Jump to content

NASIL BİR ATEİSTSİNİZ?


Recommended Posts

Sunu herkes beyninin bir yerlerine monte etsin...

...muhammedi, allahi, kurani, islami alir cöp sepetinin icine atarim ve kimseden özür dilemek zorunda degilim.

Simdiye kadar da hic dilemedim.Attigim cöp sepetinin icinden de onlari asla cikartmam.

Kimsenin sahsina kisiligine hakaret edilmiyor.Ilkel gelisip evrimlesmemis beyinlerin seviyelerine inme devri coktan kapandi.

Birilerinin mal gibi inaniyor olmalari onlara ayricalik tanimiyor.

Karsinizda olmayan uyduruk pisliklere yalakalik yapacak ateistler artik yok...

...dise dis, göze göz.

Mal gibi inananlar isteselerde istemeselerde bunu kabul etmek zorundalar ve edecekler.

Özür dilemek ne demek. Hadi bir hata yaptın dile. İnançlara karşı mücadele ederken hata yapılmaz. Bu adamlar çok şey bekliyorlar bizden.

Hem bize nasıl davranmamızı, hem de onlara nasıl hitabetmemiz gerektiğini dikte ediyorlar.

Onlar bizi adamdan saymazken biz onlardan özür mü dileyeceğiz.

Çok şey istiyorlar.

Ben kimsenin inancına saygı duymuyorum.

Bu çok yanlış anlaşılan bir husus..

Bizim değer verdiğimiz başka inançlar değil. Onların çoğu değersiz ve sapık.

Biz sadece onların (sapık inançların) belirtilmesine saygı gösteriyoruz. Bunu da özgür bir forum olmamız yüzünden yapıyoruz.

Aslında onu bile yapmak zorunda değiliz.

Link to post
Sitelerde Paylaş
  • İleti 446
  • Created
  • Son yanıt

Top Posters In This Topic

bana arkadaşım Atatürk masondu dedi , bende bastım tekmeyi bir daha arkadaş olmamak üzere..

Kendisi fetonun uçkur hizmetçisiydi..

Öyle ya da böyle islam atamızın yaptığını şirk ve kafirlik sayar , sonuçta allahın hükümlerini kaldırmadı mı sevgili Atamız ..

Her akşam köşkünde çilingir sofrası kurdurur, birlikte çalıştığı adamları ve karılarını davet edermiş. O akşam kadınların hangisini beğenirse onla yatarmış. Bunu da bana başka bir Fetullahçı anlattı. Dürüst olmak gerekirse bu anatılan doğru bile olsa benim Atatürk hakkındaki görüşlerim değişmez, çünkü ülkem için çok önemli işler başarmış, çok büyük bir şans olduğunu düşünüyorum. Bu açıdan baktığımda Müslümanların Neden Muhammed'i sevmekten vazgeçmediklerini anlamaya başladım

Link to post
Sitelerde Paylaş

Her akşam köşkünde çilingir sofrası kurdurur, birlikte çalıştığı adamları ve karılarını davet edermiş. O akşam kadınların hangisini beğenirse onla yatarmış. Bunu da bana başka bir Fetullahçı anlattı. Dürüst olmak gerekirse bu anatılan doğru bile olsa benim Atatürk hakkındaki görüşlerim değişmez, çünkü ülkem için çok önemli işler başarmış, çok büyük bir şans olduğunu düşünüyorum. Bu açıdan baktığımda Müslümanların Neden Muhammed'i sevmekten vazgeçmediklerini anlamaya başladım

evet ve takipçileri olan ve kendisine elli yaşına kadar evlenmemeye söz vermiş olan sağkollarıyla beraber..

Muhammed neler çekti bizim için diye demogoji yapar feto ve onun gibileri tıpkı 'Jesus dead for your sins' saçmalığı gibi , vaazlarında ağlar ama arada bi elide tombalayla meşgul olur !

Ve röpteşambırlar ile fotoğrafları var sümüklü böcek fetonun hep köşklerinde ya da orada-burada...

Ayrıca fetocular ve bazı islamcılar , ben eşimi-bacımı bile veririm peygamberime ve fetoma feda olsun diyorlar , OHA ! :blink:

tarihinde Zerdüşt tarafından düzenlendi
Link to post
Sitelerde Paylaş

Özür dilemek ne demek. Hadi bir hata yaptın dile. İnançlara karşı mücadele ederken hata yapılmaz. Bu adamlar çok şey bekliyorlar bizden.

Hem bize nasıl davranmamızı, hem de onlara nasıl hitabetmemiz gerektiğini dikte ediyorlar.

Onlar bizi adamdan saymazken biz onlardan özür mü dileyeceğiz.

Çok şey istiyorlar.

Ben kimsenin inancına saygı duymuyorum.

Bu çok yanlış anlaşılan bir husus..

Bizim değer verdiğimiz başka inançlar değil. Onların çoğu değersiz ve sapık.

Biz sadece onların (sapık inançların) belirtilmesine saygı gösteriyoruz. Bunu da özgür bir forum olmamız yüzünden yapıyoruz.

Aslında onu bile yapmak zorunda değiliz.

Aynen öyle Haci.

Kimsenin inancina tanrisina saygi duymuyorum, duyamam...Elime gecen her firsatta yerin dibine sokmaya ve pacavraya cevirmeye calisirim.

Biz kimsenin inancini tanrisini bilip ögrenmek zorunda degiliz.Ama her canlinin kendisine saygimiz vardir.

Link to post
Sitelerde Paylaş

Bugün yüzlerce kisi otursak ve kendimize bir kac isim uydursak ve bunlar bizim uyduracagimiz inanca göre diyelim 1800-1900 yillari arasinda yasamis olacaklar. Bu sekilde girisim kesinlikle tutmaz. Cünkü; böyle yakin bir tarihi buguün yutturmak kolay degil. Bir cok sekilde yalanciligimiz anlasilir. Bu denemeyi 700 lü senelerde 500-600 lü seneler icin yapma imkanimiz olsa is degisir. Cünkü 700 lü senelerde yasayanlar bugünkü bilgilerimizin yüzde birine bile sahip degillerdi. Onlarin cok güvendigi saydigi kisilerde buna destek sunarsa bu is tutar. Kuran olsun incil olsun bu sekilde olustuklarina cok itiraz edemiyorum. Mümkün olabilir diyorum. Bu insanlardan her sey beklenir. Ben hala muhammedin yasadigina kesin bir delil bulamadim. Bari sakalinin incelenmesine izin verilse. Bakalim o sakal 1400 sene eskimi?

SAYGILAR

Bari sakalinin incelenmesine izin verilse. Bakalim o sakal 1400 sene eskimi?

Bu bile Muhammed'in yaşadığı veya yaşamadığına bilimsel bir kanıt oluşturmaz; paradoks da burada başlıyor yani. Örneğin senin dediğin gibi, Muhammed'e ait olduğu iddia edilen o kıl tüy örneklerinden biri mercek altına alınabilecek olsa bile, çıkan sonuç, o kılın 1400 sene öncesine ait olup olmadığına ilişkin olabilir; Muhammed'e ait olup olmadığına değil. Eğer 1400 yıllık bir kıl değilse, bu da sadece o kılın Muhammed denen kişiye ait olmadığına ve müslümanların "Muhammed'in kılı" diye bir başka kişinin kılını kutsadıklarına delil olur, Muhammed diye birinin yaşamadığına değil. Muhammed'in olduğu mezarın açılmasına izin verilse dahi, o mezarda bir cesedin olmadığının tesbiti, Muhammed'in cesedinin o mezarda olmadığına, ama müslümanların onca yıldır boş bir mezarı kutsadıklarına delil olur. Muhammed diye birinin yaşayıp ölmüş ve cesedinin bilinmeyen bir yerlerde gömülü veya tamamen çürüyüp doğaya karışmış olduğu inancını çürütebilir mi bu tesbit? Sonuçta bir imandan, bir inançtan bahsediyoruz...

Madalyonun diğer yüzü var tabii: Diyelim ki o kıl örneğini aldık ve gerekli tetkikleri yaptık ve tesbit ettik ki o kıl, tam da islam kaynaklarının tarif ettiği döneme ait. Bu durumda Muhammed'in yaşadığı kanıtlanmış mı olacak? Pekala da 1400 sene önce yaşamış sıradan bir Bedevinin kıl örneğinin, bunca yıldır Muhammed'in kılı kutsanıyor olmadığı ne malum?

Muhammed'in yaşadığına dair kesin bir delil yok tabii ki, çünkü o imana dayalı bir inanç. İnanırlarını kesin deliller ikna edecek olsaydı, 20. yüzyılın bilimsel tesbitleri sayesinde bir tek müslüman dahi kalmamış olmalıydı. Oysa 1,5 milyar müslüman var bu dünyada.

Bilim, nasıl ki tanrının yokluğunu kanıtlamaya yönelik bilimsel bir araştırma yapmıyor ve bunu da asla yapmayacaksa; çünkü bilimin buna başta ihtiyacı olmadığı için zorunluluğu da yok zaten, Muhammed'in yaşamadığına dair bir araştırmayı da asla yapmayacaktır, çünkü buna da ne ihtiyaç, ne de zorunluluk hisseder. Bilim ancak bir şizofrenin halusinasyonlarıyla olduğu kadar bir inanırın inançlarıyla ilgilenebilir. Hangi psikiyatr, bir şizofrenin yatak altında saklanan ama hava kararınca çıkıp o şizofrenle cinsel ilişkiye giren ve ona yüzlerce cin evlat doğuran bir halusinasyonun varlığına veya yokluğuna dair somut bir kanıt arama ihtiyacı duyar ki, yine bir başka şizofrenin mağarada otururken Cebrail adını verdiği ve melek diye kabul ettiği ve kendisine yine Allah diye adlandırdığı bir sözde yüce yaratıcıdan vahiyler getirdiğine inandığı bir halusinasyonla somut bir araştırma içine girsin? Tabii ki o şizofren kadar o halusinasyon-yaratığın varlığını olası gören bir şizoid psikiyatr!

Pardon, Muhammed'in yaşamadığını veya yaşadığının bilimsel olarak kanıtlanabileceği mi tartışılıyordu? Ben almayayım kalsın, hastalarla ilgilenmem gerek; ama böyle düşündüğüm için bana "İdiot, stupid" gibi yakıştırmalar yapanların öncelikle kendilerini değerlendirmelerini çok isterim; tabii bunu yapabilecek kadar akıl kaldıysa başlarında.

Bu arada bir psikiyatrın da yine bir psikiyatra ihtiyaç duyabileceğini kanıtlamam istenmesin benden, boş muhabbetler çünkü...

Link to post
Sitelerde Paylaş

İtirazın çok mantıklı.. Başka yolu mu var?

İtirazım çok mantıklı ise konunu çöpe atabilirsin hacı çünkü konuyu itiraz ettiğim saçmalığının üzerine oturtmuşsun B)

Muhammed'in yaşamadığını kabul etmek zorundasınız. Başka seçeneğiniz yok.

Haha :lol:

Hacı, şunu mu demek istiyorsun?

"Muhammedin yaşadığını kabul edersek ona iman etmekten başka seçeneğimiz yok çünkü böyle bir insan ancak peygamber olabilir"

Hacı dedim ya sana bu yazıları birileri yazdırıyor yada sen translate ediyorsun..

Şurada altından kalkamadığın bir işe girmişsin, bu iş ülke dışındaki ateistlerin isa hakkında söylediklerini islama uyarlama saçmalığı başka bir şey değil.

Ülke dışındaki ateistlerin eli kısmen daha güçlü çünkü isa hakkında kaynaklar oldukça sınırlı..

Ama İslam ve Hz. Muhammed konusunda yerli yabancı çok sayıda kaynak olmakla birlikte birde somut coğrafya tarihi var be hacı :lol:

Söylesene bana Ömer'i, Osman'ı, Ali'yi de inkar edebiliyor musun?

Edemiyorsan bu isimlerin zamanında feth edilen topraklar, tarih sahnesinden silinen devletler, bunlara ve emirlerine dair fermanlar vs var ellerde, ne olacak o zaman :blink:

Mesela ibn-i zübeyr sikkeleri var ne diyeceksin buna: http://www.grifterrec.com/coins/islam/arab_sas/arabsasanian3.html

Hacı, yurt dışı ateistlerin papağanlığını yapacaksan bence işe önce tevrat incil eleştirileriyle başlamalısın..

Ne o, yoksa oraya girersen amcalar mı kızar B)

Önemli not: Hacı bir de şunu söyliyeyim, şu ateizm ve ahlak başlıklarının sizi biraz değiştirdiğini görüyorum. Sorgulama süreciniz başlamış buna sevindim inan. İhtiyara bir teşekkür borcunuz var, görürseniz iletin bence

Link to post
Sitelerde Paylaş

İtirazım çok mantıklı ise konunu çöpe atabilirsin hacı çünkü konuyu itiraz ettiğim saçmalığının üzerine oturtmuşsun B)

Haha :lol:

Hacı, şunu mu demek istiyorsun?

"Muhammedin yaşadığını kabul edersek ona iman etmekten başka seçeneğimiz yok çünkü böyle bir insan ancak peygamber olabilir"

Hacı dedim ya sana bu yazıları birileri yazdırıyor yada sen translate ediyorsun..

Şurada altından kalkamadığın bir işe girmişsin, bu iş ülke dışındaki ateistlerin isa hakkında söylediklerini islama uyarlama saçmalığı başka bir şey değil.

Ülke dışındaki ateistlerin eli kısmen daha güçlü çünkü isa hakkında kaynaklar oldukça sınırlı..

Ama İslam ve Hz. Muhammed konusunda yerli yabancı çok sayıda kaynak olmakla birlikte birde somut coğrafya tarihi var be hacı :lol:

Söylesene bana Ömer'i, Osman'ı, Ali'yi de inkar edebiliyor musun?

Edemiyorsan bu isimlerin zamanında feth edilen topraklar, tarih sahnesinden silinen devletler, bunlara ve emirlerine dair fermanlar vs var ellerde, ne olacak o zaman :blink:

Mesela ibn-i zübeyr sikkeleri var ne diyeceksin buna: http://www.grifterrec.com/coins/islam/arab_sas/arabsasanian3.html

Hacı, yurt dışı ateistlerin papağanlığını yapacaksan bence işe önce tevrat incil eleştirileriyle başlamalısın..

Ne o, yoksa oraya girersen amcalar mı kızar B)

Önemli not: Hacı bir de şunu söyliyeyim, şu ateizm ve ahlak başlıklarının sizi biraz değiştirdiğini görüyorum. Sorgulama süreciniz başlamış buna sevindim inan. İhtiyara bir teşekkür borcunuz var, görürseniz iletin bence

Sana hak vermek de hata galiba.

Evet. Eğer Ebubekir, Ömer, Osman ve Ali yaşamışlarsa bütün iddia çöker.

Tek başına Muhammed'i yaşatmamak yetmez. Bütün İslam kadrsonu yok etmek gerekir. En mantıklısı da odur zaten.

Aslında yapılan budur. Kadro fiktiftir. Kur'an ve İslam aynı kadronun eseri değildir.

Birbirleri ile bile ilgili değildir onlar.

Ama bu bilimin konusudur artık. Senin gibi meczuplar sağından solundan otlanabilirler ve burada olduğu gibi, arada bir zırvalarlar..

Hepsi o kadar..

Link to post
Sitelerde Paylaş

Ben bile :) çakırcalıyı anladım ve başta hacı ve onun gibi düşünenler anlamamakta ısrar ediyor.

Çakırcalı özetle diyor ki:

Ateist adam bilimseldir ve bilimin inançla işi olmaz.

Muhammed inancın konusudur ve Muhammedin yaşamadığı gibi bir argüman bilimsel olarak ispatlandı diyen bir ateist öncelikle bilimsel değildir.

Ve Muhammed yaşamadı diye bilimsel bulgu olarak bazı kaynaklar veriliyorsa, Muhammed yaşadı diyen bir sürüde kaynak bilimsel bilgi olmak durumunda kalacaktır.

Dolayısı ile din ile bilimi buluşturmak ateizmin dibine dinamit koymaktan öte birşey değildir.

Ve akabinde tabi böyle düşünenlere geçmiş olsun dileklerini iletiyor.

Doğru mu anlamışım çakırcalı? :)

Link to post
Sitelerde Paylaş

Muhammed'in yaşadığını direkt veya indirekt olarak telkin eden onbinlerce yayın var.

Zaten yayınların çoğu o merkezde.

Yaşamadığını ileri süren yayın sayısı belki birkaç bin..

Ama onlar çok daha bilimsel ve son görüşleri simgeledikleri için daha çağdaş.

Bilim bu şekilde ilerler.

Eski teorilerin yerini yenileri alır ve yeniler de bir yerde eskir.

Ama bu arada kuramlar yerleşir. Ve bazan artık değişmeden kalır.

Çünkü bu oyun bir yerde bitmek zorundadır. Sonsuz kadar devam edemez.

Bazan yeni kuramlardan, çağdaş olmalarına rağmen vazgeçilebilir ve eskiye dönülebilir.

Ya da dönmeye teşebbüs edilebilir.

Big Ban kuramında eski teorilere dönme çabalarını gözlemliuyoruz.

Burada önemli olan bilimselliktir ve ateistlerin başka seçenekleri yoktur.

Bilim ne diyorsa onu kabul etmek zorundadırlar. Kendilerine göre bir bilim oluşturamazlar.

Ya da bilimi kendilerine göre yorumlayamazlar. Bir bölümün kabul, diğerlerini red edemezler.

Link to post
Sitelerde Paylaş

Muhammed'in yaşadığını direkt veya indirekt olarak telkin eden onbinlerce yayın var.

Zaten yayınların çoğu o merkezde.

Yaşamadığını ileri süren yayın sayısı belki birkaç bin..

Ama onlar çok daha bilimsel ve son görüşleri simgeledikleri için daha çağdaş.

Bilim bu şekilde ilerler.

Eski teorilerin yerini yenileri alır ve yeniler de bir yerde eskir.

Ama bu arada kuramlar yerleşir. Ve bazan artık değişmeden kalır.

Çünkü bu oyun bir yerde bitmek zorundadır. Sonsuz kadar devam edemez.

Bazan yeni kuramlardan, çağdaş olmalarına rağmen vazgeçilebilir ve eskiye dönülebilir.

Ya da dönmeye teşebbüs edilebilir.

Big Ban kuramında eski teorilere dönme çabalarını gözlemliuyoruz.

Burada önemli olan bilimselliktir ve ateistlerin başka seçenekleri yoktur.

Bilim ne diyorsa onu kabul etmek zorundadırlar. Kendilerine göre bir bilim oluşturamazlar.

Ya da bilimi kendilerine göre yorumlayamazlar. Bir bölümün kabul, diğerlerini red edemezler.

İyide hacı tarihi veriler nasıl günden güne şekil ve biçim değiştirirki? Tarihi veri tarihi veridir ve olduğu haliyle bir gerçek olup bilimseldir. Elinde yeterli bulgun olduktan sonra.

Bunu bigbange eşleştirip kuram gibi ortaya koyup bunun üzerinden bu tarz bir savunma yapamazsın.

Senin ateizmin sanırım şu mantık üzerine kurulu.

Tanrının varlığına dair bir belirteç yok, dolayısı ile Tanrı yok.

Muhammed diye biri yaşamadı, kendimizi buna ikna edelim. Dinler yok dememiz daha kolay olur.

Komik. :)

Link to post
Sitelerde Paylaş

Muhammed'in yaşadığına dair kesin bir delil yok tabii ki, çünkü o imana dayalı bir inanç. İnanırlarını kesin deliller ikna edecek olsaydı, 20. yüzyılın bilimsel tesbitleri sayesinde bir tek müslüman dahi kalmamış olmalıydı. Oysa 1,5 milyar müslüman var bu dünyada.

Bilim, nasıl ki tanrının yokluğunu kanıtlamaya yönelik bilimsel bir araştırma yapmıyor ve bunu da asla yapmayacaksa; çünkü bilimin buna başta ihtiyacı olmadığı için zorunluluğu da yok zaten, Muhammed'in yaşamadığına dair bir araştırmayı da asla yapmayacaktır, çünkü buna da ne ihtiyaç, ne de zorunluluk hisseder. Bilim ancak bir şizofrenin halusinasyonlarıyla olduğu kadar bir inanırın inançlarıyla ilgilenebilir. Hangi psikiyatr, bir şizofrenin yatak altında saklanan ama hava kararınca çıkıp o şizofrenle cinsel ilişkiye giren ve ona yüzlerce cin evlat doğuran bir halusinasyonun varlığına veya yokluğuna dair somut bir kanıt arama ihtiyacı duyar ki, yine bir başka şizofrenin mağarada otururken Cebrail adını verdiği ve melek diye kabul ettiği ve kendisine yine Allah diye adlandırdığı bir sözde yüce yaratıcıdan vahiyler getirdiğine inandığı bir halusinasyonla somut bir araştırma içine girsin? Tabii ki o şizofren kadar o halusinasyon-yaratığın varlığını olası gören bir şizoid psikiyatr!

Çakırcalı,

Muhammed'in ne dediği, neye inandığı ya da inandırdığı bilimi ilgilendirmez tabii. Kimse böyle salakça bir iddiada bulunmadı zaten. Allah'ı kanıtlamak bilimin işi değildir, ancak koskoca İslam tarihinin gerçek olup olmadığını araştırmak ve adı geçen isimlerin hayal kahramanı mı gerçek mi olduğunu bilmek, tam olarak bilimin işidir. Adı üstünde, tarih.

Sadece tarih bilimi değil, sosyal bilimlerin tüm alanları tarihi "olduğu gibi" anlatmak, anlamamıza yardımcı olmak için vardır.

Bu dini, bu peygamberi Allah yaratmadıysa eğer, birileri yaratmış ve ortaya koymuştur. Bilimi ilgilendiren tek şey de bunu kimlerin yaptığı olacaktır, nitekim de öyledir. E İslam'ı bugüne kadar anlatanların da sadece İslamcılar olduğu düşünülünce ve profesyonel bilimciler de ortada abuk sabuk çelişkiler, yalanlar, tutarsızlıklar, uyumsuzluklar vs. görünce haliyle şüpheye düşer insan. Yavaş yavaş soruşturulmaya başlayınca bize aktarılan bilgi, belge ve kalıntıların sahte olduğu anlaşılınca da birçok şey havada kaldı.

Demek ki bilim bu alana pekâlâ el atabilirmiş, çünkü onun alanıymış.

Bize ne Muhammed'in yaşayıp yaşamadığından. Koskoca İslam'ın tarihi yalan...

Arada kayıp olan, buhar olup uçan yaklaşık 200 yıl var. Ve arkada sadece masal....

Link to post
Sitelerde Paylaş

Tabi bu arada hiçkimse belli bir şeyi tarihsel gerçektir diye dikte edemez. Tarih insanların değişik sebeplerle en çok manüple ettiği bilim dalıdır ve değişik ideolojilere sahip insanlar değişik görüşleri benimserler.

Geçmişte yaşamış ve yok olmuş bir medeniyet hiçbir yazılı belge bırakmamış olmamasına rağmen keşfedilebilir, ayrıntılı biçimde araştırılabilir. Araştırma yapılmasına izin verildiği anda bütün gerçekler ortaya çıkacaktır, ama bu araştırmalar yapılmamış iken kesin bir kanıtın olmayan şeyleri bilim diye kabul ettirmeye çalışmak bir başka çeşit yobazlık olmalıdır

Link to post
Sitelerde Paylaş

İyide hacı tarihi veriler nasıl günden güne şekil ve biçim değiştirirki? Tarihi veri tarihi veridir ve olduğu haliyle bir gerçek olup bilimseldir. Elinde yeterli bulgun olduktan sonra.

Bunu bigbange eşleştirip kuram gibi ortaya koyup bunun üzerinden bu tarz bir savunma yapamazsın.

Senin ateizmin sanırım şu mantık üzerine kurulu.

Tanrının varlığına dair bir belirteç yok, dolayısı ile Tanrı yok.

Muhammed diye biri yaşamadı, kendimizi buna ikna edelim. Dinler yok dememiz daha kolay olur.

Komik. :)

Ne yapıp ne yapamayacağımı sana mı soracağım ben..

Ateizm bilimsel bir yaklaşım. Tek bir teori değil. Birçok teorilerden oluşan bir eğilim.

Muhammed'in yaşamadığı onlardan sadece birisi. Ve önemli bir kuram..

Ateizmin temeli bilimsel ise, bilimin bizi götürdüğü yere gideceğiz.

Bilim bize Muhammed yaşamadı diyorsa onu araştıracağız.

Ve onu yalnz bilimsel olarak sorgulayabileceğiz. Başka teorilerle.

İslam'ın bize dayattığı kendi efsanevi tarihi ile değil.

Muhammed'in yaşayıp yaşamamasının başka bir esprisi yok.

Bu konu senin gibi kafayı yemiş sorumsuz Müslolar için önemli değil.

Biz ateistler için çok önemli..

Kendimizi ve ateizmi sizin gibi sapıklardan korumamız için de önemli.

Madem Muhammed yaşamamış neden ona küfrediyorsunuz dediğiniz duyar gibiyim..

Bunu ve benzeri eleştirileri önlemek ve ateistler arasında bir ortak payda yaratmak için çok önemli bir konu.

Sizi de aşar bu konu bizi de..

Ve sizi hiç ilgilendirmez.

Link to post
Sitelerde Paylaş

Ben bile :) çakırcalıyı anladım ve başta hacı ve onun gibi düşünenler anlamamakta ısrar ediyor.

Çakırcalı özetle diyor ki:

Ateist adam bilimseldir ve bilimin inançla işi olmaz.

Muhammed inancın konusudur ve Muhammedin yaşamadığı gibi bir argüman bilimsel olarak ispatlandı diyen bir ateist öncelikle bilimsel değildir.

Ve Muhammed yaşamadı diye bilimsel bulgu olarak bazı kaynaklar veriliyorsa, Muhammed yaşadı diyen bir sürüde kaynak bilimsel bilgi olmak durumunda kalacaktır.

Dolayısı ile din ile bilimi buluşturmak ateizmin dibine dinamit koymaktan öte birşey değildir.

Ve akabinde tabi böyle düşünenlere geçmiş olsun dileklerini iletiyor.

Doğru mu anlamışım çakırcalı? :)

Görece doğru anlamışsın denebilir Bergüzar. İmanla ilgili soyut veya somut bir iddiayı "bilimsel bir kanıt" olarak kabul etmenin de aynı zamanda (en azından günümüz imkanları gözönüne alındığında), "saçmalığı kanıtlanmak istenen imani değer" kadar iman olduğunu söylüyorum; ki haci başta olmak üzere onun gibi düşünen (üzülerek söylüyorum, sözde) ateistlerin de aynı hastalığa yakalanıp, iman sahibi olduklarını iddia ediyorum. Yani (yine günümüz imkanları ölçüsünde) bir imanla ilgili yapılabilecek en akli eleştiriyi yapmaya çalışıp, mantığı devreye sokmaya çalışıyorum.

Muhamed veya İsa veya Musa... farketmez; artık iman dairesine dahil olmuş hiçbir konuyu, yine iman dairesinden kıl, tür, kemik, mezar vb. bir takım nesnel şeylerle açıklamanın mantıksızlığını, bunu yapmanın en az sözde yanlışlanmaya çalışılan iman kadar iman etmek olduğunu söylemeye çalışıyorum.

Benim diğer ateist arkadaşlardan beklentim de ancak bu yönde olabilir. Böyle olmamaları, onların aptal, salak vs. olduklarını göstermez, sadece benimle aynı fikirde olmadıklarını gösterir. Bir kişi hariç; o kendi sınırını da çizerek yine kendini kanıtlamış oldu çünkü.

Ben, salt akıl değilim, mutlak gerçeğin bende olduğu gibi bir imanım da yok ki, zaman ayırmaya bile değmez bir konuyla ilgili benimle aynı düşünceyi paylaşmıyor diye birisini aptallıkla itham edeyim. Hele ki, aklen ve mantıken zaman ayırmanın bile saçmalığı ortada olan bir kavramla ilgili "Tartışılması bile aptallık. Kesin olarak kanıtlanmıştır" demek, kişinin sadece o tartışılan konuyla ilgili düşüncelerini değil, ateizm anlayışını da sorgulaması gerektiği gerçeğini ortaya kor. Artık o kişi bir ateist bile değildir, siz teistlerin de ithamını haklı kılar şekilde ateizmi ve hatta bilimi iman haline getirmiştir.

Bu da, hele ki malum kişinin konumu gözönüne alındığında, forumun ne denli acınası hale düştüğünü kanıtlar ancak, onun imanının doğruluğunu değil.

Ancak şunu da eklemeden geçemeyeceğim: Muhammed inancı, yine müslüman inanırlar tarafından somuta indirgenmiş bir inançtır; yani islam tanrısı Allah gibi tamamen soyut değildir. Dolayısıyla, varlığına yönelik ileri sürülen tüm sözde somut iddialar, bilimsel ortamda çürütülebilirse de, bunun mevcut şartlarda imkansız olduğunu; bilimsel ve kesin kanıt denen hiçbir şeyin bilimsel olamayacağını vurgulamaya çalışıyorum.

Bilimsel olması imkansız olan bir çıkarsama için "bilimsel kesin kanıt" demenin, cehaletin önden buyuranı olduğunu yineliyorum.

Link to post
Sitelerde Paylaş

Bergüzar. Buraya bu tür bilgi asmamanın önemle istiyorum.

Bu tür yüzbinlerce belge var. Bu belgelerin azlığı değil sorun. Onların çokluğu..

Bu iletini çöpe yolluyorum. Bir daha da böyle ileti asmaman için seni uyarıyorum.

Bütün yapacağın iletilerin adresini vermektir. Onları burada yayınlamak değildir.

Link to post
Sitelerde Paylaş

Bergüzar. Buraya bu tür bilgi asmamanın önemle istiyorum.

Bu tür yüzbinlerce belge var. Bu belgelerin azlığı değil sorun. Onların çokluğu..

Bu iletini çöpe yolluyorum. Bir daha da böyle ileti asmaman için seni uyarıyorum.

Bütün yapacağın iletilerin adresini vermektir. Onları burada yayınlamak değildir.

Niye sildin iletimi. Onun şu an adresi yok, tebliğ olarak uluslararası bir sempozyumda sunuldu o.

Ve internette yok bu şu anda. Bu yaptığın haksızlık hacı ama lütfen silme.

Zaten internette olsa link verirdim, biliyorsun.

Ve kaynakları ile beraber asıyorum yeniden, lütfen silme.

.................

Hadislerin başladığı süreci arap coğrafyasının ve dolayısı ile islamın başlangıç süreci olarak lanse etmek tamamen bilememezlik durumudur.

Buraya kaynaklar tek tek asılacaktır, farz olmuştur çünkü.

Mesela elimde sunulmuş bir tebliğ var, teolojik bir tebliğ. Sunan ise ilahiyat doktoru.

Sonuçta hacının kitabının yazarıda teoloji profesörü.

Yani ikiside aynı oranda bilimseller. Lakin bu tebliğ kitapta basılacağından internet üzerinde bulunmadığından hepsini buraya aktarmak durumunda kalacağımdan şimdiden özür dilerim ama bu konuya güzel bir örnek teşkil edeceğini düşünüyorum.

Tebliğ konusu:

Hz. Ali - Muaviye yazışmaları.

Bu iki şahsiyet hakkında biraz bilgi verelim önce.

Muaviye (Arapça: معاوية بن أبي سفيان Mu'āviyye ibn Ebu-Sufyān; doğum: 602 - ölüm: 6 Mayıs 680) Emevi hanedanının kurucusudur.

Uhud Savaşında ve Hendek Savaşında Mekke'li kafirlerin komutanı olarak Muhammed'in komutasındaki müslümanlara karşı savaşan Ebu Sufyan bin Harb'in oğludur.

Dördüncü halife olan Ali bin Ebu Talib ile savaştı, Mısır'ı ele geçirdi ve Ali bin Ebu Talib'in 661 yılında suikaste uğrayarak öldürülmesini sağladıktan sonra halifeliğini ilan etti. 661'den 680'e kadar İslam Devleti'ni yönetti.

Şiiler Yezid hakkındaki görüşlerin benzerini Ali'nin hilafetine karşı çıktığı için Muaviye için de sürdürürler ancak Sünniler Muaviye'nin bir "ictihad" yaptığını ve görüşünde yanılsa bile vahiy katibi ve Peygamberin sahabesinden olduğu gerekçesiyle hakkında kötü ifadede bulunmaktan kaçınırlar.

........

Ali bin Ebu Talib (Arapça: علي بن أبي طالب, Farsça: علی پسر ابوطالب) (d. 599 - ö. 661), İslam Devleti'ni 656-661 yılları arasında yöneten dördüncü İslam halifesi. İslam peygamberi Muhammed'in amcasının oğlu, onun elinde büyüyen ilk çocuk, damadı ve ev halkındandır (Ehli Beyt). Sünni Müslümanlara göre Cennetle Müjdelenen On Sahabe'den (Aşere-i Mübeşşere) biri, Dört Büyük Halife'den (Hulefa-i Raşidin) dördüncü ve sonuncusu, Şii Müslümanlara göre ise Ondört Masum'dan biri, Oniki İmam'ın ilki ve Muhammet'in hak halefidir. İslam'daki Şii-Sünni ayrımı Ali'nin halifeliği mevzuuna dayanır.[2][3][4] Sünniler Muhammet'in bir halef bırakmadığını (dolayısıyla müslümanların seçimi ile halifenin tayin olunduğunu söylerlerken), Şiiler ise Ali'yi halef bıraktığını söylerler ve ilk üç halifeyi kabul etmezler.

İlk dönem İslam kaynaklarının birçoğunda, Ali Kabe'nin içinde doğan ilk ve tek insan olarak kaydedilir[5]. Ali'nin babası yerel bir kabilenin şefi olan[3] Ebu Talib, annesi Fatıma bint Esed'dir, bununla birlikte Ali, Muhammet'in evinde ve onun gözetiminde büyümüştür. Muhammet, peygamberliğini ilan edip İslamiyet'e davet etmeye başladığında, Ali bu daveti kabul eden müttefiken ilk erkek olmakla birlikte, Şia'ya göre ilk, Sünni'lere göre ikinci insandır.[6][7][8][9]

Muhammet, Medine'ye hicret'i emrettiğinde, onu Mekke'lilerin emanetlerini dağıtması ve yatağına yatarak Müşrik'leri kandırması için Mekke'de bıraktı. Ali görevini tamamlayıp Muhammed'den kısa bir süre sonra Medine'ye ulaştı. Medine'de Muhammed, Allah'ın onu Fatıma'ya layık gördüğünü bildirdi ve ikisini evlendirdi[2]. Ali, Muhammet komutasındaki İslam Devleti'nde son derece aktif roller aldı; neredeyse tüm savaşlara katıldı, ordu komutanlığı, tebliğ elçiliği gibi görevleri icra etti. İslam Devleti'nin üçüncü halifesi Osman bin Affan'ın bir suikast sonucu ölmesiyle, halife seçilerek İslam Devleti'nin başına geçti[10][11]. Yönetimi sırasında Müslümanlar arasındaki ilk savaşlar (İlk Fitne) patlak verdi. Kufe'de bir camide ibadet ederken Hariciler'den Abdurrahman Mülcem tarafından saldırıya uğradı ve bir kaç gün sonra öldü.[3] Kufe yakınlarında toprağa verildi.[3]

Ali, İslam Dünya'sının hemen her yerinde, imanı, adaleti, ülke yönetimi, dürüstlüğü, savaşçılığı, cesareti ve ilmi ile tanılır, anılır. İslam Tarikat'larının hepsi, kökenleri olarak Ali'yi gösterirler ve onun soyundan geldiklerini iddia ederler. Ali İslam tarihinde üzerinde en çok tartışılan şahsiyetlerden biridir.

...

Bu bilgiler vikipediden alınmış olup, kaynakçaları sitenin altında bulunmaktadır. Ayrıca onları alıntılamadım.

Gelelim tebliğimize.

.....

Hz. Ali-Muâviye Yazışmaları ve İslâm Tarihi Açısından Önemi

Dr. Mustafa Hizmetli

İslâm tarihinde ilk itikâdî ve siyasi ihtilafların baş gösterdiği ve sonuçta ilk derin kutuplaşmaların meydana geldiği dönem Hz. Ali’nin halifeliği dönemine tesadüf eder. Çünkü 3. Halife Hz. Osman’ın şehit edilmesi gibi önemli ve kritik bir olaydan hemen sonra halife seçilmiş ve kendisinden beklenen ilk icraat da Hz. Osman’ın katillerinin bulunması olmuştur. Muâviye’nin Hz. Ali’ye biat etmeme sebebi olarak “Osman’ın kanını talep” konusunu öne sürmesi ile başlayan ve karşılıklı olarak gönderilen elçiler aracılığıyla sürdürülen yazışmaların İslâm tarihinin bu kritik dönemine farklı bir bakış getireceği inancındayız. Bu tebliğimizde dikkate alacağımız söz konusu mektuplarda halife Hz. Ali’ye biat, Hz. Ali’nin halifeliğinin meşruluğu, Osman’ın katillerinin bulunması, Muâviye’nin hilafet konusunda liyakat ve ehliyeti, yani talebinde haklılığı iddiası ve Hz. Ali’nin buna cevapları gibi konular tartışılmaktadır.

Tebliğimizde yazışmalarda kullanılan üslup üzerinde durularak dönemin tartışma tarzı ortaya konulmaya çalışılacak, tarafların bir birine karşı delil olarak kullandığı kimi nitelemelere dikkat çekilecek ve bu nitelemelerin imalarının, taraflar arasındaki husumetin kökenine ilişkin işaretleri aranacaktır. İslâm’da ilk siyasi ve itikâdî ihtilaf ve kutuplaşmaların başladığı dönemin en kritik gündem konularına, esas kahramanlarının ağzından ışık tutan yazışmaların değerlendirilmesinin ilginizi çekeceğini umuyorum.

Giriş

Tebliğimizin konusunu Ali-Muâviye yazışmaları oluşturmaktadır. İslâm tarihindeki kırılma noktalarından biri olan Ali-Muâviye mücadelesinde taraflar arasındaki yazışmaların önemli rol oynadığı düşüncesiyle bu mektupları inceleme konusu olarak seçtik. Mektuplar tam metin halinde olmamakla beraber parçalar halinde farklı kaynaklarda geçmektedir. Bu mektupları incelerken öncelikle mevsukiyetleri konusuna değineceğiz. Daha sonra yazışmalarda tarafların kullandığı üslubu örneklerle sergilemeye çalışacağız. Ardından yazışmaların içeriğine yer vereceğiz. Son olarak da yazışmaların siyasi anlamı ve değeri ile etkilerini belirlemeye çalışacağız. Çalışmamız tespitlerimizin hulasa olarak vurgulandığı sonuç bölümüyle tamamlanmaktadır. Tebliğimizin sonunda ek olarak Ali-Muâviye yazışmalarına ilişkin iki örnek mektup da yer almaktadır.

Yazışma örneklerine yer veren kaynaklardan biri el-Minkarî’nin (212/827) Vak’atu Sıffîn’idir . Söz konusu eser, bazı mevzu hadislere ve Ali sevgisinden kaynaklanan mübalağalı ifadelere yer vermekle birlikte Yakubî (294/897), et-Taberî (310/922), İbn A’sem (314/926) ve Mesûdî (346/957) gibi tarihçilerin bilgi kaynağı olması ve verdiği bilgilerin bu kaynakların değişik râvilerden aktardıkları rivayetlerle benzerlik göstermesi dolayısıyla önemli bir bilgi kaynağı konumundadır. Söz gelimi Muâviye’nin biat etmesi karşılığı Ali’den Mısır ve Şam’ı cibâye olarak istemesini içeren yazışmayla ilgili rivayet Vak’atu Sıffîn’den başka el-İmâme ve’s-Siyâse ve Târihu Medîneti Dımeşk’ta da geçmektedir. Vak’atu Sıffîn’de ed-Dîneverî’nin (282/895) Ahbâru’t-Tıvâl’inde yer alan yazışma örnekleriyle benzerlikler de mevcuttur. Vak’atu Sıffîn’de yer alan yazışmaların çoğu kez iki üç satırı geçmeyecek kadar kısa olması, bunların mana olarak nakledildiğini düşünmemize sebep olmuştur. Sonuçta erken dönem eserlerinden olan el-Minkarî’nin Vak’atu Sıffîn’i rivayetleri farklı lafızlarla nakledilmiş olmakla birlikte içeriği diğer kaynaklardan doğrulanmak kaydıyla Ali Muâviye yazışmaları konusunda önemli bir kaynaktır.

İbn Kuteybe’nin (276/889) el-İmâme ve’s-Siyâse’si de karşılıklı yazışmalar konusunda önemli bir kaynak olup Vak’atu Sıffîn, Ahbâru’t-Tıvâl, Ensâbu’l-Eşrâf ve el-Ikdu’l-Ferîd’dekilere paralel yazışma örnekleri içermektedir. Bu eserdeki yazışmalar daha sonraki dönemlerde derlendiği kabul edilen Nehcü’l-Belâğa’daki mektuplarla benzerlik göstermesi bakımından önemlidir. el-İmâme ve’s-Siyâse ve Nehcü’l-Belâğa’daki yazışmalar muhteva olarak birbirini doğrular niteliktedir.

el-Belâzürî’nin (279/892) Ensâbu’l-Eşrâf’ı da özellikle Ahbâru’t-Tıvâl isimli eserdeki yazışmalara benzer örnekler içermektedir.

ed-Dîneverî’nin Ahbâru’t-Tıvâl’i de konumuzla ilgili yazışmaların Vak’atu Sıffîn, el-İmâme ve’s-Siyâse, Ensâbu’l-Eşrâf ve el-Ikdu’l-Ferîd gibi kaynaklarla paralel örneklerini içermesi bakımından önemli bir kaynaktır.

el-Müberred’in (285/898) el-Kâmil adlı eseri de diğer kaynaklardaki yazışmalarla benzerlik gösteren örnekleri içermektedir.

Yazışmalarla ilgili kaynaklarımızdan biri olan Taberî’nin (310/922) Târihu’l-Ümem ve’l-Mülûk’ u da Ali ile ilgili rivayetlerinde belli râvilerden gelen haberleri aktarmakla tenkîd edilmekle beraber diğer kaynaklardan gelen yazışmalara aykırı önemli unsurlar içermemektedir.

İbn Abdirrabih’in (327/939) el-Ikdu’l-Ferîd’i de diğer kaynaklardaki örneklere benzer yazışmalara yer veren önemli kaynaklarımızdan biridir.

İbn Hibban’ın (354/965) Kitâbu’s-Sikât’ında da Ensâbu’l-Eşrâf’takilerle paralellik arz eden yazışma örnekleri mevcuttur.

İbn Asâkir’in (571/1176) Târihu Medîneti Dımeşk isimli eseri de yazışmaları aktaran diğer kaynaklardaki metinlerin bir bölümüne yer vermesi bakımından çalışmamızda yararlandığımız kaynaklar arasında yer almıştır.

Şerif Radıy tarafından muhtelif kaynaklardan derlenmiş Nehcü’l-Belâğa adlı eserde Hz. Ali’nin hutbe, mektup ve vecizeleri yer almaktadır. Eser, her ne kadar çeşitli tenkitlere maruz kalmışsa da içerdiği mektupların önemli bir bölümünün ondan önce kaleme alınmış olan İbn Kuteybe’ye ait Uyûnu’l-Ahbar, el-Câhız’a (255/869) ait el-Beyân ve’t-Tebyîn ve İbn Abdirabbih’e ait el-Ikdu’l-Ferîd gibi kaynaklarda yer aldığından öneminden bir şey kaybetmediğini söylemek mümkündür. Netice itibariyle kaynaklarda yer alan metinler birbiriyle paralel ifadeler içermesi ve anlatımda farklılıklar içerse bile anlam olarak aykırı unsurlar bulunmaması bakımından tebliğimize esas oluşturan yazışmaların Ali ve Muâviye’ye ait olmadığını söylemek için nedenimiz yoktur. Bu yüzden de söz konusu yazışmaların Ali ve Muâviye’ye ait olduğunu kabul etmek durumundayız.

1. Yazışmaların Üslubu:

Burada öncelikle yazışmaların nakil üslubundan söz etmemiz yerinde olacaktır. Yazışmaların bir kısmı senetli olarak nakledilmiş, bir kısmında ise senet kullanılmadan Muâviye, Ali’ye şunu yazdı, Ali, Muâviye’ye şöyle cevap verdi gibi ifadelerle aktarılmıştır. Yazışmaların bir kısmı besmele ile başlamakta ve ‘ve’s-selâm’ veya ‘es-selâmu alâ men ittebea’l-hüda’ ifadesiyle bitmektedir. Besmeleden sonra bazen hamd ü senâ ifadelerine yer verilmekte, bazen de doğrudan mesaj verilip selâm ile yazışma noktalanmaktadır. “Bismillahirrahmanirrahim Allah’ın kulu Mü’minlerin Emiri Ali’den Muâviye b. Ebî Süfyan’a, Selâm sana, kendisinden başka ilah olmayan Allah’a hamd ederim…” Bazen de doğrudan yemin ifadesiyle başlamaktadır. “Bismillahirrahmanirrahim Muâviye b. Sahr’dan Ali b. Ebi Talib’e ömrüme yemin olsun ki…”

Taraflar bir birlerine künyeleriyle hitap etmektedir. Kullanılan hitapları şu şekilde sıralayabiliriz: Ali b. Ebî Talib’e, Ebu’l-Hasan’a, Muâviye b. Ebî Süfyan’a, Muâviye b. Sahr’a; Allah’ın kulu Mü’minlerin Emiri Ali’den, Muâviye b. Ebî Süfyan’dan.

Yazışmalarda ara sıra Arap şiirinden örneklere ve benzetmelere de yer verildiği görülmektedir. Yapılan, çağrışımı güçlü benzetmelerden bazılarını şöyle sıralayabiliriz: “Ciğer yiyenin oğlu”, “Mekke’nin fethinde esir edilip salıverilenlerden”, “Ayşe’yi sürgün eden”, “Zübeyr ve Talha’yı öldüren” . Yazışmalarda bazen yemin ifadelerinin kullanıldığı görülmektedir. Taraflarca en sık kullanılan yemin ifadesi “Ömrüme yemin olsun ki…” dir. Yazışmalarda göze çarpan bir diğer husus ise, övünme-yerme unsurlarının bir arada kullanılmasıdır. Bir taraf kendini övdükten sonra diğer tarafı yerici bir ifade kullanarak mesajını vermekte, bu da bir nevi atışma üslubunu andırmaktadır. el-Müberred’in Muâviye’nin Ali’ye gönderdiği mektuptaki bir şiire yer verdikten sonra ‘bu şiirin sonunda Muâviye, Ali’yi zemmetti ancak biz burada buna yer vermekten imtina ettik’ demesinden yermenin hakarete varan bir düzeye ulaştığını anlamamız mümkündür. Muâviye’nin Ali’ye yönelik suçlama üslubunun giderek ağırlaştığı görülmektedir. Başlangıçta Ali’yi, Osman’ın öldürülmesine ses çıkarmamakla suçlayan Muâviye, sonra onun katillerini yakalamamakla ve son olarak da ‘Osman’ı öldürmediğini söylüyorsan hilafeti bırak ki insanlar arasında şûrâ olsun’ ifadesiyle Osman’ı öldürmekle suçlamıştır.

2. Yazışmaların İçeriği:

Ali ile Muâviye arasında karşılıklı olarak gönderilen elçiler vasıtasıyla yürütülen yazışmaların tarih belirtilmemekle beraber Sıffîn savaşına kadar yoğun olarak devam ettiği anlaşılmaktadır. Bu yazışmalarda Ali, Muâviye’den meşru idareyi tanıyıp kendisine biat etmesini istemiş, Muâviye de Osman’ın katillerinin teslimi konusunu ön plana çıkarmıştır. Bu amaçla Ali, Sıffîn savaşı öncesi Muâviye’ye gönderdiği elçilere ‘onu Allah’a, kitabına, cemaate ve itaate çağırmaları’ talimatını veriyor. Muâviye ise cevap olarak ‘onu Osman’ın katillerini öldürmesi için kendisine teslim etmeye çağırıyor, sonra da mesele şûrâya kalır’ diyordu. Muâviye, birçok mektubunda biat konusunda bu tavrını ısrarla sürdürmüştür. Bu yazışmalara yer veren el-Belâzürî’nin yorumu manidardır: Muâviye, Ali’nin Osman’ın katillerini teslim etmeyeceğini biliyordu. Ancak bu tavrı sürdürmek, Şamlıların Ali’nin onları teslimden kaçındığını görüp ondan uzaklaşarak ‘Osman’ı muhakkak Ali öldürdü’ diyerek kinlerinin artması, ona düşmanlık etme ve savaşma konusunda hırslı olmalarını sağlamak bakımından Muâviye’nin hoşuna gidiyordu. et-Taberî, Muâviye’nin ‘Osman’ın katillerinin öldürülmek üzere kendisine verilmesi, halifelik meselesinin şûrâya havale edilmesi’ talebini içeren bir mektubuna yer veriyor. Ali buna cevap olarak ‘kendisinin üzerinde biat olduğunu, Muâviye’nin ve babasının Mekke’nin fethinde esir edilip salıverilenlerden olduğunu (Talik b. Talik)’ söylüyor. Muâviye, Ali’nin biat isteğine başka bir mektubunda “sen Muhacirleri Osman’ın katli için tahrik ettin, Ensar’ı da ona yardımdan alıkoydun. Cahiller sana uydu, seninle kuvvet buldular. Fakat Şamlılar, Osman’ın katillerini bize teslim edinceye kadar seninle savaşa karar verdiler. Eğer bunu yaparsan hilafet meselesi de şûrâya havale edilir” şeklinde cevap verdi.

Ali, Muâviye’nin bu cevabına anlam veremedi ve “Osman’ın oğulları var, sana ne oluyor, onlar işe senden daha evla, eğer Osman’ın kanını talep etmede ben daha kuvvetliyim diyorsan, o zaman önce biat ederek meşru hükümeti tanı, sonra ben gereğine bakarım” dedi. Ali devletin her tarafında otoritenin sağlanmasından sonra, suçluları Allah’ın kitabına göre cezalandıracağını belirtmişti. Muâviye bir başka mektubunda ise, ona “Osman’ın katillerinin Ali’nin sağ kolu ve destekçisi olduklarını” iddia ederek onları öldürülmek üzere kendisine teslim ettiği takdirde “sana (destek ve biat için) gelmede insanların en hızlıları olacağız” demektedir. Ali, bu mektubu Kûfe mescidinde on binlerce silahlı insanın huzurunda okutmuş, hepsi birden “biz Osman’ın katilleriyiz, hepimiz onun yaptıklarını reddediyorduk” demişlerdi. Umduğu gibi bir cevap alamayacağını anlayan Muâviye’nin elçisi Ebû Müslim el-Hûlânî, çatışmanın uzayacağını söylemiştir. Ali, bu mektuba yazdığı cevapta, ‘onun bizzat bir katilini bilmediğini, katillerin teslimi işini enine boyuna düşündüğünü ve bunun kendi gücünü aştığını’ bildirmiştir. Muâviye’nin Ali’ye yönelttiği bir başka suçlama ise “Talha ve Zübeyr’i öldürdün, Ayşe’yi sürgün ettin” şeklindedir. Ali buna cevap olarak yazdığı mektupta “Talha ve Zübeyr’i öldürdüğümü iddia ettin. Bu senin de benim de içinde olmadığımız bir iş. Eğer ben içinde olsaydım sen bunu bilirdin. Seninle ilgisi olmadığı için bu konuda sana özür bildirmem de gerekmiyor,” demiştir.

Ali, halifeliğinin meşruiyetini Ensar ve Muhacirîn’in kendisine biat etmesine bağlamakta, Muâviye’yi her davet edişinde bunu hatırlatmaktaydı. Bu yüzden de Muâviye, durumu dengelemek için Medine ehli, Ensar ve Muhacirîn’in en azından bir kısmının desteğini arzulamış ve bu amaçla da ashabın ileri gelenlerine mektuplar göndermiştir. İki taraf arasında biat konusunda karşılıklı olarak cereyan eden yazışmalarda, Ali onun şartsız biat etmesini isterken Muâviye de, “eğer Osman’ı öldürmediğini söylüyorsan hilafeti bırak ki, insanlar arasında şûrâ olsun. İnsanlar görüş birliğine vardıkları kimseyi başlarına getirsinler” diyerek mevcut halifeye biatı reddetmiştir. Üç farklı kaynağın naklettiği bu konudaki bir başka yazışmada Muâviye, Halife Ali’ye “bana Şam’ı ve Mısır’ı ver, senden sonra kimseye biat etmeyim. İlk sırayı sen al,” diyerek pazarlık önermiştir. Bu teklifin hile olduğunu anlayan Ali, Şam’daki elçisi Cerir’e şöyle yazmıştır: “Aslında bu talebiyle Muâviye, biatten kaçmak ve kendi başına dilediği gibi hareket etmek istemektedir”. Bu teklife Ali’nin cevabı şöyledir: “Senin hedefin dünya menfaati. Senin Osman’ın kanıyla hiçbir ilgin yok. Şeytan bile senin azgınlığına yetişemez. Meselenin kaynağı ben değilim, sensin. Sen mütrefsin (azmışsın) şeytan seni ele geçirmiş.” Muâviye’nin Ali’nin bu mektubuna cevap verirken iddiaları yalanlamak yerine, ithamda bulunmayı tercih ettiği görülmektedir: “Bu hikâyeleri, laf ebeliğini bırak, daha önce de insanları aldatarak bir yerlere geldin. İç yüzün açığa çıkma noktasına geldi. İnsanlar senin batıl, boş olduğunu anlayacaklar”. Bu itham edici ifadelere karşılık Ali’nin cevabı: “İddianızla, yaptığınız çağrılarla sen ve senin şeytan dostu arkadaşların çok ileri gittiniz. Hakkı ağzınızla söndürmeye çalışıyorsunuz. Arkanıza atmak istiyorsunuz. ‘Kâfirler istemese de Allah nurunu tamamlayacaktır.’ Sen istemesen de Allah nurunu tamamlayacaktır. Ecelin geldi. İşin de boşa gitti. Selâm hidayete tâbi olana olsun,” şeklindedir.

Yine İbn Asâkir’in aktardığı başka bir yazışma, Muâviye’nin Ali’yle mücadelesi esnasında planlı ve bilinçli hareket ettiğini göstermesi bakımından ilginçtir. Muâviye, kardeşi Utbe b. Ebû Süfyan’a birini göndererek şöyle yazmıştı: “Cerir’i (Hz. Ali’nin elçisi Cerir b. Abdullah) hapsettik ki Ali bizim üzerimize gelsin, hedef alsın. Onu hapsetmemin bir başka nedeni Şam halkının tepkisini öğrenmektir. Bana tâbi olduklarını anlarsam onları savaşa çağıracağım. Muhalif tutum sergilerlerse Ali taraftarlarına barış çağrısı yapacağım. Uygun bir hatip seçip Şamlıları tek vücut haline getireceğim.” Muâviye’nin hareket tarzı ile ilgili bu istişarî mektubuna Utbe’nin cevabı: “Seçeceğin bu hatip ya Yemenli olsun ya da biri lehinde biri aleyhinde konuşan iki adam olsun. Lehine konuşacak kişi sahabeden Şurahbil b. Sımt olsun. Çünkü o, Cerir’in düşmanıdır. Aleyhine konuşacak kişi de Eş’as b. Kays olsun. Şurahbil’in sana faydası Eş’as’ın Ali’ye faydasından çoktur,” şeklindedir. Buradan Muâviye’nin olayların akışına yön vermek için önceden planlar yaptığı ve bunları kendisine yakın kişilere danışarak hareket ettiği sonucunu çıkarabiliriz. Nitekim Muâviye’nin kendisinin tuzak kurmadaki ustalığı ve kurduğu tuzaklarla övünmesi konusunda Zührî’nin aktardığı kayıt da bu çıkarımımızı teyit eder niteliktedir.

Buraya kadar ana hatlarıyla örneklerine yer vermeye çalıştığımız yazışmalarda Medinelilerin biatiyle halife seçilen Ali’nin Muâviye’ye yazdığı mektuplarda kendisini meşru halife olarak tanımaya çağırdığı görülmektedir. Muâviye ise 3. Halife Osman’ın kanı konusunu gündeme getirerek biat etmesini onun katillerinin bulunup kendisine teslimi şartına bağlamaktadır. Ayrıca Muâviye de Ali’yle yaptığı yazışmalarda biat için Şam ve Mısır’ın kendisine verilmesini şart koşmakla meseleyi pazarlık konusu haline getirmektedir. Osman’ın oğulları dururken Muâviye’nin onun kanını dava etmesine anlam veremeyen Ali, Osman’ın katillerinin bulunup cezalandırılmasının zaman alacağını ama kendisinin bunu yapmaya kararlı olduğunu ifade etmektedir. Ali, Muâviye’yi Osman’ın kanı konusunda samimi olmamakla suçlamaktadır. Nitekim Muâviye’nin, kendi halifeliği döneminde Osman’ın kanı konusunu bir daha gündeme getirmemesi ve olayın peşini bırakması bu suçlamayı haklı çıkaracak mahiyettedir.

3. Yazışmaların Siyasi Anlam ve Değeri

Tarafların yazışmalarında birbirine karşı kullandığı hitaplar siyasi tavırlarıyla ilgili önemli ipuçları sunmaktadır. Yazışmalarında resmi sıfatı olarak Mü’minlerin emiri unvanını kullanan Halife Ali, Şam valiliği görevinden azlettiği Muâviye’ye herhangi bir resmi sıfat değil, künyesiyle hitap etmektedir. Yazışmalarına “Muâviye b. Ebu Süfyan” şeklinde başlayan Muâviye, halife olarak tanımadığı Ali’ye yazarken “Ali b. Ebû Tâlib” şeklinde künyesiyle hitap etmektedir. Buradan tarafların siyasi tavırlarının yazışmalarında kullandıkları hitap ve üsluplara yansıdığını çıkarmamız mümkündür.

Esasen tarafların birbirlerine karşı tavırları yazışmaların içeriğine de yansımıştır. Medinelilerin biatiyle halifelik görevine başlayan Ali, tabii olarak Muâviye’yi kendisini tanımaya çağırmıştır. Muâviye ise, Ali’nin bu çağrısına uymayı 3. Halife Osman’ın katillerinin bulunup kendisine teslim edilmesi şartına bağlamıştır. Böyle bir durumun yetkilerini paylaşmak anlamına geleceğinden meşru halife Ali için kabul edilir bir yanı yoktur. Nitekim o da bunu kabul etmemiş, Osman’ın katillerini yakalamanın halife olarak kendisinin görevi olduğunu söylemiştir.

Halife Ali tarafından defalarca biata, cemaate ve merkezi otoriteye uymaya çağrılan Muâviye de ısrarla önce Osman’ın katillerinin bulunup kendisine teslim edilmesini istemiş, bununla da yetinmeyerek Ali’nin halifeliğine itiraz etmemesi karşılığında Şam ve Mısır’ı istemiştir. Bu noktada Muâviye’nin ince bir siyaset izlediği görülmektedir. Çünkü o, Osman’ın katillerinin yakalanmasını veya Şam ve Mısır’ın kendisine verilmesini isterken halife olarak biat etmemiş olsa da fiilî otoritesini ve gücünü tanımış olmaktadır. Çünkü bir yetkiye sahip olmayandan o yetkiyi kullanmasını isteyemeyeceğiniz gibi, bir yere sahip olmayandan da orayı isteyemezsiniz. Yani Muâviye, ondan bir şeyler isterken Ali’nin otoritesini ve gücünü kabul etmekte ama iş ona halife olarak tabi olmaya gelince meseleyi ya Osman’ın katillerinin yakalanması konusunda olduğu gibi şarta bağlamakta ya da Şam ve Mısır’ın verilmesi hususunda olduğu gibi pazarlık konusu yapmaktadır.

Kardeşiyle yaptığı yazışma ve bizzat kurduğu tuzaklarla övünmesi onun Ali’yle mücadelesinin Osman’ın öldürülmesi sonucunda tepki olarak meydana gelmiş ani bir hareket olmadığını, aksine önceden düşünülmüş ve adım adım planlanmış bir iktidar mücadelesi olduğunu düşündürmektedir. Hatta Muâviye’nin Osman’ın öldürülmesini engelleyebilecekken bundan kaçınması onun ölümünden çıkarı olduğu şeklinde yorumlanmıştır. Nitekim Muâviye’nin kendisi halife olunca Osman’ın katillerinin yakalanması meselesini bir daha gündeme getirmemesi bu konudaki samimiyetsizliğinin bir göstergesi olarak görülmelidir. Yazışmalarında kendini överken kullandığı nitelemeler geçersiz veya tartışmalıdır. Artık kapanmış olan cahiliye döneminde Muâviye’nin babasının efendi olmasının o günkü Müslümanlar için ancak olumsuz bir çağrışımı olabilirdi. Muâviye’nin Peygamberimize vahiy kâtipliği yaptığı iddiası ise tartışmalıdır. Kardeşiyle yazışmasında Ali’yi zor durumda bırakmayı ve Şamlıları iknayı hedef olarak gördüğünü ifade eden Muâviye’nin aleyhine bir hava oluşturacağını düşündüğü bir yazışmasına gelen cevabın halkın öğrenmemesi için yırtılmasını istemesi de propagandacılık yeteneğinin bir göstergesi sayılmalıdır. Yeri geldiğinde meydan okuyarak ‘hilafete benden daha layığını bilen bunu göstersin’ diyebilecek kadar siyasi hırsa sahip bir şahsiyet olduğu kaydedilen Muâviye değerlendirdiğimiz yazışmalarda, fırsatları iyi değerlendiren, taktikçi ve usta bir siyasetçi olarak karşımıza çıkmaktadır.

Ali ise otoritesi sorgulanmaya çalışılan, kendisine biatten kaçılan ve Osman’ın katillerinin yakalanması gibi zor bir mesele ile köşeye sıkıştırılmış bir halife olarak karşımıza çıkmaktadır. Osman’ın katillerinin yakalanması birçok nedenden dolayı zordur. Osman’ın katilleri tek veya belli bir kişi olmadığı gibi Ali’nin onların üstüne gidecek birlik içinde bir ordusu da yoktur. O, Medinelilerin biatiyle halife olmakla beraber mücadelesini Medine dışında sürdürmek durumunda kalmıştır. Ordusunda muhacir ve ensardan kimseler bulunmakla beraber esas ağırlığı Iraklılar oluşturmaktadır. Bu da arkasını dayayacağı sağlam bir halk desteğinden yoksun olduğunu göstermektedir. Arkasındaki kitlenin, Muâviye’nin Osman’ın katillerinin yakalanıp kendisine teslimini isteyen mektubu okunduğunda onun elçisinin karşısında “hepimiz Osman’ın katiliyiz” diyebilmesi ne ölçüde halife Ali’nin kontrolünde olduklarını göstermesi bakımından anlamlıdır. Kendisine yöneltilen suçlamalara suçluluk duymadan açık yüreklilikle cevap veren Halife Ali’nin yazışmalarında, İslâm toplumunun birlik ve beraberliğini koruma kaygısı ön plana çıkmaktadır. el-Müberred’in aktarmaktan kaçınmasına sebep olacak kadar ağır bir ifadeyle kendisini kötüleyen Muâviye’ye cevap verirken Ali’nin kullandığı ifadeler itham edici olmaktan çok karşı tarafı iknâya, sükûnet ve istikrarı sağlamaya yöneliktir. Yazışmalarda tarafların meşruiyetlerine dayanak olarak kullandıkları ifadelerden İslam toplumunda iktidarın dayandığı unsurun değişmek üzere olduğunu söylemek fazla abartılı sayılmasa gerektir. Ali’nin ısrarla kendinden önceki halifelerde olduğu gibi Medinelilerin, muhacir ve ensarın biatıyla halife olduğunu ifade etmesine rağmen, Muâviye’nin Şamlıların desteğini vurgulaması, iktidarın dayandığı hâkim unsurun fetihler dolayısıyla ülkenin genişlemesine paralel olarak Medine dışına kaydığını göstermektedir. Bu durumda taraflardan Ali’nin toplumdaki istikrarın, yani Medinelilerin muhacir ve ensarın hâkimiyetinin korunmasından, Muâviye’nin ise bu denge ve istikrarın bozulmasından yana olduğu anlaşılmaktadır. Yazışmaların taraflar arasında bir uzlaşma zemini oluşturarak giderek yaklaşan ve etkileri günümüze kadar sürecek olan Sıffîn Savaşı’nı önleyici bir etkisi olamamıştır. Ancak siyasi mücadelesine Osman’ın kanını talep gibi önemli bir dini dayanak bulması Muâviye’nin Sıffîn’de Ali’nin karşısına güçlü bir orduyla çıkmasında önemli rol oynamıştır.

Sonuç

Tebliğimizin konusunu oluşturan yazışmalar, İslâm tarihindeki önemli kırılma noktalarından birini oluşturan, ilk itikâdî ve siyasi ihtilafların baş gösterdiği ve sonuçta derin kutuplaşmaların meydana geldiği bir döneme aittir. Etkileri günümüze kadar süren Sıffîn savaşı öncesi Ali-Muâviye arasında cereyan eden ve böylesine kritik bir döneme tanıklık eden çok sayıda yazışmanın bir bölümünü inceleyebildiğimiz bu çalışmada vardığımız sonuçları şöyle sıralayabiliriz:

Çoğunlukla birden çok kaynağın aktardığı yazışmalarda taraflar birbirlerine isimleriyle hitap etmekte, herhangi bir unvan kullanmamaktadır. Mektuplar besmele ile başlayıp selâm ile bittiği gibi yemin ile başlayanlar da vardır. Yazışmalarda benzetmelere, Arap şiirinden örneklere yer verilmiştir. Taraflardan Muâviye’nin daha çok itham edici, Ali’nin ise savunucu bir üslup kullandığı gözlenmiştir. Muâviye için kullanılan itham edici ifadeler “ciğer yiyenin nesli”, “Mekke’nin fethinde esir edilip salıverilenlerden (zorla Müslüman olanlardan) olmasıdır. Ali için kullanılan ithamlar ise, “Ayşe’yi sürgün eden”, “Talha ve Zübeyr’i öldüren”dir. Bu ithamların târihen sabit olanlarının sadece Muâviye için kullanılanlar olduğu bilinmektedir. Bu noktada Ali’nin kullandığı üsluba getirilebilecek tek eleştiri Muâviye’yi geçmişiyle suçlaması olabilirdi. Ali’ye yöneltilen Talha ve Zübeyr’i öldürmek, Ayşe’yi sürgün etmek ve III. Halife Osman’ı öldürmek veya ölümünde dahli olmak gibi suçlamaların ise ithamdan öte geçmesinin zor olduğu kanısındayız.

Ali halife seçildikten sonra kendisine biat etmesi için Muâviye’ye mektup göndermiş, Muhacirler ve Ensarın Ebû Bekir, Ömer ve Osman’a biat ettikleri gibi kendisine de biat ettiklerinden bahisle onu biate çağırmıştır. Ali’nin halifeliğini tanımak istemeyen Muâviye, biat konusunu sürekli geciktirmeye çalışmış, onun yerine Osman’ın katillerinin yakalanması meselesini gündeme getirmiştir. Ali’nin 3. Halife Osman’ın öldürülmesi üzerine Halife olarak seçilmiş olması onun ölümünde dahli veya çıkarı olduğu şeklinde yorumlanabilmiştir. Ali’nin durumundaki bu zaafı kullanan Muâviye, Osman’ın kanı konusunu siyasi mücadelesi için dini bir dayanak yapmış ve Şamlıları tek vücut halinde arkasına alarak Sıffîn’e gitmiştir.

Taraflar arasında karşılıklı olarak sürdürülen yazışmalarda Ali, Muâviye’den meşru halife olarak kendisine biat etmesini istemiş, meşruluğunu ise kendinden önceki halifelerin geldiği gibi bu makama gelmiş olmasına dayandırmıştır. Muâviye ise, önceleri sadece Osman’ın katillerinin yakalanmasını şart koşmuş, hatta Mısır ve Şam’ın kendisine verilmesini istemiş, ortamın lehine döndüğünü görünce de onun kadar efdal olmasa da Şamlıların da kendisini desteklediğinden bahisle hilafete layık ve ehil olduğunu iddia etmiştir. Ali, Muâviye’ye Osman’ın katillerini yakalamanın kendi gücünü aştığını, ama eğer bunu yapmasını istiyorsa önce ona biat etmesi gerektiğini ifade etmiştir.

Sıffîn Savaşı’na kadar olan dönemi kapsayan yazışmalarda taraflar arasında anlaşma sağlanamamış olmasının, etki ve sonuçları günümüze kadar uzanmaktadır. Sıffîn Savaşı’ndan sonra birçok çatışma, ayrılık ve mücadele yaşanmış, yeni fırka ve akımlar ortaya çıkmıştır.

Ek: Ali ve Muâviye’ye ait iki yazışma örneği:

1. Örnek:

Muâviye, Ali’ye şöyle yazdı:

“Ey Ebu’l-Hasan! Benim faziletlerim çoktur. Babam cahiliye döneminde efendi idi. İslâmi dönemde de Ömer beni vali olarak görevlendirdi. Resulullah (s.a.v.)’ın hısmıyım, İnananların dayısıyım, vahiy kâtiplerinden biriyim.”

Ali, bu mektubu okuyunca dedi ki: “İşe bak. Fazilet sahibi ciğer yiyenin oğlu bana karşı övünüyor.” Sonra da şu cevabı yazdırdı:

Muhammed, o nebi benim kardeşim ve hısmım,

Hamza, şehitlerin efendisi benim amcam,

Cafer ki meleklerle beraber işte o anamın oğlu (kardeşim) kanatlandı uçuyor,

Muhammed’in kızı ki benim ev halkım, eşimdir,

Onun eti etime, kanı kanıma karışmıştır,

Ahmed’in soyu, benim iki evladım ondan gelir.

Acaba hanginiz benim gibi böyle bir nasibe eriştiniz.

Genç, çocukken girmişim İslâm’a sizden önce,

Çocuğum henüz varmamışım ergenliğe.”

Muâviye mektubu okur okumaz, Şamlıların bunları okuyup Ali’ye meyletmelerinden korkarak mektubun yırtılmasını emretti. Himyerî’nin bu beyitleri alıp kendi şiirleri arasına dahil ettiği söylenir.

2. Örnek:

“Muâviye b. Ebû Süfyan’dan, Ali b. Ebî Tâlib’e,

Bundan sonra.

Allah, Muhammed’i ilmiyle seçti, onu vahyi üzerine emin ve kullarına resul kıldı. Sonra Müslümanlardan onu destekleyen yardımcılar seçti. İslâm’daki faziletleri ölçüsünde onların Resulullah’ın yanında mertebe ve dereceleri vardı. Müslüman olarak en faziletlileri ve Allah’la Resulüne karşı en samimi olanları I. Halife, sonra II. Halife, sonra da mazlum olarak öldürülen III. Halife Osman’dır. Sen bunların hepsine de hased ettin ve hepsine isyan ettin. Biz bunu senin şüpheci bakışından, açık saçık sözlerinden, içini çekerek nefes alışından ve halifelere biatı ağırdan almandan anladık. Bunların tümünde de sen tıpkı burunsağı burnuna takılıp uysallaştırılıp sürülen-idare edilen bir deve gibi yularından tutulup sürüldün-idare edildin. Hoşlanmasan da biat etmek zorunda kaldın. Onlardan hiç biri amcaoğlun Osman’a senden daha fazla haset beslemedi. Akrabalığın ve hısımlığına bakılınca onlardan önce senin böyle davranmaman gerekirdi. Onunla akrabalık bağını kopardın ve onun güzelliklerine çirkinlikle karşılık verdin. İnsanları ona karşı topladın. Öyle ki develerine binip bölük bölük ona karşı koymaya geldiler. Allah Resulü’nün hareminde ona silah çekildi. Sen evinden gelen çığlıkları-gürültüleri dinlerken senin yanı başında/mahallende öldürüldü. Bunu durdurmak için ne bir söz ne de bir harekette bulundun. Hayatım üzerine yemin ederim ki, bu konuda insanları bir yere toplamış olsaydı ve insanları o işi yapmaktan men etseydin hiç kimse buna cesaret edemezdi. Osman’dan uzak durmaları gerektiğini öğrenirler ve bundan uzak dururlardı. Onlar senin sırdaşların, destekçilerin, yardımcılarındı. O’nun kanının dökülmesiyle herhangi bir ilginin olmadığını söylediğine dair haberler bana ulaştı. Öyleyse, eğer doğru söylüyorsan onun katillerini bize gönder onları öldürelim. O zaman sana (destek ve biat için) gelmede insanların en hızlıları olacağız. Aksi takdirde sen ve arkadaşların bizden kılıç dışında bir şey alamazlar. Muâviye’nin canını elinde bulunduran Allah’a yemin olsun ki, Osman’ın katillerinin peşine düşüp onları karada, denizde, çöllerde ve dağlarda arayacağız ta ki onları öldürünceye ya da canımızı Allah alıncaya kadar. Vesselam.”

Mektubu Ebû Müslim el-Hûlânî’ye verdi ve onu Ali’ye götürmesini emretti. Ebû Müslim, mektubu Kûfe’ye götürdü ve Ali’ye ulaştırdı. İnsanlar mescidde toplandı ve mektubu onlara okudu. Hep bir ağızdan: ‘Hepimiz Osman’ın katilleriyiz, hepimiz yaptığı işleri inkâr etmiştik’ dediler. Ali istediği cevabı ona vermedi. Ebû Müslim şöyle dedi: ‘Şimdi karışıklık ve huzursuzluk daha da uzadı’.

Ali, Muâviye’ye cevaben şöyle bir mektup yazdı:

“Bismillahirrahmanirrahim.

Allah’ın kulu Mü’minlerin emiri Ali’den Muâviye b. Ebû Süfyan’a,

Bundan sonra,

Hûlân kardeş bana senin bir mektubunu getirdi. Mektupta Muhammed’den ve Allah’ın ona ikram ettiği hidayet ve vahiyden ve bahsediyorsun. Ona ettiği vadini doğru çıkaran Allah’a hamd olsun ki, onun zaferini tamamına erdirdi ve onu birçok ülkeye hâkim kıldı. Kendi kavmi içinden ona düşmanlık eden, onu yalanlayan, ona düşmanlık duyarak savaş açan, onu ve arkadaşlarını yurtlarından çıkaran, Arapları ona karşı toplayan ve ordular getirenlere karşı onu galip getirdi. Onlar istemeseler de hak geldi ve Allah’ın emri galip geldi.

Mektubunda Yüce Allah’ın Mü’minlerden ona yardımcılar seçtiğini ve onlarla onu desteklediğini söylemişsin. Onun yanındaki faziletleri İslâm’daki faziletlerinin derecesine göre idi. Onların Müslüman olarak ve Allah ve Resulüne samimiyetle bağlığı itibariyle en faziletlisi I. Halife ve ondan sonra da II. Halife idi. Hayatım üzerine yemin ederim ki her ikisinin de İslâm’daki konumu çok büyüktür. Onların başına gelecek bir kötü durum İslâm’a gelecek büyük bir zarardır. İbn Affan’ın fazilette üçüncü olduğunu zikretmişsin. Eğer Osman, ihsân sahibi biri ise, ahirette şükredenleri mükâfatlandıran bir Rabbin huzuruna çıkacak, O onun hasenatlarını artıracaktır ve büyük sevaplarla onu mükâfatlandıracaktır. Şayet kabahatleri olan biri ise, o zaman da ahirette rahim ve mağfiret eden bir rabbin huzuruna çıkacak. Hiçbir günah O’nun nazarında bağışlanmaz değildir. O onu bağışlayacaktır. Hayatım üzerine yemin ederim arzum odur ki Allah herkese kendisine düşen payı dağıttığında bizim yani Ehl-i Beyti’nin payının en nasiptar, en fazla olmasıdır.

Allah, Muhammed’i gönderdi, Allah’a imana ve tevhide (O’nu birlemeye) davet etti. Ehl-i Beyt olarak biz ilk iman edenler ve ilk itaat edenler idik. Öyle bir yerde yaşadık ki, Arapların dörtte bir nüfusunun dörtte biri olan bizlerden başka kimse Allah’a ibadet etmiyordu. Fakat kavmimiz bize en kötü şekillerde zulmetti. Her türlü sıkıntıyı yaşattılar. Bizi alevin içine soktular. Bizleri dar yollara soktular. Bizi hep takip altına aldılar. Yemekten, içecekten bizi mahrum bıraktılar. Aralarında mektuplaştılar. Ya nebimizi onlara verip onu öldürmelerine veya azalarını kesip onu parçalamalarına müsaade edecektik ya da bizimle yemek yemeyecekler, hiçbir şey içmeyecekler, alışveriş yapmayacaklar, kız alıp vermeyecekler ve bizimle konuşmayacaklardı. Yüce Allah onu bu eziyetten koruyup savunmaya bizi çağırdı. Kureyş’ten Müslüman olan diğerleri ise bizim gibi kimsesiz idi. Müttefiklikten men edilmişlerdi. Aşiret sahibi olanlara ise kavmimizin bize zulmettiği gibi zulmedilmedi. Onlar telef olup gitmekten güvende ve kurtuluş içerisindeydi. Bu şekilde Allah’ın dilediği kadar kaldık. Sonra Allah Resulune hicret için izin verip müşriklerle savaşmasın emretti. Güçlükler geldiği zaman savaş için çağrıldım. Ehl-i Beyti’ni gönderdi ve ashabını Ehl-i Beyt ile himaye edip korudu. Ubeyde, Bedir günü, Hamza Uhud günü, Cafer ise Mu’te günü öldürüldü.

Şehitlerin maruz kaldıklarının aynısına maruz kalanların adlarını şayet istersen sana sayabilirim. Onların ecelleri gelmişti, temenni ve arzuları ertelenmişti.

Halifelere biatta yavaş davrandığımı ve hepsine haset ettiğimi söylüyorsun. Haset konusuna gelince onu gizlemiş olmaktan da dışa vurmuş olmaktan da Allah’a sığınırım. Halifelere biatta yavaş davranmış olmama gelince bu konuda insanlara özür dilemem. Hz. Peygamber vefat ettiği ve insanlar Ebû Bekir’e biat ettiği zaman baban bana gelip “İnsanlar için bu işe en layık olan sensin, uzat elini sana biat edeyim,” dedi. Bunu bizzat babanın kendi ağzından işittim. Tefrikadan korktuğum için ve insanların henüz yeni küfürden ve cahiliye çağından çıkmış olmalarından ötürü bu teklifi reddettim. Babanın bildiği, kabul ettiği şekilde benim bu konudaki hakkımı bilip kabul edersen, sana uygun olanı yapmış olursun. Aksi halde dilediğini yapabilirsin Allah sana karşı bana yeter.

İnsanları Osman’a karşı kışkırttığımı söylemişsin. Osman senin de gördüğü işleri yapmıştı. İnsanlar da bildiğin üzere ona karşı tavır aldı. Benim bu konuda hiçbir dahlim yoktur. Fakat sen beni suçluyorsun. Nasıl istersen öyle suçlayabilirsin.

Osman’ın katillerinden bahsetmişsin ve onları sana teslim etmemi istemişsin. Onun katilleri arasında bizatihi tanıdığım hiç kimse yok. Konuyu etraflıca araştırdım. İtham ettiklerinden herhangi birini sana teslim etme gücümün olmadığını gördüm. Şayet bu isyanın ve nahoş tutumundan vazgeçmesen Osman’ı katlettiğini iddia ettiğin o kişilerin senin onları ne düzlükte ne de dağda arama zahmetine girmene fırsat vermeyeceklerini göreceksin. Vesselam.”

Ali cevabını Ebû Müslim el-Hûlânî ile gönderdi.

......

el-Minkarî, Nasr b. Müzâhim, Vak’atu Sıffîn, Neşr. Abdusselam Muhammed Harun, Kahire 1382.

el-Minkarî, Vak’atu Sıffîn, c. I, s. 52.

İbn Kuteybe, Ebu Muhammed Abdullah b. Müslim, el-İmâme ve’s-Siyâse, Tah. Halil Mansur, Beyrut 1997, c.I, s. 81.

İbn Asâkir, Ebu’l-Kasım Ali b. el-Hasen, Tarihu Medineti Dımeşk, Tah, Muhibuddin Ebî Saîd Ömer b. Ğarame el-Umerî, Beyrut 1995, c. LIX, s. 131.

İbn Kuteybe, Ebu Muhammed Abdullah b. Müslim, el-İmâme ve’s-Siyâse, Halil Mansur, Beyrut 1997, I-II.

el-Belâzürî, Ahmed b. Yahya b. Cabir, Ensâbu’l-Eşrâf, Tah. Süheyl Zekkar-Riyaz Zirikli, Kahire 1996, I-IX.

ed-Dîneverî, Ebu Hanife Ahmed b. Davud, Ahbâru’t-Tıvâl, Tah. Abdülmün’im Âmir-Cemal eş-Şeyyâl, Kahire 1960.

el-Müberred, Ebu’l-Abbas Muhammed b. Yezid, el-Kâmil fi’l-Luga ve’l-Edeb, Tah. Muhammed Ebu’l-Fadl İbrahim, Kahire 1997, I-III.

et-Taberî, Ebu Cafer Muhammed b. Cerîr, Tarihu’l-Ümem Ve’l-Mülûk, Beyrut 1407, I-V.

İbn Abdirabbih, Ebu Ömer Ahmed b. Muhammed, el-Ikdü’l-Ferîd, Tah. Müfid Muhammed Gamiha ve diğerleri, Beyrut 1983, I-IX.

İbn Hibban, Muhammed b. Hibban b. Ahmed b. Ebi Hatim, Kitabu’s-Sikât, neşr. Muhammed Abdulmuid Han, Haydarabad 1973, II.

İbn Asâkir, Ebu’l-Kasım Ali b. el-Hasen, Târihu Medineti Dımeşk, c. LIX.

İbn Hibban, Kitabu’s-Sikât, II, 276.

el-Müberred, el-Kâmil, I, 258.

İbn Kuteybe el-İmâme ve’s-Siyâse, I, 70.

el-Minkarî, I, 29; İbn Kuteybe el-İmâme ve’s-Siyâse, I, 85; el-Müberred, el-Kâmil, I, 258.

el-Müberred, el-Kâmil, I, 258.

el-Belâzürî, Ensâbu’l-Eşrâf, III, 84.

el-Belâzürî, Ensâbu’l-Eşrâf, III, 205.

et-Taberî, Târihu’l-Ümem Ve’l-Mülûk, III, 80.

el-Müberred, el-Kâmil, I, 222; İbn Abdirabbih, el-Ikdu’l-Ferîd, V, 81; Aycan, İrfan, Saltanata Giden Yolda Muaviye b. Ebi Süfyan, Ankara 2001, s.100.

Müberred, el-Kâmil, I, 225, İbn Abdirabbih, el-Ikdu’l-Ferîd, V, 81.

İbn Abdirabbih, el-Ikdu’l-Ferîd, V, 80.

el-Belâzürî, Ensâbu’l-Eşrâf, III, 66-67. Mektubun tam metni ek-2 de verilmiştir.

el-Belâzürî, Ensâbu’l-Eşrâf, III, 67-70. Mektubun tam metni ek-2 de verilmiştir.

İbn Kuteybe el-İmâme ve’s-Siyâse, I, 70-71.

İbn Abdirabbih, el-Ikdu’l-Ferîd, V, 80-81.

el-Minkarî, Vak’atu Sıffîn, s. 200; İbn Hibban, Kitabu’s-Sikât, II, 286-288.

el-Minkarî, Vak’atu Sıffîn, c. I, s. 52; İbn Kuteybe, el-İmâme ve’s-Siyâse, c.I, s. 81.

İbn Asâkir, Târihu Medineti Dımeşk, c. LIX, s.132.

İbn Asâkir, Târihu Medineti Dımeşk, c. LIX, s.133.

İbn Asâkir, Tarihu Medineti Dımeşk, c. LIX, s.133.

Muâviye’nin Şurahbil b. Sımt’i dolayısıyla da Şamlıları ikna edip arkasına alma planının detayları için bkz. İbn Asâkir, Tarihu Medineti Dımeşk, c. LIX, s.133-134.

Zührî, Muhammed b. Müslim b. Ubeydullah (124/742), el-Megâzi’n-Nebeviyye, Tah. Süheyl Zekkar, Beyrut 1981, 155.

Ali’nin halifeliği döneminde Osman’ın katillerinin cezalandırılması konusunda bu kadar istekli davranan Muâviye’nin Halifeliği Hz. Hasan’dan devraldıktan sonra bu konuyu gündemden çıkardığı görülmektedir. Konuyla ilgili değerlendirme için bkz. Demircan, Adnan, Ali-Muâviye Kavgası, İstanbul, tsz, s.55-56.

Söz konusu yorum için Bkz. Bakır, Abdulhalik, Ali b. Ebi Talib, Elazığ 1998, s.120.

ez-Zehebî, Şemsüddin Muhammed b. Ahmed b. Osman, Siyeru A’lâmi’n-Nübelâ, Tah. Şuayb el-Arnavût, Beyrut 1993, III, 123. Aycan, konuyla ilgili değerlendirmesinde Muâviye’nin Peygamberimizin kâtipleri arasında yer aldığını kabul etmekle birlikte onun vahiy kâtipliği konusundaki rivayetlerin asılsız olduğu sonucuna varmaktadır. Aycan, Saltanata Giden Yolda Muâviye, 47.

Zührî, el-Megâzi’n-Nebeviyye, 155.

el-Belâzurî, Ensâbu’l-Eşrâf, V, 119-120.

ULUSLARARASI HZ. ALİ SEMPOZYUMU

18-20 ARALIK 2009 / İZMİR

...

Dr. Mustafa HİZMETLİ kadim dostumdur. Kendisi ortaçağ tarihçisidir ayrıca. Başka kaynaklarına da yer verilecektir yeri geldikçe.

Kendisini sevgi ve muhabbetle buradan selamlıyorum.

Link to post
Sitelerde Paylaş

Görece doğru anlamışsın denebilir Bergüzar. İmanla ilgili soyut veya somut bir iddiayı "bilimsel bir kanıt" olarak kabul etmenin de aynı zamanda (en azından günümüz imkanları gözönüne alındığında), "saçmalığı kanıtlanmak istenen imani değer" kadar iman olduğunu söylüyorum; ki haci başta olmak üzere onun gibi düşünen (üzülerek söylüyorum, sözde) ateistlerin de aynı hastalığa yakalanıp, iman sahibi olduklarını iddia ediyorum. Yani (yine günümüz imkanları ölçüsünde) bir imanla ilgili yapılabilecek en akli eleştiriyi yapmaya çalışıp, mantığı devreye sokmaya çalışıyorum.

Muhamed veya İsa veya Musa... farketmez; artık iman dairesine dahil olmuş hiçbir konuyu, yine iman dairesinden kıl, tür, kemik, mezar vb. bir takım nesnel şeylerle açıklamanın mantıksızlığını, bunu yapmanın en az sözde yanlışlanmaya çalışılan iman kadar iman etmek olduğunu söylemeye çalışıyorum.

Benim diğer ateist arkadaşlardan beklentim de ancak bu yönde olabilir. Böyle olmamaları, onların aptal, salak vs. olduklarını göstermez, sadece benimle aynı fikirde olmadıklarını gösterir. Bir kişi hariç; o kendi sınırını da çizerek yine kendini kanıtlamış oldu çünkü.

Ben, salt akıl değilim, mutlak gerçeğin bende olduğu gibi bir imanım da yok ki, zaman ayırmaya bile değmez bir konuyla ilgili benimle aynı düşünceyi paylaşmıyor diye birisini aptallıkla itham edeyim. Hele ki, aklen ve mantıken zaman ayırmanın bile saçmalığı ortada olan bir kavramla ilgili "Tartışılması bile aptallık. Kesin olarak kanıtlanmıştır" demek, kişinin sadece o tartışılan konuyla ilgili düşüncelerini değil, ateizm anlayışını da sorgulaması gerektiği gerçeğini ortaya kor. Artık o kişi bir ateist bile değildir, siz teistlerin de ithamını haklı kılar şekilde ateizmi ve hatta bilimi iman haline getirmiştir.

Bu da, hele ki malum kişinin konumu gözönüne alındığında, forumun ne denli acınası hale düştüğünü kanıtlar ancak, onun imanının doğruluğunu değil.

Ancak şunu da eklemeden geçemeyeceğim: Muhammed inancı, yine müslüman inanırlar tarafından somuta indirgenmiş bir inançtır; yani islam tanrısı Allah gibi tamamen soyut değildir. Dolayısıyla, varlığına yönelik ileri sürülen tüm sözde somut iddialar, bilimsel ortamda çürütülebilirse de, bunun mevcut şartlarda imkansız olduğunu; bilimsel ve kesin kanıt denen hiçbir şeyin bilimsel olamayacağını vurgulamaya çalışıyorum.

Bilimsel olması imkansız olan bir çıkarsama için "bilimsel kesin kanıt" demenin, cehaletin önden buyuranı olduğunu yineliyorum.

Eğer ben bir pozitif ateist olsa idim aynen senin gibi düşünürdüm çakırcalı.

Link to post
Sitelerde Paylaş

Eğer başlık kaynaklarla, yani tarihin verileri ile ilgili ise benim verdiğim tebliğ aynı zamana denk geliyor ve aslında sizin için önemli.

Ve bu henüz basılmadı, sunuldu sadece.

Yani bir link veremiyorum.

Lütfen silmeyin.

Bu mesaj baştan sona fiction.

Neresini düzelteceğiz bilmiyorum.

Böyle fiktif bilgilerle Müslümanların ve herkesin kafasını karıştırıyor, yalan söylemeye hala devam ediyorsunuz.

Ne kadar ahlaksızsınız siz Müslümanlar..

Ne kadar değersizsiniz..

Link to post
Sitelerde Paylaş

Bu mesaj baştan sona fiction.

Neresini düzelteceğiz bilmiyorum.

Böyle fiktif bilgilerle Müslümanların ve herkesin kafasını karıştırıyor, yalan söylemeye hala devam ediyorsunuz.

Ne kadar ahlaksızsınız siz Müslümanlar..

Ne kadar değersizsiniz..

Bu mesaj derken o sunumu kast ediyorsan hacı o bir kurgu değil. Akademik bir çalışma ürünü. Senin kabul etmeni zaten beklemiyorum.

Ama tarihi veriler ile sen bir noktaya varıyorsan ki bu başlıkta bunu işliyoruz, bak tarihi veriler ile başkalarıda bunlara varabiliyor diyor kısaca.

Lütfen silme hacı.

Ve lütfen bana ahlaksız deme.

Çünkü çok ayıp etmiş oluyorsun.

Link to post
Sitelerde Paylaş
Misafir
Bu konu kapalıdır ama konuya cevap yazmaya yetkiniz var görünüyor.
  • Konuyu Görüntüleyenler   0 kullanıcı

    Sayfayı görüntüleyen kayıtlı kullanıcı bulunmuyor.


Kitap

Yazar Ateistforum'un kurucularındandır. Kitabı edinme seçenekleri için: Kitabı edinme seçenekleri

Ateizmi Anlamak
Aydın Türk
Propaganda Yayınları; / Araştırma
ISBN: 978-0-9879366-7-7


×
×
  • Yeni Oluştur...