Jump to content

Dr.Abdülkerim Süruş: Vahiy Üzerine


Recommended Posts

Sevgili Rexino,

Süruş'un yorumlarını değerlendirmeden önce, geçen akşamki tartışmamızda mevzubahis ettiğimiz bilgi kaynağı sorunsalını gündeme getirmek ve burdan yola çıkarak da Süruş'u değerlendirmek istiyorum.

İslam Tarihi'ne bakılacak olursa, farklı bilgi kaynaklarını rehber edinen farklı gruplarla karşılaşılabilir. "Bu grup aklı, diğer grupsa kalbi rehber edinmiştir" şeklinde net bir ayırım yapmak mümkün değil; zira her insan aklının, duygularının, alışkanlıklarının ve hatta rüyalarının gölgesinde yaşam sürmektedir. Ancak meselenin anlaşılabilirliğinin artırılabilmesi için, şöyle bir ayırım yapmakta beis görmüyorum :

1) Bilgi İslam'dır, diyen kelamcılar.

2) Bilgi düşüncedir, diyen filozoflar.

3) Bilgi müşahadedir (ışıktır), diyen sufiler.

4) Bilgi hakikattir, diyen ve önceki üç grubun hakikat yorumlarını tertip etmeye çalışanlar.

Sırasıyla bu maddeleri inceleyelim :

1) Bilgi İslam'dır diyen kelamcılar : Kelam ilmi, dini kavramların aklî meşruiyetini ortaya koymak adına argümanlar geliştiren ve bunu yaparken de aklını kullanan ve fakat aklını kullanırken İslam'ın koyduğu sınırları aşmamayı gözeten kimselerin icat ettiği bir ilimdir. (İsmini unuttuğum bir düşünürün cümlesini, burda kelam ilmi için uyarlayacak olursak : Kelam is the differential equation, and İslam is the boundary conditions). Kelamcılar, bilgi kaynağı olarak Vahyi ve Sahih Hadis'i esas ittihaz eder ve bu kaynakların bizlere sunduğu bilgileri zihinsel bir meşruiyet zeminine oturtmaya çalışırlardı. (Kuran mahluk mudur değil midir? Allah kimdir ve nasıl bir şeydir?) Her insanın aklına, hayatının hemen her döneminde gelen bu tür soruları, Hakikate karşı nezaketlerini bozmaksızın cevaplandırmaya çalışırlardı. Bunu yaparken kuşkusuz büyük başarılara imza attılar. Kuran'ın daha iyi anlaşılmasını sağladılar.

2) Bilgi düşüncedir diyen filozoflar : Felsefe konusunda pek ihtisasım olduğu söylenemez, ancak felsefi düşünce iklimine de pek uzak durmuş değilim. Manzara şu ki, bundan 300 sene öncesine kadar yeryüzünde varlık gösteren hemen hemen bütün filozoflar, felsefelerini, sağlıklı gözlemler neticesinde elde edilen bilimsel verilerin yahut kutsal metinlerin üzerine bina etmemişler. Evrenin orijini ve işleyişi hakkında, fantazi denilebilecek türden iddialarda bulunmuşlar. (Son dönemde, mantık esaslarına dikkat eden ve bilimin buluşlarına göre adım atan filozofları, kesin bilgi üzerine hareket etme gayretlerinden ötürü tebrik etmek gerekiyor). İbn Sina ve Farabi gibi İslam filozofları dahi, evrenin yapısı hakkındaki görüşlerinde, Kutsal metinlerde ve bilimsel verilerde yer almayan önermelere yer vermişlerdir. Bu tam bir "Bakın evrene böyle baktığımızda, bütün herşey daha bir yerli yerine oturuyor" mantığıdır. Örneğin, çevreden merkeze doğru ilerleyen bir evrime mukabil, merkezden çevreye yayılan bir südur ile evrenin açıklanması daha bir mümkün gözüküyor, gibi. Süruş da benzeri bir tutum sergilemiş. Vahiy hakkında "bakın, vahyi bir şiir gibi düşünecek olursak ve burdan yola çıkarak bunda bir hata olabileceği ihtimalini gözetirsek ve Muhammed sadece tanrısallığının farkına varmıştır diye de meseleyi toparlarsak" şeklinde yorum yaparak, birçok soruyu cevaplandırma yükümlülüğümüz ortadan kalkar zihniyetine hizmet etmiş; ama bu reformizmden çok, gayri ciddilik gibi gözüküyor. Çünkü vahyi, "ben vahiy alıyorum" diyen bir Tanrı elçisinden başka kim bilebilir ki? Bir peygamberin, vahiy hakkında söylediklerini dikkate almaksızın bu tür yorumlar yapıyor olmak, bence bir fantazidir.

3) Bilgi müşahadedir diyen mutasavvıflar : Tasavvuf, Hz. Muhammed'in vefatından 100-150 sene sonra ortaya çıkan bir harekettir ve o zaman "zühd hareketi" olarak telaffuz edilmiştir. Yaşanılan yoğun toplumsal ve siyasal karmaşa içinde, Allaha giden saf bir yol bulmak maksadıyla ortaya çıkan bu hareketin birçok müntesibi, bazı kelamcılarca "kafir" ilan edilmiştir. Bu ilan'ın temelinde yatan sebep ise, kelamcıların ortaya koyduğu "tenzih" duruşuna karşı, sufilerin "teşbih"i savunuyor olmasıdır. Kelamcılar "Sen Allahı nasıl düşünüyorsan, işte Allah o değildir" diyerek Allahı daha fazla tenzih etmenin imkanlarını arıyorken, Sufiler ise Tevratta geçen "İnsan Tanrı suretinde yaratılmıştır" ayetinden ve belki çokça da sezgilerinden yararlanarak teşbih yolunu esas ittihaz etmişlerdir. (Bu konuda hakikatçilerin fikri ise, insanın Tanrıya karşı çift yönlü bir havuz gibi sunulduğu ve esasında Tanrıya yükselişin, korku ve ümit, mahluk ve Tanrı suretinde yaratılma, teşbih ve tenzihin insanda oluşturduğu zihinsel ve duygusal gerilimle olduğu yönündedir). Sufiler, yoğun perhiz dönemleri sonunda birtakım müşahadelere mazhar olduklarını ve burda da birtakım gizleri çözdüklerini söylemişlerdir. Kuşkusuz İbn Arabi bu isimlerin başında gelir. Meselemiz bu değildir; ancak dünya düşünce tarihinin en orijinal kitaplarından biri olduğu kuşku götürmeyen Füsusul Hikem isimli kitabını yazarken İbn Arabi, vahyin ve nübüvvetin mahiyetini açıklarken müşahadeden yararlandığını ifade etmiştir.

4) Bilgi hakikattir diyenler : Kelamcıların ortaya koyduğu tenzih, Sufilerin ortaya koyduğu teşbih ve filozofların ortaya koyduğu yenilik düşüncesiyle hareket eden bu tayfanın öncüsü de kuşkusuz Gazali'dir. İslam tarihinde, kelam ve sufizm ve felsefenin maksatları hakkında aynı anda bu kadar çok bilgiye sahip olan bir ikinci isim zikredilmemiştir. Kendisinin ortaya koyduğu sentez, bazılarınca eleştirse de, sufileri şeriat yoluna, kelamcıları ise insafa yaklaştırması açısından pek önemlidir.

Sevgili Rexino,

Süruş'un açıklamalarına gelince ;

Süruş diyor ki :

- Kur'an sizin bakış açınıza göre zamanının bir ürünü sayılmalı. Peki, buradan Hz.Muhammed'in Kur'an'ın ortaya çıkmasında rolünün, geleneksel görüşden farklı olarak, birincil olduğu sonucuna varabilirmiyiz?

- Geleneksel görüşe göre Hz.Muhammed sadece bir vesiledir; Cebrail tarafından kendisine getirilen mesajı tebliğ vazifesini yerine getiriyordur. Ancak bana göre Kur'an'ın ortaya çıkması peygamber-odaklı bir hadisedir.

Halbuki geleneksel görüşe göre Hz. Muhammed "sadece bir vesile" değildir. İslam tarihinde, "sadece bir vesiledir" diyen bir grup çıkmışsa da, gelenek alimi olanların ekseriyeti, Hz. Muhammedi "tecessüm etmiş vahiy" olarak nitelendirmektedir. Hatta kimi kelam alimleri tarafından eleştiriliyor dahi olsa, geleneğin en önemli sütunlarından olan sufilerin hemen hemen hepsi, "kainatın, O'nun yüzü suyu hürmetine yaratıldığını" kabul etmektedir. Süruş'un sadece bir cümleyle, ümmetin Hz. Muhammed'e gösterdiği hürmeti çarpıtıyor olması ilginç.

Şiir metaforu ile fikrimi daha iyi açıklayabilirim. Tıpkı bir şair gibi, Hz.Muhammed de kendisine dışarıdan bir şeyler iletiliyormuş gibi hissetmiştir. Fakat kendisi Kuran'ın yaratıcısıdır. Vahiyin dışarıdan mı, yoksa içeriden mi geldiğini sormak konumuz ile ilgili değil; çünkü o konumda dışarı ile içeri arasında hiç bir fark yoktur. Vahiy Peygamberin "kendisi"nden geliyor. Her bireyin "kendisi" kutsaldır, Hz.Muhammed'in bizden tek farkı kutsallık farkındalığıdır. O, potansiyel olanı gerçekleştirmeyi başarmıştır. "Kendisi" bir bakıma Allah ile bütünleşmiştir. Yanlış anlaşılmasın, burada Allah ve Peygamber özdeşliğinden bahsetmiyorum, bu tür bir birleşme insan kapasitesi ile sınırlıdır. Mistik şair Celaleddin Rumi bu anlaşılmazı kelimelerle şöyle ifade ediyor: "Peygamberin Allah ile birleşmesi ile, okyanus bir kavanoza döküldü."

Her bireyin kutsal olduğu vakıadır. Bu kutsallığı, tam ve bütün olarak Tanrı suretinde yaratılan tek mahluk olmasından ileri gelir. İlahi ışığa bu yakınlığından ötürü kazandığı bir kutsallık olduğunu kabul ediyorum. Ancak bu kutsallık meselesinden yola çıkarak, vahyi bir "iç duyuş" ya da "kutsala dair farkındalıktan ötürü duyduğu bir şiir" olarak telakki etmek, ve hele bunu Hz. Muhammed'in hiçbir sözüne dayandırmadan söylemek, bence gayri ciddiliğin bir göstergesi. Ben bu durumda kendisine şunu sorabilirim : Mevlana yahut İbn Arabi, cümlelerini müşahadeye dayandırdıklarını söylemişlerdir. Ve fakat Süruş'un bilmediğimiz bir sufilik deneyimi mi vardır? Ben böyle birşey duymadım. Ben sadece, son dönem reformist görünümlü bir İslam filozofu görmekteyim. Ve Derrida'nın yorumlarından dahi daha fazla İslami bulmadığımı itiraf etmeliyim.

Ancak, bazı sufilerin sıklıkla telaffuz ettiği bir "batıni akıl" terimine temas etmek istiyorum. Batıni akıl, her kimsede mündemiç halde bulunan bir ruhsal organdır, ki bir kimse şayet vahiyle muhatap olur ve vahye kapılarını insafla açacak olursa şayet, batıni akıldaki büyük gizler vahyin ışığıyla filizlenir ve evrenin birçok sırrı çözüme kavuşur. Bu tür bir deneyimin, uzun perhiz deneyimleri ortaya koyan sufilerce yaşandığına ben ihtimal veriyorum. Nitekim Gazali de, uzun inzivasından sonra buna ihtimal verdiğini beyan eder (ki cümlelerinin arasında, bunu yaşamış olduğunun ipuçlarını da verir).

Sevgili Rexino,

Yaklaşık bir saat süren ve şu ana kadar yazdığım en uzun forum yazısı ünvanını elinde tutan yukardaki yazıda, meseleyi biraz dolandırmış olsam da, çok değerli yorumların için doğru kapıları açtığım inancını muhafaza ediyorum.

Sevgiler.

Link to post
Sitelerde Paylaş
Abdülkerim Süruş' a göre :

Vahiy bir bakıma "esin"dir, peygamberler daha seviye olarak daha yüksekte olsalar da, onlar da tıpkı şairler ve mistikler gibi aynı tecrübeyi yaşıyorlar. Modern dünyada vahiy kavramını anlayabilmek için en uygun metafor "şiir"dir. Bir müslüman filozofun dediği gibi (sanırım İbn Rüşd - Rexino), vahiy şiirdir. Şiir de bir tür bilgi türüdür, fakat bilim ve felsefeden ayrılır. Şair, şiir yazarken kendi dışındaki bir kaynaktan bilgilendiriliyormuş gibi hisseder. Ve şiir de tıpki vahiy gibi yetenektir. Bir şair insanlar için yeni ufuklar açabilir, dünyaya farklı gözden bakmalarına yardımcı olabilir.

Şairlerle aynı tecrübeyi yaşamaları bence biraz romantizme kaçmış. Ancak esin olarak anlatmak istediği şeyi açıklaması lazımdı. Neyden esinlenir peygamber. Peygamber değilse yalancıdır zaten o halde şiir yazsa ne yazmasa ne hayatımıza suikast ettirmiş oluruz. O yüzden esin kelimesinin ne demek olduğunu anlatmalıdır.Vayhin yetenek olduğu manasını ise kabul etmek yoldaki herkesin ismini yüzüne bakarak bilirim diyen birinin söylediğini kabul etmektir.

Geleneksel görüşe göre Hz.Muhammed sadece bir vesiledir; Cebrail tarafından kendisine getirilen mesajı tebliğ vazifesini yerine getiriyordur. Ancak bana göre Kur'an'ın ortaya çıkması peygamber-odaklı bir hadisedir.

Muhammed' in peygamberliğine şüpheyle bakıyor gibi bir açıklama sanki.

Şiir metaforu ile fikrimi daha iyi açıklayabilirim. Tıpkı bir şair gibi, Hz.Muhammed de kendisine dışarıdan bir şeyler iletiliyormuş gibi hissetmiştir. Fakat kendisi Kuran'ın yaratıcısıdır. Vahiyin dışarıdan mı, yoksa içeriden mi geldiğini sormak konumuz ile ilgili değil; çünkü o konumda dışarı ile içeri arasında hiç bir fark yoktur. Vahiy Peygamberin "kendisi"nden geliyor. Her bireyin "kendisi" kutsaldır, Hz.Muhammed'in bizden tek farkı kutsallık farkındalığıdır. O, potansiyel olanı gerçekleştirmeyi başarmıştır. "Kendisi" bir bakıma Allah ile bütünleşmiştir. Yanlış anlaşılmasın, burada Allah ve Peygamber özdeşliğinden bahsetmiyorum, bu tür bir birleşme insan kapasitesi ile sınırlıdır. Mistik şair Celaleddin Rumi bu anlaşılmazı kelimelerle şöyle ifade ediyor: "Peygamberin Allah ile birleşmesi ile, okyanus bir kavanoza döküldü."

Bu açıklamalarla insanı Tanrısallaştımıştır bence. Yani herkesin prototipi kutsallığı vaşamaya uygundur ama bunu o başarmıştır. Yani eğer başaracak olursan sen de peygamber olursun demek gibi bir şey. Bizdeki evliyalık, ermişlik kavramlarıyla peygamberlik kavramlarını karıştırmış olabilir.

Peygamber bir başka açıdan da vahiyin yaratıcısıdır. Allah'dan aldığı vahiyin "içeriğidir" fakat "içerik" olduğu gibi insanlara tebliğ edilemez. Çünkü şekilsizdir, kelimelere dökülemez. İşte Peygamberin görevi de bunu tebliğ edilebilir hale getirmektir. Yine aynı şair gibi, Peygamber "içeriği" bildiği dile dönüştürür, dönüştürme ediminde bildiği, gördüğü şeyleri kullanır.

Burası harika bir yorumdu. Vahyi dışarıdan edimlendiklerine göre dışarıya aktarabilmiştir. Peygamberin görevi Allah' ın iletisini insanların anlayabileceği dilde yine insanlara anlatmaya çalışmak, iletinin özünü bozmamaya çalışarak insanlığa aktarmak, bunu tüm insanlığa beyan etmektir. Ve düşündüğümüzde bu çok zordur hatta düşündüğümüzden çok daha zor.

Burada ; bu Allah ile peygamber arasındaki bağın da peygamberle diğer insanlar arasındaki bağın da ne kadar zor ve gergin olduğunu anlıyoruz.

Mesela hiç matematik bilmeyen bir toplumda polinomları o toplumun anlayabileceği dilde o topluma anlatmaya çalışmak korkunç derecede zordur, ürperti verici bir öğretmenlik. Takdire şayan. Hele bu evrenin yaratıcısı olan bir varlıksa inanılmaz bir mahiyet alır bir durum. Hatta hadi len sende denecek bir durum. Kafirlik için birebir durum. Abdulkerim beyin bu yazdığına katılıyorum sadece, bütün bir içtenlikle.

Kendi karakteri de bu dönüştürme ediminde önemli rol oynar. Kur'anı okuduğumuzda bazan sinirli bir hal, bazan belagatli anlatım, bazan sevinçli hal ile karşılaşırız. İşte bütün bunlar Peygamberin izleridir. Vahiyin insani taraflarıdır işte bunlar.

Sanırım haklılık payı var.

Geleneksel bakışa göre vahiy hatalı olamaz. Bugünlerde yeni yaygınlaşan görüşe göre vahiy sadece dini açıdan önemli konularda, örneğin, Allah'ın sıfatları, ahiretin varlığı, ibadetlerin kuralları, hatalı değil, diğer konularda yanılgı payı olabilir. Kuranın tarihi olaylar hakkında dedikleri, diğer dinler hakkında anlattıkları ve tabiat ile ilgili söyledikleri şeyler hatalı olabilir. Bu yorumculara göre böyle bir şey peygamberlik makamına zarar vermiyor; zira o, devrin bilgi kapasitesine göre konuşuyordu. Fakat benim bakış açım farklı. Bence Peygamber dediklerine inanıyordu. Ve ben kendisinin evren, yerküre, canlılar ve s. hakkında genel olarak etrafındaki insanlardan daha çok bildiğini düşünmüyorum. O, bizim şu an taşıdığımız bilgilere sahip değildi. Bu, onun peygamberliğine zarar vermez, sonuçta kendisi bilim adamı ya da tarihçi değildi. Sadece tanrısallığın farkına varmıştı o kadar.

Bu siyahla işaretlediğim yerler çok tartışılacak yerler hem de çok. hem belki burada hem de zaten dünya medyasında.

Link to post
Sitelerde Paylaş

Ozan dı zaten Muhammed. Hiçbirşey de bilmiyordu. Mantıkla anlatılabilecek birşey değildi. Fakat olduğu gibi de kalamazdı. Pek de normal sayılmazdı farklıydı. Yalnızlığı ve doğada dolaşmayı ticeretten daha çok seviyordu. Bir yol olmalıydı bu insanları ikna edecek Zorbaların tahtını biraz sarsabilecek. Ama onlar kırbaçlarını da alışmış ve sevmişlerdi. Acıları yüreklerini katılaştırmıştı. Hem güvenilmezdiler hem zalim hem de cesurdular bu yüzden. Onlar tanrılara inanırdı. Onlardan şüphe etmezlerdi. Ama o tanrıların hepsi bu dünya içindi. Bu dünyada ise mutlulukları kalmamıştı çoğunun. Birşey vardı içini neşe ve sevinçle dolduran. Ama ismini koyamıyordu aşık bir derviş misali geziniyordu. Üç kuruş için hayatını satmak istemiyordu. Düşündü düşündü düşündü. En karanlıklarda sessizlik içinde düşündü. Onların hepsi irili ufaklı tanrılara inanıyordu. Oysa onların hepsi yalandı tanrılar yoktu. Onları birleştirmeliydi. Bunun tek yolu vardı. Önce tanrılarını birleştirmeliydi. Onlar acı içindeydi tanrısız yapamazlardı. Bu törelerini yok ederdi kabul edemezlerdi. Öyleyse tek tanrı olmalıydı. Öyle bir tanrı ki ne yahudilerinki gibi kıskanç ve öfkeli,ne bdenizden gelenlerin anlattığı gibi bir oğula sahip mitolojik baba. Öyle bir tanrı olmalıydı ki herşeyi yapabilen. İnsanları ölüm ötesinde ödüllendirmeliydi ki acı içindekiler bile mutlu olsun. Titremeye başladı. Çünkü onun neşesi korkuya dönüşmüştü. Anlamıştı halk bunun için olgunlaşmıştı çoktan. İnanacaklarını biliyordu. Yazması gereken çok şey vardı. Çünkü olmaması gereken çok hata mevcuttu. Okuma bilseydi keşke. Oku dememişti kimse ona. Nasıl yapacağını bulmuştu. Halk Ali ne derse inanırdı. Ömer den Hamza dan korkardı. Süfyan bile korkardı. Ebu bekir e herkes saygılıydı o güvenilir ve yaşlıydı. Titriyordu. Çünkü biliyordu konuşmuşlardı. Hepsinin anlaşabildiği tek kişi kendisiydi. Hepsi onu en çok severdi. Yapabileceğinden emin oldu. Çünkü taptıkları heykeller değil paraya olan ihtiyaçlarıydı. Aslında hiçbiri inanmıyordu. Ama yaşamak isteyen birşey vardı. Onda hala duruyorddu. Herkes onu severdi. Kadınlar gülümserdi. Ozanlığını bilen bir kadın vardı. Ona anlatabilirdi. Sonra bekir e sonra ali ye Ömer biraz öfkelenirdi. Ama hepsi bir aradaysa katılırdı. Süfyan sorun çıkaracaktı. Çünkü bu bilinçsiz kargaşa onun gücüydü. Ama konuşmuşlardı. Hamza nın süfyan a suikastini engellemişlerdi. Arkasında kureyş olacaktı. kureyş i zincire vuramazlardı. Titriyordu. Arkadaşları bekliyordu. Artık sınır aşılmıştı. Onlara bir tanrı gerekliydi. Eşi benzeri görülmemiş bir tanrı. Hem burada hem ölümden sonra. Herkes inanacaktı. Zaten inanıyorlardı. Buna da inanırlardı. Herkes ondan taraf olacaktı. Süfyan gidecekti. İntikam alınacaktı. Titriyordu. Kimse ona Oku dememişti.

Böyle olmuştur muhtemelen. Sonuçta bir insan.

Link to post
Sitelerde Paylaş
İslam Tarihi'ne bakılacak olursa, farklı bilgi kaynaklarını rehber edinen farklı gruplarla karşılaşılabilir. "Bu grup aklı, diğer grupsa kalbi rehber edinmiştir" şeklinde net bir ayırım yapmak mümkün değil; zira her insan aklının, duygularının, alışkanlıklarının ve hatta rüyalarının gölgesinde yaşam sürmektedir. Ancak meselenin anlaşılabilirliğinin artırılabilmesi için, şöyle bir ayırım yapmakta beis görmüyorum :

1) Bilgi İslam'dır, diyen kelamcılar.

2) Bilgi düşüncedir, diyen filozoflar.

3) Bilgi müşahadedir (ışıktır), diyen sufiler.

4) Bilgi hakikattir, diyen ve önceki üç grubun hakikat yorumlarını tertip etmeye çalışanlar.

Selam suatbey,

Bu hafta boyunca az girebildim, girdiğimde de yazdıklarım üç-beş satırı geçmeyen şeyler. Malum sınavlar var, biliyorsun. :-) Dolayısıyla, en başta özür dilerim.

Genel olarak bazı istisnalar olsa da, bence özneler açısından yerinde bir ayrım olarak görülmesine çok da ciddi bir engel yok. Hatta bu yönü ile Gazali'nin El-Münkızü Min-Eddallal'da yaptığı ayrıma benziyor. Kelamcılar için "bilgi islamdır" demek bence biraz doğru olmamış, çünkü bahsi geçen kesim hem aklı, hem de nakli esas almıştır. Ayrıca bunların çelişmediği bilgisine istidlal ile sahib olduklarını ileri sürmüştürler. Felsefeciler de, üstü örtülü olarak dediğin gibi, mantıksal yöntemi esas almışlardır, naklin akla tabi olduğunu iddia etmişlerdir, benim bildiğim kadarı ile. Sufiler de, dediğin gibi, keşf ve müşahedeye önem verirler. Zaten burada dediklerimin çoğunu da sonradan güzel açıklamışsın, "kelam is the partial differential equation, and İslam is the boundary conditions." hariç. Değil mi? :-)

Küçük bir fark da şu ki, Gazali kendi ayrımına Batınileri de dahil etmiştir. Senin bahsettiğin hakikatçileri pek anlamadım. Aşağıda buna değineceğim.

Filozoflar ile ilgili dediklerine dikkat çekmek isterim:

Manzara şu ki, bundan 300 sene öncesine kadar yeryüzünde varlık gösteren hemen hemen bütün filozoflar, felsefelerini, sağlıklı gözlemler neticesinde elde edilen bilimsel verilerin yahut kutsal metinlerin üzerine bina etmemişler.

Bu kadar da uç pozitivist bir duruş doğru değil kanımca. Zira Descartes'tan sonra felsefede bilimin belirleyiciliği ön plana geçmiştir.

Süruş da benzeri bir tutum sergilemiş. Vahiy hakkında "bakın, vahyi bir şiir gibi düşünecek olursak ve burdan yola çıkarak bunda bir hata olabileceği ihtimalini gözetirsek ve Muhammed sadece tanrısallığının farkına varmıştır diye de meseleyi toparlarsak" şeklinde yorum yaparak, birçok soruyu cevaplandırma yükümlülüğümüz ortadan kalkar zihniyetine hizmet etmiş; ama bu reformizmden çok, gayri ciddilik gibi gözüküyor. Çünkü vahyi, "ben vahiy alıyorum" diyen bir Tanrı elçisinden başka kim bilebilir ki? Bir peygamberin, vahiy hakkında söylediklerini dikkate almaksızın bu tür yorumlar yapıyor olmak, bence bir fantazidir.

Bence yanlış anlamışsın. Birincisi, Süruş sünni değil, dolayısıyla "peygamberin dedikleri" ifadesi bu bağlamda belirsiz bir ifadedir. İkincisi, bence en önemlisi, Süruş'un Kur'an'ı yorumlarken felsefi hermenötiğe atıfları, senin söylediğin gibi basit analojik bir öncülden (şiir-vahiy) türetilebilir şeyler değil. Ayrıca bir çok soruyu cevaplama yükümlülüğümüz de ortadan kalkmıyor, emin olasın; zira tarihselcilik, niyetselcilik ve s. kavramlar işin içine giriyor.

Birisi çıkıp, "ben vahiy alıyorum" diyor, ve buna iman ediliyor. Geriye kalan ise vahyin, vahiy almağın ve s. neliği üzerine düşünce üretmek. Bence bunda bir sakınca yok.

4) Bilgi hakikattir diyenler : Kelamcıların ortaya koyduğu tenzih, Sufilerin ortaya koyduğu teşbih ve filozofların ortaya koyduğu yenilik düşüncesiyle hareket eden bu tayfanın öncüsü de kuşkusuz Gazali'dir. İslam tarihinde, kelam ve sufizm ve felsefenin maksatları hakkında aynı anda bu kadar çok bilgiye sahip olan bir ikinci isim zikredilmemiştir. Kendisinin ortaya koyduğu sentez, bazılarınca eleştirse de, sufileri şeriat yoluna, kelamcıları ise insafa yaklaştırması açısından pek önemlidir.

Gazali, benim bildiğim kadarı ile, ömrünün sonlarında Şam'a gitmiş, 2-3 sene tasavvufi hayat yaşamıştır. Aynı zamanda güvenilir dini bilginin sezgilerle elde edilebileceğini savlamıştır. El-Munkız'da anlatır bunları. Bence her hangi bir sentezden söz edemeyiz.

Her bireyin kutsal olduğu vakıadır. Bu kutsallığı, tam ve bütün olarak Tanrı suretinde yaratılan tek mahluk olmasından ileri gelir. İlahi ışığa bu yakınlığından ötürü kazandığı bir kutsallık olduğunu kabul ediyorum. Ancak bu kutsallık meselesinden yola çıkarak, vahyi bir "iç duyuş" ya da "kutsala dair farkındalıktan ötürü duyduğu bir şiir" olarak telakki etmek, ve hele bunu Hz. Muhammed'in hiçbir sözüne dayandırmadan söylemek, bence gayri ciddiliğin bir göstergesi. Ben bu durumda kendisine şunu sorabilirim : Mevlana yahut İbn Arabi, cümlelerini müşahadeye dayandırdıklarını söylemişlerdir. Ve fakat Süruş'un bilmediğimiz bir sufilik deneyimi mi vardır? Ben böyle birşey duymadım.

Süruş'un bir kitabını ve 5-6 makalesini okudum, dediklerimi (ve diyeceklerimi) ahkam kesmek gibi algılamayacağını umut ediyorum.

Peygamber "ben vahiy alıyorum" dediğinde, benim bildiğim kadarı ile, etrafı bunu makul ve mümkün bir şey gibi algılamıştır. Arap toplumunun şiir ve kehanet ile ilgili fikirlerini hatırlayalım. Örneğin, her şairin bir cini olduğu düşüncesi hakim idi. Dolayısıyla, eski Arap toplumunda, bu tür bir söylem ile ortaya çıkan bir şahıs için farklı ontolojik düzeyler arasında iletişim sağlayabildiği düşünülecektir. Nitekim Hz.Muhammed'e gelen itirazlar da vahiy diye bir şeyin olanaklılığı ile ilgili değil, tam aksine vahyin muhtevası ile ilgilidir. F.Gülen'in dediği gibi, müşrikler bile O'nun vahiy ile alakalı olarak yalan söylediği ihtimaline yer vermiyordu. Peki, diyeceksin, bu tür bir vahiy alımı ile şiir yazmak arasında ne fark vardır, vahiy alımının üstünlüğü nedir? Hermenötiğe dayalı bir başka Kur'an yorumcusu olan Ebu Zeyd, "Kur'an'ın i'cazını, ayetler ve sureler arasındaki münasebeti, lafızlarda açıklık ve kapalılık konularını" bunlara örnek gösterir.

O zaman neden bu tür bir yöntem seçiliyor, bu tür bir yorumlama tekniğinin geleneksel yorumlama tekniklerine üstünlüğü nedir?

Bu soruya verilecek cevaplar kısmi de olsa rölatiflik içerecektir; sonuçta metnin her hangi bir yorum metotuna uygun olduğu savlanabilir, desteklenebilir. Fakat bir metotun yetersizliklerinin gösterilmesi bir diğerini gündeme getirecektir; ki Ebu Zeyd ya da Süruş'un yaptığı da buna benzer bir şeydir. Neyse, konumuz bu değil.

Mevlana ya da İbn-Arabi'nin deneyimlerinin varlığı, Süruş'un ya da Ebu Zeyd'in savlarını geçersizlemiyor; Ebu Zeyd, örneğin, İbn Arabi'nin irfani yorumlarının, ilahi hitabın anlamsal zenginliğini gözler önüne serdiğini söyler. Böyle bir modelleme yapmak ya da ne bileyim işte yorum tekniği geliştirmek, sufi olmayı gerektirmiyor Suatbey.

Not: Süruş'un görüşlerinin ne olduğunu açıkladım ilk iletide. Daha doğrusu bir röportajını çevirdim. Gerektiğinde oradan alıntı yapabiliriz.

tarihinde Rexino tarafından düzenlendi
Link to post
Sitelerde Paylaş

Merhaba Rexino,

Öncelikle sınavlarında başarılar dilerim. Eğitimcilerin ve idaricilerin 7. caddede çıstak çıstak eğlendiği gecelerde, bizler de 2. yurdun Çs'sinde az dirsek çürütmedik :-) Haziranda mezun oluyorum inşallah.

Bir meseleyi daha açıklığa kavuşturmak istiyorum. Önceki yazılarında kullandığın üsluptan ve yazılarına yansıyan düşünsel mekanizmadan, senin zihinsel merkezli bir mizaca sahip olduğunu çıkardım. Bense, duygusal merkezli bir mizaca sahibim. Esasında "zihinsel merkez ve duygusal merkez" kavramları insanlarda bir izlenim oluşturuyorsa da, elbette açıklanması gereken kavramlar. Ancak mevzumuz bu olmadığı için, sadece sana şu linki vermekle yetiniyorum :

www.enneagraminstitute.com

Bu siteyi ziyaret edecek olursan, 5 (gözlemci) yahut 6 (sadık-sorgulayıcı) mizaç motiflerini okumanı öneriyorum. Ne demek istediğim daha iyi anlaşılacaktır.

Optik kanunları hakkında yorum yapan Newton ve Goethe'nin durumunu yansıtacağımıza dair ciddi kuşkularım var :-) Hem felsefi terminolojiye hakimiyetin hem de analitik düşünmeye olan yatkınlığına (belki yeteneğine) , kimi zaman cümlelerdeki vurucu ifadelere, kimi zaman da evrenin büyüsüne kendisini kaptırmış ve anlayıştan çok anlama önem veren bir traji-romantiklikle cevap verebilirim. Şimdi meseleye dönecek olursak.

Genel olarak bazı istisnalar olsa da, bence özneler açısından yerinde bir ayrım olarak görülmesine çok da ciddi bir engel yok. Hatta bu yönü ile Gazali'nin El-Münkızü Min-Eddallal'da yaptığı ayrıma benziyor. Kelamcılar için "bilgi islamdır" demek bence biraz doğru olmamış, çünkü bahsi geçen kesim hem aklı, hem de nakli esas almıştır. Ayrıca bunların çelişmediği bilgisine istidlal ile sahib olduklarını ileri sürmüştürler. Felsefeciler de, üstü örtülü olarak dediğin gibi, mantıksal yöntemi esas almışlardır, naklin akla tabi olduğunu iddia etmişlerdir, benim bildiğim kadarı ile. Sufiler de, dediğin gibi, keşf ve müşahedeye önem verirler. Zaten burada dediklerimin çoğunu da sonradan güzel açıklamışsın, "kelam is the partial differential equation, and İslam is the boundary conditions." hariç. Değil mi? :-)

Küçük bir fark da şu ki, Gazali kendi ayrımına Batınileri de dahil etmiştir. Senin bahsettiğin hakikatçileri pek anlamadım. Aşağıda buna değineceğim.

Kelamcılar, filozoflar ve sufilerin neyi bilgi kaynağı olarak telakki ettiklerinin daha iyi anlaşılabilmesi için, örnek vermek yerinde olacak.

Örneğin, İbn Sina'nın bir İslam filozofu olduğunda kuşkumuz yok. İbn Sina'nın Meşşai felsefesini iyi bildiğinden eminim. Evreni, bir meşşai perspektifinden değerlendirirken, İbn Sina'nın bilgi kaynağı nedir ki? Kuran ve Sahih Hadis'te, evrenin, Tanrı'nın bir taşması olduğunu söyleyen birşey var mıdır ki? Bariz bir biçimde Yunan felsefesinden etkilenen İbn Sina'nın, bu felsefi anlayışı, bazı ayet ve hadislerle tevil etmeye çalışıp çalışmadığını bilmiyorum. Ancak açık bir biçimde "evren bir taşmadır" ifadesini ben hatırlamıyorum Hakeza sudur teorisi de böyle. Evrenin sınırsız ve sonsuz olduğu yönündeki telakki ile, evrenin yaratılışı arasında bir "tevil" yapmak için ortaya konan bir gayretin ürünü olan sudur teorisinin, kutsal metinlerde bir yeri var mıdır? Yalnız bu tür bir sorgulamaya girerken, dışlamacı bir tavra sahip olmadığımın bilinmesini isterim. İslam filozoflarını tekfir ettiğim yok. Kimsenin aklına ket vurduğumuz da yok. Delilsiz konuşan ve aynı zamanda dehalarından da şüphe duymadığımız İslam filozoflarının, bilgiye karşı sergiledikleri tutumu gündeme getiriyor oluşumuzun tek sebebi ise, delilsiz konuşmalarına rağmen bu kadar ilgi görmüş olmalarıdır. Yoksa, bu tür felsefeler, tekfiri gerektirmeyen, bir renklilik arzeden ve fakat kutsal metinlere olan bağlılığı zayıfladığı zaman da, tahkiki imanın önüne bir bariyer koyan düşüncelerdir. Gazali'nin tehafütü yazmasının sebebi de bu zaten. Tahkiki imanı isteyen ve bu sebeple de düşünceyle meşgul olan kimselerin zihnini zor durumda bırakmamak.

Örneğin, İbn Arabi'nin ve Abdülkerim Cili'nin de sufi olduğundan şüphemiz yok. Ancak sufilerle filozofların durumu farklı. Sufiler, yoğun riyazet dönemleri neticesinde, madde ötesi alemlerle iletişime geçebiliyorlardı. Gazali, uzun uzun cehennem tasvirleri yapar, peki bu kadar ayrıntılı ve etkileyici tasvirlerin kaynağı nedir? Kuran mı hadis mi yoksa israiliyat mı? Bu kaynaklarda bu kadar teferruat yok. Bu, çoklarınca, Gazali'nin manevi alemde cehennemi gördüğü yönündeki "haklı" yorumlar yapılmasına sebep olmuştur. Öte yandan İbn Arabi ve Cili, zaten cennet ve cehennemi ziyaret ettiklerini açıkça söylerler. Hatta Cili, İbn Arabi'nin gördüğü cehennemi onayladığı gibi, bir de üstüne bir cehennem manzarası daha çizer. Cehennemde yanmakta olan, ve tanrıya seslenerek "Yeryüzünde Sana inanmam için yeterli delil yoktu. Delilsizlik içinde sana inanmıyor oluşum benim kabahatim değildi" cümlelerini sarfeden bir gruba rasladığını ve bunu ilginç bulduğunu ifade eder. Şimdi bu durumda, biz sufileri, kuşkusuz filozoflarla aynı kefeye koyamıyoruz. Sufiler, gerek gösterdikleri ahlak ve doğruluk, gerekse gösterdikleri kerametler sayesinde, yakın çevrelerine büyük itimat telkin etmişler ve onların keşfe mazhar oldukları yönündeki inancı pekiştirmişlerdir. Tevrattaki kapalı anlatımlar ve bu kapalı anlatımların açıklığa kavuşturulması için Mişna gibi tefsirlerin yazıldığını biliyoruz. Hatta Yahudiler, bu yazılan tefsirleri de tevrat kadar kutsal, bu tefsirleri yazan Joshua gibi zatları da, peygamber gibi seçilmiş olarak görürler. Esasında sufilerin durumu biraz da buna benzemekte. Sufilere göre, Tanrıyla insanın dili arasında ölçüye sığmaz bir oransızlık vardır. Ve bu yüzden de ölümlü insanların donmuş ve zavallı dili, İlahi Kelamın olağanüstü baskısı altında bin parçaya bölünmektedir. Kutsal kitaplardaki anlamı çok ağır, çok kapalı telmihlerin, anlamı bozmayan eksiltilerin ve simgesel anlatımların sebebi de (bazı sufilere göre) budur. İşte bu anlatım kapalılıklarını açıklığa kavuşturmak için bir batıni vahiy kaynağı olduğunu direkt veya indirekt olarak dile getirirler vs. Hasılı, yine müşahadeden aldıklarını söyledikleri güçle, kendilerini meşru bir konuma koyabilmişlerdir. (Kelamcılar pek ikna olmamışlar tabi)

Kelamcılara gelince, "bilgi islamdır" ifadesini yeterince açmadığımı ve bu yüzden pek de doğru durmadığını ben de farkettim şimdi. Evet akli ve nakli bilginin bir dayanışması olduğu muhakkak. Partial kelimesi de orda pek şık durdu :-) Saidi Nursinin, kelam ekolünden geldiğinden de kuşkumuz yoktur. "Bilgi İslamdır"ın ne anlama geldiği konusunda kendisinden şöyle bir örnek verelim. Örneğin, S.N., cehennemin ebediliğini, "sonsuz büyüklükte ve sonsuz güzellikteki eşyanın cinayeti, sonsuz bir cezayı iktiza eder" düşüncesiyle savunur. Burda, İbn Arabi yahut Cili'ye olan sonsuz hürmetine rağmen, bu sufilerin "cehennem ebedi değildir" şeklindeki müşahadeye dayalı bilgisine başvurmak yerine, Kuranda geçen "orda ebedi olarak kalacaklardır" nakli bilgisini, temsilin icazını kullanarak, akli bir biçimde meşru kılmaya çalışmıştır. Tahminimiz odur ki, S.N de müşahade aleminde bazı gerçekleri görmüş ve fakat havass'ın bilmesi gerektiğine inandığı bu bilgileri avama intikal ettirmemiştir) Tabi yine kendisi, İlahi meşietin yine hikmeti gereği kendisini sınırlayabileceğini de ekleyerek, esasında cehennem ehlinin bir süre sonra feraha kavuşabileceği ve cehennemin bir arınma yeri olacağı düşüncesine de kapı açtığını söyleyebiliriz. Bunlar uzun konu takdir edersin ki. Ve fakat yer sınırlı.

Bu kadar da uç pozitivist bir duruş doğru değil kanımca. Zira Descartes'tan sonra felsefede bilimin belirleyiciliği ön plana geçmiştir.

Ben delilsiz konuşmayı sevmiyorum Rexino. Bir müslüman için Kuran, vahyedilmiş kainattır. Kainatsa, yaratılmış Kurandır. İkisi de ayetlerle, delillerle, işaretlerle doludur. Bu sebeple, kutsal metinler ve bilimsel gerçekler benim için delil kaynaklarını teşkil ediyorlar. Akıl, bu iki bilgi kaynağından aldığımız bilgileri, sahip olduğumuz mizaç ve bizde baskın olarak tecelli eden Esmaül Hüsna nispetinde, meşru kılmaya çalışan bir vasıtadır. Bu vasıtayı vasıta olmaktan çıkarıp, fantazi kaynağı haline getirmenin bir anlamı yok.

Bence yanlış anlamışsın. Birincisi, Süruş sünni değil, dolayısıyla "peygamberin dedikleri" ifadesi bu bağlamda belirsiz bir ifadedir. İkincisi, bence en önemlisi, Süruş'un Kur'an'ı yorumlarken felsefi hermenötiğe atıfları, senin söylediğin gibi basit analojik bir öncülden (şiir-vahiy) türetilebilir şeyler değil. Ayrıca bir çok soruyu cevaplama yükümlülüğümüz de ortadan kalkmıyor, emin olasın; zira tarihselcilik, niyetselcilik ve s. kavramlar işin içine giriyor.

Birisi çıkıp, "ben vahiy alıyorum" diyor, ve buna iman ediliyor. Geriye kalan ise vahyin, vahiy almağın ve s. neliği üzerine düşünce üretmek. Bence bunda bir sakınca yok.

Süruş'un ne tür bir itikada sahip olduğunu bilmiyorum. Sünni geleneğin, Süruş'u bağlayıp bağlamadığını gözetmek durumunda değilim, söylediklerinin doğruluğu yahut yanlışlığı konusunda da kesin birşey söyleyemem. Sadece, bilgiye karşı sergilediği tutumu eleştiriyorum.

Vahye iman ettikten sonra, vahyin nasıl bir yapıya sahip olduğu konusunda fikirler serdediliyor olması, inanmayan bir kimse açısında düşünsel bir renklilik olarak telakki edilebilir. Ancak iman eden, hem kendi imanını muhafaza etmeye çalışan ve hem de diğer insanların imanından kendini sorumlu hisseden bir insan için, kelime-i şehadetin anlam alanını daraltacak veya bu alanda bulanıklıklara sebebiyet verecek bazı düşüncelerin önünün alınması, düşünce hürriyetini kısıtlamak değil, bulanıklığı gidermek olarak anlaşılır. Elbette ki düşünülsün, ama delil üzerine düşünülsün. Hem delile dayanmıyor olmanın, ve hem de kutsalın en önemli ögesi olan vahiy hakkında vahiy almaksızın konuşmanın, felsefi hermenötiğe atıflarla üstü örtülemeyeceğinin bilinmesi gerekir. Ne yazık ki, kavramlarla düşünmekten eşyaya bakmaya fırsat bulamayan felsefeye ya da felsefi metoda dayanıyor olmak, sadece bir renklilik. Bu renkliliğin sence bir sakıncası olmayabilir ama bir inanan olarak bence sakıncalı. Çünkü ben inanırım ki, Tanrı insanı önce kurtarmak ister, bilgilendirmek değil. Bilgi de lazımdır, ama taklidi imanı tahkike ulaştırırken. İşte bu noktada, bu tür düşüncelerin tahkike mi götürdüğü yoksa tahkikin önünde bulanıklık vazifesi mi gördüğü tartışmaya açılır.

Gazali, benim bildiğim kadarı ile, ömrünün sonlarında Şam'a gitmiş, 2-3 sene tasavvufi hayat yaşamıştır. Aynı zamanda güvenilir dini bilginin sezgilerle elde edilebileceğini savlamıştır. El-Munkız'da anlatır bunları. Bence her hangi bir sentezden söz edemeyiz.

Burdaki sezgiden kasdın, manevi akıl olduğu açıktır. Rasyonelliğin sınırını aşıp ve fakat kesinlikle rasyonellikle bağını koparmayan; ve vicdana danışan akıl. İnsaf sahibi akıl. Akl-ı maad. Ve (bana göre) Gazali, sezgi kelimesini kullanırken, bu aklın lütfedildiğini kastetmektedir, ki el munkızda lütuf kelimesi de açıkça geçer. Bestami'nin "O öyle bir sırdır ki ona çalışarak varılmaz; ama varmış olanlar hep çalışmış olanlardır" cümlesinde de konu edilmiş o ince lütuf çizgisinden dem vurmuştur Gazali. Yoksa bilgiyi, sezgiye indirmemiştir.

Öte yandan sentezcidir, zira hiçbir sufinin İhya'yı yazması mümkün gözükmemektedir. Sufilerin kitabı, sembolik anlatımlarla, müşahadelerle ve tevillerle doludur. Oysaki İhya'da, felsefi ve kelami ve tasavvufi deneyimleri olan ve bu deneyimleriyle bağlantısını koparmamış ve aklın ve naklin ve kalbin bir arada yaşayabileceğini gösteren bir insanı okuruz. Hatırlayalım, Gazali sufileri Hac yolcularına, kelamcıları ise bu yolculuktaki güvenlik görevlilerine benzetir. Sufiler Hac yolunda hakikatin yolundadır; ancak bazen inhiraflara düşebilmektedirler, ki bu inhiraflara mukabil kelamcıları yeri geldiğinde onları vurarak hak yolunda tutmakla görevlidirler. Burda, "Gazali kelamı tasavvufa pek ucuza sattı" diyen İbn Cevzi'nin dışlamacı tavrını değil, aksine sufilikte de kelamda da bir güzellik vardır diyen bir adam görüyoruz.

Ayrıca bilgi hakikattir fikri, belki de kendini en güzel bir biçimde Saidi Nurside göstermiştir. Yukarda kendisini bir kelamcı olarak nitelediğim zannedilebilir. Ve fakat ordaki maksadım, Kuran ve Sünnete sadık kalan zihinsel merkezli insanların çoklukla kendilerini bulduğu kelam ilminin etkisini devam ettiriyor olmasıydı. Yoksa manevi alemde Hz. Alide, Gazaliden ders aldığı gibi, Şahı Nakşıbendi ve Abkülkadir Geylaniden de ders almıştır. Ki nitekim külliyatının muhtelif yerlerinde de, bir mutasavvıf büyüğü edasıyla konuşuyor olduğu da görmezden gelinemez bir gerçektir.

Süruş'un bir kitabını ve 5-6 makalesini okudum, dediklerimi (ve diyeceklerimi) ahkam kesmek gibi algılamayacağını umut ediyorum.

Estağfurullah.

Peygamber "ben vahiy alıyorum" dediğinde, benim bildiğim kadarı ile, etrafı bunu makul ve mümkün bir şey gibi algılamıştır. Arap toplumunun şiir ve kehanet ile ilgili fikirlerini hatırlayalım. Örneğin, her şairin bir cini olduğu düşüncesi hakim idi. Dolayısıyla, eski Arap toplumunda, bu tür bir söylem ile ortaya çıkan bir şahıs için farklı ontolojik düzeyler arasında iletişim sağlayabildiği düşünülecektir. Nitekim Hz.Muhammed'e gelen itirazlar da vahiy diye bir şeyin olanaklılığı ile ilgili değil, tam aksine vahyin muhtevası ile ilgilidir. F.Gülen'in dediği gibi, müşrikler bile O'nun vahiy ile alakalı olarak yalan söylediği ihtimaline yer vermiyordu. Peki, diyeceksin, bu tür bir vahiy alımı ile şiir yazmak arasında ne fark vardır, vahiy alımının üstünlüğü nedir? Hermenötiğe dayalı bir başka Kur'an yorumcusu olan Ebu Zeyd, "Kur'an'ın i'cazını, ayetler ve sureler arasındaki münasebeti, lafızlarda açıklık ve kapalılık konularını" bunlara örnek gösterir.

Şimdi burda vahiy ile ilhamın mukayesesi durumunu ele almamız gerekiyor. Vahyin de ilhamın da, yaşadığımız evrenin haricindeki bir alemden geldiği konusunda bir itirazım olamaz. Ancak vahiyle ilham arasındaki farkı, Saidi Nursinin ifadeleri ışığında şöyle açıklığa kavuşturmak mümkün :

Vahiy genellikle melek vasıtasıyla gönderilir, ilham ise genellikle vasıtasızdır. Şöyle bir temsil kullanabiliriz : Bir hükümdarın ülkesiyle iki türlü münasebeti bulunur. Birincisi : Bir hükümdar, milletin tamamını ilgilendiren bir meselede, bütün ülkenin hükümdarı vasfıyla, üst seviyede yetkili bir görevliyi bir valiye gönderir. Hükümdarlığının ihtişamını göstermek için ve bu herkesi ilgilendiriği için ve bundan ötürüdür ki herkese duyurmak için, büyük bir merasim düzenlenerek bu ferman tebliğ edilir. İkincisi ise hükümdarlık ünvanıyla değil, hususi bir münasebeti için, küçük bir memuru ile, cüzi bir meseleyi telefonla konuşmasıdır.

Ayrıca, vahiy gölgesizdir, safidirve havassa mahsustur; ilham ise gölgelidir, renkler karışır ve umumidir. Vahye muhatap olan sadece Tanrı elçileridir, ilham ise insanın yüreğine misal aleminden düşen bir parıltıdır. Vahyin, Hz. Muhammedin bize söyledikleri ışığında, üç şekilde geldiğini biliyoruz :

1) Allah mânayı Nebi'nin kalbine bırakır.

2) Bir perde arkasından nebîye hitap eder. Hz. Musaya ağaçtan nida etmesi gibi.

3) Vahiy getirmekle vazifelendirilen bir meleği elçi olarak gönderir. Vahiy lafzından normal olarak anlaşılan da budur. Kuran istisnasız olarak hep bu şekilde, Cebrail vasıtasıyla indirilmiştir. 1. ve 2. şekilde (yani vasıtasız söyleme şeklinde), ilham suretiyle veya uykuda hiç gelmemiştir. Varaka bin Nevfel gibi cahiliye döneminde yaşamış bir kimsenin, Hz. Muhammed'e görünen Nâmus ile cahiliye şairlerine ilham fısıldayan cinleri tefrik etmiş olması da ayrı bir mevzu. Ama Kuranın hemen hemen oluşmaya başladığı dönemlerde, böylesi bir tefriki sağlayanın, Ebu Zeyd'in ifadeleri olduğunda hemfikiriz. Evet icaz ve en önemlisi benzersiz bir icaz olması.

Benim itiraz ettiğim nokta, vahiyle ilham arasındaki "misal aleminden gelme" ortaklığından yola çıkarak, Süruş'un vahyi bir şiir olarak telakki etmesi ve Hz. Muhammedi sadece ilhama mazhar olan ve tebliğci memur durumuna indirmesidir.

Mevlana ya da İbn-Arabi'nin deneyimlerinin varlığı, Süruş'un ya da Ebu Zeyd'in savlarını geçersizlemiyor; Ebu Zeyd, örneğin, İbn Arabi'nin irfani yorumlarının, ilahi hitabın anlamsal zenginliğini gözler önüne serdiğini söyler. Böyle bir modelleme yapmak ya da ne bileyim işte yorum tekniği geliştirmek, sufi olmayı gerektirmiyor Suatbey.

Not: Süruş'un görüşlerinin ne olduğunu açıkladım ilk iletide. Daha doğrusu bir röportajını çevirdim. Gerektiğinde oradan alıntı yapabiliriz.

Modelleme yapmak veya yorum tekniği geliştirmenin sufi olmayı gerektirmediği konusunda mutabıkız. Fakat en başından beri itiraz ediyor olduğum nokta delil eksikliğidir. İbn Arabi, vahdet-i vücud görüşünü sistematikleştirirken, oturup uzun uzun modelleme yapma gereği duymamıştır. Kendisine açılan mâna aleminde, Herşeyi Hak olarak görmüş ve "bunu nasıl anlatırım"ın yollarını düşünmüştür. Nitekim kendisinden sonra gelen İmam-ı Rabbani de, ömrünün bir döneminde vahdet-i vücuda uygun bir evren telakkisine sahip olmuş olsa da, kendisine açılan mâna aleminde, İbn Arabi'nin bazı noktalarda kendi nispetince gördüğünü ve olanın, onun gördüklerinden daha fazlası olduğuınu ifade etmiş ve Vahdet-i şühudu ortaya koymuştur. (Herşey O'dur yerine Herşey O'ndandır demiştir). Rexino, burda bir mesele de konuşulmaya değer. İmamı Rabbanin, vahdet-i vücudun kat'i olup olmadığı konusundaki kuşkusunun sebebi, o dönem hint hükümdarı olan Ekber Şah'ın tutumudur. Hindistandaki toplumsal dağınıklığı, inanılan ortak bir din sayesinde ortadan kaldırabileceğine inanan Ekber Şah, bütün dinlerin özünde mevcut olduğuna inandığı irfanı bir araya getirip yeni bir din oluşturmak istiyordu ve bu sebeple de o coğrafyada bulunan bütün dinlerin temsilcilerini bununla görevlendirmişti. Bu birleştirme için, vahdet-i vücuddan da yararlanılacaktı, ki bu İmam-ı Rabbaniyi kuşkuya düşüren ve belki harekete geçiren önemli bir sâiktir. Bu cümlelerden sonra, "dışlamacı" bir tavra sahip olduğumuz ve cennette sadece müslümanlar olacaktır şeklinde bir fikre hak verdiğimiz sanılmasın. John Hick gibi ifrata varmış bir çoğulculuğu tasvip etmemek kaydıyla, "kapsayıcılık" fikrini destekliyoruz, ki İslam alimleri de umuman bu fikre onay vermişlerdir.

Benim şimdilik söyleyeceklerim bunlar Rexino. Süruş hakkında, senin bize aktarmış oldukların haricinde birşey bilmediğimi ve fakat kullanılan cümlelerin bende bıraktığı izlenimden yola çıkarak bunları yazdığımı bir daha hatırlatayım.

Link to post
Sitelerde Paylaş
  • Konuyu Görüntüleyenler   0 kullanıcı

    Sayfayı görüntüleyen kayıtlı kullanıcı bulunmuyor.

×
×
  • Yeni Oluştur...