Jump to content

Atatürk ve Milli Mücadele


Recommended Posts

Aralarında geçen sürtüşmenin detaylarıyla ilgili bir kitabı vardır uğur Mumcu'nun, adı sanırım Kazım Karabekir Anlatıyor gibi bir şeydi. Hepsini okumamıştım ama yanlış hatırlamıyorsam Atatürk takma isimle cevap yazıyordu gazetelerde Kazım Karabekir'e.

Her şeye rağmen gene de Atatürk'ü aklayacağız diye Kazım Karabekir'in hatırası hakkında ileri geri konuşmamak en doğrusu. Mustafa Kemal askerlikten istifa ettiği halde gelip de emrindekilerle beraber paşam emrinizdeyim demeseydi bugün her şey çok farklı olabilirdi.

Link to post
Sitelerde Paylaş

Sağlıklı bir değerlendirme yapabilmek için Kazım Paşa'nın ileri sürdüğü iddiaları niçin incelememiz gerektiğini açıklayabilir misiniz? Daha önce de yazmış olduğum gibi Kazım Karabekir bir hilafet yanlısıdır ve laik-demokratik cumhuriyet anlayışına her zaman muhalif olmuştur.

mrguitar abi:

http://ahmetdursun374.blogcu.com/kazim-karabekir-laiklik-konusunda-ne-dusunurdu-ugur-mumcu-da/778473

kazım karabekir müslümandı ama gayet modern müslümandı yani ben öyle düşünüyorum eğer kızın anlattıkları doğruysa.Kendisi Laiklik ve Cumhuriyet yanlısı,şeriat-yobaz düşmanı olarak bilirim.

Link to post
Sitelerde Paylaş

Sayın Pante,Mr.Guitar

İddiaları gündeme taşımamda bi artniyet yok öncelikle bunu belirtiyim..Şu an yanlış bir zaman bu konuda haklısınız fakat önemli ve araştırmaya değer bi konu..A.F.Cebesoy ve Kazım Karabekir'in anıları ile Mazhar Müfit ve Nutukta ki anılar karşılaştırılmalı,varılan sonuç bence bizi çok önemli bir noktaya götürecektir.Atatürk'ün tuttuğu takımdan sevdiği şarkılara kadar bir çok çalışma yapılmış buda incelenmeye değer bi konu..Ek olarak K.Karabekir'in itirazlarını pek umursamıyorum zaten elle tutulur şeyler de değil benim ilgimi çeken olayların farklı anlatılması yani gerçeği merak ediyorum..

Link to post
Sitelerde Paylaş

Konuyla ilgili bir yazı

KÂZIM KAREBEKİR PAŞA

ÖLÜMÜNÜN (26.OCAK 1948) 62. YILINDA HATIRLAMA

Yakın tarihimiz hakkında öğretilenlerin, gerçekliği, daima münakaşa konusu olmaktadır. Osmanlı Türkü’nün yapmış olduğu İstiklâl Harbi hakkında yazılanlar, sonra ortaya çıkan vesikalar ve hatıratlar arasında farklılık neyin doğru olduğunu anlamamıza yetmemektedir. Resmi tarih diye okuduklarımızın, efsane ve hurafe olduğunu, gerçeklerin tam olarak yazılamadığını, bildiklerimizin, bize bilmemiz istenildiği şeklinde gösterildiği zaman zaman dile getirilmektedir.

Nedense; zamanımızda, tarih arzulara göre yazılıyor. Özelliklede 1919 dan sonraki tarih. Aradan bunca sene geçmesine rağmen, halen bazı şeyleri yazmak suç sayılıyor.

Unutmamalı ki, tarih ne kinin, ne de tabu’ların esiri olamaz. Devletler de, belirli bir süre ( 40, 50 sene) sonunda bütün vesikalar açıklanır. Araştırmacılar okur, tarihçiler yazar. Niye yazdın diye mahkûm edilmez. Tarih bizde ki gibi ne kindir, nede tabudur.

Günümüzde, biz, istiklâl harbini yazamıyoruz. Elimize verilmiş olan metni süsleyip, süsleyip kitap haline getirmek gerçekçilik oluyor. Kim, 1919 dan öncesini daha iyi kötülerse, onunki gerçek olarak, mükafat hak ediyor. Kim cumhuriyet tarihinde olanları anlatırsa, manevi şahsiyete hakaretten cezalandırılıyor. Dünyada kanunlarla korunma altına alınmış bir lider ve yazılması yasaklanmış tarih, başka bir devlette var mı bilmiyorum. Türk’ün manevi gücünü zedeleyen, gerçekleri istismar eden kitaplar, yüz binlerce bastırılarak, bedava, < tarih > diye dağıtılıyor.

Osmanlı-Türkü’nün, İstiklâl harbini banisi olduğu iddia edilen Şark Fatihi Kâzım Karabekir’in Yazmış olduğu “İstiklâl Harbimizin Esasları” adlı kitabının, niçin yakıldığını nasıl izah edeceğiz.

Kâzım Karabekir’in, gerçekler ortaya çıkmasın diye, kireç kuyularında yaktırılan kitabı < İSTİKLÂL HARBİMİZ> 1960 da basılınca toplatılsın diye muhakemeye verilmedi mi? Kitabı kanun karşısında müdafaa eden Sayın Tahsin Demiray Bey’in şu sözlerini ibretle okumak gerekir.

“Muhterem Hâkimler!

…. Efsaneyi yok edecek olan yalnız ve ancak tarihtir.

Tarih yoksa yerini efsane alır.

Bardakta su yoksa yerinde hava vardır. …… “Selahattin Adil Paşa < Bunları ve bazı şeyleri anlatmanın daha zamanı var. Ben ve benim gibi yakın tarihte, hâdiselerin içinde bulunmuş bir takım arkadaşlarım zamanının geldiğini görseydik konuşurduk. Fakat henüz şartlar konuşmamıza müsaade etmiyor.”

Birçok hâdise, birçok insanın işine geldiği gibi anlatılmış, gösterilmiştir. Bazı hakikatlerin bazı tarafları da tahrif edilmiş yahut sukûtla geçiştirilmiştir. Bunlar elbette ebediyen yanlış ve yalan kalamaz. >

Mithat Cemal Kuntay diyor ki:

Bizim yazmadığımız tarihi bizi bilmeyenler yazarlar.

Tarihimi yazanlar olmazsa tarihimi yapacaklarda olmaz.

Sorbon Hukuk Fakültesi Profesörü Fransa Devlet Arşivi Müdürü George Bourgin diyor ki: < hâdiseleri ve insanları arzetmek ve anlatmakla mükellef olan tarihçinin bunları muhakeme etmekle mükellef olduğunu kabul etmek lâzımdır. Fakat şahsi arzu ve meyille bunları mahkûm etmeye kalksa bile ancak tarih münekkitlerinin önünde mes’ul olabilir. Tarihçiyi mahkûm edebilecek bir başka kuvvet daha vardır ki, o da umumî efkârdır.> (Adlî Hayat) mecmuası müdürü ve tanınmış avukatlardan Maurice Hamburingin de: < - Bizce tarih ancak yine tarih yani kendisinden sonra gelecek tarihçiler huzurunda mes’uldür. Zira geçmişin hâkimi olan tarihçinin, bugünün hâkimi olan mahkeme huzurunda sorguya muhatap olmasını akıl kabul etmez. …. >

İnsan kendi kendine sormaz mı? Yola çıkan beş arkadaş! Ve ihtilâlın kanunu < dört hain, bir vatansever. > Bu nasıl oluyor. Tarihimiz, tarihimizi öğrenen nesilden korkuyor, yoksa tarih yapacak yeni nesillerin, tarihini bilmemesi mi gerekiyor?

Filistin cephesinin dağılmasından, Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşuna kadar geçen zaman dilimini Beş’lerden Refet Bele Paşa hariç (< Bu milletin her şeyi yıkılmış, bir İstiklâl harbi ayakta, hatıralarımı yazayım da ONU da ben mi yıkayım> -demiştir.) hepsi yazmıştır.

1. Mustafa Kemal, NUTUK (< Cemal Kutay bu eser için der ki: “ Mustafa Kemal kendi Nutkun da Milli mücadelenin kuruluşunu hakikî olarak anlatmamıştır. > Tarih ve Düşünce Dergisi, sh 28, sayı 60 Temmuz – Ağustos 2005)

2. Rauf Orbay: Hatıraları, 1962 – 63 Yakın Tarihimiz Dergisinde yayınladı. Daha sonra bazı bölümleri çıkartılmış olarak “Cehennem Değirmeni” ismi altında Emre Yayınların iki cilt olarak çıktı.)

3. Ali Fuat Cebesoy Hatıraları,( Üç cilt olarak yayınlandı. Uzlaştırıcı ve olayları yumuşatıcı bir tutum içinde, yazması gereken kadarını, yazmıştır.)

4. Kâzım Karabekir, İstiklâl Harbimiz.( Muhakeme kararıyla doğruluğu tasdik edilmiş olan kitap.)Tarihi olaylar gerçek olarak yalnız bu hatıratta, tarih korkusuzca yazılmıştır.

5. Refet Bele: Yanlış veya eksik, yani gerçeği yazamamaktansa, susmayı tercih etti:

Bunların haricinde yazılanların hemen hepsi, ya methiye, ya da sövgü doludur. Veyahut ta ikinci derecede sorumlu olanların eserleridir ki, ancak yazabilecekleri kadarını yazmışlardır. Nedendir bilinmez, bazıları da, ilk yazdıklarının içindeki metinlerden bir kısmını takip eden baskılardan çıkartmışlardır.

Dr. Rıza Nur’la, Ali İhsan Sâbis Paşa’nın hatıratları da, birinci derecedekiler kadar değerlidir.

Büyük Taarruzu başarı ile yürüten Sakallı Nureddin Paşa’nın yazmış olduğu fakat yayınlanamayan si Büyük Taarruzun olduğu söylenir.

İstiklâl harbini yaptıran sebepleri, bu sebepleri ortaya çıkaran nedenlerin, tarafsızca incelendiğinde görülür ki Refet Bele Paşa , çok haklıdır. Veya Cafer Tayyar Paşa’nın İnkılâp Enstitüsüne yazdığı 25. Eylül 1944 tarihli, Kâzım Karabekir Paşa’nın yollatmadığı, mektubunu ibretle okumak gerekir. (Cemal Kutay, Tarih Sohbetleri 1962/1970)

İnkılâp Enstitüsü yüksek huzuruna:

Son günlerde matbuat sütunlarında, matbualarda ve hatta Ansiklopedi adını taşıyan eserlerde milli mücadelemiz hakkında zanlar, tahrifler yine alıp yürümektedir. Üzerinden yirmi beş sene geçen bu milli davamızın hâlâ sımsıkı örtülü bir örtülü halde tutulması ilim adamlarımızın hatta ilim müesseselerimizin bile onun hakikatine nüfuz edememiş olması bile çok elemlidir ve çok zararlı olacaktır.

Kanun ve tarih karşısında en büyük mes’uliyeti yüklenmiş bulunan İnkılâp Enstitümüzün yanlış neşriyat karşısındaki sükûtu hakikatlerin henüz tespit olunmamış olduğunu göstermektedir. Hadiselerin canlı şahidleri henüz sağ iken mühim noktaların tahkik ve tesbiti elzemdir.

Üçüncü Orduda 1326 (1906) senesinde, daha sonra Arnavutluk harekâtında, Milli Cidalin başlangıcında Trakya’da, Mebus iken bulunduğumuz Terakkiperver

Milli kudrete dayanarak Kuvay-ı Milliye Ruhu ve Milli Hükümet Fikri nüvesi, bunların tahakkuku için de İstiklâl Harbinin yapılması zarureti kanaat ve kararı milli hükümetin siyasi ve askeri plânları Kâzım Karabekir Paşa’nın kafasından çıkmış, Erzurum Kongresinde tesbit edilmiş, sonrada Sivas kongresinde ve Ankara’da seyrini takip etmiştir.

Ben, Kâzım Karabekir Paşa’nın bu fikir ve kararlarını 1335 ( 1919 ) Kanunusanî (Ocak) ayının 28inci günü Tekirdağ’da kendisinden dinledim. 29. 2. 1919 da İsmet İnönü (Sayın Reisicumhur ) ile İstanbul’da Zeyrekte Süleymaniye camiine nazır, ağabeyi Hamdi Beyin bahçesindeki münakaşalarda, Anadolu’ya geçiş kararını Kâzım Karabekir’den öğrenmiş olduklarını biliyordum.

Daha sonraları, Mustafa Kemal Paşa ve Fevzi Paşaya (Sayın Mareşal Çakmak) bu teklifleri yapan Karabekir Paşadır. Fevzi Paşa Sivas’ta kumandanların içtimaı sıralarında orada ve daha sonra Erzurum’da Kuvay-ı Milliye ruhunu ve bunun kaynağını bizzat görmüş olduklarından hayli vukufları vardır.

Ben daha sonra İstiklâl harbimizin siyasi ve askeri plânları ve bunların tatbikleri için Mustafa Kemal ve Kâzım Karabekir paşalar arasındaki muhabere ve vesikaları tamamıyla gördüm ve okudum. Gerçi İzmir, Maraş, Urfa, Antep gibi yerlerimizin işgallerinden sonra yer, yer milli kuvvetlerimiz kükremiştir. Fakat felâketi daha vukuundan evvel gören ve tedbirler hazırlayan ve tatbik sahasında icap ettikçe Atatürk ile de çekişen yalnız Kazım Karabekir Paşa olduğu, evrak üzerinde dahi görülmektedir.

“Silah vermemek, teşkilat lağvetmemek, şahıs vermemek-ki, bunda Atatürk de dâhildir – hudud ötesinde İslâm Şuraları kurmak ve bunları kuvvetlendirmek ve bu suretle Ermenilerin yapacağı katliâmı önlemek ve milli cephede idare için Erzurum Kongresini toplamak, Bolşeviklerle dostluk temin etmek ve bu suretle kuvvetlerin garba naklini temin etmek, Karabekir Paşanın yaptığı işlerdir.

Şark harekâtı, Mustafa Kemal Paşanın bütün muhalefet ve ısrarlarına rağmen Karabekir Paşa tarafından mes’uliyet deruhte edilerek yapılmış, milli cidalin ilk zaferidir ki, bununla bütün Şark vaziyeti ıslah edilmiş ve Garbin zaferinin temeli atılmıştır. Bu zaferden sonradır ki, Fransızlar Ankara hükümeti ile anlaşmaya yanaşmışlar ve bu sayede Cenup cephesindeki kuvvetlerin Garbe çekilmesine hizmet etmişlerdir.

Şark zaferi hitama erdiği zaman Ankara mehafili bu zaferin memleketin ve istiklâl davasında kat’i muvaffakiyetin yolunu açtığını bildirmişler ve Garp cephesinin silahsızlık, cephanesizlik ve entrikalar içinde bunaldığı bu zamanda Ankara zimâmdarını (idare eden) Karabekir Paşadan yardım ve fikrî müzaheret yardım ) istemişlerdir.

Karabekir Paşa da bu talebe karşı zamanında ve lüzumunda olan her türlü müzahereti fiilen ve fikren yapmıştır.

Garp cephesi harekâtında, Sakarya muharebelerinin başlangıcında Karabekir Paşanın her zaman olduğu gibi bugünkü vaziyette dahi gaye-i milliyenin en yakın istinatgâhlarından olduğu Mustafa Kemal Paşa ve diğer hükümet erkânı tarafından Karabekir Paşaya bildirilmiştir.

Ankara milli hükümetimizin kuruluşundan sonra Sakarya zaferine kadar geçen buhranlı günlerde dahi milli hükümetimizin ve hususiyle Mustafa Kemal Paşanın mevkii türlü entrikalarla sarsıldığı sıralarda Şark’tan birbiri ardınca Karabekir Paşanın gönderdiği fedaî müfrezeleri iledir ki, vaziyet düzelmiş ve Mustafa Kemal Paşanın mevkii sağlamlaşmıştır. Silahsızlık, cephanesizlik yüzünden muvaffakiyet ümitleri kesildiği günlerde Şark’tan silah, cephane, malzeme hatta muntazam kıt’aların Garbe akını başlamıştır. Sakarya’ya bir muntazam tümen yetiştirildiği gibi Afyon taarruzuna üç tümenden fazla muntazam kıt’a ve birçok ağır, hafif top ve pek çok miktarda tüfek, süngü, kılıç, cephane, koşum ve her türlü malzeme yetiştirilmiştir. Başta Mustafa Kemal Paşa olmak üzere birinci derecedeki şahsiyetlerden çoğunu İstanbul hükümetine ve itilâf devletlerine karşı himaye eden ve ………. Karabekir, Ankara’da milli hükümet kurulmadan önce hatta sonra şiddetli münakaşalar yapmıştır.

Fakat ne yazık ki sulha kavuştuktan sonra, Padişahlığın kaldırılması, Hükümranlığın millete devri, inkılâp fikrini ilk defa Karabekir Paşanın Meclis kürsüsünden ortaya atmasına rağmen, istikbal hakkındaki fikirlerine hürmet şöyle dursun, mazi olan milli kurtuluşumuza ait vesikaların bile elinden alınmasına çalışılmış ve mütemadiyen O’nun ve bu hakikatleri yakından gören ve bilenlerin aleyhine yürünmesine başlanılmıştır.

1933 de mayıs ayında Milliyet gazetesinde Siirt mebusu Mahmut vasıtasıyla başlayan haksız ve yersiz hücumlara karşı Kâzım Karabekir Paşanın vesikalara dayanarak ve muteber şahitler göstererek verdiği cevapların devamına müsaade olunmadığı gibi bastırmakta olduğu –İSTİKLÂL HARBİMİZİN ESASLARI= (yanlış bilgi felaket kaynağıdır) – adlı eserinin birinci cildi bitmek üzere iken çok çirkin hareketler yapılmıştır. Söyle ki:

Önce pek sıkı takip ve tarassudlar başlamış ve üç bin nüsha kitap hususi ellerle matbaadan alınarak Bakırköy’de, Hazinedar çiftliğinde Kireç ocaklarında yakılmış, sonrada benim ve kardeşimin, eski Kastamonu mebusu emekli Albay Halit Beyin evleri aranmıştır. ( Bundan sonraki bölümde Karabekir Paşanın evinin nasıl arandığı ve kendisine, misafirine ve vesikalarına yapılan saygısızlıklar yer almaktadır. İnsanlık abidesi muhterem Paşa’nın ruhu taciz olmasın diye bu satırları yazmıyorum. A.P. )

İstiklâl Harbinin ………. sayılan Kâzım Karabekir Paşa, aleyhine …… hücuma karşı bile yazı yazamayacaktı !.. Yalnız yazmak değil, hatıralarını muhafaza hakkından bile mahrum kalıyordu!

Ve ne zaman bu mesele açılsa işlerine gelmeyenler kıyametler koparıyorlardı. Bu hava içinde İstiklâl harbi de küçülerek Garp Cephesine inhisar etti: Üç askeri, bir de siyasi zafer…

Bu gidişle bugünkü nesil birinci cihan harbinin doğurduğu muş’um akıbetten nasıl kurtulduğunu ilim yoluyla değil – dini akideler gibi – iman yoluyla öğrenmekte daha bir hayli zaman devam edecektir.”

Cafer Tayyar Paşa’nın kısaltarak aldığım yazısına, hayır, böyle olmadı diyebilecek bir tarihçi olması imkânsızdır. Tarihçiler bilir, bilmesi gerekenler de bilir, nedense yazılamaz ve söylenemez. Ortaokul bilgisinden bile eksik yazılmış, milli ruhu ve maneviyatı da küçümseyen tarihsiz, tarih! Kitapları, kurumlar tarafından, yüz binlercesinin, satın alınarak dağıtılması, gerçeklerin daha öğrenilmemesi isteğinin neticesidir. Kıymetli Paşa’mız Kâzım Karabekir Paşa’nın, Cafer Tayyar Paşa’nın mektubuna verdiği cevap bunun güzel bir belgesidir.

“- Çok saygılı kardeşim Kâzım Karabekir Paşa,

Son zamanlarda milli cidalimiz hakkında yazılan ve hakikatleri öldüren birçok yazılar büyük teessürler içinde İnkılâp Enstitümüze hitaben kaleme aldığım bir makalemi takdim ediyorum. Zamanın nezâketi karşısında bunun şimdi gönderilip gönderilmemesi hususundaki nokta-ı nazarınızın bildirilmesini saygılarımla dilerim “

Kâzım Karabekir Paşa, 25 Eylül 1944 tarihinde kendisine gönderilen bu mektuba 29 Eylülde cevap verdi. Gerçekleri tasdik eden Karabekir Paşa, son cümleleri ile o günün tarihine vurduğu sillenin, üzerinden altmış seneden fazla geçmiş olmasına rağmen hâlen geçerliliği devam etmektedir. Ne acı ki, hâlâ bir İstiklâl Tarihi yazılamadı.

Sayın General Cafer Tayyar Eğilmez’e

Sevgili kardeşim Tayyar,

İnkılâp hareketlerimize dair hâlâ yalan yanlış yazılmış neşriyatın devamını görerek İnkılâp Enstitüsünü ikaz etmek yazmak istediğiniz mektubun suretini okudum. Yüksek duygularınızı ve medenî bir vazifenin ifası kararınızı hürmetle karşılarım. Bu husustaki mütalâamı arzediyorum:

Mütarekenin ümidsiz ve elemli günlerinde vaziyetin vahimliğinden dolayı yılgın bir hale gelen devlet ve millet şahsiyetlerinin, mukadderata boyun eğmekten ibaret olan veya bundan daha tehlikeli bulunan teşebbüslerine karşı milli mücadeleye atılarak Türk camiasının istiklâlini kurtarabileceğimiz hususundaki plânın tatbiki için nasıl çırpındığımı ve Erzurum, Sivas Kongreleri ve Ankara milli hükümet devirlerinde vakit, vakit tehlikeli yanlışlıklara sapan arkadaşlarımızı daima nasıl milli mücadele plânına çekerek istiklâlimizi kurtardığımızı ve bu arada kıymetli şahsiyetlerimizi ve hele Mustafa Kemal Paşayı nasıl tuttuğumu ve koruduğumu öğrenenler, hâlâ İstiklâl Harbimiz hakkındaki yalan yanlış neşriyatı gördükçe Türk milletinin talihine acımakta ve alınlarına birer şamar vurarak –eyvah – demektedirler. Bu hakikatlerin ört bas edilmesinde hükümet uzun ……… İstiklâl harbinde şeref ve hayatlarını kurtardığım şahsiyetler arasında, tarihte pek az kimselere nasip olacak yüce mertebeye ulaştırmakta pek çok emeğim bulunan. ……

Hakikatlerin, hatta hükümet kuvvetiyle örtbas edilmesine karşılık efsanelerin vakit, vakit tazelenmesi milletimize karşı saygısızlık, hak sahibi olan bizlere karşı tecavüz, milli tarihimize karşı bir cürümdür. …. Yani yalancılık ve dalkavukçuluk, hususi ve resmi darbeler altında bunaltılır. ………. Yalancılık ve dalkavukluk bizde hâlâ rağbette ve revaçtadır. ……………….

Bu hususta ilgili makamları ( Cumhur reisi, Başvekil, Maarif vekili ve tarihçilerimizi ve hatta Meclis Parti Grubunu ) her fırsatta ikaz ettim ve henüz amilleri sağ iken mühim hadiselerin hakikatlerini tesbit ederek inkılâp tarihinin efsane halinden kurtarılmasını ve bir din ve akide gibi telkin ve cebir yoluyla bilhassa münevver gençliğin ipnotize edilmesinin tehlikesini belirttim.

Bu nazik zamanlarda ortaya atılan yalan yanlış neşriyatın münakaşalara ve yeniden entrikalara sebeb olmasını isteyenlerin pusuda beklemesi çok muhtemeldir. Bunun için yazmak istediğiniz mektubu şimdi kıymetli bir tarihi vesika gibi muhafazasını ve münasip bir zamanda –belki açık bir mektup halinde – neşredilmesini muvafık bulurum.

Bu vesile ile de hürmetle yüksek alnınızdan öperim, kardeşim.

Kâzım KARABEKİR”

Bu iki mektup dikkatle incelenirse görülür ki, K. Karabekir Paşa, kendisine yapılan her türlü haksızlığa rağmen, vatanda kargaşalık olmasın diye, gerçeklerin, bir zaman daha açıklanmamasını temenni etmektedir. Buna; ancak, gerçek vatanseverin, vatanseverliği denmezde, ne denir?..

KÂZIM KARABEKİR

• 1882 – 26. Ocak. 1948 Karamanlı Mehmet Emin Paşa’nın oğlu olarak dünyaya geldi.

- İstanbul – Van – Harput ve Mekke’de ilköğretimini tamamladı.

- 1896 de İstanbul Fatih Askeri Rüştiyesini – 1899 da Kuleli Askeri idadisi – 1902 de Harbiye mektebini – 1905 de Erkan-ı Harbiye mektebini bitirerek < Yüzbaşı > rütbesiyle Osmanlı Ordusuna katıldı.

- İki senelik kıta stajını Manastır’da yaptı. İttihat-ı Terakki’nin Manastır örgütünün kurulmasına katıldı.

- 1907 de Kolağası (Önyüzbaşı) olarak İstanbul Harbiye mektebinin Tabiye öğretmen vekili oldu.

- İkinci Meşrutiyetten sonra Edirne II. Ordu 3. Fırka Kurmaylığına atandı.

- 31. Mart 1909 ayaklanmasında Hareket Ordusunda görev aldı.

- 1910 Arnavut ayaklanmasının bastırılmasında görev aldı.

- 14. Nisan. 1912 de Binbaşı oldu. Balkan savaşında Trakya Sınır Komiseri olarak görev yaptı

- 1914 Kaymakam (Yarbay) oldu. Birinci Kuvve-i Seferiye Komutanlığı ile İran ve ötesi harekâtında görevlendirildi. İstanbul Kartal’da 14. Fırka Komutanlığına atandı. Çanakkale’ye gönderildi. Kereviz Dere mıntıkasında üç ay Fransız kuvvetlerine, her türlü imkânsızlığa rağmen, bir adım attırmayarak, vazifesini başarı ile ifa etti. Miralay oldu. I. ci Ordu Erkan-ı Harbiye başkanlığına, Galiçya’ya gidecek ordunun ardından Mareşal Von der Goltz’un Erkan-ı Harbiye Başkanlığına atanarak Irak’a gitti.

- 1916 da Kutü-l Amare’yi kuşatan 18. Kolordu Komutanlığına getirildi. Burayı aldıktan sonra Irak’ta İngilizlerle savaşmaya başladı.

- 1917 de Diyarbakır’daki 2. Kolordu Komutanlığına vekâlet etti. Van, Bitlis, Elaziz(Elazığ) cephelerinde savaştı.

- 1918 de Erzincan ve Erzurum’u, Ermeni ve Ruslardan geri aldı. Ardından Sarıkamış, Kars, Gümrü kalelerini ve Karakilise’yi(Karaköse) kurtardı. Mirliva (Tümgeneral) oldu.

- Mondros Mütarekesi sırasında Ahmet İzzet Paşa’nın Erkan-ı Harbiye-i Umumiye Reisliği (Kurmay Başkanlığı) önerisini kabul etmedi. Anadolu’da görev istedi. Tekirdağ’daki 14. Kolordu Komutanlığına, ardından kendi isteyişi ile Erzurum’daki 15 Kolordu Komutanlığına atandı. Nisan 1919 da görevine gitmeden önce İstanbul’daki komutanlarla temasa geçerek Anadolu’ya gelmelerini ve beraberce vatanı savunmalarını teklif etti. Mustafa Kemal İstanbul’da görev almak istediğinden günün şartlarından dolayı bu teklife sıcak bakmadı.

- Mustafa Kemal, Anadolu’ya Müfettiş olarak gönderildikten sonra, istifa etmek zorunda kaldığında, Karargâhı ile gelerek, kendisinin ve Kolordusunun emrinde olduğunu söyleyerek, Milli Harekâtın başına geçirmiştir. İstanbul’un, Mustafa Kemal’li tevkif emrini kabul etmeyerek, Milli Kurtuluşun başı olarak tanımıştır.

- Erzurum Kongresini toplanmasını sağladı, Mustafa Kemal’i kongreye kabul ettirdi.

- 15. Kasım 1920 de başlattığı harekât ile Ermeni ordusunu perişan ederek, Kars, Sarıkamış ve Gümrü’yü kurtardı. İstiklâl Harbinin ilk zaferini kazanarak, milletin moralini yükseltti.

- Sakarya harbinde askerlerinin bir kısmını göndererek savaşın kazanılmasında büyük rol oynamıştır.

- Kurtuluş savaşı bitiminde I. Ordu Müfettişliğine atandı.

- 17. Kasım 1924 de T.P.C.F. (Terakki-i Perver Cumhuriyet Fırkası) nı silah arkadaşları (İstiklâl Harbini başlatan beş komutandır. Bu beş komutandan dördü birleşerek partiyi kurdular.)

- 1926 da İzmir Suikast Mahkemesinde Atatürk’e suikast hazırlamak ithamıyla, İstiklâl harbini başlatan arkadaşlarıyla, idam talebi ile muhakeme edildi. Subay ihtilâlından korkulduğundan hepsi berat etti.

- 1933 de hakkında yapılan ithamlara karşı yazdığı “İstiklâl Harbimizin Esasları” adlı kitabı, bir gece içinde ansızın matbaa basılarak toplatılmış ve kireç kuyularında yakılmış. Paşa günlerce gözaltında tutulmuş, hatta kendisine suikast yapılacağı, sevenleri tarafından bildirilmiştir.

- 6. Ocak 1939 da İstanbul Mebusu oldu.

- 1946 da TBMM. Başkanı oldu.

- 26. Ocak 1948 de ani!!! bir ölüm! le Türk Milletini yetim bıraktı.

Bu kronolojik girişten sonra, Tarihçi Cemal Kutay’a şu tespiti Paşa’nın değerini anlamamıza yeter. “…. Kâzım Karabekir, Türk İstiklâl ve Haysiyetini müstakil bir devletin varlığında ayrılmaz değer olarak bulma yolundaki imân ve kahramanlık yolunun ilk yolcusudur. …. O, Maverây-ı Kafkas Ordumuzdan kalabilmiş kuvvetleri Anadolu’nun bağrında toplarken, giriştiği işin azametini de, kudsiyeti kadar biliyordu. Daha sonra harekete katılan Mustafa Kemal’e, milli mücadele liderliğini, bir bencilliğin zerresini duymadan bırakan aynı Kâzım Karabekir’dir. Dahası var: Saray ve Bâb-ı Âli, Mustafa Kemal’in savaş meydanlarında ana sütü kadar helâl kazanılmış unvan ve rütbelerini insafsızca alarak , devlet âsisi hâlinde İstanbul’a getirmek için gönderilen tevkif heyetini de yüz geri eden, üzerinde sefer elbisesi, Mustafa Kemal’e hazır ol selâmıyla çıkıp: <- Ben ve ordum emrindeyiz!...> mertlik ve vefa kararını yüksek sesle ilan eden aynı Karabekir.

Bu kronolojik gerçekleri hatırlatarak, milli mücadelenin hiyerarşisini mevzu yapmak niyetinde değilim: Bugün, hiç biri hayatta olmayan ve adlarıyla himmetleri tarihin sînesine mevdû bu yiğit kişilerden hiç birisi, Muaviye’lik çukuruna düşmemiştir. Daha sonra uğradıkları ve sadece kendilerinin değil, çoluk – çocuklarının da mahkûmu oldukları bin bir haksızlığa, hattâ zulme rağmen…

İşte bu Kâzım Karabekir, milli mücadelenin bütün temel başarılarında büyük hissesi olan, hatta ilk zaferin sahibi olmak şerefiyle tezadsız hizmet mevhibesi omuzlarında, evinde yarı mahbûz inzivâ ve infirada terk, daha açık ifadeyle mahkûm edildi. Yaşayabilmek için, bahçesinde yetiştirdiği sebzeleri sattığı acı bir hakikattir. Değerli bir asker, zaferler kazanmak kudretindeki kumandanlık vasıfları içinde Karabekir; ressam, şair, müzisyendi. O kara günleri serbest nazımla ifadeleyen içli söyleyişlerini bu sahifelere alarak aziz ruhunu rahatsız etmek istemem.”

O, olmasaydı, O. Olmazdı. Ben demeyen, vatan diyen, hizmeti en, ağır şartlarda bile nesillere ışık olacak, vatan hizmetine, en büyük olmak için koşmayan örnek insan. Değil kendinin, ailesinin bile kursağına, sonsuz büyük imkânlara sahip iken de, haram sokmayan, yoksulluk onurunu servetle kirletmeyen, ikbali değil, hizmeti seven, gerçek bir Osmanlı Türkü.

Değerli Paşa’mızın şu sözleri bize düstur olmalıdır:

- “Dostluğu ile şerefimi, hayatımı onun elinde öldürmedense, düşmanlığını kazanmayı tercih ederim. Çünkü şerefimi ve hayatımı daha kolay koruyabilirim.

- İstiklâl Harbi’ni biz Türk Milletinin maddî ve manevî kudretine dayanarak başardık. Bu kudrete yarın yine muhtacız.

- İstiklâl Harbi’nin tarihi bu suretle hurafe haline getirildi.

- Fakat; Bugün padişah ve halife olmak istiyorum. Yarın Cumhuriyeti ilân edeceğiz! Öbür gün Hilâfet’i lağv edeceğiz gibi kumandalarla gittiğimiz yol, milletin yalnız hürriyetini çiğnemek değil, onları cihana karşı kabiliyetsiz bir aşiret gibi göstermektir.

- VATANDAŞ! Millettin hürriyetini tehlikede görürsen, karşında kim olursa olsun, tek dağ başı mezar oluncaya kadar mücadele etmek vazifendir! Çünkü İNSANLARDA HAYAT DENEN ŞEYİN KIYMETİ ANCAK HÜÜRRİYET İLEDİR”. HÜR ÖL! ESİR YAŞAMA! (K. Karabekir, Paşaların Kavgası, Emre Yay. İst. 1995. s. 316 / 320)

SAYIN PAŞAM HATIRAN ÖNÜNDE HÜRMETLE EĞİLİYORUM.

ALİ PÜRER

Link to post
Sitelerde Paylaş
Sayın Pante,Mr.Guitar

İddiaları gündeme taşımamda bi artniyet yok öncelikle bunu belirtiyim..Şu an yanlış bir zaman bu konuda haklısınız fakat önemli ve araştırmaya değer bi konu..A.F.Cebesoy ve Kazım Karabekir'in anıları ile Mazhar Müfit ve Nutukta ki anılar karşılaştırılmalı,varılan sonuç bence bizi çok önemli bir noktaya götürecektir.Atatürk'ün tuttuğu takımdan sevdiği şarkılara kadar bir çok çalışma yapılmış buda incelenmeye değer bi konu..Ek olarak K.Karabekir'in itirazlarını pek umursamıyorum zaten elle tutulur şeyler de değil benim ilgimi çeken olayların farklı anlatılması yani gerçeği merak ediyorum..

Hasanonur, bu tür konular yüzlerce sitede, zaman zaman gerici gazetelerde sık sık ortaya atılıyor zaten.

Burada da gündeme taşınması sorun teşkil etmiyor. Tersine getirdiğin iyi olmuş, hiç olmazsa diğerlerine veremediğimiz yanıtı burada verebiliriz.

Yaşayabilmek için, bahçesinde yetiştirdiği sebzeleri sattığı acı bir hakikattir.

Bu Ali Pürer kimdir bilmiyorum ama bu denli iddialı bir bilgiyi gerçekmiş gibi yazıya dökmüş.

Karabekir'in sebze satmak zorunda kaldığı iddialarını bizzat kızı Haberturk'de yalanladı.

Şimdi bu bilgi yalan ise, diğer yazdıklarının doğru olduğuna inanmak mümkün mü?

Yazının genelinde Karabekir'in başarılarına yer veriliyor. Ayrıca milli mücadelenin başlatıcısı olduğu öne sürülüyor.

Karabekir tabi ki büyük bir komutandır. Bunun aksini iddia eden çıkmamıştır.

Anlaşılan odur ki itirazlar Nutuk'un 19 Mayıs'dan başlaması ve Milli Mücadeleyi Mustafa Kemal'in başlattığı düşüncesine karşıdır.

Milli Mücadeleyi başlatan ne Mustafa Kemal'dir ne de Kazım Karabekir'dir.

Milli Mücadele'nin 15 mayıs 1919'da Yunan İşgaline karşı İzmir'de Hasan Tahsin'in attığı "ilk kurşun" ile başladığı belirtilir ve bunu da hemen hemen herkes bilir.

İlk kurşunun İzmir'den 4 ay önce Hatay Dörtyol'da Fransızlara karşı atıldığı ise ayrı bir bilgidir.

Bireysel direnişlerden sonra tüm işgal bölgelerinde Kuvayi milliye örgütleri oluşmaya başlamış ve işgalcilere karşı gerilla savaşına girişilmiştir.

Kuvayi Milliye'yi duymayan var mıdır?

Mustafa Kemal'den önce, Kazım karabekir'den önce yer yer Kuvayi Milliye direnişlerinin sürdüğünü inkar eden bir tarih mi var?

Kazım karabekir'in milli mücadele teklifi doğrudur. Onun gibi bir çok yurtsever aydın ve subay Mustafa Kemal'le görüşmüştür. Karabekir teklif etti diye, "Karabekir başlattı" denebilir mi?

Gericiler bir yandan dine yakın gördükleri Karabekir ve Fevzi çakmak'ı öne çıkarırken, bir taraftan da Vahdettin'i aklamaya çalışırlar. Aklarken de Milli Mücadele görevini Mustafa Kemal'e padişahın verdiğini öne sürerler. Hani öyleyse Karabekir?

Karabekir kırgındır. Çünkü ilk başbakanlık kendisine değil Fethi Okyar'a verilmiştir.

Ancak Mustafa Kemal'in bu konuda etkisi olmamıştır. Konuyu aralarında anlaşmaları için Fevzi Çakmak'a devretmiş. Çakmak, Karabekir ve Okyar görüşmesinden de Okyar'ın uygun olduğu sonucu çıkmıştır.

Bundan sonraki olumsuz tavırları ve Atatürk'e suikast iddialarına adının karışıp istiklal Mahkemesine verilmesi ve ardından köşesine çekilmesi onu üzmüştür. Büyük bir kumandan iken kendisini kullanılıp kenara atılan biri gibi hissetmiş ve bu hissiyatla anılarını kaleme almıştır.

Buna rağmen ne onun Atatürk'e, ne de Atatürk'ün ona bir düşmanlığı, bir saygısızlığı olmamıştır.

Şimdi bir soru:

Karabekir'in yazdıklarını kesin doğru kabul edip Atatürk aleyhine kullanmaya kalkışanlar, örneğin Ayşe Hür;

Karabekir'in Ermeniler ve Kürtler hakkındaki yazdıklarına da katılır mı? O yazdıklarını da doğru kabul eder mi?

Kabul etmez ise; Bu Ayşe Hür ve benzeri tayfa Atatürk ve milli mücadele aleyhine yazılmış her yazıyı kapıyor ve kaleme alıp kendinden yorumlarla da çarpıtıp abartarak piyasaya sürüyorsa, buna karşın aynı kişilerin kendi görüşlerine uymayan konularına kesinlikle yer vermiyorsa bunların dürüstlüğünden, objektifliğinden söz edilebilir mi? Demek ki niyetleri, maksatları çamur atıp karalamak, Atatürk'le-Kemalistlerle hesaplaşmak.

Link to post
Sitelerde Paylaş

Sayın Pante

Söylediğiniz gibi bunların amacı öncelikle Atatürk'ü karalamak olduğu için bunlara güven olmaz,samimiyetlerinden her zaman şüphe ederim.Konuyu biraz hazırlıksız açtım bu yüzden de bir boşluk oluştu K.Karabekir'in iddiaları konusunda.Şunu da göz önünde bulundurmak lazım M.Kemal tam bir strateji adamı amacına ulaşmak için önüne çıkan engelleri her şekilde geçen bütün ihtimalleri düşünen biri.O yazıda birde Cemal Kutay'ın yazılarından alıntılar var (ki en önemlisi mektup )tarihin arka odası programında Cemal Kutay'ın yazdıklarının büyük bölümü uydurmadır denmişti.Bu bakımdan kaynakların da sağlamlığı sorgulanabilir.Söylediğiniz gibi islamcıların Atatürk'e saldırırken kullandığı konulardan biri bu yüzden aydınlatılması gereken bir konu.

İlk mesajımda da vardı

kaynak:F.R.A Çankaya Atatürk öldükten sonra bu komutanların aralarında yaptığı bir toplantıda R.Orbay şunları söylemiş:"Hiçbirimiz olmasaydık Kurtuluş Savaşını Atatürk gene başarırdı,ama o olmasaydı hiçbirimiz onun yaptığını yapamazdık."

Hasan Tahsin demişken Yunan İzmir'e girmeseydi işgali İngilizler yapsaydı Kurtuluş Savaşı olurmuydu.Buda tartışılması gereken bir konu.

Link to post
Sitelerde Paylaş

Osmanlıda iktidar mücadelesi, şahzadeler ve valide hanımlar üzerinden yürütülürdü. Mevcut padışaha muhalefet edenler kurtuluşu şehzadelerden veya validesultanladan birine yamanmakla mümkündü. Bu nedenle padışahların ülke yönetimi saray etrikalarıyla doludur.

Monarşiye son verildi ancak, yönetim geleneği ve iktidar mücadelesi yine benzer entrikalardan medet umar şekilde sürüp günümüze kadar geldi.

Genel olarak denir ki. Tarih eleştirilmez. Tarih olmuşbitmiş olaylar toplamıdır. Tarihten günümüz için bir sonuç çıkarmak için yararlanılır. O halde günümüz ve gelecek için ne bekliyoruz? Bunu somutlayalım ki bu beklentiler için tarihi irdeleyebilelim. Bugün ve gelecek vizyonu olmayanların tarihi incelemesi ancak dedikodu kapsamında değerlendirilebilir.

Şimdi içinden geçtiğimiz böyle bir dönemde. Bir taraftan K.Karbekir'i gündeme taşımak, diğer taraflarda, yeni osmanlıcılık, osmanlı özlemlerini deşmek tarihten yararlı bir sonuç çıkarmak için değildir. Tarihin çöplüğüne atılmış yöntemlerin, bir takım çıkar odaklarının hortlatmasıdır.

Günümüz siyaset sahnesinde görülen gidişat, TC nin kuruluş ilkeleri ve kurumları dinci ve gerici odaklar tarafından yıpratılmak istenmektedir. Tabi bu kavga isteristemez göreceli bir demokratik ortam ortaya çıkarmıştır. Ama bu demek değildir ki bu durum böyle sürüp gidecektir. Dinci, şeriatcı ve monarşi özlemi içinde olan kesimler muhalefeti kayıtsız ve şartsız teslim aldıklarında gerçek yüzlerini ortaya koyacaklardır. Benim tarihten aldığım vizyon budur.

Sevgiler.

Link to post
Sitelerde Paylaş

Nutuk'u okuyanlar iyi bilirler, Mustafa Kemal orada en yakın silah arkadaşlarıyla arasının açıldığı cumhuriyeti kurma aşamasını da anlatır. Yazmakta en zorlandığı bölüm de o bölümdür.

Maltepe Üni. Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Bölüm Başkanı olan Doç. Dr. Orhan Çekiç, "80. Yılında Büyük Nutuk" adlı kitabında pekçok detayı anlatır.

Alıntılayalım..

NUTUK NEDEN ve KİME HİTABEN YAZILDI?

Gazi, Nutuk’ta Millî Mücadele’yi anlattığı bölümden hemen sonra bu soruyu soruyor ve gene kendisi yanıtlıyordu:

“…Maksadım, inkılabımızın incelenmesinde tarihe kolaylık sağlamaktır. Bütün bu olguların ve olayların cereyanında

TBMM ve hükümeti başkanı, Başkomutan ve Cumhurbaşkanı olmaktan çok, teşkilâtımızın Genel Başkanı olarak bu görevi yapmaya kendimi mecbur sayarım.”

Parti teşkilatı mensuplarının ve ülkenin dört bir yanından gelmiş delegelerin önünde konuşmasındaki maksat, anlattıklarını onların da ülkenin dört bir yanına anlatmaları, böylece olan biteni tüm yurttaşların kaynağından,

yani birinci elden, Gazi’den öğrenmeleriydi. 1918-1927 arası son dokuz yılda olup bitenlerin

hesabını soruyor, hesabını veriyordu.

Konuşma tümüyle belgelere dayanıyordu. Metinden birkaç cümle okuyor, yan masadaki kâtibe bir belge uzatıyordu.

Bu nedenle, Osmanlıca olan ilk baskı iki cilttir. Birinci cilt Nutkun metnini, ikinci cilt ise belgeleri içerir.

Daha sonraki baskılarda da benzer yöntem uygulanacaktır.

Metin kısmında 192.240 sözcük vardır. Her sayfasında ortalama 360 sözcük bulunan bir baskıda Nutuk 534 sayfa,

belgeleri ise 344 sayfa tutmaktadır.

Böylece Nutuk iki cilt bir arada 878 sayfalık dev bir eserdir.

Nutuk’ta bulunan toplam belge sayısı ise 308’dir

NUTUK’TA ENÇOK ZORLANDIĞI BÖLÜM

Nutuk’u yazarken de, okurken de en çok zorlandığı bölüm, en yakın silah arkadaşlarıyla yollarının ayrıldığını

hissettiği bölümdü.

Lozan günleriydi.

İsmet Paşa ve Türk Heyeti 17 Kasım 1922 günü Lozan’a hareket etmişti.

İlahi adalet…

Aynı gün Sultan Vahdettin İngilizlere sığınmış, Malaya zırhlısıyla Malta’ya doğru yola çıkmıştı. Sultan kaçıyordu.

Aradan birkaç gün geçmişti. Lozan’da müzakereler sürüyor, kıyamet kopuyordu. Bir gün, Vekiller Heyeti Reisi (Başbakan) Rauf Bey, Gazi’nin TBMM’deki başkanlık odasına gelerek O’nu, Refet (Bele) Paşa’nın Etlik’teki bağ evine

akşam yemeğine davet etti. Rauf Bey, o günlerde Moskova Büyükelçimiz olan ve

şimdi Ankara’da bulunan müşterek arkadaşları Ali Fuat Cebesoy Paşa’nın da (Salacaklı Fuat) bu yemekte bulunması için Gazi’nin onayını aldı.

Gazi, Rauf Bey, Refet Paşa, Fuat Paşa, akşam sofrada bir araya geldiler. Hatır sormalar henüz bitmiş,

yemek bile daha başlamamıştı ki, Rauf Bey Gazi’ye döndü;

“Kemal” dedi, “ davetimizi kabul edip geldiğin için teşekkür ederiz. Yemeğin yanı sıra seninle baş başa konuşmak istediğimiz bir konu var, bugün seninle o konuyu da konuşmak istiyoruz.”

Hisleri O’nu yanıltmazdı. Bozuntuya vermedi. “Buyurun, konuşalım !” dedi. Rauf Bey eteğindeki taşları dökmeye başladı:

“Kemal! Bu Meclis senden korkuyor, o yüzden sana gelemiyor, tüm şikâyetler başbakan olarak bana geliyor…”

Gazi şaşırdı, belli etmemeye çalıştı. “ Neyimden korkuyorlarmış?” deyiverdi.

Rauf Bey konuya doğrudan girdi:

“ Senin cumhuriyet kuracağından korkuyorlar. Dedikodular giderek yayılıyor. Bazen o kadar abartıyorlar ki, eline bir fırsat geçerse, senin padişahı bile bu ülkeden kovacağını söylüyorlar!…”

Gazi donup kalmıştı. Soğukkanlılığını korumaya çalışıyordu. Rauf Bey ise içini dökmeye başladı:

“Kemal! Bu vatan tehlikeye düştü, işgale uğradı. En çok sen çaba gösterdin, kurtardın, biz de sana yardım ettik.

Şimdi vatan kurtuldu. Bize göre ‘emaneti sahibine’ iade etmenin zamanı geldi.”

Gazi yemek davetinin bir bahane olduğunu anlamıştı.

Peki Rauf, Sultan Vahdettin için sen ne düşünüyorsun?” diye sordu.

Rauf Bey’i dinleyelim:

“Kemal, benim babam padişahın baş mabeyinliğini yaptı. Boğazında padişahın ekmeği var. Şimdi o ekmek benim gırtlağımda. Ben yediğim ekmeğe ihanet etmem kardeşim. Benim rejim sorunum yok. Üstelik, madem sordun, söyleyeyim.

Padişah bir İslam halifesi, ben de müslümanım. Dinî terbiyem nedeniyle de padişaha bağlıyım. O makamlar uhrevi makamlar. Senin, benim gibi kişilerin ulaşabileceği makamlar değil.

Kaldı ki, bu milletin yüzlerce yıldan bu yana alıştığı yönetim de mutlakıyet yönetimidir, cumhuriyet değil”.

Gazi’nin yüz hatları gerilmişti. Ev sahibi Refet Paşa’ya döndü;

“Sen ne düşünüyorsun Refet?” diye sordu.

“Aynen Rauf Bey gibi düşünüyorum, Paşam!...” deyip kestirip attı Refet Paşa.

Gazi, masadaki Fuat Paşa’ya, “Senin görüşün Fuat?” diye sordu.

Fuat Paşa Gazi’nin Harbiye’den sınıf, hatta sıra arkadaşıydı. Hukukları daha derindi. St. Joseph mezunuydu, yani askeri okuldan değil sivil liseden Harbiye’ye biraz da geç katılmıştı.

Okul Komutanı Mustafa Kemal’i odasına çağırtmış ve iki genci birbirine tanıştırmıştı:

“Selanikli Mustafa Kemal, Salacaklı Fuat…”

Ve Fuat’ı sınıfının çavuşu Mustafa Kemal’e emanet etmişti. Fuat’ın Fransızcası çok iyiydi, Mustafa Kemal’e bu derste çok yardımı oldu.

Giderek aralarında uzun yıllar sürecek bir dostluğun köprüleri atıldı ve Mustafa Kemal Harbiye yılları boyunca her hafta sonu Fuat’ın Salacak’taki köşküne “evci” çıktı. O nedenle aralarındaki hukuk daha derindi.

Fuat; “Paşam”, dedi,

“biliyorsunuz uzun süredir Moskova’dayım, duruma muttali değilim, izin verin birkaç gün düşüneyim, yanıtımı sonra veririm!..”

Yani o bile, “Kemal, ben senin arkandayım!...” diyemedi.

Masada olmayan dördüncü kişi, Kâzım Karabekir Paşa ise Erzurum’daydı ve telefonun öbür ucunda, bu toplantıdan çıkacak kararı bekliyordu. Beşinci kişiyse, kendisiydi.

Anadolu’ya çıkan ilk 5 komutan işte masadaydılar ve henüz devlet kurulamamıştı ama kozlar paylaşılıyordu.

“Benden ne yapmamı istiyorsunuz?” diye sordu Gazi.

“Yarın kürsüye çık, bunları yapmayacağına söz ver!” diye yanıtladı Rauf Bey.

“Bana bir kâğıt verin…” Bağ evinde gece yarısı kâğıt bulamadılar, içtiği sigaranın kapağını yırttı ve arkasına hırsla yazdı:

“ Günü geldiğinde Padişahla ilgili kararı en yüce icraî organ olan TBMM verecektir.”

Yüksek sesle okudu ve sordu:

“ Bu sizi ve Meclisi tatmin eder mi? Bunu yarın çıkıp okursam, sizce Meclis tatmin olur mu?”

“Hah, işte bu olur. Bunu çık yarın kürsüden oku!...”, dedi Rauf Bey.

O Meclisten padişah aleyhinde bir karar çıkmazdı. Bunu biliyorlardı. Masadaki komutanlar rahatladılar. Sofra, buz gibi olmuştu. Ayrılırlarken, Etlik sırtlarından yeni bir gün ışıyordu. O günden itibaren Gazi yollarını da bu arkadaşlarından ayırmak zorunda olduğunu görmüştü.

Ertesi gün kürsüye çıktı ve yazdıklarını aynen okudu. Meclisle ve komutanlarla bir tartışmaya girmeden bu krizi atlatmalıydı. Öyle de yaptı.

1921 Anayasasına göre Meclis her iki yılda bir seçim yapmak zorundaydı. Meclis 23 Nisan 1920’de açıldığına göre, seçimleri yenilemenin zamanı gelmişti. Doğal olarak da seçimlere gidildi. Gazi, bu Meclis’ten kurtuluyor gibiydi.

Komutanlar yeniden endişeye düştüler:

“Ya, Kemalist bir Meclis gelirse!”

Bunun üzerine yeni bir plan kurdular. Mustafa Kemal’i Meclis’e sokmamanın yolunu arayacaklardı.

Seçim Yasasını değiştirmeye karar verdiler.

Erzurum Milletvekili Necati Bey, Samsun Milletvekili Emin Bey, Mersin Milletvekili Albay emeklisi Çolak Selahattin Bey, bir önerge hazırladılar:

Buna göre:

“1. …bundan böyle milletvekili adayının doğum yeri, Misak-ı Millî sınırları içinde olsun!..”

Selanik dışında kalmıştı.

"2. …Milletvekili adayı adaylığını koyduğu yerde en az beş senedir oturuyor olsun!”

Mustafa Kemal o cephe, bu cephe hayatı boyu koşturmaktan ötürü değil beş yıl, hiçbir yerde sürekli beş ay oturamamıştı ki.

Hedef belliydi. Bu yasa özel olarak kendisi için hazırlanmaktaydı. Hem de en yakın silah arkadaşları tarafından.

Bu önerge verilince, kürsüye zorla çıktı ve avaz avaz:

“Doğum yerim Selanik Misak-ı Millî sınırları dışında kalırken, devlet Selaniği tek kurşun atmadan Yunan’a verirken, bu millet bilsin ki ben diğer bir yurt köşesi Derne’de savaşıyordum…

Hiçbir yerde beş yıl oturamadım, doğru. Otursaydım, o zaman Bingazi’de, Derne’de, Sina’da, Filistin’de olamazdım.

Çanakkale’de, Kafkaslarda, Sakarya’da olamazdım.

Ama ben oralarda olamasaydım, bu efendilerin de doğum yerleri, Allah korusun, Misak-ı Millî sınırları dışında kalırdı…

Şimdi millete soruyor ve yanıtını milletten bekliyorum. Bu önergenin sahibi efendileri buraya gönderen millet

onlar gibi mi düşünüyor?...

Hayır, millet onlar gibi düşünmüyordu. Çuvallar dolusu telgraflarla olayı protesto ettiler, önerge geri çekildi…ve Mustafa Kemal Ankara’nın Bâlâ ilçesinden milletvekili seçilerek Meclis’e girdi…

Cumhuriyeti de kurdu.

Gazi bu olayı hiç unutmadı.

NUTUK’ta da tüm ayrıntısıyla yazdı.

Link to post
Sitelerde Paylaş

Konuyla alakalı bir yazı daha ayrıca üstteki yazının sahibi Orhan Çekiç'ede yine konuyla alakalı bir mail attım.

Kazım Karabekir'in Paşaların Kavgasını aldım bugün ilerleyen günlerde iddiaları da kısaca yazarım..

Basın yayın dünyasına iyi bir giriş yapan , istikrarlı yayınları ile yükseklerden yer alan Fatih Altaylı önderliğindeki Habertürk'ün pazar akşamı saat 22.00 sularında Fatih Altaylı , Murat Bardakçı ile sunduğu "Teke Tek Özel" yayınında ki haftanın konuğu Timsal Karabekir idi. İstiklâl Harbimizin en kudretli komutanı olan Kazım Karabekir'in en küçük kızıdır bu hanım efendi.

Kâzım Karabekir , Aydın eşrafı Cemal Bey’in kızı İclal Hanımla 1924 yılında evlenmiştir. Bu evliliğinden 1927 yılında ikiz kızları Hayat ve Emel, 1941 yılında da 3. kızı Timsal dünyaya gelmiştir...Kâzım Karabekir, yazdığı şiirlerden ilham alarak kızlarının isimlerini vermiştir. Timsal Hanım ,yayın içinde ; "ailesinin, , erkek olarak doğmasını isminin de Temel olarak belirlendiğini" belirtti. Temel yada Timsal ismi ile Kâzım Karabekir kendisinin timsali vya devamı mahiyetinde olması dileği ile en küçük çocuğuna bu ismi vermiştir.

Kazım Karabekir, Mondros Mütarekesi sonrasında 1918 yılında Milli Mücadeleyi düşünen ve başlatan kişidir. Son Osmanlı Padişahı Vahdettin'i de , Kamâl Paşa'yı da ( Atatürk'ün T.C. nüfusuna kayıtlı ismi Kemal değil Kamâl'dır) razı eden yine kendisidir...

Kâzım Karabekir , nerdeyse tüm anılarını 50 yakın kitapta neşretmiştir. İşte günü gününe zabıt tutan bir kişinin en küçük kızı Timsal Hanım , iki Atatürkçü yayıncının konuğu idi. Timsal Hanım'dan çok önemli olayları anlatmasını beklerken , son derece kemalist bir vatandaş gibi Cumhuriyet tabularına bağlı kalarak 3 saate yakın beni büyük şaşkınlığa uğrattı. Timsal Hanım'ın babasının yazdığı 50'ye kadar hatıratını okumadığı kanaatine vardım. Hiç birini okumamış desem mübalağ olmaz. Kazım Karabekir'in hatıratlarını okuyan her insan eminim Timsal Hanım'ı büyük bir şaşkınlıkla izlemeye tahammül etmiştir. Timsal Hanım babasının hatıratlarını okusaydı eğer , resmi tarihi yalanlayan yüzlerce olaydan bahsetmesi gerekirdi. Babasına hakaret dahi edildi, Bolşevik yanlısı diye , Timsal Hanım sanki öyleymiş gibi teyit eden izahatlarda bulundu.

Timsal Hanım bir an evvel babasının hatıratı olan "Paşaların Hesaplaşması" eseri okumalı. Okumalı ki Kamâl Paşa'nın 1919'da Amasya'da ve Havza'da Bolşevik yanlısı tutumunu nasıl red ettiğini görsün. Kamâl Paşa'nın Bolşevikliği ilânı etme fikri taşıdığında , halkın bu fikri sinesine çekmediği için nasıl yalnız kaldığını da okusun. Hatta babası "Paşaların Kavgası" isimli, hatıratında ilk olarak meclis konuşmasına yer vererek başlıyor, o konuşmanın başlıklarından biri de "Ben olmasaydım ya Bolşevizm ya Amerikan Mandası olacaktır" haykırışıdır.

Diğer bir konuda Hilafet meselesi idi , Kazım Karabekir'in Milli Mücadeleyi Halife için yaptığını yayının ilk başlarında söylediği halde, Hilafet yanlısı değildi deyiverdi.

.Timsal Hanım , Babasının Hatıratına İhanet Ediyor, babasının hatıratlarını hakikaten hiç okumamış görüntüsü sergiliyor, sorulan sorulara dedikodularla cevap veriyor. O sırada Murat Bardakçı da "hilafet ne işe yarıyor ki" mealindeki küçük düşürücü sözlerine güzel bir cevap verebilirdi.

Hilafetin kaldırılması mevzusunda Kazım Karabekir "Paşaların Hesaplaşması" adlı hatıratında diyor ki, "Büyük zaferden sonra ilk inkilap hareketi olan padişahlığın lağvı ile hilafetin osmanlı hanedanında bırakılması fikri benimdir. Bunu 16 Ekim 1922'de trenle Bursa'ya giderken Gazi Mustafa Kemal'e teklif ettiğim sırada yanımızda Refet Bele'de vardı. Mustafa Kemal'in mefkuresi(el yazısıyla ve imzasiyle bunu teyit eden fotoğrafı da vardır) saltanat ve hilafeti almak idi. Bunu önce küçük bir şahzedeye naip olmakla elde etmek istedi... Saltanatın ilgası , halifeliğin Osmanlı hanedanına bırakılacağı gün Saltanat ve Hilafeti almaya yürüdü , İsmet Paşa ile de buna engel olduk , Askerin varlığı ve meclisin dağılmaması için..". (s.31)

Timsal Karabekir babasının sahip çıktığı yetim çocuklardan birinin ölmeden evvelki bir fotoğrafını gösterdi. Fotoğrafın hikayesi de Kazım Karabekir o zamanlar bu cocuğun eline "yaşasın Cumhuriyet" yazılı bir levha yazıp vermiş , o cocuk büyümüş ve vefat etmiş ölmeden evvel de fotoğraf çektirmiş , tarih 1919 ! İşte burda çok şaşırdım... Paşaların Kavgası adlı eserinde Cumhuriyet'i bize İngilizler teklif etti diye yazıyor , Cumhuriyetin ilanı olan Ekim 1923'de Trabzon'da bulunuyor ve Cumhuriyetin ilanından direk haberdar edilmediğinden atılan topları sorması akibetinde öğrendiğini müteessir bir üslubla anlatıyor. Murat Bardakçı'da şaşırdı o fotoğrafa ve Karabekir'i tanıyanlar da. Ben o fotorağfa inanmadım.

Yayında konuşulan bir diğer konu da , Kamâl Paşa'nın Erzurum'a geldiği ilk günlerdeki Kazım Karabekir ile sabahlara kadar süren konuşmaları idi. Timsal Hanım bihaber olduğu mevzuları babası Paşaların Hesaplaşması isimli eserinde ; Her gece Mustafa Kemal Paşa'nın ikametine gider, yapılan ve yapılacak işleri görüşürdüm. M.Kemal Paşa hala kendi kuvvetimizle İstiklal Harbine atılmanın daha büyük belâlar getireceği kanaatinde idi. Fakat artık Bolşevikliğin tehlikesini de tasdik ederek Amerika'dan medet umuyordu.

....Ve kongrede kattiyen manda veya nazikane tabiriyle muzaheretten bahsetmemelerini rica ettim. Ve Şarkın İstiklal Harbine fikirleri hazırlanmıştır dedim. Buna rağmen de Bir devletin muzahereti lüzumundan bahsetmişler ve sert tepki görmüşlerdir.

Devam edelim.

Yayında bir diğer mevzuatta İsmet İnönü'nün Milli Mücadeleye nasıl katıldığı idi.. Bardakçı'ya göre İnönü vatan-millet aşkından Milli Mücadeleye katılmıştı. Oysa Kazım Karabekir'in "İstiklal Harbimiz" hatıratının 1.cildin 88-89 (Emre Yayınevi 1995) sayfalarını açtığınmda Kazım Karabekir ile İsmet İnönü arasında geçen şu konuşma yer alıyor:

-Gördün mü Kâzım ? Herşey mahvoldu. Dedin ki batıracaklar ve hayatımızla biz didişeceğiz. Fakat benim hiç bir ümidim kalmadı. Ben kararımı sana söyleyeyim mi Kazım ? Köylü olalım , askerlikten istifa edelim. Senin kaç liran var ? Birleşelim Kazım ağa İsmet ağa olalım, çiftçilikle hayatımızı sürdürelim.

- "İsmet ne söylüyorsun" dedim. Zannediyor musun ki bizi yaşatacaklar. Ermeni, Rumlar doğudan , batıdan Türkü boğacaklar. Bırak ki benim bir tarla alacak param yok. Fakat olsa da ayaklar altında aşağılanarak ölmektense , milletimizin bu kadar senelik yediğimizi ekmeğimi namuskarene ölmekle ödemek daha çok yakışmaz mı ?

- "Kazım ne diyorsun ? Sen vaziyeti henüz bilmiyorsun. Ordularımız mahvoldu. Boğazlara itilaf hakim, bütün güney hudutları açık bir halde asıl felaket bizim içimizden Kazım! Tasfiye yapacaklar tasviye. Anlıyor musun ? Bugün harpten kazandığın paşalığı alacaklar; bir belki iki rütbe kaybedeceksin. Artık bize herşey düşman. Ben çok düşündüm neyimiz varsa birleştiririz , ne mümkünse alırız. Kazım ağa , İsmet ağa ; ben başka türlüsünü göremiyorum Kazım. Sen de iyi bir düşün."

- "İsmet ben kararımı vermiş bulunuyorum. Bütün bu şeyleri vaktiyle Çanakkale'den içeri sokmamıştık. Nazarımda boston korkuluğu gibi duruyorlar. Biz ölümü göze alınca hepsini dışarı atarız. Milletin mahvolduğunu görmek zilletindense, yaşadığını görerek ölmek daha Türkçe olur Ben dün Boğazdan gelirken namus sözü verdim. Tek bile kalsam veya tek dağ başı dahi kalsa , uğraşmak. Silahımı ve üniformamı kimseye vermeyeceğim. Azim ve tedbir her ümüde yol açar.

- "Kazım, millete karşı mümkün olanı yapalım. fakat yapılmayacaktan fayda yoktur. Vaziyeti sen de anlarsın.

-İsmet acele etme ! Daha görüşürüz. Yalnız hepimizin İstanbul'a toplanması fecî. Beni getirmemeliydiniz. Yapılacak ilk iş, ordularımızın başına gitmektir. Ne yap yap beni bir kolorduya tayin ettir. Anaduolu'da olsun, mümkünse kendi kolorduma. Hepimiz buradan uzaklaşalım. yoksa günün birinde toplam bir ihanete kurban gidersek her ümit mahvolur"

İşte böyle. Kazım Karabekir Paşa Milli Mücadele fikrini ilk İsmet İnönü'ye açıyor. Peki ya İsmet İnönü nasıl Milli Mücadeleye katılmış derseniz, Feridun Kandemir'in "İkinci Adam Masalı ( İstanbul 1968 s.59) isimli eserinde "Anadoluya zorla gönderildiği" yazıyor.

Timsal Karabekir , Murat Bardakçı başta olmak üzere , bu toprağın her insanı Kazım Karabekir'in hatıralarını okumalıdır.

Link to post
Sitelerde Paylaş

Nutuk'u okuyanlar iyi bilirler, Mustafa Kemal orada en yakın silah arkadaşlarıyla arasının açıldığı cumhuriyeti kurma aşamasını da anlatır. Yazmakta en zorlandığı bölüm de o bölümdür.

Maltepe Üni. Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Bölüm Başkanı olan Doç. Dr. Orhan Çekiç, "80. Yılında Büyük Nutuk" adlı kitabında pekçok detayı anlatır.

Alıntılayalım..

NUTUK NEDEN ve KİME HİTABEN YAZILDI?

Gazi, Nutuk’ta Millî Mücadele’yi anlattığı bölümden hemen sonra bu soruyu soruyor ve gene kendisi yanıtlıyordu:

“…Maksadım, inkılabımızın incelenmesinde tarihe kolaylık sağlamaktır. Bütün bu olguların ve olayların cereyanında

TBMM ve hükümeti başkanı, Başkomutan ve Cumhurbaşkanı olmaktan çok, teşkilâtımızın Genel Başkanı olarak bu görevi yapmaya kendimi mecbur sayarım.”

Parti teşkilatı mensuplarının ve ülkenin dört bir yanından gelmiş delegelerin önünde konuşmasındaki maksat, anlattıklarını onların da ülkenin dört bir yanına anlatmaları, böylece olan biteni tüm yurttaşların kaynağından,

yani birinci elden, Gazi’den öğrenmeleriydi. 1918-1927 arası son dokuz yılda olup bitenlerin

hesabını soruyor, hesabını veriyordu.

Konuşma tümüyle belgelere dayanıyordu. Metinden birkaç cümle okuyor, yan masadaki kâtibe bir belge uzatıyordu.

Bu nedenle, Osmanlıca olan ilk baskı iki cilttir. Birinci cilt Nutkun metnini, ikinci cilt ise belgeleri içerir.

Daha sonraki baskılarda da benzer yöntem uygulanacaktır.

Metin kısmında 192.240 sözcük vardır. Her sayfasında ortalama 360 sözcük bulunan bir baskıda Nutuk 534 sayfa,

belgeleri ise 344 sayfa tutmaktadır.

Böylece Nutuk iki cilt bir arada 878 sayfalık dev bir eserdir.

Nutuk’ta bulunan toplam belge sayısı ise 308’dir

NUTUK’TA ENÇOK ZORLANDIĞI BÖLÜM

Nutuk’u yazarken de, okurken de en çok zorlandığı bölüm, en yakın silah arkadaşlarıyla yollarının ayrıldığını

hissettiği bölümdü.

Lozan günleriydi.

İsmet Paşa ve Türk Heyeti 17 Kasım 1922 günü Lozan’a hareket etmişti.

İlahi adalet…

Aynı gün Sultan Vahdettin İngilizlere sığınmış, Malaya zırhlısıyla Malta’ya doğru yola çıkmıştı. Sultan kaçıyordu.

Aradan birkaç gün geçmişti. Lozan’da müzakereler sürüyor, kıyamet kopuyordu. Bir gün, Vekiller Heyeti Reisi (Başbakan) Rauf Bey, Gazi’nin TBMM’deki başkanlık odasına gelerek O’nu, Refet (Bele) Paşa’nın Etlik’teki bağ evine

akşam yemeğine davet etti. Rauf Bey, o günlerde Moskova Büyükelçimiz olan ve

şimdi Ankara’da bulunan müşterek arkadaşları Ali Fuat Cebesoy Paşa’nın da (Salacaklı Fuat) bu yemekte bulunması için Gazi’nin onayını aldı.

Gazi, Rauf Bey, Refet Paşa, Fuat Paşa, akşam sofrada bir araya geldiler. Hatır sormalar henüz bitmiş,

yemek bile daha başlamamıştı ki, Rauf Bey Gazi’ye döndü;

“Kemal” dedi, “ davetimizi kabul edip geldiğin için teşekkür ederiz. Yemeğin yanı sıra seninle baş başa konuşmak istediğimiz bir konu var, bugün seninle o konuyu da konuşmak istiyoruz.”

Hisleri O’nu yanıltmazdı. Bozuntuya vermedi. “Buyurun, konuşalım !” dedi. Rauf Bey eteğindeki taşları dökmeye başladı:

“Kemal! Bu Meclis senden korkuyor, o yüzden sana gelemiyor, tüm şikâyetler başbakan olarak bana geliyor…”

Gazi şaşırdı, belli etmemeye çalıştı. “ Neyimden korkuyorlarmış?” deyiverdi.

Rauf Bey konuya doğrudan girdi:

“ Senin cumhuriyet kuracağından korkuyorlar. Dedikodular giderek yayılıyor. Bazen o kadar abartıyorlar ki, eline bir fırsat geçerse, senin padişahı bile bu ülkeden kovacağını söylüyorlar!…”

Gazi donup kalmıştı. Soğukkanlılığını korumaya çalışıyordu. Rauf Bey ise içini dökmeye başladı:

“Kemal! Bu vatan tehlikeye düştü, işgale uğradı. En çok sen çaba gösterdin, kurtardın, biz de sana yardım ettik.

Şimdi vatan kurtuldu. Bize göre ‘emaneti sahibine’ iade etmenin zamanı geldi.”

Gazi yemek davetinin bir bahane olduğunu anlamıştı.

Peki Rauf, Sultan Vahdettin için sen ne düşünüyorsun?” diye sordu.

Rauf Bey’i dinleyelim:

“Kemal, benim babam padişahın baş mabeyinliğini yaptı. Boğazında padişahın ekmeği var. Şimdi o ekmek benim gırtlağımda. Ben yediğim ekmeğe ihanet etmem kardeşim. Benim rejim sorunum yok. Üstelik, madem sordun, söyleyeyim.

Padişah bir İslam halifesi, ben de müslümanım. Dinî terbiyem nedeniyle de padişaha bağlıyım. O makamlar uhrevi makamlar. Senin, benim gibi kişilerin ulaşabileceği makamlar değil.

Kaldı ki, bu milletin yüzlerce yıldan bu yana alıştığı yönetim de mutlakıyet yönetimidir, cumhuriyet değil”.

Gazi’nin yüz hatları gerilmişti. Ev sahibi Refet Paşa’ya döndü;

“Sen ne düşünüyorsun Refet?” diye sordu.

“Aynen Rauf Bey gibi düşünüyorum, Paşam!...” deyip kestirip attı Refet Paşa.

Gazi, masadaki Fuat Paşa’ya, “Senin görüşün Fuat?” diye sordu.

Fuat Paşa Gazi’nin Harbiye’den sınıf, hatta sıra arkadaşıydı. Hukukları daha derindi. St. Joseph mezunuydu, yani askeri okuldan değil sivil liseden Harbiye’ye biraz da geç katılmıştı.

Okul Komutanı Mustafa Kemal’i odasına çağırtmış ve iki genci birbirine tanıştırmıştı:

“Selanikli Mustafa Kemal, Salacaklı Fuat…”

Ve Fuat’ı sınıfının çavuşu Mustafa Kemal’e emanet etmişti. Fuat’ın Fransızcası çok iyiydi, Mustafa Kemal’e bu derste çok yardımı oldu.

Giderek aralarında uzun yıllar sürecek bir dostluğun köprüleri atıldı ve Mustafa Kemal Harbiye yılları boyunca her hafta sonu Fuat’ın Salacak’taki köşküne “evci” çıktı. O nedenle aralarındaki hukuk daha derindi.

Fuat; “Paşam”, dedi,

“biliyorsunuz uzun süredir Moskova’dayım, duruma muttali değilim, izin verin birkaç gün düşüneyim, yanıtımı sonra veririm!..”

Yani o bile, “Kemal, ben senin arkandayım!...” diyemedi.

Masada olmayan dördüncü kişi, Kâzım Karabekir Paşa ise Erzurum’daydı ve telefonun öbür ucunda, bu toplantıdan çıkacak kararı bekliyordu. Beşinci kişiyse, kendisiydi.

Anadolu’ya çıkan ilk 5 komutan işte masadaydılar ve henüz devlet kurulamamıştı ama kozlar paylaşılıyordu.

“Benden ne yapmamı istiyorsunuz?” diye sordu Gazi.

“Yarın kürsüye çık, bunları yapmayacağına söz ver!” diye yanıtladı Rauf Bey.

“Bana bir kâğıt verin…” Bağ evinde gece yarısı kâğıt bulamadılar, içtiği sigaranın kapağını yırttı ve arkasına hırsla yazdı:

“ Günü geldiğinde Padişahla ilgili kararı en yüce icraî organ olan TBMM verecektir.”

Yüksek sesle okudu ve sordu:

“ Bu sizi ve Meclisi tatmin eder mi? Bunu yarın çıkıp okursam, sizce Meclis tatmin olur mu?”

“Hah, işte bu olur. Bunu çık yarın kürsüden oku!...”, dedi Rauf Bey.

O Meclisten padişah aleyhinde bir karar çıkmazdı. Bunu biliyorlardı. Masadaki komutanlar rahatladılar. Sofra, buz gibi olmuştu. Ayrılırlarken, Etlik sırtlarından yeni bir gün ışıyordu. O günden itibaren Gazi yollarını da bu arkadaşlarından ayırmak zorunda olduğunu görmüştü.

Ertesi gün kürsüye çıktı ve yazdıklarını aynen okudu. Meclisle ve komutanlarla bir tartışmaya girmeden bu krizi atlatmalıydı. Öyle de yaptı.

1921 Anayasasına göre Meclis her iki yılda bir seçim yapmak zorundaydı. Meclis 23 Nisan 1920’de açıldığına göre, seçimleri yenilemenin zamanı gelmişti. Doğal olarak da seçimlere gidildi. Gazi, bu Meclis’ten kurtuluyor gibiydi.

Komutanlar yeniden endişeye düştüler:

“Ya, Kemalist bir Meclis gelirse!”

Bunun üzerine yeni bir plan kurdular. Mustafa Kemal’i Meclis’e sokmamanın yolunu arayacaklardı.

Seçim Yasasını değiştirmeye karar verdiler.

Erzurum Milletvekili Necati Bey, Samsun Milletvekili Emin Bey, Mersin Milletvekili Albay emeklisi Çolak Selahattin Bey, bir önerge hazırladılar:

Buna göre:

“1. …bundan böyle milletvekili adayının doğum yeri, Misak-ı Millî sınırları içinde olsun!..”

Selanik dışında kalmıştı.

"2. …Milletvekili adayı adaylığını koyduğu yerde en az beş senedir oturuyor olsun!”

Mustafa Kemal o cephe, bu cephe hayatı boyu koşturmaktan ötürü değil beş yıl, hiçbir yerde sürekli beş ay oturamamıştı ki.

Hedef belliydi. Bu yasa özel olarak kendisi için hazırlanmaktaydı. Hem de en yakın silah arkadaşları tarafından.

Bu önerge verilince, kürsüye zorla çıktı ve avaz avaz:

“Doğum yerim Selanik Misak-ı Millî sınırları dışında kalırken, devlet Selaniği tek kurşun atmadan Yunan’a verirken, bu millet bilsin ki ben diğer bir yurt köşesi Derne’de savaşıyordum…

Hiçbir yerde beş yıl oturamadım, doğru. Otursaydım, o zaman Bingazi’de, Derne’de, Sina’da, Filistin’de olamazdım.

Çanakkale’de, Kafkaslarda, Sakarya’da olamazdım.

Ama ben oralarda olamasaydım, bu efendilerin de doğum yerleri, Allah korusun, Misak-ı Millî sınırları dışında kalırdı…

Şimdi millete soruyor ve yanıtını milletten bekliyorum. Bu önergenin sahibi efendileri buraya gönderen millet

onlar gibi mi düşünüyor?...

Hayır, millet onlar gibi düşünmüyordu. Çuvallar dolusu telgraflarla olayı protesto ettiler, önerge geri çekildi…ve Mustafa Kemal Ankara’nın Bâlâ ilçesinden milletvekili seçilerek Meclis’e girdi…

Cumhuriyeti de kurdu.

Gazi bu olayı hiç unutmadı.

NUTUK’ta da tüm ayrıntısıyla yazdı.

Sn. Hasan Onur,

Bu önemli yazıyı sanırım okumadınız ya da yeterli mi bulmadınız?

Her kaynağı incelemekte elbette yarar vardır ama bu yaşamsal konularda çokça spekülasyon yapılmış olduğu gerçeğini de göz ardı etmeyiniz. Bu yukarıdaki yazı, otorite kabul edilen dünya tarihçilerinin de aynen onayladığı ve çeşitli araştırmalarında dile getirdikleri tarihsel gerçekleri konu edinmiştir. Verdiğiniz bilgilerde, Kazım'ın anlattıklarına inanmak mümkün değildir. Atatürk hilafete ve şehzadeliğe yürüdü demek düpedüz zırlavamaktır!

Bunun tartışması bile olmaz.

Link to post
Sitelerde Paylaş

Sn. Hasan Onur,

Bu önemli yazıyı sanırım okumadınız ya da yeterli mi bulmadınız?

Her kaynağı incelemekte elbette yarar vardır ama bu yaşamsal konularda çokça spekülasyon yapılmış olduğu gerçeğini de göz ardı etmeyiniz. Bu yukarıdaki yazı, otorite kabul edilen dünya tarihçilerinin de aynen onayladığı ve çeşitli araştırmalarında dile getirdikleri tarihsel gerçekleri konu edinmiştir. Verdiğiniz bilgilerde, Kazım'ın anlattıklarına inanmak mümkün değildir. Atatürk hilafete ve şehzadeliğe yürüdü demek düpedüz zırlavamaktır!

Bunun tartışması bile olmaz.

Mr Guitar

Söylediğiniz gibi her kaynağı incelemekte yarar var bunları zırva olarak nitelendirmek için yada bu olaylara gerçek demek için incelemek lazım.Bende bunlara şaşırdım hele hilafet ve şehzadelik konusunda....Bence çok önemli bi konu... M.Kemal'e bunları söylemek hakaretten daha ağırdır ve islamcı,liberal denen zavallı kesimler tarafından kullanılmaktadır bu konuyu daha önemli hale getiriyor.

Yazıyı okudum fakat bir tek bu yazıya bakarak kesin bir yargıya varmak yanlış geliyor.

tarihinde hasanonur tarafından düzenlendi
Link to post
Sitelerde Paylaş

Mr Guitar

Söylediğiniz gibi her kaynağı incelemekte yarar var bunları zırva olarak nitelendirmek için yada bu olaylara gerçek demek için incelemek lazım.Bende bunlara şaşırdım hele hilafet ve şehzadelik konusunda....Bence çok önemli bi konu... M.Kemal'e bunları söylemek hakaretten daha ağırdır ve islamcı,liberal denen zavallı kesimler tarafından kullanılmaktadır bu konuyu daha önemli hale getiriyor.

Yazıyı okudum fakat bir tek bu yazıya bakarak kesin bir yargıya varmak yanlış geliyor.

Bir yazının niteliği mi yoksa niceliği (yani kaç yerde birden dile getirildiği) mi önemlidir?

Bilimsel etiğin beşiği olan Batı'daki tarihçilerin hiçbirinden M. Kemal'in hilafete yürüdüğünü ve şehzadeliğe soyunduğunu duyamazsınız; tersine, hepsi de ağız birliği etmişçesine O'nun bir hilafet ve saltanat düşmanı demokrasi aşığı olduğunu yazarlar ki gerçek de budur zaten.

Hilafete yürüyen biri, tutup, hiçbir temayül olmadığı yerde ve tek başına kalmak pahasına laik bir cumhuriyet kurar mı?

Şehzade olmak isteyen biri, mecliste kameraların önünde "biz, ilhamlarımızı gökten indiği sanılan kitaplardan değil doğrudan doğruya hayattan almış bulunuyoruz" der mi?

Hilafet yanlısı olan kendileriydi; Atatürk bunlara açıkça tavır aldı ve oyunlarını bozdu. Sonra da yalana ve iftiraya başvurarak kendilerini cezadan kurtarma yoluna gittiler. Yine de, kurtuluş savaşında hizmetleri oldukları için ve halk içinde infiale neden olmamak amacıyla affedildiler. Cumhuriyet işte bu şartlarda ve bu gibi ihanetlere rağmen kuruldu.

Boşuna imzamıza koymadık biz Atatürk'ü Sn. Hasanonur.

Boşu boşuna tek adam denilmedi O'na.

Ama, yaptığı devrimler o kadar ileriydi ki bugün bile korkunç bir gerici baskıya hedef olmaktan kurtulamıyor.

Soysuz kürtçülerin burada bile başlık açıp Atatürk sevgisini sorgulamaları, içlerindeki hainliği ve pisliği kusmaları boşuna değildir. Yoz kafalar, kişiliksiz cahilller bu olağanüstü toplumsal atılımı elbette anlayamazlar, anlasalar da bunu çekemezler.

Hal bu iken, hala hilafetçi, örümcek kafalı bir askerin yazdıklarına - üstelik bu aktardıklarınızın sahihliği de tartışılır - bu derece önem vermenin anlamı yoktur.

Link to post
Sitelerde Paylaş

Mr Guitar

Söylediğiniz gibi her kaynağı incelemekte yarar var bunları zırva olarak nitelendirmek için yada bu olaylara gerçek demek için incelemek lazım.Bende bunlara şaşırdım hele hilafet ve şehzadelik konusunda....Bence çok önemli bi konu... M.Kemal'e bunları söylemek hakaretten daha ağırdır ve islamcı,liberal denen zavallı kesimler tarafından kullanılmaktadır bu konuyu daha önemli hale getiriyor.

Yazıyı okudum fakat bir tek bu yazıya bakarak kesin bir yargıya varmak yanlış geliyor.

Sevgili IFeelGood'un astığı yazıda geçen olaydan LORD KINROSS'un ''Atatürk- Bir Milletin Yeniden Doğuşu'' adlı kitabında da bahsedilir.

Bu kitabı mutlaka okumalısınız.

Link to post
Sitelerde Paylaş

Sevgili IFeelGood'un astığı yazıda geçen olaydan LORD KINROSS'un ''Atatürk- Bir Milletin Yeniden Doğuşu'' adlı kitabında da bahsedilir.

Bu kitabı mutlaka okumalısınız.

Yakup,Yanlış anlaşıldım olay yanlıştır demiyorum zaten bu hadise Nutuk'ta yer alıyo fakat bir tek bu olaya bakarak bu konu hakkında karar vermemiz doğru olmaz.

Link to post
Sitelerde Paylaş
  • 2 weeks later...

Paşaların Kavgası kitabını bitirdim başlıca iddiaları buraya yarın yazıcam diğer kitapları henüz okumadım ama eleştirilerin,itirazların aynı noktalarda olduğunu tahmin ediyorum,umarım sağlıklı bir tartışma ortamı olur.

tarihinde hasanonur tarafından düzenlendi
Link to post
Sitelerde Paylaş
  • 1 year later...

1 sene geçmiş aradan, ^_^ vay be.Şifremi kaybettim,sınavlar vs. derken zaman geçip gitmiş.Aklımın bir ucundaydı burası.Evet konu hakkında gerekli ve yeterli okumaları yaptım.Konu çok geniş bir mesele bu sebeple özetlemem imkansız.Fakat meraklılarına bir kitap listesi verebilirim.

Kaynaklar:Feridun Kandemir(Kitaplarının yeni basımı yok sahaflardan ulaşabilirsiniz)

Osman Selim Kocahanoğlu-Atatürk'ün Üç Muhalifi

Uğur Mumcu-K.Karabekir anlatıyor

Yalnız Adam M.Kemal-Ali Tartanoğlu

Bunlarla birlikte Nutuk-Karabekir'in M.M. kitapları-R.Orbay'ın anıları-A.F.Cebesoy'un anıları okunabilir.Ek olarak M.M. konusunda Mahmut Goloğlu'nun kitapları ve M.M.Kansu ile İbrahim Süreya Yiğit'in anıları oldukça güzel ve önemlidir.Bazı İslamcı yazarlarında konu hakkında kitapları vardır fakat bunlar salt Karabekir Paşa'nın anılarına dayanan yani objektif olmayan kitaplardır,dikkate alınması yanlış olur.Son olarak Paşaların Kavgası 3-4 yıllık bir olay değildir.Yani Cumhuriyet'i anlama açısından çok önemli bir olaydır.

Kazım Karabekir konusunda

m.mücadele konusundaki görüşleri dikkatle incelenmesi gereken kişi.öncelikle kazandığı zaferleri,yaptığı hizmetleri kastetmiyorum.son yıllarda moda oldu özellikle islami kesimde k.karabekir'in yazdıklarından yola çıkarak farklı bir m.m.tarihi yazmak ve anılarından m.kemal'e saldırmak.konu hakkında bilgisi olmayan bir kişi bu iddaları okuduğu vakit inanır.paşa ima falan etmiyor direk söylüyor.örneğin der ki;ben olmasaydım m.kemal bizi bolşevik yapacaktı.konuyu bilmeyen biri m.kemal'in sovyetlere takındığı stratejik tavırdan haberdar değildir.bununla birlikte karabekir paşa'nın da telgrafları vardır sovyet makamlarına.bir ikinci örnek karabekir paşa der ki;anadolu hareketini ben başlattım şişli'deki evde anadolu'ya çıkma teklifini m.kemal'e ben ettim.buna karşılık m.kemal karabekir'in kitabının arkasına yazdığı notlarda bu iddayı ''yalan,palavra,uydurma'' diyerek reddeder.yani mesela mustafa armağan'ın yancı kitaplarını okuyupta anlanabilecek,saptamaya varılabilecek bir mesele değildir.o yüzden meraklılarına tavsiyem her iki taraftan da okumaları.
tarihinde hasanonur tarafından düzenlendi
Link to post
Sitelerde Paylaş
  • Konuyu Görüntüleyenler   0 kullanıcı

    Sayfayı görüntüleyen kayıtlı kullanıcı bulunmuyor.

×
×
  • Yeni Oluştur...