Jump to content

Anladın mı? Anladım...


Recommended Posts

Anladın mı? Anladım…

-Esasında hiçbir şey anlamadın-

 

Günlük yaşamımızda her cümlenin sonunda, karşımızdakine teyit ettirmeyi beklercesine bakarak “Anladın mı?” deriz. Gelin bu yazıda, bu sorunun ve verilen yanıtların gerçek anlamını birlikte masaya yatıralım.

 

Biz kelimelerin, cümlelerin ve nesnelerin ne anlama geldiğini bilen bir tür olarak karşımızdakine neden “Anladın mı?” diye sorma gereğini duyuyoruz?

 

Doğduk; anamız, babamız, bebek iken yüzümüze bakıp her cümleden sonra başına tuhaf bir sıfat da (son zamanlarda özellikle çok anlamsız bir şekilde anaların kızlarına anneciğim, babaların erkek çocuklarına babacığım gibi ya da ne olduğu bilinmeyen sıfatlar) koyarak “Anladın mı?” diye sorarlar. Çocuk, kendisinin anne diye çağırdığı birinin kendisine, kızına, neden anneciğim, baba diye çağırdığı birinin, kendisine, oğluna neden babacığım diye hitap edildiğini kavramamıştır ki, “Anladın mı?” sorusuna da anlayarak yanıt versin. Yaptığı uygunsuz bir hareketi cezalandırmak için ailesi ya da çevresi, bir daha bunu yaparsan, sana şunu almam, şuraya götürmem gibi tehditlerden sonra, “Anladın mı?” diye gözdağı verdikten sonra; daha sözünün yankısı sönmeden çocuğun istediğini yapmaya başlar. Çocuk “Anladın mı?” sözünden hiçbir şey anlamaz; ancak ödülünü alabilmek için anlamış görünmesinin en akıllıca yol olduğunu görür ve ömrü boyunca da bu tavrı sürdürür.

 

Biyolojide fizyolojik bir sistem vardır: Bir uyarı sürekli tekrarlanırsa, sonunda koşullu refleks dediğimiz bir alışkanlık ortaya çıkar. Birey o uyarıyla her karşılaştığında kalıplaşmış bir davranış gösterir. Bu çocukluktaki bir bireyin davranışındaki ilk yol ayrımıdır. Ya uyarının gereğini yapar ya da yaparmış gibi davranır; aslında hiçbir şey yapmaz. Bu, ülkemizde, bir kişinin aldığı ilk önemli eğitimdir.

Ana ya da baba ya da çevre, çocuğa bakarak her kelimeyi olduğundan farklı bir şekilde söyler “burna munniş, karına göbüş; parmağa mamak; göğse memiş” der arkasından da “Anladın mı?” diye onay bekler. Çocuk da bu tezatları görmekle birlikte, farkına varmaya başladığı çıkarları için anlarmış gibi davranmaya başlar. Aslında gerçek ile sorulan birbirinden farklıdır.

 

Biraz yaş ilerleyince, aile çocuğa “güya” daha ciddi terbiye vermeye çalışır. Verdikleri terbiye ile yaptıkları taban tabana zıttır. Yalan söyleme derler, akşam sabah yalan söylerler; bir insan doğru olmalıdır derler, telefonda konuşurken bin bir yalanı arka arkaya dizerler ve bu arada da sus gerçeği gizle gibi parmak hareketleri yaparlar; sesli konuşma derler, ancak kendileri yapılması gereken bir işin önemine göre seslerini yükseltir, bağırırcasına emir verirler; sigara içme derler, akşam sabah karşılarında sigara tüttürürler. Her gün yaşadığımız bu tutarsızlıkları anlatmaya kalkışırsak büyük bir kitap yazmamız gerekebilir. Eğitimin ikinci evresi de yalan dolanla bitirilmiştir.

 

Kurumsal eğitim dünyasına ayak basınca, anlatılanları anlamıyorum diyemez; dediğinde ya dayak yiyeceğini ya da geri zekâlılıkla suçlanacağını bilir. Dolayısıyla anlarmış gibi davranmayı tercih eder ve alışkanlığını iyice perçinler. Eğiticiler için de anlarmış gibi davranan bir çocuk, sürekli anlamadığını beyan ederek huzuru bozan bir çocuktan çok daha munistir.

 

Ergin olmuştur. Oy kullanma hakkını elde etmiştir. Çıkarı için ya da ülkesi için siyasetle ilgilenmeye başlamıştır. Ülkenin en seçilmiş topluluğu olarak milletvekillerini bilir. Ancak 500 milletvekilinin birçoğu yüz kızartıcı suçtan yargılanmak üzere mahkemeler önünde bekleyen 680 dosyası olduğunu öğrenir. En seçkin insanların neden bu kadar suç işlediğine akıl erdiremez. Özellikle devletin en üst makamlarına gelenlerin birkaç yıl içinde kendilerinin ve çevrelerinin zenginleştiğini basın aracıyla öğrenir; ancak bunun nasıl olduğunu anlayamaz. Çünkü bu insanların hemen hepsi imanı bütün insanlardır. Dinlerinin gereği haram yemenin günah olduğu da öğretilmiştir. Haram karışmadan bu kadar kısa süre içinde, çok önemli bir buluş ya da beceriye sahip olmadan, bu kadar hızlı zengin olmanın mantığını anlayamaz. Ayrıca ninesinin sandığından çıkan çıkını, ülke için yararlı hiçbir üretimde kullanmadan, düzenli olarak hiçbir işçi çalıştırmadan, hiçbir kurumsal vergi ödemeden yüzlerce villaya, yata, kata, yabancı ülkelerde yatırıma, otellere döndüren başbakanın, neden bu yolu fakir millete de öğreterek, onların da çalışmadan, riske girmeden, üretmeden, düzenli işçi çalıştırmadan, hatta ticaret defterlerine bile girmeden zengin olmanın yolunu çok sevdiği halka neden öğretmekten kaçındığını anlayamaz. Dindarların melanetlerini izleyerek göstermelik bağlandığı dininden; demokrasi havarisi geçinenlerin, işlerine gelmediği zaman ne kadar acımasız olduğunu görerek demokrasiden soğur. Dindar geçinir, dinin gereklerini yapmamaya başlar; demokrat geçinir, çağ dışı davranışları ve görünümleri erdem zanneder. Evrensel tanımlara ulaşamadığı için, dini aklına geldiği gibi yorumlar; yapamazsa bu yorumu yapanların peşine takılarak cemaatin bir üyesi olur; demokrasiyi sınırsız özgürlük olarak anlamaya başlar ve uyumlu bir toplum olarak yaşamanın ödenmesi gereken bedelin adının demokrasi olduğunu hiçbir zaman kavrayamaz. Sonuçta çocuklarının geleceğini hazırlayan en önemli etmenin seçimlerde kullanacağı oy olduğunu anlayamaz ve onu bir torba pirince satmaya başlar.

 

Ancak çok defa anlayamadığını anlamadığı için, söylenenin tersini de yapar. Bunun en çarpıcı örneğini uçaklarda yaşarız. Uçak piste indikten sonra bile hızı saate birkaç yüz kilometre olduğu için, ani bir frende ya da çarpmada, ölümcül kazaları önleme amacıyla, uçak piste iner inmez her zaman sesli bir uyarı (anons) yapılır: “Uçağın motorları durmadan, lütfen yerinizden kalkmayınız, kemerlerinizi çözmeyiniz”. Anonsun son kelimesine gelinmeden uçaklarımızda “şıırak” diye bir ses duyulur ve ortadaki koridora çoluk çocuk, yaşlı, eli ayağı zor tutan bir takım insan dolar. Esasında bu ses, toplumun anlama özürlü oluşunun sesidir. Erken kalkanın bavulunun, yürüyen banda daha erken konulduğunu bilsem bu aceleciliği anlarım. Toplu taşıta binerken de, bilet alırken de bir veznenin önünde beklerken de her zaman birileri önünüze geçmeye çalışır; hatta toplum bunun için bir de terminoloji geliştirmiş durumda: Kaynak yapma. Bütün bunlar niye? Başka bir insanın duygusunu ve haklarını anlama yetisi gelişmediği için. Müdahale ettiğinizde de bunu kişilik haklarına bir müdahale olarak alır, algılar. Dolayısıyla kaynak yapan bir kişiyi uyarmadan da çekinilir.

Link to post
Sitelerde Paylaş

Anlama zorluğu toplumun geniş bir kesimini sardığından, demokrasimizden, eğitimimize; sağlığımızdan, güvenliğimize kadar her şeyde aksaklıklar ve kusurlar ortaya çıkar. Sigara zararlıdır içme dersin anlamaz; ülkeye ağır bir sağlık faturası ödetir; hatalı solama dersin, yazarsın, uyarırsın, sollar, yolları kan gölüne çevirir; çocuğunu doğru dürüst okut (eğit) dersin, eğitim kurumlarındaki birkaç sapkın örneği önüne getirerek ahlaksızlıktan dem vurmaya başlar ya da günah der; mali gücün yoksa sakın üreme dersin, onu hemen yatağa git çocuk yap olarak anlar; her yıl çocuk yaparak sosyal sefaleti artırır; arkasından da bunu anlayışsızlığına değil, kader kısmete bağlar; oy için verilen ianeyi (bir anlamda) rüşveti alır, onurunu satar, kaynağını anlama zahmetine girmez; hiçbir bilimsel araştıramaya ilgi duymaz; zamanını sadece anlayacağı spor tartışmalarına, sulu televizyon gösterilerine ve dizilere ayırır.

 

Anlama, geleceği görmedir. Bu nedenle hem bireyler hem de toplum ve özellikle de toplumun seçtiği yönetimler, geleceğin hazırladığı tuzakları anlayamadıkları ve göremedikleri için, siyasi tarihimiz düşülen tuzakların acı öyküleriyle doludur. Avrupa Birliği üyelerinin ve halkının bizim hakkımızda –gerçekten- ne düşündüklerini anlayamadığımız ve doğru dürüst analiz edemediğimiz için, anlamazlıktan gelerek, köprüyü geçmeye çalışıyoruz. Uygun ve onurlu bir yol izleyerek geçebileceğimiz bir köprüden, kolumuzu bacağımızı feda ederek yürüyeceğimiz bir köprünün sonunun, köprüye ayak basmayandan daha beter olabileceğini de anlayamıyoruz. Çünkü bir şeylere ulaşmak için, aklını ve mantığını kullanmayı henüz öğrenmemiş daha aşağı organizmalardan miras aldığımız –hedefe- bir an önce ulaşmak dürtüsü, insana özgü anlama yetisini baskılıyor da ondan…

 

Böylece birçok şeyi anladığınızda hem sizin için hem de dünya için çok geç kalınmış oluyor. Örneğin Irak Devletinin 70.000’i aşkın askerden oluşan Cumhuriyet Muhafızları denen son derece donanımlı birliği "birruh biddem nefdik ya saddam" yeminiyle Saddam’a can ve kanlarıyla bağlı olduğunu beyan etmesine karşın, Körfez Savaşında tek bir kurşun atmadan Amerika’ya teslim oldu; hatta heykelinin yıkımı sırasında ipi çekenlerinin bir kısmının da bu kesime ait olduğu söylendi. Ancak bugün bizim ülkemizde de bir yanlarıyla demokrasi havarisi geçinenler, bir yanlarıyla Amerikancı ya da Avrupa Birliği hayranı olanlar, Irak’ta işgal başlar başlamaz, birkaç gün içerisinde, bu mümtaz birliğin yaklaşık 300 üst düzey komutanın aileleri ve bütün bunlara çanak tutan birçok Amerikancı köşe yazarı ile birlikte, Amerika’da adresi bilinmeyen, daha önce hazırlanmış özel villalara nakledilmelerinin mantığını anlayamadıkları için, bugün çeşitli adlar altında yürütülen operasyonların esas nedenini de anlayamamaktadırlar.

 

Anladıklarında, demokrasi adı altında Türk Devletine ve onun aslı unsurlarına yönelik yıkıcı eylemleri teşvik edenlerin Amerika’da ya da Avrupa’da, kendilerinin de ülkelerinde gizli ya da açık esaret altında olduğunu göreceklerdir.

 

Türkiye 2009 yılında galiba alışılagelmişin dışında yetkilerle donatılmış –yeni bir- Güvenlik Müsteşarlığı kurdu. Kuruluş yasasına burada yabancı uyruklu uzman kişiler çalıştırabilir ibaresi kondu. Türkiye’ye girdiği bildirilen ve aylardır nerede olduğu bilinemeyen ya da bilinip de açıklanamayan onlarca (yarı resmi ağızlara göre 35, resmi olmayan ağızlara göre 350) Amerikalı istihbaratçı gündemde iken, böyle bir yapılanmanın başımıza neler açabileceğini anlayamamayı doğrusu tarihsel bir yanılgı olarak görmek gerekir.

 

Böyle bir tezgâhtan geçmiş bir insan, geniş anlamda toplum, çevresinde olup bitenleri anlayamaz; anlamadan çekinir; bir zaman sonra da anlamadığını bile anlayamaz. Her duyduğuna inanır; özellikle ailesi tarafından verilen telkinlerden hiçbir zaman kurtulamaz; bunun sonucu olarak dogmasını değiştirmeye yanaşmaz. Çünkü dogma kendisine verilen ilk eğitimdir ve taze beynine yerleştirilmiş, düşünme yollarını (bilgi yollarını) kapatan ilk yıkıcı narkozdur. İşte toplumun birçok konuyu konuşmayı bile tehlikeli bulması, tartışmaya açmaması; hatta bazı dönemlerde bırakın eylemi, düşünmeye bile ceza uygulanması böyle bir sosyolojik-psikolojik bozukluğun sonucudur.

 

Semavi dinlerde kutsal kitapların dili ile (Tevrat, İncil ve Kur’an) halkın günlük dilinin ve yazım tarzının birbirinden ayrı olması, bireyin hiçbir şey anlamadan anlarmış gibi davranmasını iyice pekiştiren başka bir tarz olarak toplumun yapısına girmiştir. Bu nedenle, hiç anlamadığımız dualara ağlayarak ve teslimiyet ile tepki veririz. Okunan duanın ve kutsal kitaptaki kısımların içeriği hiç önemli değildir; yeter ki anlayamadığımız bir dille bize anlatılsın (her zaman bilmediğimiz bir dilden bir anlatımı bile, ses uyumunu sağlamak koşuluyla kutsal bir metin olarak yutturabiliriz). Biz zaten anlayamadığımız şeyler için, anlarmış gibi davranmanın çoktan ustası olmuşuz. Ancak bu kusurumuzu yüzümüze vuran, yani anlayamadığımız şeylere bel bağlamanın ne büyük bir hata olduğunu söyleyen herkese, en şiddetli tepkiyi gösteririz; çünkü geçmişle yüzleşmekten korkar hale gelmişizdir. Bu nedenle de kutsal sayılan her şeyin, geçmişte de bugün de (görünürde belki daha uzun yıllar) tartışmaya açılması yasaklanmıştır (hatta yasalarımızla). Bunun tersini savunanları imansız-dinsiz olarak suçlarız; kutsal söylemlerin anlayabildiğimiz bir dilden verilmesini, manevi coşkularımızı bozuyor diye kınarız; esasında bozulan manevi coşkularımız değil, bir türlü kurtulamadığımız ezberimizdir. Anlamamayı zevk haline getiren bir toplum başka nasıl davranabilir ki?

 

Eğer anlayamıyorsanız, başkasının anladığını anlayamazsınız. Böylece sizin dogmanızı kaşıyan ve sömüren kesimlerin dışında hiçbir kişiye ya da kuruma inanmazsınız. Bunun için uzağa gitmeye gerek yok birkaç yüzyıllık tarihimize göz atmamız yeterli. Evrensel gelişmelerin hemen hepsi tehdit olarak algılanmış ve toplum cehalet bataklığına sürüklendikçe sürüklenmiş. Bugün farklı mı diye düşünebilirsiniz? Bunun için de çok kafa yormaya gerek yok. Örneğin eğer alışkanlıklarımıza, geleneklerimize ters, hatta geleceğimizi tehdit edecek bir durumu yasal hale getirecek bir yasa çıkaracaksak, bunu tartışma gereğini duymadığımız, anlamadan da evet diyeceğimiz kolaycı bir yol bulundu: Avrupa Birliğine girme işlemi dolayısıyla (Avrupa Müktesebatı) dendi mi; akan sular duruyor; öyleyse doğrudur deniyor. Geçmişte ve bugün anlamadığı duaya âmin diyenler, bugün Avrupa’nın dayatmalarına gözü kapalı evet diyen kesime dönüştü…

Link to post
Sitelerde Paylaş

Anlayamamanın sonuçları ürkütücüdür. Hatalı ev yapar ya da evini fayın üzerine kurar, depremde ya da kendi kendine yıkılır; bunu kadınların çıplak gezmesine bağlar. Dereye ev yapar selden gider, felaket olarak algılar; takdiri ilahi olarak tanımlar. Yakın akrabası ile evlenir, özürlü çocuğunu, günahından dolayı Tanrının bir cezalandırması olarak algılar. Doğal olayların hemen hepsini felaket olarak niteler. Kendi kusurunu anlayamaz; anlayamadığı için nedeni araştırmaz; araştırmayınca eksikliği giderecek yolu bulamaz. Takdiri ilahi ile- bela arasında debelenip durur. Kendini değiştirecek hiçbir zahmette bulunmaz; kitap okumaz, kurslara gitmez, beceri geliştirecek işlerle ilgilenmez; para bulursa hacca gider, kurban keser; bilimsel araştırmalara ‘benim kafam basmaz” diyerek destek olmaz, kaynak ayırmaz. Ülkemizin bazı illerinde sık sık söylendiği gibi, argo bir şekilde şu cümleyle düşüncesini dile getirir: Fazla bilgi delikanlıyı bozar. Sonuç olarak yüzyıllardır ülkesine kurulan tuzağı, bu tuzağı hazırlayanları, o tuzağın ülkesindeki uzantılarını, siyasilerin sömürüsünü anlayamaz, kendi çıkarı hariç (bazen onu da) hiçbir şeyin neden sonuç ilişkisini değerlendiremez. Bu anlayış kıtlığı nedeniyle demokrasi kandırmacısı içerisinde yönlendirilerek, hem gerçek demokrasinin yerleşmesine engel olur, yağmaya göz yumar, dostu-düşmanı ayıramaz hali gelir ve demokrasiyi sonunda kuralsızlık olarak niteler. Artistlerin, sporcuların, mankenlerin günlük yaşamını ezbere bilmeyi kültür; lüks tüketim mallarını tanımayı gelişmişlik; magazin haberlerini de bilgi olarak sunmaya çalışır. Anlaması gereken her şeyden uzak durur…

 

Anlayanla anlamayanı ayırmanın en emin yolu, bu insanların önerilerinin ya da yaptıklarının sonuçlarını izlemeyle öğrenmedir. Tarihimiz bu örnekler bakımından çok zengindir. Örneğin bir zamanlar Köy Enstitülerini yerin dibine batıranları ve yok edenleri baş tacı ettik; bunun ne büyük bir hata olduğunu ancak yarım yüzyıl sonra anladık (anladık diyorsak herkesin anladığını kast etmiyoruz). Atatürk’ün ölümünden sonra yapılan anlaşmaları; özellikle 1950’li yıllarda malum ülkelerle yapılan anlaşmaları, Türkiye’nin batılılaşma projesi olarak sunduk, algıladık; bunun kucağa oturma olduğunu yine yarım yüzyıl sonra anlamaya başladık. Osmanlıdan başlayarak günümüze kadar yüzlerce örnek vermek mümkündür. Bir ülke nasıl oluyor da yaptığı anlaşmaların hemen hepsinden –er ya da geç- kazık yiyor? Bana İngilizlerle ya da Amerikalılarla yaptığımız her hangi bir anlaşma gösterebilir misiniz ki, bu anlaşmalardan biz daha çok yararlı olarak çıkmış olalım? Gelin görün ki, tüm bu olumsuzlukları yaşatanları bugün biz hala kahraman olarak görmeye devam ediyoruz. Anı anlayamamanın – bilgi eksikliğinden dolayı- savunulabilir bir tarafı olabilir; ancak yarım yüzyıl sonra bile bugün başımıza gelenlerin geçmişteki yöneticilerin basiretsizliğinden kaynaklandığını anlayamamış olmamız ciddi bir sorunumuz olduğunun işaretidir. Anlama, anı kavramanın ötesinde geleceği görmedir. Devlet yönetimine yansıtırsak, eğitim ister, bilgi ister, kadro ister, arşiv ister, tarihsel bilinç ister, kurumsallaşma ister; en önemlisi ırk, din, ekonomik fanatizmden kurtulmuş, ülkenin geleceğini çıkarına feda etmeyecek, ufku değil, ufkun ötesini görebilecek yönetim kadrosu ister.

 

Bugün, 2010-2011 yılında söylenen sözlerin, yapılan hareketlerin, alınan kararların, hamasi nutukların sonuçlarını birkaç on yılda göreceğiz. Eğitilmiş devletlerin kadroları balık hafızalı değildir. Kapitalist ülkelerin politikaları da duygusal değildir. Hesaplıdır; çıkarcıdır ve özellikle de kincidir. Yeri geldiğinde yapacaklarını yaparlar. Anlamıyor musunuz? Lozan Anlaşması'nın muhasebesini batı dünyası hala kapatmamış. İcazet almadan yapılan Kıbrıs Hareketinin faturasını yarım yüzyıl geçmesine karşın hala Türkiye’ye ödettirmeye çalışıyorlar. 2010 yılında Akdeniz’de Türkiye destekli meydana gelen olayların “Mavi Marmaris” gemisinin faturasını dilerim –iç ve dış güvenliğimizi taciz edecek şekilde- ödettirmezler. Ancak konuşmaların düzeyine bakılırsa şu Karadeniz fıkrasını anımsamadan geçemeyiz:

 

Sesi yarın çıkacak

 

Karadenizli hapse düşer, bin bir cefadan sonra kaçmaya karar verir ve eline bir demir testeresi geçirerek, pencere demirlerini kesmeye başlar. Kapının arasından bunu gören gardiyan içeri girer ve ona:

– Ulan Temel Temel, o elindekiyle ne yaparsın?

– Kemençe çalirem

– Pekala! Kemençe çalirsen sesi niye çıkmıyor?

– Onin sesi yarin çıkacak...

 

İnsan, özellikle çocuk duyu organlarının tümü, çevreyi tanımayı, neden sonuç ilişkisini öğrenmeyi, dünyanın neresine giderseniz gidin başka bir insanla anlaşacak, tartışacak; ona bir şeyler verecek, bir şeyler alacak şekilde evrimleşmeyi öngörmüştür. Bu kanallar eğitimsizlikten ya da zorbalıkla ya da yobazlıktan dolayı kapatıldığı oranda kişinin çevreyle bağlantısı zayıflar ya da kesilir. Bu nedenle dogmatikler yeni ortamlarda kendilerini hep huzursuz olarak görür; kendi gibi olmayanları da tehdit algılar.

 

"Aklen kazanılan bilgiler insanı yüceltir; naklen kazanılanlar ise köreltir "A/D

 

İlk olarak, bir kişi doğduğu için, nereden geldiğini öğrenmek ister. Cevap hazırdır: Seni melekler getirdi ya da Allah ya da tanrı yaşattı. Tanrıyı ya da Allah’ı sorar: Herkese eşit mesafede, adil, kulunu seven ve koruyan bir güç olarak tanıtılır. Ancak, çocuk biraz büyüyüp de çevreyi gözlemlemeye başlayınca, doğmanın esiri olmamışsa, Allahın kulları olan zencilerin, beyazların farkını; bir insanın doğduğu tarihin, yerin, ailenin neden farklı olduğu çelişkisini görmeye başlar. Tanrının kullarına sevgisi ve eşitlik özelliği ile çevresinde –sadece kaderin bir cilvesi gibi görünen- perişanlığın çelişkisini görmeye başlar; ancak dile getiremez; çünkü ailesi ve toplum, böyle bir çelişkiyi dile getirip “böyle şey olmaz” diyenlere yanacağı bir cehennem; sorgulamadan iman edenlere de güzellikler içinde ebedi yaşayacağı bir cennet hazırlamıştır. Burada anlamaya çalışma çok tehlikeli sonuçlara; anlamadan yaşama da güzelliklere vesile olacaktır… Tercih sizin: Ya sömürü düzeniyle çatışmayı göz alamayarak anlamadan –ot gibi- yaşarsınız ya da tehditleri göğüsleyerek bu yaşamı anlayarak derinliğine yaşarsınız.

 

Prof. Dr. Ali Demirsoy

Hacettepe Üniversitesi

Link to post
Sitelerde Paylaş
On 10.10.2011 at 12:46, IFeelGood yazdı:

İlk olarak, bir kişi doğduğu için, nereden geldiğini öğrenmek ister. Cevap hazırdır: Seni melekler getirdi ya da Allah ya da tanrı yaşattı. Tanrıyı ya da Allah’ı sorar: Herkese eşit mesafede, adil, kulunu seven ve koruyan bir güç olarak tanıtılır. Ancak, çocuk biraz büyüyüp de çevreyi gözlemlemeye başlayınca, doğmanın esiri olmamışsa, Allahın kulları olan zencilerin, beyazların farkını; bir insanın doğduğu tarihin, yerin, ailenin neden farklı olduğu çelişkisini görmeye başlar. Tanrının kullarına sevgisi ve eşitlik özelliği ile çevresinde –sadece kaderin bir cilvesi gibi görünen- perişanlığın çelişkisini görmeye başlar; ancak dile getiremez; çünkü ailesi ve toplum, böyle bir çelişkiyi dile getirip “böyle şey olmaz” diyenlere yanacağı bir cehennem; sorgulamadan iman edenlere de güzellikler içinde ebedi yaşayacağı bir cennet hazırlamıştır. Burada anlamaya çalışma çok tehlikeli sonuçlara; anlamadan yaşama da güzelliklere vesile olacaktır… Tercih sizin: Ya sömürü düzeniyle çatışmayı göz alamayarak anlamadan –ot gibi- yaşarsınız ya da tehditleri göğüsleyerek bu yaşamı anlayarak derinliğine yaşarsınız.

 

Prof. Dr. Ali Demirsoy

Hacettepe Üniversitesi

 

Bu ikiyüzlülüğe katlanamıyorum ben işte, tanrı nerede, cennet cehennem nerede? Sende var da biz mi anlamadık, yoksa yok da çaktırmadan kaçak mı güreşiyorsun?

Bu faullü güreşmelerin zararı çok, bu ikiyüzlülüğün yararı yok. Var mı doğru bildiğini bile kıvırmadan söyleyebilecek bir bilim adamımız?

Cennet yok cehennem yok, size din için ne söylendiyse kanıtı yok, bir liralık değeri yok, akla dayanmayan bilginin anlamı yok.

Çok mu zor yani? Beli çevirdikçe midemi bulandırıyor: "tehditleri göğüsleyerek bu yaşamı anlayarak derinliğine yaşarsınız."

Yaaa, anladım seni, çok manalı konuştun Ali Usta, feyz aldık sizden bu hususta...

Link to post
Sitelerde Paylaş
On 11.10.2011 at 02:19, cinali yazdı:

Bu ikiyüzlülüğe katlanamıyorum ben işte, tanrı nerede, cennet cehennem nerede? Sende var da biz mi anlamadık, yoksa yok da çaktırmadan kaçak mı güreşiyorsun?

Bu faullü güreşmelerin zararı çok, bu ikiyüzlülüğün yararı yok. Var mı doğru bildiğini bile kıvırmadan söyleyebilecek bir bilim adamımız?

Cennet yok cehennem yok, size din için ne söylendiyse kanıtı yok, bir liralık değeri yok, akla dayanmayan bilginin anlamı yok.

Çok mu zor yani? Beli çevirdikçe midemi bulandırıyor: "tehditleri göğüsleyerek bu yaşamı anlayarak derinliğine yaşarsınız."

Yaaa, anladım seni, çok manalı konuştun Ali Usta, feyz aldık sizden bu hususta...

 

Ali Demirsoy çok değerli bir bilim adamıdır, düşüncelerini de hiçbir zaman saklamamış, eğip bükmemiştir.

Sen onu tanımıyorsun galiba.

Geo dergisine verdiği bir röportajdan:

 

Amerika’dan dünyaya yayılan “Akıllı Tasarım” kavramı hakkında ne düşünüyorsunuz? 

 

Biyolojik sistemlerin aslında çok akılsızca tasarlandığını vurgulamak istiyorum ve soruyorum: Nasıl bir tasarım olsaydı normal veya akılsız tasarım olacaktı? İnsan çok akıllı bir tasarımın ürünü değil. Bugün genetik olarak ismi konmuş 9.000 çeşit hastalık var. Bir fabrika düşünün ki 9.000 çeşit hatayla üretim yapıyor. Bunun yanı sıra prostat, apandisit, yirmilik diş gibi bazı yanlış oturtmalar var. Sonra erkekler neden sünnetli doğmuyor? 2.000 yıldan beri en az on milyon çocuğun enfeksiyon yüzünden öldüğünü söyleyebiliriz. Tanrısal bir tasarım, sünnetli dünyaya getirerek bu kadar suçsuz insanın ölmesini önleyebilirdi. Başka bir örnek de kaslarımız. Boyları kemiklerimizin boyuna uygun olmadığı için vücudumuzda ağrılar oluyor. Her şeyi bir yana bırakın doktorluk diye bir meslek var. Doktorluk hasarlı tasarımı ortadan kaldırma mesleğidir.

 

 

Türklerde merak duygusu eksiktir diyorsunuz. Bunun açıklaması ne?

 

Bunu hep şöyle açıklıyorum: Tam 400 yıl o bölgeye hâkim olmasına rağmen, Osmanlı’da Mısır’daki piramitlere dair yazılmış tek bir sayfa yok. Bir adam gönderip 150 adım boyu, 50 adım eni dememişler. 10.000 aileden birinde şecere vardır. Sokakta bir adama dedesinin babasının adını sorsanız söyleyemez. Dedesinin babasının adını merak etmeyen insanlardan oluşan bir toplum, dinozorların kökeni konusunda tanrısal kavramlara dayanarak fikir beyan ediyor!

 

 

Türk insanının merak etmemesinin evrimsel bir açıklaması var mı?

 

Tabii ki var. Değişmez dini kuralları yaşam tarzı olarak kabul eden toplumlar çoğunlukla merak duygularını bastırır. Çocukken anne babamıza, “Tanrı var mı yok mu” diye sorduğumuzda ya bize vurmuş ya ağzımızı kapatmışlardır. Eğer bir çocuk, daha o çağda bazı şeylerin yasak olduğu için düşünülmemesi gerektiğine alıştırılmış ise o çocuğun artık ileride bir doğa bilimci olarak yetişmesi mümkün değildir. Değişmez inanç kurallarını ilke kabul eden bir düşünceyle bilim yan yana yürüyemez. Türk toplumu giderek evrim düşüncesinden uzaklaşıyor.

...

Link to post
Sitelerde Paylaş
  • 6 months later...

ÖNCELİKLİ BİLGİ NE DEMEKTİR? NASIL SEÇİLMELİDİR? Prof. Dr. Ali Demirsoy

 

Bir türlü bitmeyen tartışma

 

Eğitildiğim 20, çocukları eğittiğim 45 yıl boyunca, eğitimin her kademesinde Türkiye'nin gündeminde eğitimle ilgili tartışma hiç eksik olmadı. Herkes ve her yönetim kendine göre bir yöntem ve yol haritası çiziyordu. Bu nedenle eğitimimiz yaz-boz tahtasına döndü. Gerçekte bir insanın yetişmesinde, kazandırılması gereken asgari bilginin miktarı ve çeşidi ne olmalıdır sorusuna yanıt bulmak gerçekten zor mudur sorusuna verilecek yanıtta: Eğer dogmaya saplanmışsanız zor; evrensel düşünüyorsanız kolay.

 

Bilime ve ilime konu olan her alanın bilinmesi ve öğrenilmesi saygıdeğerdir ve gereklidir. Fakat insan ömrü sınırlıdır ve özellikle eğitim süreci içerisinde kişiye ve dolayısıyla topluma en yararlı bilginin öğretilmesi için, önceliklerin doğru saptanması eğitim stratejisinin başarısını belirler. Bu bilgiler, her ne kadar iç içe olsa da, öncelik sırasına konduğunda, kademelerle, öncelikle:

 

1)- Kişinin bireysel kimliğinin ve becerilerinin geliştirilmesine yönelik ve bununla ilişkili olarak kendi sorunlarının çözümüne yönelik, yani kişiye yönelik bilgi verilmelidir; buna bireysel sorun çözme yeteneğinin geliştirilmesi de denebilir.

2)- Evrensel sorunları çözmeye yönelik, evrensel bilgi; buna toplumsal ya da ortak sorun çözme yeteneğinin geliştirilmesine ilişkin bilgi verilmesi de denebilir.

3)- Bulunduğu toplumu diğer toplumlardan ayıran, yani toplumlara davranış, düşünce, inanç ve amaç bakımından farklılık kazandıran, toplum (ortak) kimliğinin kazanılmasına yönelik bilgilerin verilmesi şeklinde yürütülürse yararlı olabilir.

 

Tanımı doğru yapmalıyız; bir devletin sorumluluğunun sınırlarını çizmeliyiz

 

Bireysel kişiliğin kazanılması, doğumdan başlar; ailenin, çevrenin ve eğitici topluluğun etkinlikleriyle şekillenir. Önemlidir; fakat şimdilik konumuzun dışındadır. Toplumsal kimliğin kazanılması ise biraz önce değindiğimiz gibi, her topluma özgü, gelenek görenek, dini, sosyal ve folklorik değerlerin öğretilmesidir. Bu bilgilerin örgün eğitimde ağırlıklı olarak verilip verilmemesinin; eğer verilecekse hangi ölçülerde verilmesi gerektiğinin; tek tip bir eğitimin yararlı olup olmadığının tartışılması yararlı olacaktır.

 

En önemlisi, acaba, devletin temel eğitim görevleri arasında bu üç kategoride toplanmış olanların yeri ve ağırlığı ne olmalıdır? Eğitim sürecini bitirmiş bir kişi dünyanın neresine giderse gitsin, gittiği toplumda gerek duyacağı bilgileri öncelikle edinmiş olmalıdır. Böyle bir eğitimin içeriği bulunduğu toplumda ayrıcasız herkesin gerek duyduğu bilgiler ile dünyanın herhangi bir toplumunda herkesin ayrıcalıksız gerek duyduğu bilgiler olmalıdır. Bu bilgiler devletin desteği altında verilmelidir. Devletin sorumluluğu bu sınırlar içinde olmalıdır.

 

Ancak bir bireyin bulunduğu toplumdaki her bireyin gerek duymadığı, başka bir toplum içinde yaşamaya kalkıştığında da kullanmaya gerek duymadığı bilgileri, biz buna ilmi öğreti diyelim (din öğretisi başta olmak üzere örneğin azınlık geleneklerine yönelik eğitimin), mali giderleri aileleri tarafından karşılanmak kaydıyla verilmesi doğru olacaktır. Böylece birinin nasıl bir kimlikle yola devam edeceğine başka biri ya da devlet karar vermemiş olur. Aksi takdirde eğitim süreci içerisinde devletin, daha doğrusu egemen olan siyasi partinin dayatması ile tek tip kimlik kazandırılır. Böylece farklı kimlik kazanmak isteyen karşılığını öder. Evrensel bilginin kazandırılması ise devletin görevi olarak kalır.

 

Devletin görevi, bireyin kimliğini ve becerilerini geliştirme, kendini ve evrenin yapısını anlamaya yönelik bilgileri öğretme, kendini ifade edebilme yeteneğini geliştirme ve dünyanın neresinde olursa olsun, hangi toplumla birlikte yaşarsa yaşasın, karşılaşacağı sorunları çözmeye yönelik becerileri kazandırmak olmalıdır.

 

Öncelikli ve gerekli bilgi nedir?

 

Öncelikli ve gerekli bilgi, her yerde, aynı koşullarda, tekrarlandığında aynı sonucu veren, toplumsal kimliğine bakılmaksızın herkesin gereksinmesi olan ve en önemlisi, duruma göre ve yeni bilgilere göre geliştirilebilecek bilgiye verilen addır. Öncelikli bilgi, kullanılan bilginin ve becerinin hem temel taşını oluşturması hem de o bilgi ve becerilerin geliştirilmesini sağlayabilmesi olduğuna göre bu bilginin eğitim süreci içerisinde kazandırılması devletin aslı görevi olmalıdır.

 

Aslında çocuğunuza verilecek öncelikli ve gerekli bilginin ne olduğunu şöyle bir sınama ile öğrenebiliriz. Diyelim ki birileri çocuğunuzun yakın bir gelecekte farklı ve niteliği şu anda bilinmeyen bir ortamda yaşamanı sürdürmesi zorunda kalabileceğini söyledi; ona göre çocuğunuzu hazırlayın diye öneride bulundu. Bu ortam bir çöl de olabilir, bir ada da olabilir, vahşi bir orman da olabilir, sanatın ya da sosyal işlevlerin yoğun olduğu bir ortam da olabilir, teknik bilginin geçerli olabileceği bir ortam da olabilir. Bu durumda bu çocuğa öncelikle din bilgileri ve geçmişinizde sık sık anlatılan öyküleri mi öncelikle verirsiniz, yoksa yeni ortamda kendini kurtaracak bilgileri ve becerileri mi verirsiniz. Birinci paketteki bilgiler şu anda bulunduğunuz toplumun dışında size hiçbir yarar sağlamayacaktır. Bu nedenle tutucu toplumlar evrensel insanlar yetiştiremedi. Binlerce şarkı ve türkü öğretseniz bile, sadece bu şarkı ve türküleri söyleyen bir toplumun dışında kişi hiçbir şey yapamayacaktır. Ancak nota öğretirseniz, nereye giderse gitsin bir başkasına eşlik edebilecektir. Buradaki evrensel bilgi şarkıların güftesi ve bestesi değil, notanın kendisidir. Fizik, kimya, biyolojinin yasa ve ilkelerini, dili ve tarih ya da diğer bilimlerin öykülerini değil de ilkelerini öğretirseniz o kişi her ortamda ayakları üzerinde durabilecektir.

Buna şöyle bir karşılık verebilirsiniz: Efendim hem bizim dediklerimizi öğrensin hem de bunları. Bu şu demektir: Siz zamanın ne demek olduğunu bilmiyorsunuz ya da zamanı doğru değerlendiremiyorsunuz. Çünkü birim zamanda birim bilgi edinilir. Bir adım önde koşan da ödülü alır; üstünlüğü sağlar. Eğer siz gençlerinizi dünyanın her yerinde geçerli olmayan bilgileri öncelikle vermeye yönelmişseniz, onların ayağına pranga bağlamışsınız demektir. Korkarım ki 4+4+4 eğitim sistemi, yaklaşıma bakılırsa, böyle bir şey; öncekiler de farklı değildi…

 

O zaman verilmesi gereken öncelikli bilgi ne olmalıdır?

 

Bizim burada esas değinmek istediğimiz konu, bir insanın bireysel ve toplumsal kimliğini geliştirebilmesi ve ileride karşılaşacağı sorunları çözebilmesi için eğitim dediğimiz süreçte "evrensel bilgi olarak" nelerin öncelikle öğretilmesi gerektiğidir? Bu öncelikli bilgilerin neler olduğu verildikten sonra, bireysel kimlikten ve toplumsal kimlikten anlaşılması gereken şeyleri ortaya koymak ve kimlikle ilgili yanlış uygulamaların doğurabileceği sonuçlar konusunda bir yorum eklemek kaçınılmaz olacaktır.

 

Bugünkü bilgilerimizin ışığı altında, birçok bulguyla da desteklenen yaygın görüşe göre, bugünkü evrenin yapılanması, bundan yaklaşık 13,7 milyar önce, farklı madde parçacıklarının egemen olduğu ve farklı fizik yasalarının geçerli olduğu, bugünkü kimya ilkelerinin henüz oluşmadığı bir evrenden, başlıca proton, nötron ve elektrondan oluşan atomik yapının egemen olduğu ve Newton doğal yasalarının (hız, zaman, kütle ve enerji) geçerli olduğu evrene dönüşmesi ile olmuştur. Böylece bir cm3, ünya koşullarında milyarlarca ton gelen ve sıcaklığı milyarlarca santigrat derece olan bir ana kütle ortaya çıkmıştı. Dolayısıyla, büyük bir olasılıkla, hiçbir canlının bir daha yaşayamayacağı böyle bir evren ötesinde fizik ve kimya ilkelerinin oluşmadığı bir dönem olduğu ve canlı yapısını doğrudan ilgilendirmediği için, bizim temel bilgi havuzumuzun içerisinde yer almasına gerek yoktur. Bu evrede egemen olan oluşum veyasaların incelenmesi; ancak çok dar bir alanda uzmanlaşmış bilim adamlarının yaklaşması gereken bir konudur. Bu ana kütlenin genişlemesini izleyen ilk üç saniyede, ondan sonra oluşacak her canlının ya da cansızın temel yapısını oluşturan fizik ve kimya yasaları oluşmuştur.

 

O halde, evrenin herhangi bir yerindeki bir yapıyı ya da olayı ya da bir kişinin tırnağının ucuna kadar ortaya çıkan olay ve yapıları anlamak ve yorum yapabilmek için bu yasaların öncelikle bilinmesi kaçınılmazdır. Bu yasaların neden böyle olduğunu tartışmak da büyük bir anlam ifade etmeyebilir. Çünkü var olan her şey, hatta düşünce sistemimiz, bu yasaların ürünü olarak ortaya çıkmıştır. Tanımadığımız, bilmediğimiz ve bugün yorum dahi getiremeyeceğimiz yasaların egemen olduğu bir yapılanma da olabilirdi; o zaman da farklı oluşumlar ortaya çıkardı ve biz o günkü geçerli olan yasalarla ortaya çıkmış olan yapılanmayla bugünkü durumumuzu yine hiçbir zaman tam anlayamazdık; bugünkü yasaların egemen olduğu bir evreni de kurgulayamazdık.

 

Bu durumda biz bu evrenin yasalarına tabi olduğumuz için öncelikle bu evrenin yasalarını öğrenmekle yükümlüyüz. Irkı, inancı, yaşadığı yerin coğrafik konumu, ait olduğu toplumun geçirmiş olduğu tarihsel süreci ne olursa olsun her birey öncelikle bu doğal yasaları öğrenmelidir.

 

Güçlü olan sayıca kalabalık kitleler değil, eğitimli kitlelerdir (Kung-Fu-Tse = Konfüçyüs).

 

Matematik, fizik, kimya niye?

 

İlk üç saniyeden sonra, galaksilerin, yıldızların ve (eğer yaygınsa) uydu sistemlerinin oluşumuyla ortaya çıkan bazı kural, ilke ve genelleştirmelere tanık olmaktayız. Bu oluşumların her biri, bir canlının dolayısıyla bir insanın oluşumuna şu ya da bu şekilde katkıda bulunmuştur. Dünyaya kadar geldiğimizde, evrendeki her oluşumun, canlıların ortaya çıkmasında ve özellikle bu şekilde ortaya çıkmasında, yani sonucu etkileyecek biçimde katkıları olduğunu görürüz. Örneğin,güneşimiz, disk şeklinde bir galakside yer almasaydı ya da bu büyüklükte olmasaydı, örneğin dünyamız güneşten bu kadar uzakta olmasaydı ya da bir Ay'ımız olmasaydı, bugünkü yapıda bir canlının oluşması mümkün olamazdı. O halde düşünen bir canlı olarak, evrenin çocukları olduğumuza göre, atalarımızı ve onu oluşturan güç ve yasaları tanımamız kadar doğal bir şey olamaz. Bu nedenle astronominin temel ilkelerini öncelikli bilgi olarak öğrenmeliyiz.

 

Canlılığın dünyada oluşması, zaman içerisinde çeşitlenmesi ve gelişmesi için var olan yasa ve işleyişlerin bilinmesi de, şu andaki yapı ve davranış biçimimizin anlaşılması ve gelecek için sağlıklı yorumların yapılması için kaçınılmazdır. Bu dünyanın kucağında oluşup geliştiğimize göre, bu dünyayı oluşturan fiziksel ve kimyasal ilke ve genelleştirmeleri tanımak ve onların soyut kavramlarla anlaşılmasını sağlayacak matematik bilimini öğrenmek zorundayız. Bu bilgilerin öğrenilmesi, bir kişinin anasını ve babasını tanımayla eş anlama gelir. Bu öğreti, bu öğretiyi alan kişilere evrenin herhangi bir noktasında gerekli olan bilgilerin edinilmesini sağlar.

Bu nedenle matematik, fizik ve kimya evrensel bilgi olarak "düşünen ve bilen insanım" diyen, sağlıklı yorum yapmak isteyen herkesin bilmek zorunda olduğu öncelikli bilgilerdir. Bu bilgiler olmadan diğer bilgilerin üretimi hemen hemen olanaksızdır. Bu bilgileri verecek düzenlemeleri yapmak da devletin kaçınılmaz görevidir.

Link to post
Sitelerde Paylaş
  • Konuyu Görüntüleyenler   0 kullanıcı

    Sayfayı görüntüleyen kayıtlı kullanıcı bulunmuyor.

×
×
  • Yeni Oluştur...