de orası birşeyleri çözmemizde yardımcı olur gibi :)

Tabii, iktidar ve proletarya heryerde ise, bu durumda 'dışarıdan öncülük' fikri somut kılınamaz gibi geliyor, zira Negri'nin en önemli vurgularından biri de bu.

Eğer iktidar heryerdeyse, ondan otonomlaşacağımız hiçbir yer kalmamakta mıdır?

Eğer iktidar 'heryerdeyse', evet kalmamaktadır. Buradan iki çıkış yolu sunuyor Otonomcular:

1. Deleuzecü vurgu: Kapitalizmi kendinden önceki bütün sistemlerden ayıran, iktidarın zaman/mekan sınırlılığını, sürekli bir sermaye akışı süreci çerçevesinde zırt pırt yerinden etmesidir, zırt pırt yerinden edilen mekan ve zamansallıklarda yaşayan bireyler bu tarz durumlarda, eski rolleriyle yeni rolleri arasındaki o 'sınır durumu'nda, devrimci bir nitelik kazanabilirler çünkü bir önceki iktidar kodu sökülmüşken, henüz yenisi adapte edilememiştir.

Burada, yine devrimi ve devrimci eyleyişi, sermayenin eylemliliğine kapatma eğilimi var ki, pek çelişkisiz durmuyor bu :)

2- Negrici vurgu: İşçi sınıfı, sermayenin kendisini yeniden-üretim sürecinde, sürekli yeniden proleterleştirildiği için, zorunlu olarak iktidar-sisteminden kopuş kışkırtılmaktadır.

Ama o zaman da, proleter-oluşa, sermayeye atfedilmeyen bir ebedi/ezeli 'öz' atfetme riski var, bu da sorunlu gibi duruyor. Hele hele, bütün tezin 'sermaye birtür şey değil, bir ilişkidir' nosyonu üzerine kuruluyken.

Yoksa, heryere yayılan iktidar kendini insanlara ''dışarıdan'' değil ''içeriden'' dayattığı için, entelektüel bir mücadele sonunda herkesin kendi otonomisini kurmasının yolu açılır mı?

İşte Foucault/Deleuze/Negri çizgisinin en temel itiraz noktası, 'iktidarın dışarıdan dayatılmadığı'dır, klasik Marksizm'e yöneltilen en önemli eleştirilerden biridir, klasik Marksizm bu bağlamda Manişeist olmakla suçlanır.

İki temel ilke var işte ki Foucault orijinlidir:

1) İktidardan önce bir benlik, kişilik, duygulanım vs. yoktur, tüm bunların iktidarın tarihsel işleyiş sürecinde kurgulanır. İktidar yalnız sınırlamaz, aynı zamanda üretir ve yaratır.

2) İktidarın dışarısı yoktur.

İşte tam burada, bir devrimci özne figürünü teoretize etmek olanaksızlaşıyor.

Bir kere, şu ''toplumsal fabrika'' ile ''iktidarın çok merkezliliği' ya da ''kültür endüstrisi'' veya ''biyopolitik iktidar'' düşüncesi aynı mıdır? Örneğin, tek merkezli bir iktidar da biyopolitik olabilir mi?

Toplumsal fabrika, artık sermaye yalnız fabrikada ürünün üretimiyle değil, bütün toplumsal ilişkilerin yeniden-üretimiyle değer yaratır demek. Bu, illa 'iktidarın çok-merkezliliği' anlamına gelmez, ama fabrika alanından çıkan sermayenin yapısının melezleşmesini bekleyeceğimiz için, iktidarın da merkezsizleşmesini beklemek mantıksız olmaz sanırım.

Kültür endüstrisi Frankfurt Okulu'nun bir kavramsallaştırması, o farklıdır. Kapitalizmin kendisini üretim koşullarını, sanata ve kültüre dayatması temelinde açıklanıyor ama, bu 'sermayenin dayatması' geyiği, tek taraflı bir sermaye okuması olduğu için pek Negrici/Negrice birşey olamaz.

Bütün karmaşıklığıyla hayatın, yani bedenin, arzuların vs. tek merkezden üretildiği bir toplum mantıksal olarak çelişkili değil ama, pratik olarak pek olanaklı değil. Üstelik toplumu kendi içerisine tam olarak kapatması riski var ki, bu durumda işçi sınıfının otonom bir alana nasıl olup da sahip olacağı sorusu daha bir yakıcı hal alır sanıyorum.

Veya şöyle sorayım, eski emperyalizm tanımını kabul etsek ve ulusal sınırlar içinde mücadele etsek yine de çokluk nosyonunu kullanabilir miyiz?

Emperyalizm nosyonu da, ulusal sınırlar içerisinde mücadeleye pek yatkın sayılmaz: Lenin'in Alman Devrimi'nin başarısını beklemesinin sebebi bundandı, üstelik Bolşevikler, 'Rusyanın devrim koşulları için olgun olmadığını, fakat dünyanın yeterince olgun olduğunu' iddia ediyordu Menşeviklerle tartışmalarında, bu Rusya'da devrimci bir mücadele yapan bir grubun, emperyalizmi 'ulusal sınırlar içerisinde mücadele etmek' ile bir arada algılamasını olanaksız kılar.

Çokluk da sorunlu olur bence, 'sermayenin ülke içerisinde dur durak bilmeden genişlediği ve sürekli hareket ettiği, fakat bununla beraber ulusal sınırları asla aşındırmadığını' filan iddia edebilirsen, ancak o zaman çokluk nosyonunu kullanmaya devam edebilirsin bu koşullar altında :)

Bugünlük bu kadar kanka :)

Link to post
Sitelerde Paylaş

Bu arada o kadar yazı yazdık, zırt diye biri gelip 'konuyla alakası yok' diye siliyor; ben kopyamı alıyorum ama, Freddie okumadan bunu silen mod'la harbi kavga ederim.

O kadar emek veriyoruz şurada, buna da bir saygı duymak gerekir...

Link to post
Sitelerde Paylaş

Yazını okudum kanka, zaman ayırıp cevaplamışsın sağol. :)

Otonomistlerin görüşü -kendi yaptığım okumalardan anladığım kadarıyla- şöyle özetlenebilir: Üretici güçler günümüzde farklı bir gelişim aşamasına girmiş ve maddi olmayan emek(entelektüel emek ve duygulanımlar v.s.) de üretim sürecinin önemli bir parçası haline gelmiştir. Bunu bilen sermaye, iktidar mekanizmasını -maddi olmayan emeği de işçileştirmek için- fabrikadan çıkarıp tüm topluma yaymıştır('toplumsal fabrika'). Böylece iktidar tek merkezli olmaktan çıkıp her yere yayılmıştır. Kapitalizmdeki bu değişim, emperyalizmin yapısını da değiştirmiş ve çok uluslu şirketleri tüm dünyaya hükmeder hale getirmiştir. Artık emperyalist ülkelerden ziyade, emperyalist şirketler vardır. İmparatorluk denen şeyin özü budur.

Fakat hakikaten de böyle bir tablo içerisinde emeğin sermayenin diyalektiğinden nasıl otonomlaştırılacağı konusunda fazla bir açıklama bulmak zor. Bu noktada kendi fikirlerimizi yumurtlamak durumundayız haliyle. Birkaç tane yumurtlayayım o zaman;

*Maddi olmayan emeğin tahakküm altına alınışı maddi olan emeğin alınışı kadar kolay olmadığı için, üst yapı alanındaki devrimcileşme mücadelesi sonuç verebilir. Yani toplumun fabrikalaşması ve iktidarın heryerdeliğini kabul ettiğimiz halde, maddi olmayan emeğin tahakküme alınışının maddi olandan daha zor olması türünden bir açıklama yapılabilir ve öznenin otonomlaşabileceği iddiası bu tür bir açıklamayla temellendirilebilir(mi?).

*Veya, Gramçi'nin ''ideolojik mücadele''si bu noktada devreye sokulabilir(mi?).

*Benliğin yaratımının tek taraflı olmayıp iktidar dışı belirleyenlerce de şekillendiğini söyleyerek, iktidar dışı bu etkenlere vurgu yapılabilir(mi?). Örneğin, kişisel yaşanmışlıklar örnek verilebilir. Tamam iktidar heryerde olabilir ve bizi ''içeriden'' kuşatmış da olabilir ama mesela sevdiğimiz bir yakınımızı kaybetmemiz, işten atılmamız, refah seviyemizdeki ani değişimler v.b. şeylerin de benlik oluşumumuzda etkisi yok mudur? Bu etkenler, iktidarın etkisiyle zıtlaşırsa belki öznenin otonomi kazanmasının yolu açılabilir(mi?). Veya çok merkezli iktidarın bizdeki farklı etkileri arasında bir çelişki bulunup otonomlaşma buradan türetilebilir(mi?).

*İktidar benliğimizde sadece kendini değil kendine tepkiyi de üretiyor olabilir(mi?). Hani herşey zıttıyla varoluyor ya, o ayak.

*Ya da benliğimizde ''doğal olarak'' iktidara direnen birşeyler olduğu önkabulünü yaparsak belki bu da işe yarayabilir(mi?).

*Ayrıca ve aslında Negri'nin açıklaması da mantıklı gibi duruyor. İnsanları sürekli olarak proleterleştiren tam da sermayenin hareketleri zaten. Kendi hareketliliği gereği beni sürekli olarak proleterleştiriyor, bu değişim, bende yarattığı iktidarı da sürekli bir krize sokuyor. Tabi burada, proleterin mücadelesinin de sermayeyi onu(proleteri) sürekli olarak yeni biçimlerde tahakküme almak zorunda bırakmasını ve bunun 'benliği iktidardan özgürleştirme' olanağını sürekli diri tutmasını da vurgulamak gerekir. Yani önceki tahakkümü ile yeni olan birbiriyle çelişiyor veya en azından bu sürekli değişimler kişide huzursuzluk yaratıyor olabilir. Bu huzursuzluk da iktidara karşı bir tepkiyi veya ondan özgürleşmeyi sağlayabilir(mi?).

*Veya şöyle birşey de söylenebilir: Bilirsin, Che'nin ve Türkiye'de de Mahir'in bir ''sürekli bunalım dönemi'' analizi vardır. Belki iktidarın bizde şekillenmesi de, -sermayenin sürekli hareketi ve sınıf mücadelesinin onu farklı türde tahakkümler geliştirmeye zorlaması sonucu-, sürekli bir bunalıma giriyordur. Sistem iktidarını bizde sabit tutamıyor ve sürekli yeniden üretmek durumunda kalıyor. Her değişim bizim bünyeyi sarsıyor haliyle. Her insanda yaşanan bir çeşit sürekli kriz gibi düşün. (Belki bu argümanla kapitalist toplumun psikolojisinin bir eleştirisi de yapılabilir). Sistemin bizde kurduğu önceki iktidar ile sonraki iktidar arasındaki geçişler bizi krize sokar ve bu kriz de sistemin iktidarını bilincimizden atmanın koşullarını sunar. Tıpkı geleneksel ML anlayışın ekonomik-siyasal kriz düşünceleri gibi. Kriz dönemlerini devrimci kopuş dönemleri olarak görürlerdi hatırlarsan. Belki biz de benliğimizde sürdürülen iktidar sürecinin sürekli değişiminin bizde bir krize yol açtığını ve bu krizin bize sermayenin tahakkümünden kurtulma olanağı sunduğunu iddia edebiliriz. Sermayeyi üzerimizdeki tahakkümünü sürekli değiştirmek zorunda bırakan ise ücretli emeğin mücadelesidir. Bu reformist mücadele sermayenin tahakkümünü sürekli değiştirtecek ve bu sürekli değişimler bizim benliklerimizi krize sokacak, bu krizler de tahakkümden özgürleşmemezin yolunu hazırlayacak. Bu özgürleşme de düzenden otonomlaşmış ağlar kurmamızı sağlayacak ve komünalizm böyle gelecek. Yani reformist mücadelemiz karşı tarafı hareketlendirip bizde krize yol açacak ve bu da bizi ve mücadelemizi devrimcileştirecek. Yani nicel değişimler nitel değişime yol açacak bir yerde. Olamaz mı?

İktidarın heryerdeliğine karşın kitlelerin otonomlaşabileceği iddia edilmişse, bu durumda her insanda sistemin yarattığı iktidar ile çelişen bir şey de olmalı ki bu otonomlaşma iddiası temelendirilebilsin. Fakat iktidarla çelişip bize iktidarın etkisinden çıkma alanı sunacak olan o şey ne? Bu şey, yine sistemin yarattığı bir ilişkisellik sonucu mu çıkacak yoksa insan tabiatında mı arıyacağız? Üstte bazı öneriler yaptım ama 'hadi hayırlısı' kanka. İki gündür kafam sürekli bunlarla meşgul.

tarihinde Freddie_ tarafından düzenlendi
Link to post
Sitelerde Paylaş
  • Konuyu Görüntüleyenler   0 kullanıcı

    Sayfayı görüntüleyen kayıtlı kullanıcı bulunmuyor.

×
×
  • Yeni Oluştur...