Jump to content

Recommended Posts

Her ne kadar, bayanlara öncelik tanımak, centilmenliğin gereğinden olsada. Konuya kendimizce bir giriş yapalım.

Bergüzarın adına konuşma hatasına düşmemek adına, onun ne düşündüğüne değinmek istemiyorum. Kendisi gelir ve düşüncelerini açıklar. Ayrıca bu düşünceleri, şahsına olan saygımı asla bitirmez. Bu tartışmayı, sohbet havasında yürütmekten yana bir eğilim içerisindeyim, umarım Bergüzar, bu niyetimi anlar ve bu doğrultuda, tartışmaya devam ederiz. Her neyse, konuya giriş yapalım şimdi.

Link to post
Sitelerde Paylaş

İrade nedir?

İradeden anlaşılanı bir kenara bırakıyorum ve kendi anlayışımı, sunuyorum. Diyorum ki ben; irade, doğanın kendi kendine bilinçsiz bir şekilde devinmesidir, aslında içinde bir irade barındırmaz, o iradesizliğin eseridir ama konu açısından bu kavram üzerinden sohbeti yürütme zorunluluğum ortadayken, bu kavramı kullanmaktan, kaçınarak buna diyalektik diyeceğim.

Diyalektik, iyinin ve kötünün, doğrunun ve yanlışın, gerçeğin ve sahtenin, özgürlüğün ve tutsaklığın, sadece insanın aklında ve insan var oldukça, kendini var edebilecek, metafizik kavramların hepsinden bağımsız işler.

Burada, daha iyi anlaşılmak adına, bilinçsiz bir tanrıya benzetebiliriz diyalektiği. O, her şeyden bağımsızdır ama bu bağımsızlık, tanrı gibi kadiri mutlaklığından değil, onun bilinçsizliğinden gelir. Bu bilinçsizlik, onu zamandan mekandan tutunda, kendi işleyiş kurallarından bile bağımsız kılar. Bu bilinçsizlik onu her şeyin üstünde tutar ama bu üstünlükten bile bağımsızdır, bu üstünlüğün dahi önemi yoktur. Bilinç arttıkça, metafizik kavramlara olan bağlılıkta artar. Bunu zaten fantastik tanrıda yeterince görebiliyoruz. Adalet kavramıyla, merhametle, güçle, gazapla, özgürlükle, insani duyguların her biçimiyle, sonuna kadar zincirlenmiş bir tanrıdır. Bu tanrının kadiri mutlaklığı bile bu zincirlerden duyulan utancın simgesidir. Öte yandan hayvanların dünyasına bakacak olursak, tezimiz daha iyi desteklenir, hatta bitkilere bakalım ve hatta kendinde şeye, yani cansız maddeye. Örneğin, kendinde şey olarak, bir elma, elma olma durumundan bile bağımsızdır. Onun elma olarak imgeselleşmesi, sadece bizim onu niteleme ihtiyacımıza dayanır. Bu nitelemede, diyalektiğin bize sunduğu metafizik yönteme ve dolayısıyla metafiziğin, bize sunduğu imkanlara ve düşüncelerin metafizik biçimde aktarılma ihtiyacına dayanır. Görüldüğü gibi, bu tanrı kendisini nitelendirmemizden bile, bağımsızdır, istenildiği gibi onu nitelendirmemize izin vermekle kalmaz, kendisini nitelendirebileceğimiz metafizik kavramları da bize sunar.

Metafiziğin yeterince anlaşıldığını sanmıyorum. Metafiziğe de biraz değinme ihtiyacı, doğuyor. Konu oldukça genişliyor ve kontrolden çıkıyor, bunun farkındayım ama elimden gelen bir şeyde yok. Yeterince açıklayıcı olmak istiyorum.

Metafizik nedir? En sığ anlamda fizik ötesi, yani fiziki kurallardan bağımsızlık anlamını taşır, metafizik. Ne yazık ki, bu yeterince anlaşılmıyor. Metafizik sadece soyut kavramların, fiziki özelliklerden bağımsızlığına dayanmaz, aynı şekilde somut kavramlarında soyutlaştırılması ve fiziki özelliklerinden bağımsızlaştırılmasıdır. Kendinde şeye, kendinde olmayan bir özellik katılmasıdır, abartılması, küçük düşürülmesi, hatta nitelendirilmesidir. Bizi hayvanlardan farklı kılan, metafizik kabiliyetlerimizdir. Ne türlü olursa olsun, düşünce aktarımlarının hepsi, kendinde şeyi nitelemeye ve metafiziğe dayanır. Birbirimizle anlaşabilme kabiliyetimizin sınırlılığı da bu metafiziğe dayanır. Özgürlük diye bir kavram uydururuz, bu uyduruk kavrama bin tane farklı anlam yükleriz ve bunu ciddi bir şekilde, birbirimizle tartışma hatasına düşeriz.

Diyalektiğe biraz daha değinelim. O her şeydir, varolmuş olan, var olmakta olan ve var olacak olan her şeydir. Geçmiş sonsuzdan gelir, anıda içine alarak, gelecek sonsuza doğru gider, aynı zamanda bu geçmiş ve gelecekten bağımsızdır. Onu hiçbir şekilde kavrayabilecek olamayışımızın nedeni budur. O bilinemezdir, her şeyi kapsar. Onun yöntemleri ancak bilinebilir ama yinede anlaşılamaz, çünkü o kavrayış sınırlarımızın dışında bir işleyişe sahiptir. Onu diyalektik diye adlandırmamız bile ona karşı işlediğimiz bir günahtır ama belirttiğimiz gibi aktarım açısından da diyalektik bir zorunluluk ve diyalektiğin bize sunduğu metafizik bir imkandır. O Hegelde, çelişkiler kanunudur, onu tanımlamak zorunda kalarak ona karşı işlediğimiz günah gibi, diyalektik yöntemi Engelsten, metafizik yöntemi tamamen zıttı Schopenhauerdan öğrenme zorunluluğu gibi, diyalektiğin metafiziği var etme zorunluluğu ve onun yardımı olmadan aktarılamaması gibi, diyalektiği aktarırken metafizik hatalara düşme zorunluluğu gibi ve daha bir sürü şey.

Diyalektiği kavramakta ki acziyetimizi gözler önüne sermek adına, sığ düşüncelere kurban giden, neden-sonuç ilişkisini ele alalım.

Neden Sonuç İlişkisi;

Diyalektik, neden sonuç ilişkisiyle birbirine bağlanmış süreçlerin toplamıdır. Burada ki acziyetmiz şuna dayandırılır, ilk neden nedir? Halbu ki bu sığlıktan öte bir şey değildir. Bir sonuç, birden fazla nedenle bağlanmıştır, biz bütün bu nedenleri kavrayabilmekten bile aciziz. Schopenhauer, bu acziyetini yeter-sebep ilkesi diyerekten, gözler önüne sermekten kaçınmamıştır. Yeter sebep ilkesini dört köke bağlar ve bunu ‘Yeter Sebep İlkesinin Dört Kökü Üzerine’ adlı denemesinde irdeler. Bizim burada acizliğimizi kabul ederek ele aldığımız bu ilke üzerine sayfalarca yazar.

Şimdilik konuya dair bir ön hazırlık yapmış olmakla kalalım. Sonra ayrıntılı bir şekilde devam ederiz.

Link to post
Sitelerde Paylaş

Şimdi bir iyi niyet gösterisinde bulunalım ve acizane objektifliğimizi gösterme kaygısıyla, incilden bir ayet vererek, bu ayet üzerinden, düşüncelerimizi ifade edelim. Bu iyi niyetimizin, yanlış mecralara çekilmemesini de umabilir miyiz? İşte bunu zaman gösterecek.

Hayat okuması diye ben buna derim.

Düşmanlarınızı sevin

(Luk.6:27-28,32-36)

43«`Komşunu sev, düşmanından nefret et' denildiğini duydunuz. 44Ama ben size diyorum ki, düşmanlarınızı sevin, size zulmedenler için dua edin. 45Öyle ki, göklerde olan Babanızın oğulları olasınız. Çünkü O, güneşini hem kötülerin hem de iyilerin üzerine doğdurur. Yağmurunu da hem doğruların hem de eğrilerin üzerine yağdırır. 46Eğer yalnız sizi sevenleri severseniz, ne ödülünüz olur? Vergi görevlileri de öyle yapmıyor mu? 47Yalnız kardeşlerinize selam verirseniz, fazladan ne yapmış olursunuz? Putperestler de öyle yapmıyor mu? 48Bu nedenle, göksel Babanız yetkin olduğu gibi, siz de yetkin olun.

İsa’nın yaşadığını varsayarsak. O dönemde nasıl böyle bir kavrayışa sahip olduğunu, böyle derin bir düşünceye nasıl vardığını, anlamak mümkün değildir. Ama kendimizi bu varsayımlar alanından sıyıralım. Burada İsa’nın ne kastettiğini bir kenara bırakıp, kendi anladıklarımızı, aktarmaya çalışalım ve konumuza odaklanalım.

Çünkü O, güneşini hem kötülerin hem de iyilerin üzerine doğdurur. Yağmurunu da hem doğruların hem de eğrilerin üzerine yağdırır. 46

Bu kısma yoğunlaşalım. Tanrının tarafsızlığı üstüne değiniliyor ve yetkinliği övülüyor.

Şimdi yorum katalım.

Yağmur, belli bir mantık sonucu yağmaz. Bu diyalektiğin, belli nedenleri bir sonuca varacak eylem üzerinde bilinçsizce toplamasının sonucudur. Yağmur, ekinler yetişsin diye, ağaçlar büyüsün diye, kötüler ıslansın diye, eğri düzelsin diye, doğru eğilsin diye, iyinin cebi dolsun diye yağmaz. Eğer öyle olsaydı, okyanuslar üzerinde bulutların kümelenmesi ve yağış eylemine bilinçsizce geçmesini açıklayamazdık. Burada güdülen fayda ne olabilir ki? Suyun üstüne yağan su. Tabii ki bunun sel, tusunami gibi sonuçları olabilir. Konumuz açısından önemli olan, gelişigüzellik, mantıksallığın aranmaması vs

Link to post
Sitelerde Paylaş

İnsanda İrade Nedir?

Buraya kadar, doğanın kendi kendine devinmesini, bunun bir iradeye bağlı olmayan, diyalektik süreçlerin, sonucu olduğunu anlattık.

İnsanın var oluşu neye dayanır? Bu soruya mantıklı bir cevap vermek için, tanrı inancı öne sürülür genelde. Bu kolaycılıktan kendimizi sıyıralım. Bu var oluş, maddenin yaşamı var etme istencine dayanır, bu istencin bir mantığı vs.’si yoktur. Kendi kendine devinen sonsuz süreçler sonunda, belirli bir aralığa bile konulamayacak bir zamanda, diyalektik, bunca çeşitlilik içeren bir varoluşu bize sunmuştur. ‘Bize sunmuştur’ gibi kişilik özelliği atfedilen, yüklemlere dikkat çekilmesin, bu anlatım açısından zorunluluk arz ediyor, yoksa diyalektiğin böyle amaçlardan ve bilinçten bağımsız olduğunu, satırlardır işlemeye çalıştık.

Bu varoluş maddenin, yaşamı var etme ihtiyacına dayanır, dedik. Bir bireyi, soyutlama yoluyla, metafizik sayesinde, örneklendirmek amacıyla çekip somutluğundan alalım ve örneği verelim. Bir bireyin var oluşu neye dayanır? 2 bireyin istem dışı faaliyetine, bu istem dışı faaliyette, yaşama istencinin, dürtüler yoluyla harekete geçirilmesine dayanır. Bunun sonucunda, yaşama istencinin ürünü olan ve yaşama istenciyle dolu bir varlık dünyaya gelir. Buna biz birey diyelim. Bireyin bütün duyguları en başından beri, yaşama istencinin, yan ürünleri olarak kendisini gösterir, bir bebekte bilinç çok azdır, yaşama istenci tamamen ortaya çıkar ve kendini gösterir, besin ihtiyacında , yaşama istenci acı verir ve ağlatır, bütün ihtiyaçlarını bu ilkel yöntemle yani ağlamayla çağırır. Sonra bu birey büyüdükçe, karmaşıklaşmaya, bilinç altına belli şeyler işlenmeye ve bilinci gelişmeye başlar. Bilinci geliştikçe, belli davranış şekilleri geliştirir, ağlamayı bırakır, konuşmaya başlar, emeklemeyi bırakır, yürümeye başlar, zaten bilinç gelişimi de, bu uzuvların gelişimi ile orantılıdır. Uzuvları geliştikçe, yeni şeyler öğrenir, konuşmaya başladıkça öğrendiklerini pekiştirme imkanına kavuşur, giderek kalıp davranışlar edinmeye başlar. Ve en sonu, doğanın yaşama istenciyle var olabilmiş ve bu istenç sayesinde hayatta kalabilmişken, bu basitliği reddeder, kibirle dolar ve artık her şeyin kendisi için var olduğu sanrısına kapılır. Bunu onaylamak için, dinler yaratır, bu dinleri kutsar, dinlerle beraber kendisini de o dinin içinde kutsar. Bu karşılıklı bir kibir yarışıdır. Bu danışıklı bir dövüştür. Körler sağırlar birbirini ağırlardır, bu.

Her şeye metafizik anlamlar yüklemeye başlar, abartma hastalığına kapılmıştır. Çünkü, istencin basit arzuları artık anlağı tatmin etmemektedir, anlak, istencin kendisini kontrol altında tutmasından sıkılmıştır, istençte ona yanılsamalar izletir, onu oyalar durur, ancak kendisi zora düştüğü zaman kulağını çeker, bazen ona şefkatli davranır, bazen onu yerden yere vurur. Gövde zora düştüğü zaman, beyine uyarılar gönderip durur, organlar kendi içinde çekişmeye başlar, kalp istem dışı çalışır, midede öyle, beyin hepsi üzerinde tasarruf sahibi olduğu yanılgısına kapılır, hiç birini kontrol edemez, onların yok oluşu kendi yok oluşudur. Anlağın, istemeye mahkum olduğu gibi, beyninde gövdeye baştan telsim olmaya mahkumluğu kaçınılmazdır. Anlakla, isteme arasında ki ilişki ne ise, beyin ve gövde arasında ki ilişkide odur. Bu birey, doğuşundan itibaren, kendi içindeki bu savaşlara mahkumdur. Dolayısıyla, o hayata mahkumdur.

Her istek gereksinimden doğar, yani her istek eksiklikten ve dolayısıyla acıdan doğar. Dileğin yerine getirilmesi, bu eksikliğe ve dolayısıyla acıya bir son verir. Ancak yerine getirilen her dilek, geride yadsınan dilekleri bırakır. Doyurulan her istek, yerini başka bir isteğe bırakır. Tam doyum mümkün değildir, mümkün görünse bile, doyurulan isteğin yerini başkasının alması gibi bir yanılsamadan ibarettir. Doyum, istemenin, anlağa sadakası gibidir. İstemenin yarına ulaşmasını sağlar.

Bir şeyden kaçmak, bir şeyin ardından koşmak, zarar görmekten korkmak, haz almaya çalışmak bunların hepsi özünde birdir. Ne şekilde olursa olsun, neye dayanırsa dayansın, istemenin dinmek bilmeyen isteklerini gözetmek, bilinci ele geçirir, bilince hakim olur.

İsteme önce gelir, anlak ikincildir. Anlak, istemenin bir aracı olarak ancak, bir yansımasıdır. Bilincin, bilinçaltının yansıması olması gibi. Öyleyse her birey, istemesi aracılığıyla ne ise odur, karakteri isteme ile bağlanmıştır. Çünkü onun doğasının temeli istemedir. Birey, bilgiden önce istemenin bir ürünüdür, olsa olsa bilgi sonradan onu aydınlatmak için gelmiştir. Öyleyse birey, şöyle ya da böyle olmaya karar veremez, olduğundan başka türlüde olamaz. Birey, bir kereliğine vardır ve ne olduğunu da yaşantısının akışı içinde bilebilir.

Karakterini ortaya çıkaran ve davranışlarını belirleyen şeyler, bireyi bilgi aracılığıyla etkileseler bile, bu bilgi dönektir, doğruyla yanlış arasında gider gelir. Bireyin asıl istediği, hem genel olarak, hem özel olarak, onun en derin doğasının tutkusudur ve buna uygun olarak peşinden koştuğu idealidir.

Link to post
Sitelerde Paylaş

Bergüzar, senden bir ricam var. Önce kendi görüşünü ortaya koy ve sonra toplu bir şekilde beraberce, eleştiriye geçelim. Ve bu eleştirileri yanıtlamaya.

Saygılarımla...

tarihinde Arthur S. tarafından düzenlendi
Link to post
Sitelerde Paylaş

Hayat okuması diye ben buna derim.

İsa’nın yaşadığını varsayarsak.

Şimdi burada, İsa'nın veya Muhammed'in bu kadar zeki olabileceği vs. söz konusu görülemeyebilir ve bunun ardında ilahi güçler vs. arayışı doğabilir. İlahi temele dayanmayan dinleri, ele alacak olursak, örneğin budizm'e bakacak olursak, bütün bu hayat okuma oyunlarının, daha mantıki ve daha düzgün temellerde şekillenmiş olduğunu görürüz. İnsanın doğayı kavrama çabası ve bu doğa içerisinde kendini kavrama çabası hiçte öyle 1000 yıl veya 2000 yıl öncesine dayanmaz. İnsan ancak, belirli istekleri doyurulduktan sonra, bu tür arayışlara girer.

Budha'yı varsayalım ve budizme bakalım. Temel Budist algısı; Dünya kaos dolu ve karmaşık bir yerdir, bu dünyada iyilik olduğu kadar kötülükte vardır, güzellik olduğu kadar çirkinlikte vardır. Doğa garip bir şekilde belli kanunlarla bağlanmış gibi kendi içerisinde devinip durur. Ancak saf gözler bunu göremez, bunu görebilecek dürüst bir göz gerekir. Bu yüzden budistler, doğayı kavramak adına meditasyonu icat ederler, meditasyon iç sesini dinlemektir, bu içses insanın istemesidir, doğanın insana yansımasıdır. Yalnız budizm bu içsesi dinlemekle sınırlandırır kendini, o sesin isteklerini görmezden gelerek, onu ehlileştirme çabası güder ve bu şekilde doğa üstü olma bilincine varmak ister, ilahi dinlerin aksine bunu ilahi temellere dayandırmadan yapma çabasındadır. İster ilahi dinler olsun, ister ilahi temele dayanmayan dinler olsun, buna yine temelde ilahi olmayan ideolojileride katabiliriz, ortak bir hedefte birleşirler, istemenin ehlileştirilmesi ve bu istemeyle beraber doğanın ehlileştirilmesi, bütün bunlar insanın kibirine dayanır. Bu 'ilahi' olma meselesini burada, bu ilahi dinlerin iddiasından dolayı kullanıyoruz. İslamda farklı olarak bu istemeye, 'nefis'(bu kelimeyi yanlış yazmış olabilirim) denir. Burada yorumda bulunmak gereği duyuyorum, diyalektiğe kafa tutmak ne haddinize? Kibirinde bir sınırı var. Bu tanrı her zaman galip gelir, doğadan gelen doğaya döner, anlak kaybolur, doğayla bütünleşilir. Bu bütünleşmeyi, meditasyon aracılığıyla görmüş olduk zaten.

Efsanelere göre Budha, M.Ö. 563-483 yılları arasında yaşamış. Hindistan bölgesinde, soylu bir hanedana mensup soylu bir kişidir, belli bir döneme kadar hayatı sarayda, zevk ve sefa içerisinde geçmiştir. Bir gezi sırasında, yaşlı bir adamın acı çektiğini görmüş ve bunu kanıksamıştır. İstemesi sonuna kadar doyurulduğu için bu düşünceler içerisinde, acı çekmeye başlamıştır. En sonu saray hayatını terk ederek, bir ormanda yaşamaya başlamıştır, buradan sonrası mağlum zaten, budizmin kurucusu ve doğu düşünce yapısının öncüdür.

Burada tarihe dikkat çekelim; M.Ö. 563-483.

Link to post
Sitelerde Paylaş
Misafir
Bu konu kapalıdır ama konuya cevap yazmaya yetkiniz var görünüyor.
  • Konuyu Görüntüleyenler   0 kullanıcı

    Sayfayı görüntüleyen kayıtlı kullanıcı bulunmuyor.

×
×
  • Yeni Oluştur...