Jump to content

CANLILIĞIN FİZİĞİ


Recommended Posts

Sular her zaman yüzeyden donarlar ve buz her zaman suyun üzerinde yüzer, dibe batmaz. Eğer suyun tüm diğer sıvılar gibi soğudukça yoğunluğu artsaydı, yani buz suyun dibine batsaydı, bu durumda okyanuslar, denizler ve göllerde, donma alttan başlayacaktı. Alttan başlayan donma yüzeyde soğuğu kesecek bir buz tabakası olmadığı için, yukarı doğru devam edecekti. Böylece Dünya'daki göllerin, denizlerin ve okyanusların çok büyük bölümü dev birer buz kütlesi haline gelecekti. Böyle bir Dünya'nın denizlerinde hiçbir canlı yaşayamazdı. Denizlerin ölü olduğu bir ekolojik sistemde kara canlılarının varlığı da mümkün olamazdı. Kısacası Dünya, eğer su normal davransaydı, ölü bir gezegen olacaktı.

Bilinen tüm maddeler ısıları düştükçe büzüşürler. Bilinen tüm sıvılar da yine ısıları düştükçe büzüşür, hacim kaybederler. Hacim azalınca yoğunluk artar ve böylece soğuk olan kısımlar daha ağır hale gelir. Bu yüzden sıvı maddelerin katı halleri, sıvı hallerine göre daha ağırdır. Ama su, bilinen tüm sıvıların aksine, belirli bir ısıya (+4' C'ye) düşene kadar büzüşür, ama sonra birdenbire genleşmeye başlar. Donduğunda ise daha da genleşir. Bu nedenle suyun katı hali, sıvı halinden daha hafiftir. Yani buz, aslında normal fizik kurallarına göre suyun dibine batması gerekirken, su üstünde yüzer.

Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olma. Hele bir lafı dinciler söylüyorsa, emin ol yalandır.

Suyun donması o kadar basit bir şey değil. Su dipten de donabilirdi, dipte donacak kadar donardı sadece gene. Yani buz miktarının su miktarına oranı değişmezdi. Hatta belki, böyle olmasa, su asla buz olamazdı, yani denizlerde ve göllerde. Donan buz batarsa, dipteki sudan ısı alır ve çözülmeye başlar. Sonuçta yukarıda donar, dibe inice erir ve bu çevrim sürer gider.

Olay, denizlerin, göllerin vs. ortalama sıcaklık değerine bağlıdır. eğer bu sıcaklık düşükse, o göl, deniz düşer. Ama düşük değil, boyuna ısı geliyor güneşten ve denizleri ısıtıyor.

Denizin yüzeyindeki buz katmanı soğuğun aşağıya inmesini engellemekten çok, alttaki sıcağın yukarı çıkmasını engeller, bunu bir anla öncelikle. buz suıyun donmasını değil, havanın daha doğuk olmasını sağlar, zira denizlerdeki muazzam ısı rezervi havaya çıkamaz. Bu rezervin akınıtlar yoluyla sürekli tazelendiğini, bir tür kalorifer tesisatı gibi çalıştığını unutma.

Ama ortalama sıcaklık düşük, gelen ısı az olduğunda... İşte o zaman her yer, her şey donar ki bu defaten yaşanmıştır: buz devri.

Link to post
Sitelerde Paylaş
  • İleti 101
  • Created
  • Son yanıt

Top Posters In This Topic

Donan buz batarsa, dipteki sudan ısı alır ve çözülmeye başlar. Sonuçta yukarıda donar, dibe inince erir ve bu çevrim sürer gider.

Buz niye suda batmıyor anibal? Gıcıklığına değil, öğrenmek için soruyorum.

Buz sudan daha hafif olduğu için. Su +4 derece en yoğun haldedir.

Bu lise seviyesi açıklaması. Daha geniş açıklaması ise, buzun 15 farklı türü olduğu ve oluşma/genel özellikleri farklı olduğu için bir hayli karışıktır. Ama temel olarak, güçlü hidrojen bağlarının yarattığı yüzey gerilimidir buzun daha hafif olması. Daha doğrusu, buz değilse su, bir moleküldeki hidrojenler öbür molekülün oksijenini de çeker ve moleküllerin gayet sıkışık durmasına yol açar. Yüzey geriliminin çekme, kristalleşmenin itme kuvvetini dengeye bindiği nokta, +4 derecedir. O yüzden de su +4'derecede en yoğun halde bulunur. Daha sıcak olunca, ısı yüzünden moleküller uzaklaşmaya, daha soğuk olunca, kristal/buz formuna girmek yüzünden moleküller arası uzaklaşma ortaya çıkar.

Link to post
Sitelerde Paylaş

Suyun birçok anormal davranışları olduğu bilinir.

Anormalden ne demek istediğimizi şöyle açıklayabilirim:

Su molekülleri diğer moleküller arasındaki olağan ve tahmin edilebilir güçlere uymazlar.

Örnegin, suyun kaynama ve donma noktaları anormal şekilde yüksektir.

Daha spesifik olarak şu örnegi verebilirim. H

idrojenli bileşiklerden CH4, SiH4, GeH4 ve SnH4 kaynama noktaları yönünden belli bir eğilime sahiptirler.

Hidrid denen bu bileşiklerin moleküler ağırlıkları ne kadar fazlaysa, kaynama noktaları da o kadar yüksektir.

CH4’ün moleküler ağırlığı 16 ve kaynama noktası -161 derecedir.

Suyun moleküler ağırlığı ise bundan biraz daha fazla (18) olmasına rağmen, 100 derecede kaynayan bir sıvıdır.

Suyun yoğunluğu ile sıcaklığı arasındaki ilişki de diğer bileşiklerden farklıdır.

Sıvıların çoğunda sıcaklık düştükçe yoğunluk artar. Su molekülü bu eğilimi yalnız 4 dereceye kadar izler.

Soğutmaya devam edince suyun yoğunluğu azalmaya başlar.

Bu anormal davranışları açıklamak mümkündür.

Herşeyden önce su molekülü böyle davranmasaydı dünyada canlılar ortaya çıkamazlardı.

Oksijen, paylaşmadığı bir çift elektrona sahip oldukça elektronegatif bir elementtir.

Hidrojen atomları oksijene polar bağlarla tutunurlar. Yalnız pozitif yüklü bir protondan oluşan hidrojen atomu son derece küçüktür.

Elektronu oksijenle paylaştığı için pratik olarak çıplak bir protondan ibarettir bile diyebiliriz.

Bu nedenden dolayı bir su molekülündeki hidrojenle, diğer su molekülündeki oksijen birbirlerini oldukça büyük bir kuvvetle cezbederler.

Bu cazibeyi de hidrojen bağı ile açıklamak mümkündür.

Bu nedenden dolayı su ayrı moleküller gibi davranmaz. Bir ağ şebekesi oluşturan büyük bir molekül gibi davranır.

Hidrojen bağları diğer moleküller arası bağlardan daha güçlü olduğundan, su moleküllerini birbirlerinden ayırmak daha büyük enerjiye gereksinim gösterir.

Suyun buz olması veya kaynaması için gerekli kinetik enerji miktarı, diğer sıvılardan fazladır.

Bu nedenlerden dolayı suyun kaynama ve donma noktaları diğer sıvılara oranla daha yüksektir.

Suyun olağan dışı yoğunluk-sıcaklık davranışını şöyle açıklayabiliriz.

Yüksek sıcaklıklarda kinetik enerji su moleküllerinin birbirlerinde ayrılmasına neden olur.

Bu ısılarda su molekülleri arasındaki hidrojen bağları sayısı azdır.

Sıcaklık düştükçe su molekülleri arasındaki hidrojen bağları sayısı hızla artar.

4 derecede moleküller arasındaki mesafe en azdır.

Sıcaklığın düşmeye devam etmesi durumunda artan hidrojen bağları sabitleşmeye başlar.

Her molekül kendine ait yeri tutar.

Her oksijen atomu dört hidrojen atomu ile birlikte tetrahedral olarak birbirlerine tutunurlar.

Bu dört bağdan ikisi kovalen, ikisi hidrojen bağlarıdır. Bu moleküler yapı geniş alanı kaplar, su genişler ve yoğunluğu düşer.

Su hidrojen bağları içeren yegane sıvı değildir.

Aminler (RNH2), alkoller (ROH) ve karboksil asitler (RCOOH) de de hidrojen bağları oluşurlar.

Bu bağların kuvveti molekülden moleküle değişiklik arzeder.

Link to post
Sitelerde Paylaş

Canlılığın fiziğini tartışırken hücrelerin davranışlarına ve evrime de değinmek zorundayız.

Çünkü hücrelerin her türlü etkinliği ve onlara bağlı oraya çıkan evrimsel süreçler fizik yasalarına uyarlar.

Canlıların karmaşık davranışları bir dizi fizik ve kimyasal niteliklerin ürünüdür.

Tartışmaya genlerin davranış biçimleri (genlerin fiziği) ile devam edeceğiz.

Genler kendilerini nasıl belirtirler?

Genler kendilerini belirtirlerken uydukları fizik ve kimya yasaları nelerdir?

Link to post
Sitelerde Paylaş

Çok hücreli bir canlının her hücresi diğerlerinden farklı ve eşsizdir. Bu farkın nedeni genetik etkinliğin farklı olmasıdır.

Tabii çevrenin ve hücrenin geçmişinin de bu farklarda rolü vardır.

Ama bir hücrenin her bakımdan aynı klonu da, farklı davranışlar sergileyebilir.

Aynı genetik yapı farklı hücrelerde farklı davranışlara neden olabilir.

Bu olaya genetik parazitlik ve bu genlere de parazitik genler denir. Bu parazit, genler kendilerini belirtirlerken ortaya çikar.

Genlerin kendilerini belirtmeleri iki aşamada gerçekleşir. İlk aşamada DNA'daki şifre, RNA polimeraz enzimi tarafından okunur ve messenger RNA, (mRNA) sentez edilir.

Bu aşama transkripsiyon (transcription) olarak bilinir.

Translasyon (translation) olarak isimlendirilen ikinci aşamada mRNA'nın taşidığı şifre ribozomlarda protein sentezinde kullanılır.

Transkrispsiyonda DNA'dan şifre alınır. Translasyonda ise o şifre ile protein sentez edilir. Bu olayı deneysel olarak göstermek ve izlemek mümkündür.

Yeşil floresan protein geni içeren tek bir E. Coli bakterisinden klonlanmış bir bakteri kültürü imgeleyelim.

Sonradan bakteri genomuna eklenen bu gen içsel olarak floresandır.

Yani mikroskop altında yeşil floresan protein içeren bakteriler, daha hafif yeşil olan ve yeşil olmayan diğer bakterilerden kolaylıkla ayrılabilir ve ne kadar floresan oldukları kolaylıkla saptanabilir.

Bakteriler ne kadar çok yeşil floresan protein içeriyorlarsa, o kadar yeşil görüneceklerdir.

Bütün bakterilerin genomunda aynı yeşil floresan protein geni vardır. Bütün bakteriler yeşil floresan protein şifrelemektedirler.

İnsan mantığına ve sağduyusuna göre genetik olarak aynı olan bu bakterilerde şifrelenen yeşil floresan protein oranının da aynı olması gerekmektedir.

Her hücre aynı miktarda yeşil floresan protein şifrelemelidir.

Yani bu hücreleri mikroskop altında inceleyince yeşil floresanın aynı parlaklıkta olması beklenmelidir.

Çünkü hepsinde aynı floresan geni vardır ve hepsi de aynı genin ürünü olan floresan bir protein şifrelemektedirler.

Bu bakteri kolonisini mikroskop altında incelersek bu çıkarımın işe yaramadığını gözlemleriz.

Genetik olarak her bakımdan aynı olan bakteriler farklı oranlarda floresan protein sentez etmektedirler.

Bundan genlerin kendilerini belirtmeleri sırasında ortaya çıkan parazit sorumludur.

Bu demektir ki aynı genetik yapıya sahip olan bireyler arasında genlerin kendilerini manifest etmeleri stokastik (rastgele, olasılıksal) bir süreçtir.

Bunun ne gibi bir sonucu olabilir?

Link to post
Sitelerde Paylaş

Genlerin etkinliklerini stokastik (rastlantısal, olasılıksal) olarak göstermeleri, çok hücreli canlılarda santral bir kontrol mekanizmasının olmamasından dolayı, doğal seçilim mekanimasının devreye girmesini gerektirir. Yani iki hücre bir araya geldiği zaman onların bir arada ahenkli bir şekilde varlıklarını sürdürmesini sağlayan üçüncü bir hücre veya mekanizma yoktur.

İki hücre bir araya gelebiliyorsa gelir ve varlığını birlikte sürdürürler. Bu mümkün değilse, birlikte varlıklarını sürdüremezler.

Çok hücreli canlılarda bütün hücrelerin ahenkli olarak işlev yapmasının temel mekanizması budur. Başka bir mekanizma yoktur.

Doğa onları ya seçer, ya seçmez. Seçmezse bir araya gelemezler. Seçerse bir araya gelirler ve evrilirler.

Evrilme süreci doğal seçilime bağlıdır.

Doğal seçilim öyle bir yasadır ki, sadece evet ve hayır soruları ile, müthiş bir çeşitliliği sağlamaktadır.

İki sorunun cevabı ile doğanın bunu başarmasının ve milyonlarca türün ortaya çıkmasını sağlamasının matematiksel bir açıklaması var mıdır?

Link to post
Sitelerde Paylaş

hacı sağolasın, seni okudukça imanım artıyor. Bu aralar bilim forumunda sırf senin yorumlarını okuyup notlar tutuyorum. Hakkını helal et.

Cübbeli sen gerçekten bu güne kadar bilim forumunu okumadın mı? Ben üye olmadan önce bilim forumundaki uzun yanıtlı başlıkların çoğunu baştan sona okudum, itiraf şimdi okumayı bıraktım, :D Yanlış yapıyorum tabiki, tekrar eskisi gibi bol bol okumam gerekiyor :) Ama sen yıllardır bu forumdasın ve okumamışsın, ilginç :huh: tarihinde -inmanah- tarafından düzenlendi
Link to post
Sitelerde Paylaş

İki sorunun cevabı ile doğanın bunu başarmasının ve milyonlarca türün ortaya çıkmasını sağlamasının matematiksel bir açıklaması var mıdır?

Matematiksel aciklamasini bilmiyorum ama dogadaki her seyin bir aciklamasi oldugunu biliyorum.
Link to post
Sitelerde Paylaş

Doğal seçilim evet ve hayır sorularına cevap verir. Yani onlardan birini seçer.

Bu seçme çeşitliliğe neden olur.

Bir canlının 20 tane farklı özelliği olsun.

Doğal baskılar onları evet ve hayır olarak seçsin.

Bu süreç sırasında olasılık sayısı 2^20=1.048.576

Yani evet ve hayır cevabı ile ortaya büyük bir çeşitlilik çıkabilmektedir.

Tabii onların çoğu yaşamla uyumlu olmayacaklardır.

Dünyada çok sayıda canlının varlık nedeni bu basit matematiktir.

Yalnz iki soruya verilen cevapla çeşitlik artar.

Ve iki soruya verilen 20 cevapla 1 ile 1.000.000 arasındaki sayıyı bilmek mümkündür.

Link to post
Sitelerde Paylaş

Yaratılışa inananlara göre termodinamik kanunlar canlılıkla ve evrimle bağdaşmamaktadırlar ve canlılar o yasalara rağmen vardırlar.

O halde fizik kanunlarına karşı, onları lağveden, onların yerine hükmeden, bir takım ilahi yasalar olmalıdır. O yasalar olmadan canlılar ortaya çıkamaz.

Entropi yasası olduğu süre canlılar var olamaz. Entropi ve diğer fizik kanunları yaşamın başlangıcının ve devamının ilahi bir kuvvet tarafından tasarımlandığının kanıtıdır.

İlk bakışta bu iddiaların mantıklı olduğu izlenimi alınmaktadır. Gerçekten düzensizliğin sürekli olarak artması olarak yorumlanan entropi var oldukça, canlılar kendiliklerinden ortaya çıkıp evrilememelidirler. Canlılar son derece düzenli oluşumlardır. Bu muhteşem düzen evrende gözlemlenen, sürekli olarak artmakta olan düzensizlikten, arada bir tasarımcı olmadan, nasıl ortaya çıkabilir? Fizik kanunları düzensizliğin sürekli artmasına neden olmaktadırlar. O halde fizik kanunlarının egemen olduğu bir evrende düzen ve dolayısıyla onun en ileri şekli olan canlılık kendiliğinden ortaya çıkamamalıdır. Tanrı vardır. Tanrının varlığı bir zorunluktur.

Bu iddialara nasıl itiraz edebiliriz?

Link to post
Sitelerde Paylaş

Bu iddialara iki şekilde itiraz etmek mümkün.

İlkinde düzensizlikten kendiliğinden düzenin ortaya çıkmasını sağlayan ve şimdiye kadar gözden kaçmış bir yasanın varlığını kurgulayabiliriz.

İkincisinde ise canlılığın aslında sanıldığı kadar düzenli ve mükemmel bir organizasyon olmadığını, rastgele süreçler dizisi olduğunu, dolayısıyla evrende mevcut düzensizliklerle uyumlu olduğunu, yani canlılığın bir düzeni simgelemediğini ileri sürebiliriz.

Hangisi ve neden?

Link to post
Sitelerde Paylaş

Düzensizlikten düzenin çıkmasını sağlayan bazı yasalar var mıdır?

Düzensizlikten düzen evrende kendiliğinden ortaya çıkar.

Çoğu kere düzensizlikler bir araya gelerek birikir ve onlardan bir düzen ortaya çıkar.

Örneğin depremler yıllar boyunca biriken düzensizliklerin bir anda bir düzen oluşturacak şekilde organize olmasının sonucudurlar.

Düzensiz fay kaymaları yerin derinliklerinde karşılaştıkları engelleri aşamayınca potansiyel enerji birikir ve bu enerji engeli aşmaya yetinceye kadar çoğalınca, ani fay hareketi depremlere neden olur.

Deprem bir düzen, depreme neden olan irregüler fay kaymaları ise düzensizliktir.

Kasırgalar ve hortumlar da düzensiz hava hareketlerinden kaynak alan düzenli hava hareketleridir.

Tsunamiler, volkanlar ve seller de düzensizlikten kaynak alan düzenli hareketlerdir.

Düzensizlik olarak da tanımlanan entropi evrende giderek artmaktadır.

Ama evrende düzen de vardır. O halde bu düzenle düzensizlik ve entropi artmas arasında bir ilişki olmalıdır.

Evrende bir yerde düzen ortaya çıkarsa, onu kompanze etmek üzere etrafında düzensizliği simgeleyen entropinin daha da artması gerekir.

Çünkü evrende entropi sürekli olarak artmak zorundadır.

Burada düzensizlikten düzenin çıkmasını sağlayan bir yasa var mıdır?

Entropi yasasına göre düzensizlik karşılaştığı her fırsattan yararlanarak artmak zorundadır.

Ortada bir düzen varsa, entropi daha da fazla artmalıdır.

Bir sistem ne kadar düzenli ve iyi bir organizasyona sahip olursa, etrafına o kadar çok entropi yayacaktır.

Bu durumda kendiliğinden ortaya çıkan düzenler çevrelerinde düzensizliği artıracaklardır.

Entropi her fırsatta artacağından düzenli oluşumlar ortaya çıkacaklardır. Çünkü evrende entropinin artmasını zorunlu kılan bir özellik ve bunu sağlayn bir yasa vardır.

O yasa Maksiumum Entropi Üretimi yasasıdır.

Entropinin artmasını sağlamak için bir sistem kendiliğinden örgütlenecektir. Burada örgütlenme nedeni entropiyi artırmak zorunluğudur. Evrende bütün sistemler entropilerini etrafa yayacak davranışlar sergilemeye çalışırlar. Evrende her sistem evrenin entropisini artırmaya çalışır. Bu nedenden evrendeki entropiyi artıran oluşlumların ortaya çıkmasına izin verilir.

Kendiliğinden örgütlenmenin varlık nedeni budur. Evren kendiliğinden örgütlenen sistemlerin ortaya çıkmasını kolaylaştıran bir yapıya sahiptir.

Düzensizlikten düzenin ve örgütlenmenin çıkmasının nedeni entropi yasasının kendisidir.

Entropi yasası ile düzensizlik artarken, düzensizliği en çok artıran sistemler yeğleneceklerdir.

O sistemler kendiliğindne örgütlenen ve otokatakinetik olarak da bilinen sistemlerdir.

Otokatakineti sistem kendini idame ettiren bir antitedir. Bu sistem öğelerinin sürekli hareketleri sırasında dağılan alan potansiyellerinden ortaya çıkan bir dizi, çizgisel olmayan ilişkilerden oluşmuştur.

Otokatakinetik sistemler kendi iç özgürlük sınırlarını kendileri seçerler ve böylece dağılan yüzeylerini maksiumuna çıkarırlar.

Canlılık da otokatakinetik bir sistemdir.

Maksimum entropi üretimi yasası düzensizlikten düzenin çıkmasını sağlayan ve şimdiye kadar hiç üzerinde durulmadığı için bilinmeyen bir yasadır.

Canlılık varlığını o yasaya borçludur.

Sıra ikinci soruyu yanıtlamaya geldi.

Canlılık gerçekten çok düzenli ve mükemmel bir organizasyon mudur?

Gelecek tartışmamızda bu konuya değineceğiz.

Link to post
Sitelerde Paylaş

Entropinin canlılığın başlangıcı için kaçınılmaz bir yasa olduğuna değindik.

Maksiumum entropi üretimi yasasının evrende kendiliğinden örgütlenen ve varlıklarını devam ettiren otokatakinetik sistemlerin ortaya çıkmasından sorumlu olduğunu vurguladık.

Canlılığın da otokatakinetik bir sistem olduğuna değindik.

Peki canlılık ne kadar ve nasıl düzenli bir sistemdir?

Çok mu mükemmeldir?

Maksimum entropi üretimi yasası tek başına bir düzenden sorumlu olsa da, o düzenin mükemmeliğini sağlamaktan çok uzaktır.

Kasırgalar ve hortumlar, tsunamiler ve depremler hiç kuşkusuz bir düzeni simgelerler ama, onlardaki düzen mükemmel değildir.

Canlılık da bu kasırgalar gibi otokatakinetik bir sistemi simgeler. Yani kendiliğinden ortaya çıkar ve varlığını sürdürür.

O halde diğer otokatakinetik sistemler gibi canlılık da mükemmel olmamalıdır.

Daha da ötesi canlılık doğanın diğer bütün yasalarına uymak zorundadır da.

O yasaların hiçbiri mükemmellik sağlama iddiasında değillerdir.

O halde canlılık öyle bir uzlaşma olmalıdır ki, hem düzensizliğe yer vermemelidir hem de mükemmellik aramamalıdır.

Canlılık doğanın rastgelelik ilkesi ile uyum içinde olmalıdır. Doğada maddenin bütün davranışlar olasılıksaldır.

Canlılık da olasılıksal bir etkinlik olmalıdır. Bu bir zorunluktur.

Canlılığın olasılıksal (rastlantısal, stokastik) olması ne demektir?

Bu mümkün müdür?

Gelecek iletimizde bu konuyu işleyeceğiz.

Link to post
Sitelerde Paylaş

Canlılık ve rastgelelik birbirleri ile nasıl bağdaşırlar?

Bunun tek kelimelik bir cevabı var.

Bağdaşmazlar !

Canlılıktan sorumlu atom ve moleküllerin bir araya gelmesi rastgelelikle bağdaşmaz.

Çünkü canlılık için bütün moleküllerin belli bir yapıya sahip olmaları zorunluğu vardır.

O yapı rastgele olamaz. Genler tarafından şifrelenen proteinler hep aynı moleküler yapıya uymak zorundadırlar.

Hücre tarafından şifrelenen proteinlerde moleküler rastgelelik yoktur. Her molekülün, genlerin yapısına uygun bir şekilde sentez edilmesi zorunluğu vardır.

Yani biz temelde proteinlerin genlere sadık olma zorunluğundan bahsetmekteyiz.

Proteinler her seferinde genlere uygun olarak şifrelenirler.

Proteinlerin, kendilerini şifreleyen genlere olan sadakatinde rastlantısallık olamaz.

Her ne kadar genlerin şifrelediği proteinler her zaman aynı olsalar da, bir hücrede mevcut genlerin hepsi aynı anda ve aynı derecede etkin değillerdir.

Bu demektir ki bazı proteinler daha az, diğerleri daha çok şifrelenirler.

Proteinlerin şifrelenme oranı rastlantısaldır. Buna stokastik genetik etkinlik denir.

Yani canlı hücrenin diğer hücrelerle birlikte ahenkli bir şekilde yaşamasını sağlayan genler, her hücrede farklı derecede etkindirler.

Örneğin yan yana duran üç hücreden her biri A proteinini farklı oranlarda şifreler. Biri az, diğer çok şifrelerken üçüncüsü o anda hiç şifrelemeyebilir.

Hücrelerin bu etkinliği rastgeledir. Stokastiktir. Olasılıksaldır.

Bu durumda çok hücreli bir canlının her hücresi diğerlerinden bağımsız olarak etkinlik gösteriyorsa ve bu etkinlik tümüyle rastlantısalsa, biz nasıl bir düzenden bahsedebiliriz?

Eğer yukardaki tümce doğruysa, canlılarda bir düzenin olmaması gerekir.

Oysa kesin olarak bir düzen vardır. O düzen mükemmel değildir belki ama ona yakındır. Aksi takdirde canlı varlığını sürdüremez.

İnsanı ele alalım. İnsanla uğraşmak benim için daha kolay.

İnsanda çeşitli dokular ve organlar vardır.

Onların her birinde hücreler vardır. Örneğin pankreas organında pankreas hücreleri, karaciğerde karaciğer hücreleri gibi.

Bu organlardaki hücrelerin hepsi aynı proteinleri şifrelemektedirler.

Ama yukarda gördüğümüz gibi, bu hücrelerin hepsi aynı anda aynı proteinleri şifrelemezler.

Aynı proteinler şifrelenseler de, her hücrenin şifrelediği protein oranı farklıdır. Karaciğerde bir hücre şu kadar protein şifrelerken, diğeri bu kadar şifreler.

Bu rastlantısal bir etkinliktir.

Eğer her hücre rastgele işlev yapıyorsa, bütün karaciğerin veya pankreasın veya başka bir organın düzenli bir etkinlik yapması nasıl mümkün olabilir?

Vücutta bir sürü doku ve organ vardır. Onların her biri rastgele etkinlik yaparsa, bir canlının varlığını sürdürmesi imkansızdır.

Canlılarda bütün organ ve dokuların bir ahenk içinde çalışmalarını sağlayan bir kanun veya bir mekanizma var olmalıdır.

Eğer her hücre rastgele bir genetik etkinlik gösteriyorsa, onların bir düzen içinde başarılması için spesifik bir mekanizmanın varlığına gereksinim vardır.

O mekanizma nedir?

Link to post
Sitelerde Paylaş

Canlıların doğada tutundukları nichle ilgili varlıklarını sürdürebilmeleri için gerekli, kendilerini oluşturan organ ve dokuların organizasyonundan ve ahenkli bir şekilde çalışmasından sorumlu bir otoritenin varlığını kurgulamak, ütopik bir düşünce değildir. Oldukça mantıklıdır. Çünkü canlılar açıkça bütünlüklerini koruyup varlıklarını sürdürmekte ve çesitli koşullara uymakta çoğu kere fazla bir zorlukla karşılaşmamaktadırlar.

Ancak hiçbir canlının yapısında bunu sağlayan santral bir otorite veya mekanizma ile karşılaşılmamıştır.

Bu otorite daha çok soyut bir kavram olarak karşımıza çıkmaktadır.

İlginç olarak bu soyut kavram somut bir etkiye sahip olup, canlının bütün doku ve organları arasındaki karmaşık ilişkilerin ahenkli bir şekilde idamesinden sorumludur.

Ortada santral bir otoritenin olması gerektiğini telkin eden gözlemlerin varlığına rağmen, öyle bir otoriteye ait anatomik bir alt yapının olmaması ilginç bir çeliski oluşturmaktdır.

Soyut bir kavram olarak karşımıza çıkan bu ilginç santral otorite doğal seçilimdir.

Yeni organların katılmasıyla giderek karmaşıklaşan canlılar, doğal seçilim yasasına uyarak varlıklarını düzenli bir şekilde sürdüren canlılara dönüşmektedirler.

Bu evrimsel bir süreçtir. Şurasını hemen hatırlatıyorum ki evrimleşme mutlaka karmaşıklığa doğru ilerleme değildir.

Doğal baskılara bağlı olarak hem karmaşık bir yapı almaktır hem de bazı durumlarda basite yönelmektir.

Canlının bütün organları doğal seçilim yasasına boyun eğecek şekilde evrilmişlerdir.

Canlıda rastgele ortaya çıkan mutasyonlar birikip genler yeni bir organı şifrelerken, yeni organ kendisinden önce ortaya çıkan organlarla ahenkli bir dizi işlevler üstlenmektedir.

Bu bir zorunluktur.Çünkü arada ahenk olmazsa canlı da olamaz.

Bu da , olmadığı halde, santral bir otoritenin varlığını taklit etmektedir.

Link to post
Sitelerde Paylaş
  • 4 months later...
  • Konuyu Görüntüleyenler   0 kullanıcı

    Sayfayı görüntüleyen kayıtlı kullanıcı bulunmuyor.


Kitap

Yazar Ateistforum'un kurucularındandır. Kitabı edinme seçenekleri için: Kitabı edinme seçenekleri

Ateizmi Anlamak
Aydın Türk
Propaganda Yayınları; / Araştırma
ISBN: 978-0-9879366-7-7


×
×
  • Yeni Oluştur...