Jump to content

KÖŞE YAZILARI


Recommended Posts

Ya darbe ya iç savaş

sebahattinonkibar.jpg

“Kürt mes’elesi sarpa sarar ve Erdoğan kafasının dikine giderse darbe olur!”

F Tipi savcılar mal bulmuş mağribi gibi, bu ifadeleri darbe kışkırtıcılığı sayarak şahsım için harekete geçmesin zira beyan bana ait değil, AKP’nin neo-liberal güruhundan Murat Belge’ye ait ki o gibilerin malum her şeyi yapmak ve söyleyebilmek gibi ayrıcalıkları var.

Gelelim edilen söze.

Murat Belge belki ilk kez haklıdır!

İç savaşa dolu dizgin olan Türkiye’de darbe 12 Eylül’den sonra ilk defa güçlü bir ihtimal olarak belirmiştir çünkü Türkiye hızla kaosa, iç çatışmaya ve bölünmeye gidiyor.

PKK ve Kürt ayrışması bağlamında emin olun 90’lı yılların en karanlık günlerinde bile tablo bugünkü kadar ümitsiz değildi.

Her şey ortada, Hakkari gibi vatan toprağımız fiili olarak elimizden çıkarılmışken, dış konjoktür de ayrışmayı tetikliyor.

Bölünmeye gidiş PKK’nın on binleri sokağa dökerek bir kalkışma ya da isyanla olacağına göre bunun adı iç savaşa ilk adım olacak.

Öyle çünkü böyle bir durumda etki-tepki realitesinden hareketle Batı illerimizde yaşayan Kürt kardeşlerimize misillemeler yapılacak ve ülke topyekün karışacak..

İşte TSK tam bu süreçte ülke birliği ve kardeş kavgasını önlemek adına yönetime el koyacak!

Hayır bu bir temenni değil tespittir.

Gelelim böyle bir şeyin olabilirliğine?

Bölgede Müslüman ikinci bir İsrail’i yani Büyük Kürdistan’ı kurmak için uzun zamandır hazırlık yapan ABD ile Küresel Siyonist devlet, hedefledikleri PKK isyanı sürecinde TSK Türkiye’nin birliğini sağlayabilecek böyle bir darbeyi yapabilecek güçte -moralde olmasın diye Balyoz ile Ergenekon tertiplerini tezgahlatmıştır.

Balyoz ve Ergenekon tezgahları aslında Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Türkiye’nin parçalanmasına vereceği tepkinin kırılması operasyonudur.

TSK’ya karşı ideolojik ve tarihsel kini olan neo-islamcı AKP kadrolarının işbirlikçilik misyonuyla emperyalizm tarafından iktidara taşınması da, sonuç alma bağlamında bilinçli bir seçimdir. Soros’un dediği gibi Türkiye’nin yegane markası TSK’yı çökertirseniz gerçekte Türkiye’yi bitirmiş olursunuz ki Balyoz’daki mahkeme hükmünün özeti budur.

Gül ve Bahçeli için kayıp ilanı

Ülkede yaşananlar ortada ama iki kişinin esamesi okunmuyor!

Biri güya Cumhurbaşkanı olan Abdullah Gül diğeri ise MHP Müdürü Devlet Bahçeli!

Yahu Cumhurbaşkanı dediğiniz devletin birliğini temsil eder ama Abdullah Gül ülke göz göre göre bölünmeye gider ve şehit cenazeleri her gün bölükler halinde kaldırılırken bile suspus!

Ne bir liderler zirvesi ne de bir Güneydoğu gezisi!

Öyle sinmiş, nasıl Başbakanlık koltuğunu ele geçiririm diye pusuda bekliyor!

Altını çizerek yazıyorum Abdullah Gül tarihimizin en silik Cumhurbaşkanıdır ve onun bugünkü tabloda Cumhurbaşkanı olarak varlığı Türkiye adına büyük bir talihsizliktir.

Ve Devlet Bahçeli!

Yahu bu arkadaş esir midir, bir şeyden mi korkuyor da sürekli gizleniyor.

Ülkede kıyamet kopuyor ondan ne bir ses ne bir nefes!

Arada bir başkalarına yazdırdığı yazılı demeçleri yayınlatıyor!

Söyleyin MHP gibi bir yapıda böyle bir önder kabul edilebilir mi?

Tamam bu arkadaş MHP’de Müdür, lakin emin olun sıradan bir Müdür bile bu kadar teslim görüntüsünde olmaz. Yoksa yoksa Bahçeli ile alakalı birilerinin elinde bir şey mi var?

Değilse bu teslimiyet niye?

Özal’ın açılan mezarı ve büyük tezgah

Zerre kuşkunuz olmasın Turgut Özal’ın mezarı, adalet aramak için değil, eşikteki üç büyük seçim öncesi yapılacak yeni siyaset mühendislikleri ve imaj operasyonları için açılıyor.

Karar en tepeden verilmiş ve tıpkı Balyoz’daki hüküm misali hedefe oturtulacaklar daha işin başında yani bugünden bellidir.

Göreceksiniz bu mezar açma olayı ile TSK katil olmakla özdeşleştirilecek yani malum besleme medya aracılığı ile Türk Ordusu topluma Cumhurbaşkanına suikast yapan bir imajda sunulup yapılan Balyoz ve Ergenekon’un sebep olduğu travmalar önlenmeye çalışılacak.

Mezar operasyonuyla TSK’nın yanına bazı işadamları da dahil edilerek, seçim öncesinde sermaye yeni bir korku dalgası altına sokulacak ve muhalefetle arasına mesafe konacak.

Bu şekilde AKP’nin güya egemenlere karşı mücadele ettiği imajı pompalanıp aynı zamanda Özal’ı sahipleniyor görüntüsü ile merkez sağ seçmene selam çakılacak!

İslama göre ölüler mezarında rahatsız edilmemeli ama bunlar çıkarı için her şey gibi İslam’ı da paspas yapıyorlar!

Suriyelilere sınavsız üniversite rezilliği

Merkez medya Tayyip Erdoğan kızmasın diye yazmıyor ama rezillikler diz boyu!

AKP zerre belge aramaksızın sadece beyana bağlı olarak Suriye’den kaçanlara üniversitelerimize kaydedilmesi emrini verdi.

Evet yanlış okumuyorsunuz, vatanını satan ABD işbirlikçisi Suriye teröristleri sınav ve belge olmaksızın üniversitelerimize alınıyor.

Söyleyin lütfen bu tablo kabul edilebilir mi?

Beşar Esad’a karşı isen ve Suriye bölünmeli diyorsan Türkiye, pardon Tayyip Erdoğan tarafından üniversite diploması ile ödüllendiriliyorsun!

Yahu bizim çocuklarımız üniversite kapılarında, madem böyle bir imkanın-kontejanın var alsana onları !

Yok AKP güruhuna göre Arap ve Beşar karşıtı isen, bu ülkede değer görmede on Türk’e bedelsin!

CHP ile MHP bu yapılanı millete niye duyurmaz ve kamuoyu neden ayağa kalkmaz?

Sabahattin Önkibar - 25 Eylül 2012 - Aydınlık

Link to post
Sitelerde Paylaş
  • İleti 41
  • Created
  • Son yanıt

Top Posters In This Topic

Federasyon müzakeresi

MehmetAliGuller.jpg

AKP’nin Oslo’daki muhataplarından Zübeyir Aydar, yeni müzakere sürecine kendi kamuoylarını hazırladıklarını açıkladı.

AKP Hükümeti’nin gittikçe yoğunlaşan “müzakere” içerikli açıklamalarının da, Türkiye’yi sürece hazırlama amaçlı olduğu anlaşılıyor.

Anımsayalım: Önce Bülent Arınç sahne almış ve “belki MİT şu anda PKK’yle görüşüyordur” demişti. Ardından Adalet bakanı Sadullah Ergin sahneye çıkmış ve “Öcalan’ı da sürece dâhil etmek gerekir” diyerek vitesi yükseltmişti. Nihayetinde Başbakan Erdoğan ekranlardan “Oslo sürecine yeniden başlayacaklarını” ilan etti.

Böylece tıpkı PKK gibi AKP da kamuoyunu müzakereye hazırlamış oldu.

MÜZAKERE HAZİRAN’DA BAŞLADI

Bu süreçte terörün dozu da artırılmış ve bıkkınlık yaratılarak, toplumun müzakereye razı edilmesi amaçlanmıştır.

Ancak müzakerelerin zaten başladığını, Haziran ayında Abdullah Öcalan’ın sık sık MİT Bursa Bölge Başkanlığı misafirhanesine götürüldüğünü anımsatalım. Nitekim ABD Büyükelçisi Francis Ricciardone “PKK Hüseyin Aygün’ü müzakereleri engellemek için kaçırdı” diyerek, sürecin varlığına işaret etmişti.

Öncesinde yapılan Mesud Barzani - Kemal Burkay ve Tayyip Erdoğan - Leyla Zana görüşmeleri de bu çerçevededir.

DİYARBAKIR’I MERKEZ YAPMA MÜZAKERESİ

Peki, yeni dönemdeki müzakerelerin hedefi nedir?

Ana hedef, bizzat Başbakan Erdoğan’ın daha 2004 yılında ifade ettiği gibi “ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi içerisinde Diyarbakır’ı merkez yapmaktır” yani Türk-Kürt federasyonudur.

Ana hedef için geçen yıllarda hayli yol alındı, çeşitli aşamalar geçildi.

Yeni aşama, Türkiye’nin güneydoğusuna, Irak’ın kuzeyindekine benzer bir statü vermektir. PKK bunu “demokratik özerklik”, AKP ise yerel yönetimlerin güçlendirilmesi diye isimlendiriyor. Pratikte aynı şeydir.

Başbakan Erdoğan’ın AKP Kongresi’nde ilan edeceği de budur. Nitekim şartlar oluşmuş, “çevrenin” güçlendirilmesi için “merkez” olabildiğince zayıflatılmıştır. Balyoz kararını ve TSK’nin “kafeslenmesini”, merkezin zayıflatılması olarak da değerlendirebiliriz.

“Erdoğan’ın yol haritası” olarak basına servis edilen üç aşamalı planın ikinci aşaması “yeni Oslo sürecinin” hedefini ortaya koymaktadır. İkinci aşamada, yerel yönetimlerin güçlendirilmesi, merkezden yerele iktidar devredilmesi, yerelin mali olanaklarının artırılması gibi adımlar var.

ORTAK YOL HARİTASI

Ancak “Erdoğan’ın yol haritası”nın aslında “Öcalan’ın yol haritası” olduğunu özellikle vurgulamalıyız.

Öcalan’ın “Türkiye’de demokratikleşme sorunları, Kürdistan’da çözüm modelleri – yol haritası” başlığını taşıyan 15 Ağustos 2009 tarihli raporu, fiilen AKP Hükümeti’nin Açılım kılavuzuydu.

55 sayfalık raporun son bölümünde yer alan önerilerin bir kısmı, geçen zaman içinde uygulandı. Sırada adım adım uygulanması istenen “demokratik özerklik, yeni anayasa ve başkanlık sistemi” var.

Bu üç hamleyle birlikte, milli devlet yıkılmış ve federasyona geçilmiş olacak.

Mehmet Ali Güller

ulusalkanal.com.tr

Link to post
Sitelerde Paylaş

goonlum-savas-istiyooo-neredesin-esed-0510121200_m.jpg

Meclis’ten savaş izni yetkisinin çıkmasını alkışlayıp çıkınca da ‘korkmayın savaş çıkmayacak’ diye güya bizi sakinleştirmeye çalışan şu çekirdek beyinli yazarlar, yetti be, bir bitmediniz gitti.

Zekamızla oynayan bizleri muhakemesiz, hafızasız ve bilgisiz yığınlar gibi gören bu hayvanlara birkaç lafım var.

1) Savaş izni çıkmasından korkmamızın sebebi, savaş çıktı çıkıyor değil, sıkıysa çıkarsın, yiğidim aslanım diyorsa sıkıysa alsın ordusunu yürüsün, dünya topraklarının belediye ihalelerindeki gibi babasının malı olmadığını anlar yer dayağı oturur aşağı. Savaş izninin siyasi iktidarın eline geçmesinden korkmamızın sebebi, denetimi kontrolü olmayan maceracı birilerine bir büyük yetki verilmesinin yarattığı paniktir.

İnsanlığın tek tutunduğu nokta da savaşa karşı bu fazlasıyla abartılı endişeleri ve korkuları’dır.

Ahlaksız terbiyesiz hayvan yazarlar, ‘insanlık korkularıyla’ dalga geçmeyin.

Şu anda dünyada önü alınmaz savaşları durduracak tek şey bu abartılı korkularımız ve her şeyden nem kapan paniğimizdir.

2) Siyasi iktidarın savaş iznini eline alma sebebini dünya alem biliyor, Esat, isyancı çapulcuları yerle bir etti dağıttı tuz etti, bu farelerin kaçacağı delik netice alacakları hiçbir imkan kalmadı, şu anda yapabilecekleri tek şey, Türkiye’nin top atışlarını arkalarına almaları ve top atışı desteğiyle mikro alanlarda belirsizliğe doğru varlıklarını bir umut belki diye korumaları. Bu farelerin altı aya kalmaz netice alacaklarını dünyaya bildiren büyük siyasetçilerimiz şimdi yavaş yavaş bu büyük belirsizliğin batağına son birkaç bomba atalım belki denge değişir diye hepimizle dünyayla bizlerle meclisle oynuyorlar.

Korkumuz budur, çekirdek beyinliler.

3) Üstelik savaş iznini alan siyasetçilerin bölgesel siyaset üzerinde kontrolleri güçleri ve etkileri hatta itibarları sıfırdır. Ve hatta İran bas bas bağırıyor bu savaş İsrail’in haçlıların savaşıdır diye artık Orta-Doğu’da herkes tarih boyu batıya karşı Müslümanları korumuş Müslüman bir ülkenin şimdi Haçlılar’la yan yana ne yaptığının şaşkınlığını yaşıyor.

4) Türkiye güçlü bir ülke diye zırvalayanlara da. Doğalgaz ve petrolü olmayan bir ülkeye habire güçlü sıfatı verenler ya gerçekten ‘hayalci’ ya da kasıtlı şekilde romantik bir kışkırtmaya soyunmuşlar.

5) Savaş iznini alan siyasi iktidarın kendi halkına hukuksuzluk’un fütursuzluğunu dünya alem biliyor. Şimdi uluslar arası bir alanda aynı hukuksuzluklarla netice alma hevesi iştahı taşıdıkları hiçbir dünyalı için sürpriz değil. Yani iç hukukta yüzlerce sabıkası olan bir siyasi hükümetin ciddiyeti saygınlığı sözünün geçerliliği yani tam bir ‘güven’ sorunu çıkmazı vardır. Unutmayın hem halkının dahi güvenmediği destek vermediği ve dünyalılar’ın kuşkuyla izlediği bir siyasi hükümet bu savaş iznini eline geçirdi.

6) Üstelik hem dindaşımız hem akrabamız olan Suriyeliler’e karşı Suud ve mezhep kaynaklı çıkışlar olduğu bir gerçektir. Ulusal bir nefsi müdafa haklılığı tam anlamıyla bir mezhep savaşında kullanılmayacak diye bu saatten sonra kimse garanti edemez. Etse de boşuna, inandırıcılığı kalmamıştır. Modern orta-doğu savaşlarının hepsinin altındaki birinci sebep ‘petrol’ iken bu savaşta ‘mezhepçilik’in ön planda olduğu gerçeği sabit bir fikir olarak yerleşmiştir.

7) Suriye devletine karşı isyancı çapulcuların topraklarımızda beslendiği, silahlandığı, örgütlendiği açık gerçektir, hatta ekranlarımızda konuşturulup, bizim ekranlarımızdan savaş naraları attıkları. Sadece bu isyanı örgütleme silahlama gerçeğinin hiçbir gizlilik endişesi taşımadan bu kadar aleni bir cesurlukla yapılmış olması: a) İnsanlık mahkemelerinin konusudur, B) Uluslar arası siyasetin kayıtlarına düşmüştür, rüzgar döndüğünde bugün yanınızdaki ülkeler dahi hesabını soracaktır, c) İsyancı çapulcuları bu aleni silahlama hesap kitap hiç bilmediğinizi, siyaset aklının almadığı korkunç derece kontrolden çıktığınızı gösterir, d) Ayrıca bu aleni isyancı örgütlemeye şahit olan Orta-Doğu halkları tarafından kanlı nefret ve düşmanlıklara sebep olduğunuz gerçektir.

Yani alışkın olduğunuz yasadışılığı Suriye politikanızla belgeleyip uluslar arası sahnede daha ilk günden yasadışı korsan bir devlet görüntüsü verdiğiniz hem gerçek ve hem diplomatik tutanaklarda yerini almıştır.

8) Tarihte savaşlar için iki kesin bilgimiz vardır: a) Salgın özelliği taşırlar, B) Bir saat sonrası dahi bilinemez. Yani yıllarca hazırlığı yapılmış teori, program, hazırlık üç dakika içinde hüsrana uğrar.

8 yılı aşkın süren İran-Irak savaşı sonrası her iki ülkenin de çıkarttığı dersi yeniden okuyalım: bu ders: ‘hayıflanmadır’, her iki ülke de sekiz yıl sonra ‘biz niye savaştık’ demiştir. İran ve Irak’ta ölen milyonlarca insan bir yana her iki ülkenin tüm ahalisi ‘ampute takımına’ yani karşılıklı iki milyona yakın insanın bir organı kopmuş parçalanmıştır.

9) Ergenekon, Oda Tv ve Balyoz davalarında bir büyük gerçekten habersiz olduğunuz da ortaya çıkmıştır, şunu unutmayın.

Hukuki belgeler yargıçlardan hakimlerden hukuki olarak daha büyük daha önemli daha öndedir.

Ama siz yargıçları ve kararlarını hukuki belgelerin dahi önüne çıkarttınız.

Bu şu demek, ‘adamımız varsa başarırız, yaparız’.

Uluslar arası siyasetten adamlarınız çok Suudlar, Amerikalılar. Suudlar’ı bilmem, ama Amerikalılar iş bok’a sarınca, sizden gizlice aranızdaki konuşmaları değil ‘hukuki belgeleri’ ister.

Tabii taşeron ve kahyaların bu gibi günlerde böyle akıl almaz kazalara bolca düşmeleri normaldir.

Siyasi iktidarın gaz’a gelen sicili çoktur.

Elinde savaş izni olan bir siyasi iktidarın kahyalık ve taşeronluk alışkanlığı gereği ‘hukuki belge, hukuki zemin’ aramaya zahmet etmeyeceği gerçeği hepimizin korkusu ve talihsiz beklentisidir.

10) Ayrıca, savaş ille de top mermi ve askeri saldırı değildir, şu anda mesela Antep ve Hatay gibi büyük şehirlerimiz çoktandır ‘tecrit’ edildi ve hatta bazı ilçe ve köyleri tamamen ‘karantina’ altında, ve bazı bölgeler de ise ‘taşınma, boşaltma’ faaliyetleri başlamıştır, birkaç ay sonra da burası savaş bölgesi deyip zorla sürgün başlatılması sürpriz değildir.

Kardeşlerim, deliğinde kapalı yaşayan fare ve yavrusu, kedi korkusundan dışarı çıkamaz, karınları da açtır, birgün deliğin önünde bir peynir parçası görürler, yavru fare, anne ne güzel çıkıp yiyelim der, anne fare, oğlum, bir düşün, biz bir fareyiz, kediler niçin bize peynir ikramında bulunsun, diye tenbihler, sanırım bu evrensel insanlık fabl’ları imam-hatiplerde hiç anlatılmamış, bu ders çıkartılacak hikayeler yerine, Fatih’in İstanbul’u fethettiği yaştasın şiirleri okutulmuş. Ancak sayın Tayyip bey Fatih’in İstanbul’u aldığı yaşı çoktan geride bıraktı hatta Abdülhamit’in düştüğü yaşlara daha yakın.

Nihat Genç

Odatv.com

05.10.2012

Link to post
Sitelerde Paylaş

Ataol Behramoğlu’nun Son Şiiri

Emre-Kongar1.jpg

Sevgili içerdeki ve dışardaki okurlarım, size bu pazar bir şiir sunmak istiyorum.

Ünlü yurtsever şairimiz Ataol Behramoğlu bu son şiirini 22 Eylül 2012 tarihinde Cumhuriyet’te yayımladı.

NE ÇOK HAİN

“Ne Çok Enkaz”ın yazarı Ahmet Necdet’in anısına saygıyla.

Sizinle galiba arkadaş filandık

Işıklı günlerinde gençliğimizin.

Hayalleriyle kanatlanırdık

Gelecek, güzel Türkiye’nin.

Fakat nasıl da değiştiniz birden

Arınıp bütün o düşlerden

Buzlu sularında bencilliğin.

Ne çok hain.

Hayır, belki de değişmediniz,

Aslınız belki de buydu sizin.

Sadece zamana ayak uydurdunuz

Ortak ateşinde ısınıp gençliğin.

Sonra neyseniz o oldunuz

Asıl kimliğinizi buldunuz

Uşağı oldunuz zalimin.

Ne çok hain.

Şimdi giydiğiniz her şey markalı

Tadını aldınız zenginliğin.

O fotoğraflar parkalı markalı

Uzak bir anısı oldu geçmişin.

Fakat yine de yeri geldikçe

El atıp eski albüme

Kullanıyorsunuz reklam için.

Ne çok hain.

Aynı arsız kibir suratlarınızda

Erkeğinizin dişinizin.

İçim bulanıyor karşıma çıktıkça

Ekranlarında TV’lerin.

Kiminiz yeni yetme faşist çığırtkan

Kiminiz kaşarlanmış sırtlan,

Sanırsın kardeşi vampirin.

Ne çok hain.

Yoksul aile çocuklarıydınız

Orta halli, belki zengin.

Soyluydu sizden anneniz babanız,

Sade yurttaşları Cumhuriyet’in.

Siz hangi piç köklerden türediniz,

Kimsiniz, neden böylesiniz

Nasıl boğuldunuz içinde ihanetin.

Ne çok hain.

Zaman geçer, devran döner

Yıkılır sarayı, zindanı zalimin

Efendi uşağını terk eder

Gereği kalmayınca hizmetin

Hele azıcık da diklendiniz mi

Yersiniz kaçınılmaz tekmeyi

Hadi, sıkıysa diklenin

Ne çok hain.

Kimliksizler, omurgasızlar

Hedefisiniz şimdi lanetin.

Ne hizmetinde olduğunuz iktidar

Ne sahte parıltısı şöhretin

Kurtaramayacak sizi bu lanetten,

Halkın içinde yükselen nefretten,

Artık hiç değilse susmayı deneyin.

Ne çok hain.

Emre Kongar - 30 Eylül 2012 - Cumhuriyet

Link to post
Sitelerde Paylaş

Amerikan köpekliğinin fotoğrafı

erenerdem1111.jpg

ABD’nin ortadoğuya getirdiği demokrasi, birçok “doğal işbirlikçi için” ideolojik bir şemsiyeye dönüştü. İşbirlikçiler, ya da Amerikan köpekleri, emperyalist kuşatma karşısındaki “devrimci tutarlılığa” küfür muamelesi yapıyor.

Ortadoğu’da dökülen kan, emperyalist kuşatmacılığın işbirlikçileri eliyle dökülür hale geldi. Eskiden yankee; kendi askeri ile öldürür iken, bugün bölge halklarının eliyle öldürmektedir.

Amerikan köpekliği, CIA beslemesi kalem gerillalarının ardına saklanmış “maskeli tipler” üretiyor. Bu maskeli tipler, İslamcılık elbisesi giyinip, kapalı kapılar arkasında CIA’nın bölgesel kalem gerillaları ile kol kola girebiliyorlar. Amerikan köpekliğinin tarihi hep böyledir.

Geçtiğimiz günlerde Terörist ABD’de metro duraklarında üzerinde şu sözler yer alan afişler asıldı; “Medeni bir insanla bir vahşi arasındaki herhangi bir savaşta, medeni insanı destekle, İsrail’i destekle, cihadı yen”

AFDI adlı Siyonist-emperyalist örgüt/kurum tarafından asılan bu afişlere, konuşma özgürlüğü kapsamında izin verildi.

İki ayrı tipoloji

Amerikan Köpekliği, ABD adlı terörist yapının saldırılarını “demokratikleşme” olarak tanımlarken, bu tanımlamanın ardına takılan iki ayrı tipoloji yaratıyor.

Bu tipolojilerden ilki “takunyalı, ikincisi ise salyalıdır.”

Takunyalı tip, özgürlük ve demokrasi kavramlarına sığınmak sureti ile yaratılan “bölgesel terörü ve Amerikan işgallerini aklayıcı bir misyon üstlenirken, salyalı kanat “liberal teranelere sığınmak sureti ile, bu kavramları toplumsal bilinçaltına işleme vazifesini üstlenmiş...”

Amerikan köpekliğine karşı “devrimci duyarlılığı yükseltmek ve tüm bölgeye yaymak gereklidir.” Amerikan köpekliği, görüldüğü yerde “üzerine gidilmesi gereken bir tür virüstür...”

Amerikan köpekliği, el altından iş yapma, kapalı kapılar arkasında planlar üretme, tertipler, projeler inşa etme mesleğidir. Amerikan köpekliği, şeref ve izzetin 3 kuruşa pazarlanması akabinde oluşmuş aşağılık bir psikolojik ve siyasal süreçtir.

Amerikan emperyalizminin meşrulaşmasını sağlamak sureti ile geliştirilen ideolojik dil, bugün bölgede “İslam iddiası üzerinden kendisini aklamaya gayret ediyor.” Bu iddia ekseninden bakarsak, Amerikan köpekliği, iliklerimize kadar sızmış bir tür operasyonun, vurucu timlerinin aidiyetini temsil eder.

Devrimci şuur

Şeref için, namus ve izzet için Amerikan elçileri sınırdışı edilmelidir. Tüm ABD üsleri kapatılmalıdır. Kapatılmıyorsa, kendisine müslümanım diyen herkesin kapısına Irak’ta tecavüze uğrayan kadınların resimleri asılmalıdır ki, insanlarımız silkelensin.

Kalemini, şerefini ve memleketini emperyalist çakallara peşkeş çekenlerin, iki kadın memesi için tüm memleketi satarım diyebilecek kadar aşağılıklaşmış ve Amerikan-İsrail tezgahına meze olmuş kişiliksizlerin planlarının bozulabilmesi için, zulme ve tüm emperyalist saldırganlıklara karşı, ezilenlerin, devrimcilerin bir safta birleşmesi gerekir.

Yeryüzü bu çirkef bozgunculuktan temizlenene kadar “rahatı kendisine haram kılan” bir bakış ile mücadeleci, muteriz bir kişilik üretmek gerekiyor. Ali Şeriati’nin Kendini Devrimci Yetiştirmek adlı kitabını bu nedenle öneririm.

Bir memlekette Amerikan bayrağı özgürce dalgalanabiliyorsa, oradaki insanlar özgür değildir. Yahudi-Siyonist terörün ve küresel çetenin besleyicisi ABD’nin askeri üslerinin var olduğu bir ülke, tam sömürgedir. O ülkede insanlar, tüm yapay çelişkileri terk edip, öncelikle bu durumu ortadan kaldırmak zorundadır. Önce yankee defolsun gitsin, ondan sonra kendi meselelerimize bakarız...

Bana göre devrimci şuur budur.

Amerika’yı görmeyen bir devrimci aklın tutarlılığından şüphe ederim. Ya da ABD’yi görmeyen bir İslamcı algılayıştan haya ederim.

Eren Erdem - 28 Eylül 2012 - Aydınlık

Link to post
Sitelerde Paylaş

Başardın Davutoğlu

sebahattinonkibar.jpg

Adı: Financıal Times.

Küresel baronlarla finansçıların yayın organı.

Dünkü birinci sayfasından anonsladığı haberinin başlığı, “Kürtler Temel Atıyor” idi.

Haberin içeriğinde ise Suriye Kürdistan’ının inşası anlatılıyor yani kurulan karakollarla polis teşkilatı ve mahkemelere kadar özerk bir yapı hatta bağımsız bir devlet için gerekli olan alt yapının ihyası var.

Bu şekilde “Kuzey Irak”tan sonra “Kuzey Suriye” de artık literatürümüze resmen girmiş oldu.

Suriye’de Kürdistan’ın kurumsal olarak yaratılması ise Büyük Kürdistan projesinin en önemli merhalesidir.

Peki, bunun mimarı kim midir?

Ahmet Davutoğlu ya da onun mensup olduğu AKP iktidarıdır!

Evet! Eğer yanlış Suriye politikası izlenmeseydi, Suriye’de kaos olmayacak ve başımıza “Kuzey Suriye” diye yeni bir bela açılmayacaktı.

“Suriye Kürdistan”ı niye mi bela?

Sadece PKK’nın yeni merkezi olacağı için değil, aynı zamanda 4 ayrı ülkede bulunan Kürtlerin bir araya gelip ortak devlet kurmasının önü açılmış oldu ki bunu anlamı, Türkiye’den büyük bir parçanın ya da bölgenin koparılması demektir.

Buradan hareketle ortaya çıkan fotoğraf nettir ve o da Büyük Kürdistan’ın aslında Ankara’da bizzat AKP tarafından kurulmaya çalışıldığıdır.

Öyle çünkü izlenen Suriye politikasının bundan başka izahı olamaz!

Soruyorum: AKP, Beşar Esad politikası ile Suriye Kürtlerinin önünü açmanın ötesinde hangi sonucu aldı?

Bu arada Barzani’nin yakın dostu olan Mir Dengir Fırat gibi AKP’lilerin, “Türkiye ya büyüyecek ya da küçülecek aksi mümkün değil” demesi de bulunduğumuz süreci anlatıyor.

Büyüme, işin hamaseti yani Osmanlı gazlaması, asıl beyan “küçülecek” yani “toprak koparılacak” imasıdır.

“Kör göze parmak” misali her şey bu kadar aleni iken toplumun ve kamuoyunun “kuzuların sessizliği” misali olması kahredicidir!

‘Hangi şerefsiz zam yaptı?’

Kemal Kılıçdaroğlu, kürsüde aynen şu ifadeyi kullanıyor:

- Zam emrini verenlere, “bu zam neyin nesi” diye sorsak, “hangi şerefsiz zam yaptı” diye sorar ya da inkar ederler.

Yok, emin olun Kılıçdaroğlu’nun yaptığı mübalağa değil.

Gelin hep bareber mini bir hafıza turuna çıkalım:

Birkaç yıl önceydi.

Bugün dünyanın en pahalı benzinini satan AKP, o günlerde yine benzine zam yapmıştı.

O dönem kamuoyu, biraz daha özgür olduğu için, o zamma feveran etmişti.

Derken hiç unutmam, Kars civarında yurt gezisinde olan Başbakan Erdoğan, şu demeci verdi:

- Bu zam neyin nesi kardeşim. Kim karar verdi buna? Ankara’ya gidince hesabını soracağım.

Evet, beyan aynen bu idi ki isteyen “google” arşivinden bunu bulabilir.

Düşünün, uçan kuşlara bile istikamet tayin etmeye kendini muktedir gören Tayyip Erdoğan’ın, yapılacak olan benzin zammından haberi olmayacak, bu mümkün mü? Ama buna rağmen Erdoğan, o sözleri edebildi.

İşte bunundan ötürü “Kılıçdaroğlu’nun o sözlerinde haklılık var” diyorum.

Duruşu olmayana, gazeteci ve aydın denebilir mi?

Aydın ya da münevver, tavır alabilen, meydan okuyan ve gerektiğinde bedel ödeyen insan demektir.

İşte size Türk matbuatından birkaç resim:

- Fehmi Koru, Erdoğan için “Obama gibi geldi, Bush gibi oldu” dedikten sonra Başbakan’ın hücumuna uğramadı mı? Dahası Yenişafak’tan kovulmadı mı? Peki sonrası? Koru, Erdoğan’a en yakın olan Star Gazetesi’nde yazar. Söyleyin, böyle birine “bağımsız aydın” ya da “münevver” denilebilir mi?

Peki ya Ahmet Taşgetiren?

O da PKK bağlamında Erdoğan’ı eleştirdiği için Yenişafak’tan kovuldu ama zerre bir dik duruş sergileyemedi.

Keza AKP kongresi bağlamında Tayyip Erdoğan’a methiyeler düzen Fatih Çekirge?

28 Şubat ile 2003 süreçlerinin medya Paşa’sının zikzakları gözler önünde değil mi?..

Aynı şekilde 2003’te bir gece ansızın ekrana çıkıp, “AKP gidiyor, milli koalisyon kuruluyor” diyen Turgut Yılmaz’ın, Turgay Ciner’e emaneti olan Muharrem Sarıkaya’nın, AKP yardakçılığına ne demeli peki?

Bitmedi, Başbakan’ın uçağına binebilmek için onlarca ricacıyı araya sokan ve bu kutlu (!) özlemine kavuşan Fikret Bila’ya aydın ve mücaledeleci gazeteci diyebilir miyiz?

Sırların takasında can alıcı soru

Yaşar Büyükanıt ile Tayyip Erdoğan arasında sırların takası mı var?

Bunu niçin mi soruyorum?

Tayyip Erdoğan’ın, Dolmabahçe’de ne konuştunuz sorusuna verdiği mealen şu cevaptan ötürü:

- İçerik konusunda Büyükanıt Paşa konuşmazsa ben de susarım. Yok o konuşursa ben de bildiklerimi açıklarım.

Görüyorsunuz, bu ifadede, “sen benim sırrımı tut, ben de seninkini” gibi bir mesaj var.

Değilse üstelik Tayyip Erdoğan gibi çok iddialı bir Başbakan, üstelik İlker Başbuğ gibiler bile hapse giderken kılını kıpırdatmayan yani Hakan Fidan misali sahiplenmeyen biri, Yaşar Büyükanıt’a böyle bir ayrıcalığı niye yapsın?

Peki, bu sırlar ne midir?

Ankara’da bu bağlamda söylenenler var, lakin yazamam. Zira ispatı zor olduğu için suçlu olurum.

Ancak...

Yaşar Büyakanıt’ın, Erdoğan hakkında bildiği o sırrı, TSK’da başka bilen yok mu?

Büyükanıt o sırrı gökten yani ilahı aracılarla almadı ya?

Öyle ise o sırrı, Büyükanıt’a taşıyanlar neden susuyor?

Bir dedikoduya göre o sırlar, Erdoğan Cumhurbaşkanlığına aday olduğunda açıklanacak!

Sabahattin Önkibar - 04 Ekim 2012 - Aydınlık

Link to post
Sitelerde Paylaş

gosteris-icin-siddet-2509121200_m.jpg

Balyoz davası sonrası medya yorumlarını okuduk yüzde yüzü yani tamamı ‘sahte belgeler’ kuşkusunu dile getirdi, sağcısı solcusu yandaşı hepsi bir ‘milli mutabakat’ gibi sahte belgelerin varlığının mahkeme kararını tartışılır hale soktuğunu beyan etti.

Yandaş İslamcı liberaller sonunda şöyle bir ittifak içindeydi, mahkeme kararları doğru, az bile, ancak sahte belgeler işi bozuyor.

Peki sahte belgelerle inşa edilmiş bir davanın kararını daha nasıl alkışlıyorsunuz?

Orasını sormayın. Şöyle demek istiyorlar:

‘Hukuk yok ama özgürlük varmış.’

Sahte belgelere rağmen mahkeme kararını alkışlayanların haletini ruhiyetini bir de şöyle yorumluyorum: ‘Karnımız doyduğu için mahkeme özgür karar verdi, ama belgeler de sahte.’

Sahte belgelere rağmen mahkemenin bu meşum kararını onaylayanların ruh hallerini daha başka nasıl yorumlayabiliriz, şunun için de olabilir, ekonomideki bırakın yapsınlar’ın hayata geçebilmesi için önce ‘hakimleri de bırakalım yapsınlar’ın devreye girmesi şarttır.

İşte böyle bilinmez saçma sapan bir yere geldiniz.

Bence işleri doğru tahmin edemediniz. Taraf Gazetesi tezgahınız tutmadı. Artık yeni deli danalara yeni uçuk virüs gençlere ihtiyacınız var.

Oysa geçmişten ders alacak çok zamanınız vardı.

Hem size hem PKK’ya hem de Amerikalı dostlarınıza selamım olsun, Türkiye’nin fiyatı çok yüksektir, hukuk ondan da yüksek. Taraf Gazetesi’ne giydirdiğiniz özgürlük don’u tutmadı, b.k içindesiniz.

Türkiye’yi bir hukuk bataklığına kim düşürdü?

Şimdi yukarlarda aranızda konuştuğunuz tek çare, bunların hepsini yeni anayasayla affettirip bir mutabakat zemini işte yeni bir fırıldakla buluruz düşüncesi.

Geçin bunları, hukuk dışında ‘don’ yoktur. İnsanlığın yolundan şaşmayın.

John Steinbeck’in meşhur lafıdır, Amerika’da sosyalizm niye tutmuyor sorusuna karşılık: ‘Çünkü Amerika’da öyle bir atmosfer yaratıldı ki yoksullar kendilerini geçici olarak dara düşmüş milyonerler olarak görür.’

Türkiye’de en akıllısından en aptallına kadar yarattığınız atmosfer şuydu:

Darbecileri cezalandıralım özgürlük gelir.

Balyoz ve Ergenekon ve ODA TV tutuklularına küfreden herkes kendini ‘özgürlükler içinde dans ederek yüzüyor’ sandı.

Bir yere geldik ama nereye geldik, budalalar cennetine hoş geldiniz.

Sahte belgelere cinnetle sarılmış bir iktidar ve onun yandaşlarınızı izledik.

Sahte belgelerle dolu uçaklarının düştüğünü birkaç sene daha kabul etmekte zorlanacaklar. Ancak bu süre içinde sadece Türkiye değil tüm dünya, tezgahın bütün pisliklerini okumuş anlamış ve yeterince bizler kadar şaşırmış olacak.

Bence siz eski günlerdeki gibi ekranlarda ‘mehdi’nin yeniden dönüşü tartışmalarına’ başlayın, başka yolunuz kalmadı.

Adolf Hitler’in lafıdır, düşünemeyen insanlar yöneticiler için ne büyük şans.

Taraf ve yandaş basın, yöneticilerinize geçtiğimiz on yıl içinde çok çok büyük şanslar verdiniz.

Özgürlük diye tepinip yeterince eğlendiniz ancak şimdi şarap ve saçmalık stoklarınız tükendi.

Yeni Yalanlar’a Yeni Tezgahlar’a ihtiyacınız var.

Yeni yalanlar yeni tezgahlar da buluşmak üzere, bekleriz, biz yine burada olacağız.

Şuraya bakın, on yıldır sabah akşam Türkiye’yi oyaladınız, gömdüğünüz silahlar, yerleştirdiğiniz virüsler, sahte belgeler hepsi açığa çıktı, şimdi de, sahtelermiş ama olsun, bir ceza verilmeliydi. Yani ‘gösteriş için şiddet’. Yani göz korkutma, sindirme için.

İşte benim de Balyoz yorumum: ‘Atlar gitti bu eşekler kaldı.’

On yıl içinde köyde tavuk ot sığır kalmadı, iktidar ve sizler, tarımla, toprakla, bereketle değil işte bu zırva belgelerle uğraştınız, sonuç, ülke diye elinizde sadece bu keçilerin yaşayabildiği çorak değneksiz araziler kaldı.

Bu yüzden yine de Kafka’nın lafını hatırlatmak lazım: ‘Umut var ama bizim için değil.’

Özgürlük keçileri ve özgürlükçü eşekler, sizler varken bu iktidarlar hiç bitmez, korkmayın.

Açılmış tarlalar bakımsız kalırsa yeniden dikenliklere dönüşür. Gün gelir dikenler de yurdunu ister, dikenler istila ederek saldırır.

On yılda hukuku siyaseti dikenler gibi istila ettiniz.

Ve sonunda:

İskambilden yapılmış dijital virüs kuleniz çöktü.

Bir de, kendi aralarında dahi kalleşler, Taraf Gazetesi ve yandaş İslamcılar mahkeme kararından sonra hakimleri yalnız bıraktı.

Hakimler sizlerin bavulları ve manşetlerinizi karara bağladı ama şimdi onları sahipsiz bırakıyorsunuz. Pişmemiş ördekleri hakimlerin ağzına tıktınız, insan modern bir uygarlıkta birazcık zeki birazcık akıl işi ‘belge’ uydurur, sizler zeki akıllı, Türkiye ve dünya aptal, öyle mi, şimdi, yut yutabilirsen?

Sonunda selametle çıktığınız yol, sizler ve hakimler ‘hukuksuz’ kupkuru çıplak firavunvari bir ‘şiddet gösterisine’ razı oldunuz… Aferin size.

Tabii bu şiddet gösterisiyle yalnız canavarlaşmadınız, bu arada, servetlerinize servet ekranlarda ününüze ün kattınız, ihaleler, kadrolar, sınav yerleştirme merkezleri dahi kendi cemaatinizin tayin merkezleri çoktan oluverdi, kardeşim bir değil iki değil yüzlerce liberal yazar bin fantom gücünde özgürlükçü yazar oldu, onlarcası ekranlarda bulaşık temizleyici persil kahramanı oldu.

Bakın lideriniz sayın Tayyip bey şehid sayılarını artınca tek bildiği çözüm olarak, çocuk sayısını üç’ten beş’e çıkarttı, ne demek bu, böyle yaltakçı sessiz yazarları gördükçe, annelerinize yeni siparişler veriyor, ne üçü ne beş’i düzinelerce istiyor.

Neydi meşhur tekerlemeniz: ‘Mahkeme safhasına müdahale etmeyelim karışmayalım’, ‘iddialar var efendim’ diye diye bugüne geldiniz, geldiğiniz yerde tren şu anda kontrolden çıkmıştır.

Tek becerinizin belge uydurma olduğunu gördük. Belge uydurarak toplumu sindirme tutuklama yoluna girdiniz.

İnsan soruyor, bu kadar aç İslamcıyı liberali yandaşı doyuracak başka bir sihirbaz çözüm niye bulamadınız, bizden ne istediniz, yıllarca yatıyor arkadaşlarımız.

Ama olsun, hayırlı da oldu. Katlettiğiniz hukukla dünyaya kepaze oldunuz, kendi kendinizi ıslah etmiş oldunuz. Ne sizi döven ne sizi yasaklayan olmadı. Kendi kararlarınızla kendinizi infilak ettirdiniz, bunun adına artık bizler bir isim takalım: Özgürlük Bombası.

Bilmem siz kime güvenerek asker olsun yazar olsun yurttaşlarımızı savunmasız zavallı tahtakuruları gibi ezip yok etmeye karar verdiniz.

İşte korktuğunuz kabus başınıza geldi sonunda dize geldi konuştu sahte belgeler.

Hepinize tekrar tekrar ders olsun. Hayatlarımız sizin sinsi iktidar pazarlıklarınızın tertiplerinizin konusu olmayacak.

Sahte belgelerle gerçekte postmodern bir Frenkeştayn yaratıp üstümüze saldınız.

Bu Frenkeştayn şimdi sizi yavaş yavaş yiyecek.

Bunun adına ‘hıyarcıklı veba da’ denir, eski dünyaları yok eden.

Canavarlar sadece vahşi ortamlarda karın doyurur.

Onu bunu şunu kurumları yazarları hepsini basıp tutuklayıp bu hukuksuz vahşi ortamı bu yüzden planladınız.

İnsanoğlu, mısır, pirinç, buğday ektiği günden beri ‘hukuk’a güvenir, hukuk’tan üstün yoktur.

Ancak uyanmamış hala sahte belgelerin üstüne bir de keyifle kahvelerini içen köşe canavarları var.

Bırakalım içsinler, kahve ikramımız olsun afiyet olsun, son bir kahveye idam mahkumlarında dahi izin verilir, tadını çıkartsın şu son birkaç yılının.

Nihat Genç

Odatv.com

25 Eylül 2012

Link to post
Sitelerde Paylaş

SURİYE PROVOKASYONU VE AKP’NİN KİRLİ SAVAŞI

merdan-yanardag_1.jpg

AKP Hükümeti sonunda Türkiye ile Suriye’yi savaşın eşiğine getirdi. Hatta bu eşik geride bıraktığımız hafta aşıldı. Suriyeli isyancıların ateşlediği bizce kesin olan bir top ya da havan mermisinin Urfa’nın Akçakale İlçesi’ne düşmesi sonucu üçü çocuk, ikisi kadın tam beş yurttaşımız yaşamını yitirdi.

ABD, İsrail ve Batılı ortaklarının çıkarları için Suriye’de Beşar Esad’ın liderliğindeki BAAS rejimini devirmeye kalkan AKP Hükümeti, yüzde 95’inin yabancı olduğu belirtilen radikal İslamcı güçleri desteklemeyi sürdürüyor. Dahası, kiralık katillerden, paralı askerlerden ve küresel cihatçılardan oluşan bu haydutlar sürüsüne silah, para ve üs sağlamaya devam ediyor.

Öyle anlaşılıyor ki, AKP kendisini iktidara getiren ve orada tutan güçlere diyetini ödüyor. Türkiye’yi kendi dinci dar “ideolojik” hedefleri doğrultusunda dönüştürmek ve daha “İslami” bir rejim kurabilmek pahasına, Türkiye’yi durduk yerde kirli bir savaşın içine çekiyor. ABD ve Batılı ortaklarının uzun vadeli bir sömürgeleştirme projesinin parçası olan “Ilımlı İslam” siyasetini inanılmaz bir akılsızlıkla ve tüccar kurnazlığıyla ayağına gelmiş bir “fırsat” sanıyor.

Ortadoğu’da ABD ve İsrail’e direnen, Filistin’in kurtuluşu için yürütülen 50 yıllık mücadeleyi kararlı şekilde desteklemeyi sürdüren son ve tek Arap ülkesi konumundaki Suriye’ye yönelik bu saldırı, küresel gericiliğin en önemli hamlelerinden biridir. Suriye Arap aydınlanmasının en önemli havzasıdır. Arap-İslam dünyasındaki tek laik ve halkçı rejime sahip devlettir.

Özgürlük ve demokratikleşme adına sunulan model ise ABD ve Batı yanlısı İslamcı bir rejimidir.

***

ABD ve Batılı ortakları, Suriye’ye doğrudan bir müdahaleden korkuyorlar. Çünkü bu durumda Rusya ve İran’ın doğrudan, Çin’in ise dolaylı şekilde içinde yer alacağı bir bölge savaşı kaçınılmazdır. Çünkü Suriye’den sonra hedefin İran olacağı açıktır. Yükselen ve sistem dışı bir bölge gücü olan, İslam dünyasında ABD ve Batı emperyalizmine karşı direnen Şii ekseninin merkezi konumundaki İran’ı tasfiye etmek, asıl amaçtır.

Bir nükleer güç olmanın eşiğindeki İran bunu gördüğü için, Suriye’ye açık bir müdahale halinde savaşa gireceğini ilan etti. Dahası ilk hedef olarak da Türkiye’yi vuracağını da açıkladı. Bu hafta sonu Türkiye’ye gelen ve Başbakan Tayyip Erdoğan’la görüşen İran Cumhurbaşkanı Birinci Yardımcısı Muhammed Rıza Sani, Ankara’yı şu çarpıcı ifadelerle uyarıyor:

“Türk devlet adamlarını uyarıyorum. Suriye milleti ve devleti aleyhine Erdoğan Hükümeti’nin yapacağı her türlü askeri eylem, Ankara için bir intihar olur. Ankara çok acı bir olayın içinde olduğunu bilmeli ve bu büyük hatayı yaparsa Türkiye’de de bir savaş çıkmasını beklemelidir.”

Evet, olay bu kadar ciddidir.

***

Rusya’nın ise, Suriye’nin kaybedilmesi halinde bütün bölgeyle, Geniş Ortadoğu’yla fiziki ilişkisi kesiliyor. Akdeniz’deki savaş filosunun –ki bu filoda uçak gemisi de bulunuyor- yanaşabileceği ve ikmal yapacağı tek bir liman bile kalmıyor. Suriye’nin Tartus liman kentinde askeri üssü bulunan Rusya’nın bu ülkede asker, uzman ve danışmanları dâhil yüz bine yakın yurttaşı yaşıyor.

Rusya için Suriye’nin kaybedilmesi, merkezi Avrasya’da süren gezegene hâkim olama mücadelesinde denklem dışına düşmek demektir. Ardından İran’ın da vurulması Rusya’nın bu bölgedeki bütün çıkarlarını yitirmesi, bütün iddialarını kaybetmesi olacaktır.

Eğer Suriye’ye ABD ve NATO açık bir müdahalede bulunursa, bu saldırının yatay ve dikey gelişecek bir bölgesel savaşa dönüşmesi kaçınılmazdır. Bu savaşın dikey boyutunu, bütün bölge ülkelerine yayılacak kanlı etnik çatışmalar ve mezhep boğazlaşmaları oluşturacaktır.

Bu bölgesel yangının Çin’in de kayıtsız kalamayacağı ve nükleer silahların da kullanılma olasılığının bulunduğu bir dünya savaşına dönüşmesi beklenmeyen bir sürpriz olmayacaktır. AKP’nin Batı’nın bir taşeronu olarak rol aldığı kirli oyunun bir dünya savaşına dönüşme olasılığı sanılandan da yüksektir.

İşte bu nedenle, ABD, İsrail ve Batılı ortakları Suriye’ye açık bir müdahaleden çekiniyorlar. Bunun yerine bir provokasyonla Türkiye’yi Suriye’ye saldırtmayı ve böylece Esad rejimini devirmeyi planlıyorlar. Çünkü krizi böylece iki ülke arasındaki bir sorun ya da savaş olarak sunma olanakları bulunuyor. O zaman Rusya, Çin ve İran’a dönüp, “Bu, iki ülkenin sorunu, kimse karışmasın” deme şansları bulunuyor.

Tayyip Erdoğan ve AKP Hükümeti işte bu utanç verici taşeronluğu kabul etmiş görünüyor.

AKÇAKALE, AKP’NİN VERDİĞİ SİLAHLA VURULDU

AKP Hükümeti sonunda kendi silahıyla vuruldu. Desteklediği kiralık katiller, eline silah verdiği radikal İslamcılar, Türkiye’de üslendirdiği küresel cihatçılar geçen hafta Akçakale’yi vurdu. Hükümet, hızla karşılık verdi ve Suriye topraklarını top ateşine tuttu. Erdoğan yönetimi fiilen de Türkiye ile Suriye’yi savaşın eşiğine getirdi.

Suriye krizi ve Akçakale olayları sırasında Türk basınında etkili, öncü, doğru ve farklı habercilik yapan tek gazete Yurt oldu. Yurt, geçen hafta boyunca kamuoyunu ve halkı olup bitenler konusunda aydınlattı. AKP Hükümeti’nin adeta “suçüstü” yakalanmasını sağlayan bu haberler Türkiye’yi sarstı.

Akçakale’de üçü çocuk beş yurttaşımızın yaşamını yitirmesine yol açan havan mermisi AKP Hükümeti tarafından İslamcı teröristlere ve Özgür Suriye Ordusu adlı çapulcu sürüsüne verilen silahtan ateşlendi.

Akçakale’nin tam karşısında, Suriye tarafında bulunan İdlib’e bağlı Tel Abyad kasabasının Ayn El İsa Köyü’nde üslenen ÖSO, haftalardır Suriye Ordusu ile çatışıyor. Eyn El İsa Köyü Türkiye’ye 3 kilometre uzaklıkta bulunuyor. Akçakale’nin vurulduğu günlerde bölge tamamen Suriyeli isyancıların ve İslamcı teröristlerin denetiminde...

Bölgede Suriye Ordusu’nun tek bir askeri bile bulunmuyor. Dolayısıyla etkili menzili en çok 3 kilometre olan havanın atıldığı topraklarda sadece isyancılar var. Bu durumda Akçakale’ye düşen havan mermisi de ancak Suriyeli isyancılar tarafından ateşlenmiş olabilir. Ortada tam anlamıyla bir provokasyon var.

***

Ulaştığımız ve doğruluğunu hem Suriye hem de Türkiye’deki kaynaklardan teyit ettiğimiz bilgilere göre; Akçakale’ye düşen merminin atıldığı havan ya da hafif top mermisi, Suriye Ordusu tarafından kullanılmıyor. Bu mermilerin atıldığı havan ya da hafif toplar, NATO ülkelerinde kullanılıyor. Daha da önemlisi, bu havan ve hafif toplar Suriyeli isyancılara AKP Hükümeti tarafından verilen silahlar arasında bulunuyor.

Akçakale’nin havanla değil de Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun iddia ettiği gibi 122 mm’lik D30 tipi bir topla vurulması da durumu değiştirmiyor. Bu tip top, NATO ülkelerinin yanı sıra tam 60 ülkede bulunuyor. Dahası, bu toplardan Özgür Suriye Ordusu’nun elinde de bulunduğu, bugüne kadar çekilen görüntülerde ve fotoğraflarda açıkça görülüyor.

AKP Hükümeti’nin hızla yurtdışına asker gönderme ve Suriye sınırını aşmaya imkân sağlayacak tezkereyi Meclis’ten çıkarması, 320 elin kirli bir savaş için kalkması Tayyip Erdoğan yönetiminin bu provokasyona ortak olduğunu ve Suriye’ye müdahale için fırsat beklediğini ortaya koyuyor.

Hürriyet Gazetesi’nin Washington Temsilcisi Tolga Tanış’ın 24 Ağustos 2012 tarihli haberinde ABD politikalarına yön veren önemli düşünce kuruluşlarından birinin hazırladığı çarpıcı bir “Savaş Senaryosu”ndan söz ediliyordu.

ABD’li liberallerin kalesi olarak bilinen Brookings Enstitüsü’nde hazırlanan senaryo şöyle:

"Suriye’deki olaylarda ölenlerin sayısı giderek arttı. Türkiye yine müdahaleden uzak durdu. Bu kez Suriye’den kaçan mültecilerin sayısı arttı. Bu da Türkiye’nin müdahalesine yetmedi. Senaryonun ilerleyen kısımlarında ne zaman ki Türkiye’de bombalama olayları başladı. Tüm dengeler değişti. Ve sonunda Türkiye, Suriye’ye tek başına girmek zorunda kaldı. Böylece ABD ve Suudi Arabistan ekiplerinin istediği oldu"

Biz bu oyunu hem Gaziantep’te hem Akçakale’de gördük, değil mi?

Merdan Yanardağ - 07 Ekim 2012 - Yurt Gazetesi

Link to post
Sitelerde Paylaş

Sekiz kere kaza mı olur?

249b.jpg

Bir…

Ahaliyi keriz yerine koyup, üniversite sınavının cevap şıklarına şifre konulan ve “sehven” denilen ülke hangisidir?

a. Myanmar

b. Kribati

c. Tanzanya

d. Burkina Faso

İki…

Kapesese’de öğretmen adaylarının soruları araklanan ülke hangisidir?

a. Uganda

b. Cibuti

c. Surinam

d. Afganistan

Üç…

Kapesese’de öğretmen adaylarının soruları gene araklanan ülke hangisidir?

a. Gine

b. Yeni Gine

c. Etiyopya

d. Kamboçya

Dört…

Açıköğretim Sınavı’nda soruları araklanan ülke hangisidir?

a. Moritanya

b. Namibya

c. Porto Riko

d. Ruanda

Beş…

Tıpta Uzmanlık Sınavı’nda yanlış soru ve yanlış yerleştirmeyle, ortopedi’cileri kadın doğum’a, kulak burun’cuları kalp damar’a kaydıran ülke hangisidir?

a. Bangladeş

b. Angola

c. Seyşeller

d. Trinidad Tobago

Altı…

Üniversiteye ve liselere giriş sınavlarında, cevap anahtarlarını kaybeden, tercih formlarını karıştıran, yanlış kitapçık gönderen, yanlış sorular soran, adayların puanlarını yanlış hesaplayan ülke hangisidir?

a. Sri Lanka

b. Haiti

c. Guatemala

d. El Salvador

Yedi…

Futbol menajerliği sınavından, kamu bankası müfettişliği sınavına, imam-müezzinlik sınavı’ndan polis okullarına giriş sınavına kadar, alayında şaibe bulunan, mahkemelik olan ülke hangisidir?

a. Bhutan

b. Samoa

c. Svaziland

d. Zimbabve

Sekiz…

Sınavların alayı mahkemelikken…

Hâkimlik ve Savcılık Sınavı’nın soruları bile araklanan ülke hangisidir?

a. Sierra Leone

b. Çad

c. Botsvana

d. Eritre

“Kazaen deniyor, hataen deniyor, öbür taraftan yine aynı şey oluyor, bir kere kaza, üç kere kaza, hadi beş kere kaza… Sekiz kere kaza mı olur?” diyen devlet adamı, hangi ülkenin devlet adamıdır?

a. Neverland

b. Narnia

c. Mordor

d. Alice Harikalar Diyarı

Yılmaz Özdil - 06 Ekim 2012 - Hürriyet

Link to post
Sitelerde Paylaş

Sa­va­şın iyi­si, ba­rı­şın kö­tü­sü yok­tur

1195.jpg

Ön­ce­ki gün, öğ­le sa­at­le­ri…

Ön­ce yol­lar tra­fi­ğe ka­pa­tı­lı­yor.

Ar­dın­dan yüz­ler­ce çe­vik kuv­vet po­li­si, kri­tik nok­ta­la­ra ko­nuş­la­nı­yor.

Ha­kim ça­tı­la­ra kes­kin ni­şan­cı­lar yer­leş­ti­ri­li­yor.

Kim­ya­sal, bi­yo­lo­jik, rad­yo­lo­jik ve nük­le­er (KBRN) si­lah­lar­dan ko­run­ma uz­man­la­rı, bir sal­dı­rı ih­ti­ma­li­ne kar­şı tüm ön­lem­le­ri alı­yor.

Çev­re­den ge­lip ge­çen şüp­he­li ki­şi­ler dur­du­ru­la­rak kim­lik sor­gu­la­ma­sı ya­pı­lı­yor ve üst­le­ri ara­nı­yor.

Her­kes alarm­da, her­kes te­tik­te.

Ne­re­dey­se ha­va­da uçan kuş­lar bi­le ta­kip­te!

Der­ken es­kort­lar, zırh­lı araç­lar, fre­kans bo­zu­cu Jam­mer­ler, am­bu­lans­lar ve yüz­ler­ce ki­şi­lik ko­ru­ma or­du­su eş­li­ğin­de “o­” ge­li­yor…

* * *

Bu­ra­sı ne­re­si ola­bi­lir?

Sa­vaş fil­mi­nin çe­kil­di­ği bir yer mi, yok­sa ger­çek sa­va­şın ya­şan­dı­ğı Su­ri­ye ya da Fi­lis­tin mi?

Bi­le­me­di­niz…

Bu­ra­sı Tür­ki­ye Cum­hu­ri­ye­ti­’nin Baş­ken­ti An­ka­ra!

Ola­ğa­nüs­tü gü­ven­lik ön­lem­le­ri­nin alın­dı­ğı yer de An­ka­ra Üni­ver­si­te­si!

Baş­ba­kan Re­cep Tay­yip Er­do­ğan, An­ka­ra Üni­ver­si­te­si­’nin 2012-2013 aka­de­mik yı­lı açı­lış tö­re­ni­ne ka­tı­lı­yor. Kon­fe­ran­sa sa­de­ce lis­te­de adı bu­lu­nan­lar, ya­ni ön­ce­den so­ruş­tu­ru­lup “ak­re­di­te­” olan­lar alı­nı­yor. Öğ­re­tim üye­le­riy­le, ço­ğu dev­le­tin ver­di­ği burs­la oku­yan “ak­re­di­te­” öğ­ren­ci­ler, yi­ne de kim­lik tes­pi­tin­den son­ra sa­lo­na gi­re­bi­li­yor. Pro­tes­to hak­la­rı­nı kul­lan­mak is­te­yen on­lar­ca öğ­ren­ci­ye “or­ga­ni­k” bi­ber ga­zı sı­kı­lı­yor. Tö­ren­de genç­le­re ses­le­nen Baş­ba­kan Er­do­ğan “Ki­bir ve gu­rur as­la si­zin ya­nı­nı­za yak­laş­ma­ma­lı­dır. Tav­rı­nı­zı her za­man uz­la­şı­dan, de­mok­ra­si­den ya­na ko­yun, hoş­gö­rü­lü olun!” di­yor! Baş­ba­kan sa­lon­da “hoş­gö­rü­de­n” söz eder­ken dı­şa­rı­da ya­ka pa­ça gö­zal­tı­na alı­nan genç­le­re had­le­ri bil­di­ri­li­yor!

* * *

Ön­ce­ki gün, ak­şa­mü­ze­ri Şan­lı­ur­fa­‘nın Su­ri­ye sı­nı­rın­da­ki Ak­ça­ka­le İl­çe­si…

Su­ri­ye­‘den ge­len top ses­le­ri ve ara­da bir se­ke­rek ev­le­ri­ne isa­bet eden mer­mi­ler ne­de­niy­le gün­ler­dir en­di­şe­li bir bek­le­yiş için­de olan hal­kın kork­tu­ğu ba­şı­na ge­li­yor.

Su­ri­ye ta­ra­fın­dan atı­lan bir top mer­mi­si cad­de or­ta­sın­da pat­lı­yor.

Pat­la­ma­da 2 ka­dın ve 3 ço­cuk ya­şa­mı­nı yi­ti­ri­yor. 3’ü po­lis me­mu­ru 10 ki­şi de ya­ra­la­nı­yor. Ola­yın ar­dın­dan ya­kın­la­rı­nı kay­be­den ai­le­ler, gün­ler­dir ön­lem alın­ma­dı­ğı ve can gü­ven­lik­le­ri­nin sağ­lan­ma­dı­ğı­nı öne sü­re­rek, Ak­ça­ka­le hü­kü­met bi­na­sı­na yü­rü­yor. Po­lis­ler ken­di­le­ri­ne taş atan pro­tes­to­cu­la­rı taz­yik­li su ve bi­ber ga­zıy­la uzak­laş­tır­ma­ya ça­lı­şır­ken, il­çe bir an­da sa­vaş ala­nı­na dö­nü­yor. İl mer­ke­zin­den gön­de­ri­len tak­vi­ye ekip­ler, ge­niş gü­ven­lik ön­lem­le­ri alı­yor.Kor­kuy­la ya­şa­mak­tan bu­na­lan ba­zı Ak­ça­ka­le­li­le­r’­in il­çe­yi terk et­tik­le­ri göz­le­ni­yor.

* * *

Tür­ki­ye sal­dı­rı­ya mis­liy­le ce­vap ve­ri­yor.

20 Su­ri­ye as­ke­ri­nin öl­dü­ğü top atış­la­rı sü­rer­ken, Türk Si­lah­lı Kuv­vet­le­ri­’ne Su­ri­ye top­rak­la­rı­na gir­me yet­ki­si­ni ve­ren tez­ke­re ha­zır­la­nı­yor. Ola­ğa­nüs­tü top­la­nan Mec­li­s’­te­ki ger­gin otu­rum­da tez­ke­re­ye onay çı­kı­yor. Ener­ji zen­gi­ni coğ­raf­ya­yı ye­ni­den şe­kil­len­di­ren­ler, ta­ri­hin ye­ni Vi­et­na­m’­ı ola­bi­le­cek top­rak­lar­da Tür­ki­ye­’yi sa­va­şa sü­rük­le­me­ye ça­lı­şı­yor. Pro­vo­kas­yon­lar bir­bi­ri­ni iz­li­yor. Be­şar Esa­d’­ı de­vir­me ope­ras­yo­nun­da ta­şe­ron­luk yap­ma­sı is­te­nen Tür­ki­ye için ma­ce­ra­la­ra ge­be bir sü­reç baş­lı­yor.

(*) Ben­ja­min Frank­li­n’­in ün­lü de­yi­şi.

Uğur Dündar - 05 Ekim 2012 - Sözcü Gazetesi

Link to post
Sitelerde Paylaş

İşbirlikçi Kime Denir?

2_b.jpg

Hay Allah, daha geçen haftaki yazımın mürekkebi bile kurumadı!..

Anımsayacaksınız, “Hedef 2023” başlıklı yazımda, Pensilvanya’daki zatın taa 2005 yılında söylediği “ulusalcı dalgayı aşacağız”sözüne atıfta bulunup, Dışişleri Bakanı muhteremin “Ulusçulukla hesaplaşma vakti geldi” sözlerinin 2005’teki açıklamayla nasıl da benzeştiğini dikkatinize sunmuştum…

Aslında anlatmak istediğim; tıpkı 2005’te okyanus ötesinden gelen açıklama, diğer deyişle “işaret fişeği!” gibi bu sözlerin de aynı“kodları” taşıyıp taşımadığı idi!..

Bu sorunun yanıtı birkaç gün sonra geldi! Büyük bir hevesle, efendilerinden gelecek talimatları bekleyen yanaşma kâğıt parçalarından biri, ismimi manşetine çekiverdi!.. Peki ne dedi?..

- 28 Şubat’ın sivil işbirlikçisi!..

***

Özenle oluşturulmuş bir fiş ya da form diyelim..

Muhteremlerin iştahla verdiği manşet habere göre, Atatürkçü imişim!.. Eski Anayasa Mahkemesi Başkanı Yekta Güngör Özden’le yakın ilişkiler içinde imişim… ADD yöneticileri ile görüşüyor imişim… İşçi Partisi’ne üye imişim… Halkla iyi diyalog ve ilişki içinde imişim… Güvenilir bir adam imişim… Herhangi bir gizli teşkilatla ilişkim yok imiş…

- Eeee!..

Darbeciler beni ve birçok kişiyi böylece tasniflendirmiş ama bu yanaşmalar sadece benim bilgilerime ulaşabilmişler, iyi mi?!.. Şimdi bu “kâğıt parçası”nın neresini düzelteyim?.. Başta Doğu Perinçek olmak üzere çoğu arkadaşlarım, sevgili dostlarımdır ama ben hiçbir zaman İşçi Partisi üyesi olmadım!..

Yekta Güngör Özden 28 Şubat’ın en karmaşık günlerinde Anayasa Mahkemesi Başkanı’ydı!.. Kendisiyle emekli olduktan ve ADD Başkanlığı’na seçildikten sonra birkaç kez panellerde, konferanslarda birlikte oldum, en az 15 yıldır görmüyorum ve saygım sonsuzdur!..

- Atatürkçü olmaktan, bu fikirleri taşımaktan ise şeref duyarım… Yazdığım her yazının, yaptığım her konuşmanın sonuna dek arkasındayım…

Gördüğünüz gibi yanaşma arkadaşlar derslerine hiç mi hiç çalışmamışlar! Ellerine tutuşturulan paçavrayla ilgili en ufak bir araştırma yapma zahmetine dahi girmemişler ama doğal tabii, tetikçilik böyle iki tarafı keskin kılıçtır; bazen abad, bazen de rezil rüsva olursunuz!..

Üstelik halen soruşturması devam eden ve yasaya göre “gizli” olması gereken bir konuyu sırf bir Kemalist kalemi yemek uğruna manşete çekmek en hafif tabirle ahlaksızlıktır ama tabii anlayana!.. Muhteremlerin, Ergenekon ve Balyoz sürecinde yaptıkları düşünülecek olursa bana yapılan hiç kalır!..

Üstelik aynı ahlaksızlıkla birkaç yıl önce de birçok yurtsever ismi Balyoz ve Ergenekon’a bulaştırmaya kalkmış, fena rezil olmuşlardı…

Gelelim şu işbirlikçilik meselesine…

İşbirlikçi, benim “Karanlığa Karşı Yazılar”, “Vurgun Demokrasisi” ve “Aydın İhaneti” kitaplarımın ortak üstbaşlığıdır.. orada açıkça anlatmıştım, iyi okusunlar:

- İşbirlikçi, iktidara yamanmış, makam, mevki ve ikbal hırsıyla her türlü değerini satışa çıkaran, bağlandığı kapının düdüğünü çalan yanaşmaların sıfatıdır…

Hodri meydan, banka hesapları, oturduğunuz villalar, yatlar, katlar, geçmişte yazdıklarınız, bugün gayet “duygusal!” çiziktirdikleriniz tanığımız olsun, var mısınız?!..

Kadrolu Penis Yazarı!..

Bir zamanlar Amerika hatıralarını ve penis maceralarını yazardı..

Sonra terfi etti“AKP’nin aslında Türkiye Cumhuriyeti’ni nasıl kurtardığını” anlatmaya başladı.

Bu “başdöndürücü dönme” yeteneğine haiz muhterem, baktı ki sürekli irtifa kaybediyor, araya sıkıştırdığı “maceralar” bile durumu kurtarmaya yetmiyor, sağa sola bulaşmaya başladı…

Son olarak, Beyaz TV’de benim de sürekli konuk olarak katıldığım “Dinamit”programını sahte Amerikan güreşine benzetmiş. Yani anlaşmalı, önceden kurgulanmış bir program olduğunu yazmış. Kendisinin katıldığı, beş para etmeyen ve de yayınına son verilen programlarla karıştırmış olsa gerek.

- Haysiyetini oyuncak yapmaya utanmayan“kadrolu dönekler” her zaman var olacaktır doğal olarak ama yalnızca bir nokta bile değil, bir virgül olarak…

Ümit Zileli - 27 Eylül 2012

Link to post
Sitelerde Paylaş

İktidardaki ‘İslamcılar’ bu kadar gaddar nasıl olabilir sorusuna ülkemizin medyası ve akademisinden gelecek bir cevabı uzun yıllar daha göremeyeceğiz.

Hukuksuz ahlaksız dinsiz merhametsiz bir yargı süreciyle ülkemiz alt-üst oldu. Ve her ihtilal döneminde olduğu gibi bu hukuksuzluk felaketinin sıradan bir yargı sürecine bağlayıp normalleştirmeye çalışan Taha Akyol üslubundaki yüzlerce kalem gerçekte olup bitenleri hem bizleri hem insanlığı hem ülkeyi hem hukuku ‘boğuntuya’ getirmekte köylü karakterleri gereği kurnazlıklarıyla çok ısrarlılar.

Aslında olup biten yani hukuk’u iptal eden ülkemizde uzun sürmüş bir köylü isyanı ve sözde kurumlarıyla istilasıdır, camii, parti, gazetesi ve yazarları uzun sürmüş bir illegal örgütlenmeyle Türkiye Tarihi’nin casuslarla el ele en kalleş sayfasını açmıştır.

Müslüman kültür ve medeniyetinin bu denli dehşet saçan hukuk’u yok sayan bir inançları ve Tanrıları olduğunu hiçbirimiz söyleyemeyiz, ancak 1960’lı yıllardan beri İslamcılık diye başka tür bir inanç başka bir Tanrı kol geziyor orta-doğu topraklarında.

Bizler ezberledik ancak yeni yetişen gençlere bu ‘köylü şiddetinin’ kökenlerini tane tane anlatabilmeliyiz. Bu köylü şiddetinin benzerini ortaçağ Avrupası’nın yüzyıllar sürmüş mezhep savaşlarında ya da çok uzağa gitmeden Taliban da pekala tıpkısını bulabilirsiniz.

Özellikle ‘sömürge ülkelerinde’ yeşermiş, ezik, köle, bir üçüncü dünya İslamcılığı. Dini kitaplarda anlatılanların geleneğin kültürün dışında bambaşka bir Tanrı bu.

Plastik üretilmiş bir tanrı. Diyebiliriz ki Allah yerine ikame edilmiş batı karşısındaki korkulardan devşirilmiş modern bir put’ttan kaç zamandır saflıkla ‘inanç’ diye söz ediyoruz.

Batıya karşı yenilginin çürümenin köleliğin geri kalmışlığın cinnetiyle inşa edilmiş bir put, yepyeni bir Tanrı İslamcılık.

Bu merhametsiz kan davasının tarihle gelenekle dinle hiçbir ilişkisi yok, sözümona simülasyon derme çatma demokrasi dışı kurumların ‘gasp’ıyla demokratik kurumları ele geçirmenin hikayesidir bu.

Son elli yılda batılı kurumlar karşısında kinle intikamla sadece iktidar hevesiyle yakınla akrabayla hemşeriyle oluşturulmuş bir kurgu Tanrı.

Bu kurgu Tanrı öncelikle biçimsel bir Tanrı’dır, mış gibi bir Tanrı. Modern kurumların özüyle alakalı değil modern kurumların tabelasını taşıyıp benzeterek anıştırarak dümenine uydurmanın Tanrısı.

Başka da türlü dinin ve dindarın bu cüretkar ‘dehşetini’ anlamak mümkün değil.

Ya da Müslümanlığın Allah’ını bu denli canavarlaştıran nedir sorusuna bir cevabımız mutlaka olmalı.

Ülkemizi ahlak-dışı bir kayıtsızlık içine sürükleyerek çaresizleştiren bu ‘ikame’ ‘kullanışlı’ ‘zahmetsiz’ ‘plastik’ İslamcı Tanrıyı iyi tanımalıyız.

Şerefsizliğin dahi değil insansızlığın bu denli dipsiz mezarlarını kazanları bugünlerde cehaletinden rahatlığından pervasızlığından daha iyi tanıyoruz. Öyle bir yere geldik ki kendi ordusuna kalleşlik ve casuslukla tuzak kuran yüzde elli oy almış bir İslamcı iktidar bu ülkeye nasıl musallat oldu sorusunu dahi soracak adam yazar kalmadı.

Ülkemizi kapkara bir boşluğa, çok uzun sürecek kanlı bir boğuşmaya, bitmeyen kabus gecelere taşıyan bu plastik ikame

Tanrı’yı tanıyalım, unutmayın bu Tanrı’yı köylüler inşa etmiştir, uyuşuk tembel ve beceriksiz insanların marifetidir.

Yaşadığımız hukuksuzlukların gelip geçici bir zulüm dönemi ya da bir dizi siyasi yanlışlık ve boşlukların işi olmadığı, çok derin yapısal kökleri olduğu gerçeğini bilgilerimizi tekrarlayarak yeni yetişen nesle anlatmalıyız.

Sömürge altında yaşayan ezik köle uyuşuk tembel köylülerin inşa ettiği İslamcılık put’unun en büyük özelliği modern demokratik kurumları aldatan bir dizi ‘taktikler’le bugüne gelmiş olmaları.

En başta cemaat denilen tarikat yapılanmasına bakın, tarihi bir kültürümüz olan tarikatla dahi hiçbir ilişkisi yok, sadece biçimsel olarak ‘tarikat’, yani başında biri ve kapısında müritleri, bu kadar. Bir ahlak terbiye insan geliştirme sistemi olarak kültürümüzde yer almış tarikatlarla hiçbir ilişkisi yok, üstelik gerçek bir tarikat olduğunu iddia eden de yok. Saflıkla, ihtiyaçtan hasıl oldu, ihtiyaç’tan uyruldu, diyelim, ikame edildi, diyelim.

1980 öncesi büyük şehir merkezlerinde başlayan yer altı camilerini hatırlayarak başlayın düşünmeye, nedir bu yer altı camileri, çok haklı gerekçeleri vardı, ‘ihtiyaç’tan denildi. Peki bu camilerin geleneğimizde kültürümüzde bir örneği var mıydı, hayır, tarihimizde ilk defa camii gibi kutsal saygınlığı en başta dini kurumlar, planlayanlar tarafından ‘bodrumlar’ın içine sokulmaktan hiç utanılmadı. Bir kat yukarısı karşılıklı iki daire satın alınarak daha tertipli daha temiz daha insani pekala yapılabilirdi?

Yer altı camisi meşhur cemaatin tarikata benzemesi gibi camiyi anıştırıyordu o kadar, ancak asıl hedefi başkaydı, yasa dışı ya da yasa açıkları kullanılarak para toplamak, tarikat ve cemaatlere sempatizen genç mürid ve halk ayağını oluşturmak, yani camii’den çok bir illegal örgüt merkezi gibi. Bir Müslüman şu soruyu hiç sormadı, pratik ve ideolojik faydaları çok fazla diye camii denen Allah’ın evi bodruma tıkıştırılması ayıp günah saygısızlık değil mi?

Gerçek kültürümüzdeki camiyi aşağılayan değersizleştiren, mimarimize ve zekamıza hakaret kabul edeceğimiz bu bodrum camileri ‘saflıkla’ birileri hepimize kabullendirdi. Üzerinde farklı yönleriyle yüzlerce sayfa konuşabiliriz, ancak bu camiiler şehirde ‘köylülerin’ icadıydı ve köylülerin pratik ihtiyaçları için düşünülmüştü, bu vasatın da altında camilerden köylülerin utanması sıkılması beklenemezdi.

Yer altı camileri, camilere sadece benziyordu, bir ‘simülasyon’ anıştırma, İslamcılık’ın din adına kullandığı bütün nesne ve mekanların hepsi bu bodrum camii örneğinde olduğu gibi aslının en kötü en iğrenç kopyaları şeklinde çeşitlendi. Sebebi basit, aslını hakikisini yapacak bilgi beceri ve zekaları yoktu.

İslamcı denilen site ve TV’lerde söylenen arabesk ilahileri dinleyin aynısını göreceksiniz, muhteşem dini müzik kültürümüzle hiçbir alakası yok, içinde inleyen sızlayan arabesk nağmelerle dolu Allah Muhammed lafı geçiyor, bu kadar. Vasat dahi değil, utanılacak çürük ve kokan ve tarihimizde bir benzeri asla olmayan zavallı ilahiler, hayvanlar dahi bu kadar kötü müzik yapamaz.

Ancak hiç kimse saygın geleneksel kültürün kıskanç titizliğiyle üstünde düşünmedi. Bu kuyruk yağı kokan sözümona ilahiler şehre yeni inmiş köylülerin zevkine hizmet ediyordu. Debdebesi vaveylası inceliği zerafeti onlarca çağın yüreklerini hoplatmış dini müziğimizin ne bestesi ne güftesiyle hiç alakası yoktu.

Saflıkla buna da ihtiyaçtan deyip, geçelim. Dikkat edin şehre yeni inmiş köylüler kendi uyuşuk tembel beceriksizlikleriyle geleneksel ve modern her kurumu kendine benzeterek çoğalıyordu, hakikisini öz’ünü çürüterek yok ederek büyüyen bir istilaydı bu. 80’li yıllardan beri çıkartılan dergi ve gazetelere bakalım, hatırlıyorum 80 sonrası yüzbin basılan İslamcı dergileri. Okuyanı yok, bayiden alanı yok, sadece bir posta abone marifetiyle yüzbinlere gönderiliyor. Dergiler astroloji kitaplarından kesilmiş huzmeli ışıklarla süslenip altına yine vasatın altında döşenmiş şiirlerle çıkıyordu. Ne şiir şiire benzer ne yazıları ne mizanpajı? Üstelik okuyanı da yok, herkes mecburen abone. Yani illegal bir para toplama, illegal bir toplanma. Bir mensubiyet oluşturma, ihtiyaç’tan diyelim.

Kesip yapıştırılmış yazı ve resimlerle oluşturulmuş bu dergiler dergiye sadece benziyor, anıştırıyordu, bu kadar, İslamcılık’ın tarihi işte bu benzetilmenin adi kopya üretim tarihidir.

Gazetelerine bakın, bayiden değil, abone sistemi, kapınıza bırakılır, okuyucusu var mı yok mu bilinmez. Şeklen biçim olarak gazete. Ama boşa sokağa kapılara atılarak bir büyük sayı oluşturuluyor, en çok satan oluyor, sonra mecburen en büyük gazete diyoruz. Baştan sona köylü tembelliği köylü uyuşukluğu köylü beceriksizliklerinin oluşturduğu kısa yoldan kurnazlıklarla ilerleyen illegal bir macera.

Otuz yıl süresince bir çok aklı başında sandığımız kalem dahi bu cemaat ve tarikatların ‘sivil kurumlar’ olduğunu söyleyegeldi. Hiçbirinde birey yok, seçim yok. Hepsi tek bir cemaat liderinin ağzına emrine bakıyor, bu nasıl ‘sivillik’ deme cesareti dahi kimsecikler gösteremedi. Bunlar ‘demokrasi dışı’ kurumlardı. Seçimi olmayan bireyi olmayan kurumları demokrasinin hazmetmesi kabullenmemesi lazımdı. Değil, büyük büyük akademisyen ve yazarlar inadla otuz yıl bu illegal ve çağdışı sosyal kurumlara ‘sivil’ diye yazıp çizdi ekranlarda üfürdü ve toplumun hazmetmesini sağladılar. Bu cemaat ve tarikatların müşterileri müridleri sempatizanları destekçileri hepsi şehre yeni inmiş köylülerdi. Bu sözde kurumların gerçek demokratik kurumlara yasa dışı bir meydan okuma olduğunu söz birliği etmişcesine görmezden geldiler, belki de paralarını maaşlarını alıp sustular.

Son kongrelerini afiyetle izlediğimiz demokratik bir kurum bir parti olarak AKP’ye gelelim, lider dışında konuşan yok, lider dışında partide başka güç, kurum, insiyatif yok. Bir parti mi, parti. Biçimsel olarak hukuk’a uygun mu, uygun. Gazetesi camisi ilahisi dergisi gibi partisi de biçimsel olarak evet, bir partiyi anıştırıyor.

Demokratik kurumlara şeklen benzeyen anıştıran hukuki boşlukları kullanan bu sahte yapılanmalar bugün ülkemizin yargısı, öğrenci seçme merkezi, yüksek seçim kurulu gibi devasa kurumları sonunda eline geçirdi, aynı hukuki boşluklar aynı anıştıran andıran şeklen benzerlikler hileler ve kurnazlıklar her biri dümen marifeti tezgahlar kullanılarak.

Şimdi yazımıza geçelim.

Adına halkın yönetimi denilen modern bir yönetim tarzı Demokrasi’den konuşuyoruz. Demokrasi ve kurumlarının tarihi sanayileşmenin ve şehrin tarihidir.

Hangi kitabı açarsanız ilk otuz sayfası şehrin ve demokratik kurumların tarihsel ve sosyolojik oluşumunu tane tane anlatır, ama hepimiz, batının büyük kurumlarının köylülerin şehirleşmesi işçileşmesini okuyarak başlarız öğrenmeye.

Şehirde sahipsiz kimsesiz emeğinden başka hiçbir şeyi olmayan büyük işçi işsiz kitlelerin burjuvaya karşı örgütlenişini emek mücadelesini öğrenmeye başlarız.

Bu tarih aynı zamanda demokrasinin olmazsa olmazı vatandaşlık yurttaşlık birey eğitiminin de tarihidir.

Cins ayrımını din mezhep ayrımını etnik farklılıkları aradan kaldıran örgütlenmiş kurumsallaşmış bir sosyal savaşın tarihini okuyarak bugüne geldik.

Demokrasinin başta anayasa sonra kurumları sonra bireysel haklarının tüm tarihi işte bu gelişmenin tarihidir, birey, seçim, yasa, güvence ve haklar tarihi.

Ülkemize dönelim, diyelim 40’lı yıllarda Köy Enstitüleri’nin sayısı üç-beş değil onbinlere yani hiç değilse köylerin üçte birine ulaşabilseydi Türkiye’nin demokrasi haritası çok daha sağlam rayına oturacağını hepimiz söyler dururuz. Öküzü, sapanı, tarlası, ürünüyle köylü hemen her uygarlığın özü, kökü, her şeyidir. Ancak sanayileşme çağında yaşıyoruz. Köylüler şehre kendi bilgi beceri alanlarını bırakıp hiç bilmedikleri bambaşka sosyal yapılar içine geliyor, onbinlerce yıldır atadan dededen gelen o müthiş tarla bitki ürün iklim bilgilerinin hiçbiri şehirde beş para etmiyor.

Köylüler üstelik dine geleneğe dini örgütlenmeye çok daha yakın iç içe bir hayat içinde büyürler. Ancak sanayi çağı, bir örgütlenme, maddeyi, emeği üretimi projeyi kolektifleşmeyi olmazsa olmaz bir sosyal yasa olarak öngörür. Dini değerler ya da hısım akraba geleneksel köylü değerleriyle şehirde kimlik ve yer bulmak çok zordur. Türkiye aydınıyla şehirlisiyle akademisi ve medyasıyla bu ‘zorluğu’ aşamamış altında kalarak parçalanması an meselesi haline gelmiş bir ülkedir.

Hani şu meşhur altmış yılın aralıksız sağ iktidarları deriz ya, köyden şehre inen kitlelere, maddeyi kaynağı ürünü emeği örgütü kolektifleşmeyi tanıtmayı değil, bu kitleleri sadece sandık hesabı oy hesabı kullandı, büyük çıkmaz sorun da burada başlamıştır. Köylüleri şehirde oy deposu olarak bekleyen şehirli siyasetçiler de dilleri konuşmaları zevkleriyle tıpkı halasının dayısının oğlu gibi köylülerin burnundan düşmüş gibiydi.

Yetmiş yılın sağ siyasetçileri, şehre yeni inenleri, dini muhafazakar geleneksel değerlerinin diliyle oynayarak kullandı.

Şunu da söyleyelim, altmış yıl önce siyasilerin köylülerin dini değerlerini kullanması oldukça naifti, nerdeyse demokrasi şakaları fıkralarının zübük politikacılarının marifeti şeklindeydi. Ama dini değerleri kullanmanın çok kullanışlı çok kolayından siyasi faydaları sağcı partileri iktidarlara taşıdıkça, dini kullanmanın da yepyeni ideolojik tezgahları ‘kurumsallaştı’. Artık bu kullanma uluslarası siyasetin de gündemine ‘ılımlı islam’ olarak çoktan girdi yani artık Demireller’e de artık ihtiyacımız yok, dünyalılar da öğrendi, aracı sağcı siyasetçiler de sonunda aradan çıkarıldı, Oflu’nun direk Allah’a bağlanması gibi, Artık Amerika kullanıyor bu değerleri.

Köylülerin de çok kolayına geldi, şehirde üretmeyi emeği örgütlenmeyi değil, bir yakın akraba cemaat şeyhi dayısı sadakati itikadiyle kendine kimlik ve fırsat edinmeyi. Köylüler de önce dayımın oğlu bizim köylü bizim oralı naifliğinden artık çoktan uzaklaştı, davranışlarından giyimlerine kadar kendilerine tıpatıp benzeyen Demirel gibi ikinci el siyasetçiler değil dini partiler gibi birinci el’den cemaatler vasıtasıyla yepyeni bir siyasi örgütlenme içine girdiler.

Atlayarak gidelim, kurumların şeklinden çok kullanılan dil’i merak edelim. Mesela bugün şehirli bir insana siyasi bir konuşma yaparken, onun nasıl sömürülüp haklarının elinden alındığını, imtiyazlı ayrıcalıklı sınıfları işaret ederek propaganda yaparsın.

Ancak şehre gelmiş köylülerimize siyasetçilerimiz başka bir dil kullandı, sonucu bugünkü dehşete gaddarlıklarla sonuçlanan bir ‘aşağılama’ dilini bir elli yıl kullandılar, sonra bu aşağılama dilinin marifetlerini gördükçe bu aşağılama dilini ideolojileştirdiler, İslamcılık denilen şey de işte bu aşağılama diliyle oluşturulmuş siyasi gargaranın tarihidir..

Altmış yılın sağ iktidarları şehrin bu yeni misafirlerine her vesileyle ‘aşağılandıklarını’ bu yüzden fakir ezilmiş yoksul dışlanmış olduklarının kara propagandasını yaptı.

Ama bu son yirmi yılda gelişen İslamcılık ideolojisi baştan sona ‘bu halkın değerlerine yapılan’ aşağılamaların bitmeyen uzun manifestosunu da çoktan geçti sonunda başka türlü düşünen herkesin kökünü kazıyan bir imha savaşı ilanına dönüştü.

Öyle ki son altmış yılın sağ iktidarlarının onlarca lideri her kürsüye çıkışta konuşma süresinin nerdeyse yüzde doksanını işte kendi köylü kitlelerinin diliyle diniyle alay edilip aşağılandığını söyleyip, işleyip, saf beyinlere kazıyıp, hatta Atatürk’ü şeytanlaştırdı, hatta bütün kötülüklerin anası olarak Cumhuriyet’i düşmanlaştırdı durdu.

Oysa siyasiler aynı kitlelere ezilmişlik ve yoksulluklarını hukuki olarak kabul edilebilecek bir meşru zeminde eleştiri dili olarak kullanabilirdi. Hak arama ve karşı koyma biçimlerinin daha sosyal daha kurumsal daha şehirli daha modern yollarını öğretebilirlerdi. Hayır, ülkeyi tam bir düşmanlık içinde kilitleyecek ülkenin en temel kurumlarını toptan rededen bir ideoloji dilini önce oluşturup sonra devlet haline getirdiler.

Üstelik bu kitleler örgütlenme becerilerinden kasıtlı şekilde uzaklaştırıldı, en basitinden bayiye gidip gazetesini bir sosyal eylem olarak alması dahi istenmedi, hazır kapısına konuldu, seçimi olan bir örgütün içine asla değil siyasi liderlerine şeyh gibi padişah gibi ölümüne sadakatla bağlanmanın dinen Allah’ın da istediği en büyük ahlak olduğu yazılarla konuşmalarla işlendi.

Türk demokrasi tarihi aynı zamanda bu yüzden seçim zamanlarında cemaatlerin ağaların tarikatların şeyhlerin en çok konuşulduğu tarihtir.

Özet, bireye ve seçime açık sosyal örgütlenmelerin hiçbirini beceremeyen bu kitleleri kendi cemaat ya da hemşehri derneklerinde oy deposu olarak tutmanın her türlü ahlaksız biçimlerini dümenlerini denediler.

Seçim günü olsun olmasın siyaset dedikleri aralıksız bir aşağılama kültürüyle köyden yeni gelmiş kitleleri hukuk’a devlet’e cumhuriyet’e toplumsal değerlere karşı canavarlaştırmanın yolunu açtılar.

Velhasıl İslamcılık, hakları ve emeğiyle sosyal örgütlenme becerisi olmayan bu kitlelere yepyeni bir ‘örgütlenme’ şansı doğurdu ve yepyeni bir siyaset dili oluşturdu.

İslamcı dernekler İslamcı tarikat ve cemaatler, seçimsiz kişiliksiz bireysiz yapılardı. Sadece gözü kapalı sadakatla ayakta duruyordu. Kurum yok kişi yok seçim yok. Lider ve şeyhleri işte bunlar sizi aşağılıyor sizinle alay ediyor sizin kıyafetinizle dininizle geleneğinizle dalga geçiyor diyen amansız ve hız kesmeyen büyük bir kara propagandanın içine düştük.

Şimdi siz biz hepimiz, bu gaddar hukuk’a bu denli dini dehşete nasıl niçin ses çıkartmıyorlar diyorsanız… önce, işte kitleler siyasi örgütlü bir mücadeleye değil kardeşin kardeşi yediği öldürdüğü bir kan davasına daha ilk günden hukuk dışı, demokrasi dışı, illegal kurum ve insanlıkdışı nefret söylemleriyle, beyinler yıkanılarak oluşturulan bir dil’i masaya yatırmamız gerekir.

Bu vahşi dilin ideolojisi, sadece bize Türkiye’ye değil, insanlık değerleri ve çağımıza ve evrensel hukuk’a karşı girişilmiş bir meydan okumadır.

Bu yüzden modern toplumların demokrasi tarihi, hakları emeğiyle sosyal bir örgütlenmeyi mutlaka hukuki yasal güvenceleri içine sokarak demokrasi hayatını başlatır.

Ve bu haklı siyasi mücadelenin hukuki siyasi hudutları ve herkes için güvenceleri olurdu.

Ama şimdi arkası karanlık şeyhler arkası ajan dolu Amerikalar’a kadar bin tezgahla tam ve katıksız bir kan davasının içine sokulduk.

İşte gördük, sonuçları ortaya çıktı, bu gaddar hukuksuzluğu yani bu canavarlığı hala başka türlü okumak anlamak isteyen yeni tür frenkeştayn yazarlarımız da çıktı.

Hepimiz oturup köylünün kan davalarının tarihini inceleyelim.. Bir evi çoluk çocuğuyla topluca yakanlar ya da hasımlarını beşikteki bebeğine kadar ortadan kaldırmanın tarihine, insanlık hatta ülkemiz hiç yabancı değildir.

Bu yedi sülalesiyle yok etmek bu rahmindeki zürriyetine kadar kazıyıp ortadan kaldırmanın vahşi kültürü, insanlığın da en karanlık utanç sayfalarıdır. Haklar ve emeğiyle ve örgütüyle verilen siyasal mücadelenin ‘kültürü’ bambaşka bir şeydir, en azından hukuki güvencesi olan sınırları çizilmiş daha tımar edilmiş bir şiddet’tir.

Birer demokratik kurumlar olan sosyal örgütler partiler dergilerin sınırları her şeye rağmen ‘hukuk’ içinde bir yerdedir.

Şimdi bir halk şok içinde, şimdi sormalı hepinize, şehre yeni gelmiş köylülerin ezilmişliği tembelliği uyuşukluğu ve beceriksizliği ve dini değerleri kullanılarak infilak ettirilen bu gaddarlığı tanıyanınız var mı içinizde? İslamcı Tanrılar’a sessiz kalanların İslamcı Tanrıları görmezden gelenlerin İslamcı Tanrılarla düşüp kalkmakta maaş almakta ödül almakta beis görmeyenlerin felaketidir bu.

Hakları ve emeğiyle, birey olmadan seçim olmadan, vatandaş ve yurttaş olmadan, şehirleşmeden, demokrasi kültürü almadan, demokrasi dışı kurum ve söylemlerle siyasete sokulmalarına izin verilmiş derme çatma illegal sahte ‘ kurumlar’ın marifetidir bu amansız gaddarlık.

Köylülere emek, ürün, hak, örgüt, çalışma değil, cemaat yapıları içinde bir şeyhe bir tarikata ya da benzer yapılar içine bağlayıp iktidara yürüyenlerin yol açtığı bir dehşettir bu.

Neymiş, geçti artık demokrasi için demokratik kurumların ‘ruhu’ konusunda hassas olmalıymışız. Siyasi aktörlerin önce hangi hukuki yapılar içinde örgütlendiklerine daha başından çok titiz olmalıymışız, geçti artık, Afganistan Irak kadar dahi direnç gösteremeden bütün hukuk kurumlarınızla üstelik dalga geçilerek işgal edildiniz.

Sorgulamayı bilmeyen gaddarlıktan zerre rahatsız olmayan şeyhim liderime kurban olurum deyip ölümüne bir sessizlikle yola çıkanların bu vahşi tarihine kimler el ayak oldu. Kimler tezgahladı, artık yeniden okuyun. Demokratik sosyal kurumlar konusunda hassas olmayan görmezden gelen herkesin gafletleriyle ortaklaşa yazdıkları vahşetin tarihidir bu.

Mendereslerin Demirellerin Tansular’ın Özallar’ın ve Tayyipler’in sıra sıra kullandığı, emeği bireyi yurttaşlığı örgütlenmeyi hakları hiçe sayıp, kolayından oy deposu görüp, onları vahşi bir kan davasının aşağılama diliyle elli yıldır utanmadan kullanan sağ siyasetin tarihidir bu.

Beslediler büyüttüler yediler sevdiler öptüler pişpişlediler ve sonunda hukuk’u ve devleti ‘canavarların’ bitmeyen gecesinin kabuslarına Amerikan ajanlarının marifetleriyle terk ettiler.

Modern şehri ve modern sosyal kurumları zerre tanımayan önemsemeyen altmış yılın sağ siyasetçilerinin hediyesidir, bu vahşi son.

Sonuç olarak, anlatsan romanını yazsan, dünyada hiç kimsenin inanmayacağı kadar vahşi bir hukuk felaketi.

Dini, ezikliği, geri kalmışlığı, uyuşukluğu, beceriksizliği kullanılarak bir köylü şiddetinin sonsuz merhametsiz imkanlarıyla girişilmiş bir imha savaşıdır bu.

Bu kısa tarihçe, demokrasiyle devleti hala karıştıran aydınlarımıza armağan olsun.

Bu kısa tarihçe, sevmedikleri devleti yıkmak için yanlışlıkla modern toplumun her şeyi hepimizin güvencesi demokrasiyi ve hukuk’u yıkanlara armağan olsun.

Bu kısa tarihçe, demokrasinin en temel kurum ve örgütlerini ciddiye almadan tezgahla dümenle güya özgürlükleri konuşup dalga geçen aydınlarımıza afiyet olsun.

Nihat Genç

Odatv.com

Link to post
Sitelerde Paylaş

medya-alevilerin-laik-demokratik-turkiye-mitingini-sansurledi--1110121200_m.jpg

Ey ülkemin iktidara ‘ilişmiş’ zavallı medyası; Cnntürk, NTV ve Habertürk’ün değerli haber müdürleri; haber olmak için padişahtan izin almak, ya da alanlarda şiddet mi kullanmak gerek?

Sadece siz değil elbette, ulusal medya olarak hepiniz ağızbirliği etmişçesine, bizi de taleplerimizi de, amacımızı da görmediniz…

Tıpkı AİHM kararlarını uygulamaya koymayan devlet gibi, cemevimize ‘ibadethane’ demekten kaçan yargı gibi, en temel insan haklarımızı dahi teslim etmeyen yasama organı gibi… Siz, sadece görmezden gelmekle kalmadınız, hiç sıkılmadan yüzellibinden fazla olan katılım sayısını onbeşbine düşürdünüz. Kitle gerçeğini, taşradan gelen beşyüz otobüsü, (yirmibeşbin kişi) mitingin mesajlarını değil, mitingle ilgisi olmayan, kim olduğu dahi bilinmeyen marjinal bir grupla polis arasında geçen kavgayı öne çıkararak, Alevi-Bektaşileri, solcu ve demokrat musahiplerini töhmet altında bırakıp, istemlerini sansürlediniz!

Oysa önceki yıllarda yapılan üç büyük mitingi, günler öncesinden duyurmaya başlamış, canlı olarak yayınlamış, ufak tefek olumsuzlukları değil, mitingin mesajını öne çıkarmıştınız…

Ne değişti; ‘ülkenin yüz akı ve demokrasinin güvencesi olan muhalifler, Ankara’da bir araya gelerek; demokrasi, laiklik ve AİHM kararlarının uygulanmasını istediler, gerici eğitime ve SAVAŞA HAYIR’ dediler, ‘4+4+4 gericiliğini kınadılar, eşitlik istediler’ demekten neden korktunuz? Kulaklarınıza, çıkarınıza halel geleceği mi fısıldandı? Bu yüzden mi mağdur ve mazlumun değil, zalimin yanında durdunuz?

Yazıklar olsun!

Şimdi artık, mağduriyetimize çanak tutanlara medya da eklenmiş oldu. Medyanın da “ötekisi” olduk. Umudumuz azalırken, korkularımız, gelecek kaygımız, yalnızlık duygumuz çoğaldı…

Başbakan, bakan, MİT, polis ya da başka bir muktedir mi talimat verdi; bir işgüzarlık, oto sansür mü söz konusu? Yoksa yaranma, gönüllü yağdanlık olma duygusu mu bilmiyorum! Bildiğim ve gördüğüm bişey varsa o da şu; medya biraz sıkışınca, ne demokrasi, hak, hukuk dinliyor, ne de “parlamenter rejimin dördüncü gücü” olduğu gerçeğini anımsıyor. Varsa yoksa patrona yaranmak ve “padişahım çok yaşa” korosuna eklemlenmek…

image001(97).jpg

Kürsünün Opera yönü

İşgale uğramış ülkenin müstemleke basını gibi…

Oysa biz sorumlular, miting hazırlığı yaparken ne çok mutluyduk. Binlerce insan, her birimiz, yurdun her bir yerinde gece gündüz çalışmış, medyanın görmek istememsine, tek bir haber yapmamasına karşın, yüzbinleri alana çekmeyi başarmıştık. Padişahlık rüyası görenlere, savaş çığırtkanlarına, sömürge valiliğini zımni kabullenenlere, mezhep devleti maceracılarına karşı gücümüzü, irademizi ve sesimizi birleştirerek, bu karabasana güçlü bir protestoyla “HAYIR!” demeyi ve topluma umut aşılamayı öngörmüştük.

Diyorduk ki, “mitingin duyurusuna yardımcı olmadılar ama yüzbinleri alana toplayınca nasıl olsa görürler, görmek zorunda kalırlar.” Bu umutla ne gece dedik, ne gündüz, çalıştık, çalıştık… Ama heyhat! ‘Özgür’ basınımızın defansını aşmak ne mümkün…

Sendikalar dağıtılmış, işçiler, iktidar yandaşı taşeronlar tarafından köleleştirilmiş, demokratik kitle örgütleri, meslek örgütleri, siyasi partiler susturulmuş, “memleketin bütün kaleleri zapt edilmiş” geriye, zalimin karşısında baş eğmeyen, bu yüzden de mağdur ve mazlum durumunda olan bizler kalmıştık.

Mağdur, mazlum, karamsar kesimlerin-anlayışların kurumlarını tek tek ziyaret ettik… “Solcular, emekçiler, demokratlar, Atatürkçüler, laikler, canlar, kardeşler, çağdaş yaşamaktan yana olan liberaller; gelin bu ülkede padişahlığa, Osmanlıcılığa, mezhepçiliğe, El Kaidecilere, Selefi canilerine, Suriyeli aşağılık beslemelere yer olmadığını birlikte haykıralım! Öyle bir haykıralım ki, sesimiz Ankara’yı geçip, taa Waşington’dan duyulsun” dedik.

image003(35).jpg

Kürsünün Necatibey Caddesi yönü

“Haydin” dedik, haydin! “Gazeteciler, öğrenciler, cezalarının ne olduğu dahi bilinmeyen muhalifler, hırsızlığa, yolsuzluğa karşı çıkan düşünür ve yazarlar hapiste… Ülke bir mezhep savaşının ve bölünmenin eşiğinde… Demokrasi, laiklik, cumhuriyet değerleri işlemez durumda. Yasama, yürütme, yargı kralın yetkisinde…” dedik. Mütevazı olanaklarımızı bir araya getirip, kıt kanaat, hatta olmayan bütçemizden koca bir demokratik eylem çıkardık. “Haydi, alanlara” dedik; koca koca adamlar, günlerce bildiri dağıttık, afiş astık!

image005(23).jpg

Kürsünün Kızılay yönü

Bu ilkel yaşam milletimize, birikimine ve çağdaş dünya standartlarına yakışmıyor. “Bir güçlü ses verelim ki, ‘tamam bitti, bundan sonrası şeriat devleti; yeniden 7. yüzyıla, Muaviye dönemine döndük’ diyerek umudunu kaybedenler, bu ülkenin laik, demokratik birikimine ve dinamiklerine olan güvenlerini yeniden kazansınlar” dedik…

Ey ülkemin iktidara ‘ilişmiş’ zavallı medyası;

Geçmişinde Sabahattin Ali’ler, Uğur Mumcu’lar, Abdi İpekçi, Bahriye Üçok, A. Taner Kışlalı ve gazetecilik uğruna serini veren daha nice yiğit gazetecinin olduğu mirasyediler… Sizler, bu gerçeği görmek yerine “höt” diyenden korktunuz, pıtsınız, kaçtınız ve mitinge polis muhabirlerini göndererek, polisin ağzından verdiniz.

Medya denilen güç, bu kadar çıkarcı ve ödlek olursa, o medyanın ülkesi, halkı ve yönetenleri de işte böyle “şekil A’daki gibi” olur!

İbreti âlem için yukarıya, kürsüden çekilmiş üç resim koydum. Ayrı yönleri gösteriyor. Fakat sıcaktan ve konuşmaların uzunluğundan bunalıp kürsü arkasındaki parkta gölgelenen yaklaşık yirmibin insan bu resimlerde görünmüyor. Meydan, Kızılay yönünden Orduevine, oradan Necatibey Caddesinin ağzına, oradan Ankara Adliyesi yanında bulunan DDY köprüsüne değin hınca hınç dolu…

Ne diyeyim, salt iktidarın nimetinden değil, biraz da insanlıktan ve gazetecilik aşkından nasiplenseydiniz!

11.10.2012

Murtaza DEMİR

Alevi-Bektaşi Federasyonu (ABF) Örgütlenme Sekreteri

Odatv.com

Link to post
Sitelerde Paylaş

Büyüyoruz ama halkın durumu neden değişmiyor?

124320080701082527124.jpg

Ayşe Hanım Teyzem diyor ki, “Sayın Başbakan ‘Türkiye Çin’den hızlı büyüyor’ dedi. İyi de, büyümenin kime yararı oluyor? Benim durumum değişmedi. Halkın büyük bölümü benim gibi. Bu büyümenin kime yararı var?”

Ayşe Hanım Teyzem’e bilgi vermek için devletin bilgi hazinesi TÜİK’in bu konuda yayınladığı bilgileri ve rakamları topladım. 5 yılda ekonomi ne kadar büyüdü? Bu büyüme sonucu halkın durumu nasıl değişti? Bunları araştırdım. Ayşe Hanım Teyzem’e durumu arz ettim. Dedim ki, büyüme milli gelir artışı demektir. Milli gelir ülkede belli bir dönem üretilen mal ve hizmetlerin parasal (katma) değeridir. Üretim (yaratılan katma değer) artınca milli gelir de artar. Buna büyüme denilir.

Türkiye son bir yıl hariç büyüdü. 2007’de yüzde 4.7 büyüdük. Kriz başlayınca 2008’de büyüme yüzde 0.7’e geriledi. 2009’da yüzde 4.8 küçüldük. Ama 2010’da yüzde 9.2, 2011’de yüzde 8.5 büyüme elde ettik. Milli gelir artıyor ama nüfus da her yıl yüzde 1.2 artıyor. Her yıl sofraya 1 milyon kişi daha oturuyor. Bu nedenle kişi başı milli gelir rakamı büyüme kadar artmıyor.

Kişi başı milli gelir 2007’de 9.333 dolar idi. 2008’de 10.436 dolar oldu. 2009’da 8.590 dolara geriledi. 2010’da 10.079 dolar, 2011’de 10.444 dolar oldu. Son 5 yıldır (Çin’den hızlı büyümemize rağmen!) kişi başı milli gelirde önemli artış sağlanamadı.

GELİR DAĞILIMI BOZUK

Her ülkede gelir insanlar arasında eşit dağıtılamaz. Fakat önemli olan imkân ölçüsünde eşitliğin sağlanması. Çünkü gelir dağılımı bozuksa ülke hızlı büyüse de artan gelirden halkın sadece belli kısmı yararlanır. Bunu ölçmek için ülke nüfusu en fakirden en zengine dizilir. Sonra toplam nüfus 5 dilime bölünür. Böylece her yüzde 20’lik nüfus diliminin milli gelirden aldığı pay izlenir.

Bizde en düşük yüzde 20’lik nüfus dilimindeki 15 milyon insanımızın milli gelirden aldığı pay 2007’de yüzde 5.8 idi. Son 5 yılda hiç değişmedi.

5 YILDIR AYNI YERDE

En zengin yüzde 20’lik nüfus milli gelirin yüzde 46’sını alıyor. 2007’de yüzde 46.9’unu alıyordu, 2011’de yüzde 46.4’ünü aldı.

Görülüyor ki, büyümeye rağmen son 5 yılda gelir dağılımı değişmemiş. Ülke gelirinin yarıya yakını 15 milyon insanın cebine girerken kalan yarıyı 60 milyon paylaşıyor. En alttaki 15 milyon ise gelirin sadece yüzde 5.8’i ile geçiniyor.

Dünyada gelir dağılımı için GİNİ katsayısı diye bir ölçü var. Bu ölçü, gelir dağılımındaki eşitsizliği gösterir. Ölçü 0’a yaklaştığında gelir dağılımı iyileşiyor, 1’e doğru kötüleşiyor demek. GİNİ katsayısı 2007’de 0.410 idi. 2010’da 0.402 ve 2011’de 0.404 oldu. Açık anlatımıyla dünyada geçer ölçü birimine göre 5 yılda gelir dağılımında iyileşme yok.

Ekonominin hedefi insanı mutlu etmek. Büyümenin hedefi insanın refahını artırmak. Ekonomi politikaları başarılı ise, büyümenin nimetleri halka iyi aktarılabiliyor ise, yoksulluk azalır, refah artar. Bizde büyümeye rağmen yoksulluk azalamıyor. Yoksulluk oranı 2007’de yüzde 20.6 iken 2008’de yüzde 16.7’e indi. Nüfusun yüzde 17’si 2009’da yoksulluk sınırı altında idi. Oran 2010’da yüzde 16.9 oldu. 2011’de yüzde 16.1 hesaplandı. Demek ki büyümeye rağmen yoksulluk oranını düşüremiyoruz.

Ülke büyürken uygulanan ekonomik ve sosyal politikalar başarılı olursa, halkın yaşam şartları iyileşir. Acaba son 5 yılda halkımızın yaşam şartları ne kadar iyileşti?

*Ülkede kendi evinde oturanların oranı 2007’de toplam nüfusun yüzde 60.8’i iken, 2011’de yüzde 59.6’sı oldu. Demek ki yapılan bu kadar çok konutu, TOKİ konutlarını daha önce evi olmayanlar almamış.

*Nüfusun sadece yüzde 38.6’sı ‘Borcum yok’ diyor.

* İki günde bir et yiyebilenlerin nüfusa oranı 2007’den beri yüzde 39 civarı. Değişmemiş.

* Tatil yapma imkânı olmayanların toplam nüfustaki payı 2007’de yüzde 88.5 idi, 2011’de yüzde 86.5 oldu.

* Beklenmedik harcamaları karşılayamayacak kadar geliri düşük olanların toplam nüfusa oranı yüzde 67.6.

Bunlar benim uydurduğum rakamlar değil. Devletin rakamları. Ben sadece alt alta dizdim.

GERÇEKLERİ GİZLEMELİ Mİ?

Büyüme oranı tabii ki önemli. Bankalarımızın güçlü, borsanın canlı olması, her köşede bir alışveriş merkezi yükselmesi, TOKİ’nin bulduğu her araziye yap-satçıların bina dikmesi tabii ki önemli. Ama bunlar büyümenin amacı değil, aracıdır. İstanbul’da 2 milyon dolara satılan konutlara, tatil yörelerinde sosyete fotoğrafçılarına poz veren manken kızlarımız ile çapkın gençlerimizin bolluğuna bakarak, “Oh...Türkiye zenginleşiyor. İnsanlar paralarını koyacak yer bulamıyor” demeye imkân yok.

‘Büyümenin nimetlerinden halk yararlanıyor mu?’ diye merak ettiğimizde halkın tenceresinde neyin kaynadığına bakmamız gerekir. Ayşe Hanım Teyzem dinledi, dinledi... “Anlattıkların içimi karartı. Anladım ki, büyümeden yararlanamayan, sadece ben değilmişim. Halkımızın çoğunun durumu değişmemiş. Büyümenin nimetleri sınırlı kesimin cebine girmeye devam etmiş. Ne yapalım? Bizim kaderimiz de bu... Kader utansın!” dedi ve de kapıyı çarparak gitti. Acaba insanları üzmemek için bazı gerçekleri saklamak daha mı iyi olur?

Güngör Uras - Milliyet

Link to post
Sitelerde Paylaş

Batı, İslam ve yüz kızartıcı ikiyüzlülük

merdan-yanardag_1.jpg

Neden dünyada gelişmiş, asgari refah düzeyini tutturmuş, insani hak ve özgürlüklerini yerleştirmiş, kadın-erkek eşitliğini sağlamış tek bir Müslüman ülke bile yok? Niçin bütün Müslüman ülkeler yoksulluk ve ilkellik içinde çırpınıp duruyorlar? Nasıl oluyor da petrol zengini bazı Arap ülkeleri derin bir karanlığın içinde kıvranıyorlar.

Bu nasıl bir zavalılıktır ki, kadınların seçme ve seçilme hakkının bulunduğu Müslüman ülkelerin sayısı 21. Yüzyılda bile bu kadar az? Nasıl oluyor da pek özgürlükçü talaplerle başlatılan “Arap Baharı” bile İslamın uzayan Ortaçağını yeniden üretiyor. İslam kendi Ortaçağını neden bir türlü aşamıyor?

Bu nasıl bir paradokstur ki, demokratikleşme diye yola çıkan ve iktidarı ele geçiren siyasal İslamcılar, Selefiler, Müslüman Kardeşler gibi dinci hareketler, ilk iş olarak eski rejimlerden kalan ‘yarım yamalak’ kadın haklarını bile ortadan kaldırıyor.

Bu nasıl bir iki yüzlülüktür ki, daha birkaç ay önce Bahreyn ve Katar gibi ülkelerde demokratik talaplerle gösteri yapan ve çoğunluğunun Şii olduğu belirtilen muhaliflere yönelik büyük katliamlar düzenlenirken, kimsenin aklına bu ülkelere “reform yap” demek gelmiyor? Ve bu nasıl bir utanmazlıktır ki, Batı ve Türk medyasında bu konuda tek satır haber bile çıkmıyor?

Sözüm ona “insan hakları, demokrasi ve özgürlüklerin savunucusu Batı”, nasıl oluyor da, yanlarında birinci dereceden erkek akrabaları olmadan kadınların hâlâ sokağa bile çıkamadıkları Müslüman ülkelere hiç sesini çıkarmıyor. Ve bu nasıl bir sahtekârlıktır ki, söz konusu ülkeler, Suriye’ye “demokratik reformlar” yapması için çağrıda bulunuyor?

Örneğin, Darfur’da yüzbinlerce muhalif insanı katleden, Sudan’ın soykırım suçlusu şeriatçı Devlet Başkanı Ömer El Beşir ile 38 karısı olan Suudi Kralı Abdullah ve Ortaçağ artığı Körfez Emirleri hep birlikte Suriye’ye “demokratikleşme” çağrısı yapıyor? Onların çağrısını ABD, İngiltere, Fransa, Türkiye ve İsrail hemen ve hararetle destekliyor.

Bu bir şaka mı?

***

AKP Hükümeti’nin yönettiği Türkiye, bir dünya savaşına yol açabilecek bombanın fitilini ateşlemek üzere. AKP, kendisini iktidara getiren ve orada tutan güçlere diyetini ödüyor. İktidar kendi dar dinci hedeflerine ulaşmak uğruna ülkeye ve bölge halklarına ihanet ediyor.

ABD ve Batı’da tasarlanan projeye uygun şekilde, Türkiye, bir ılımlı İslam rejimi olarak bütün bölgeye model diye sunuluyor. Körfez ülkeleri ve Suudi Arabistan rejimlerinden farklı olarak Türkiye üzerinden hem sandığa dayalı ve Batı yanlısı hem de İslami referanslara yaslanan bir rejimin olabileceği gösteriliyor.

Ancak AKP, ihtirasları ile çapı arasında bir uçurum bulunan Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun yönettiği dış politika nedeniyle bölgede liderlik kapasitesini hızla yitiriyor.

Bu sütunlarda daha önce de işaret ettiğim gibi, Türkiye’nin ardından bütün Arap-İslam dünyasının “Birinci Cumhuriyetleri” de yıkılıyor. Müslüman Kardeşler ve Selefiler iktidara geliyor. Durum böyle olunca, modern kurumlarını ve değerlerini yitiren Türkiye’nin orta vadede model olmaktan çıkması da kaçınılmaz görünüyor.

Türkiye’de Cumhuriyet tasfiye edilince, Arap-İslam ülkelerinde Türkiye modelini izleyen seküler ya da yarı seküler rejimler de yıkılıyor.

GAZALİ’NİN MİRASI VE İSLAMIN UZAYAN ORTAÇAĞI

İmam Gazali’nin "aklı" değil "nakli", yani vahiyi esas alan, felsefeyi kafirlik sayan, insan aklına ve bilime ancak kutsal sözün sınırları içinde hareket izni veren doktrinini benimseyen Müslüman kitleler bu tercihlerinin cezasını çekiyorlar.

Müslüman ülkelerin (Sünni ve Şii) egemen sınıfları, kendilerine tartışılamaz ve sorgulanamaz bir iktidar ve yayılmacılık olanağı sağlayan İmam Gazali’nin öğretisini bin yıldır resmi din ve ideoloji haline getirdiler. Gazali İslam’ın uzayan Ortaçağı’nı başlatan âlimdir.

Geri kalmışlıklarının ve çektikleri bütün acıların nedenini İslam’dan uzaklaşmaya bağlayan, dolayısıyla çareyi daha fazla dine sarılmak olarak gören siyasal İslamcılar ve ulema; yarattıkları bu kısırdöngü ile Müslüman dünyanın kendi Ortaçağını aşma şansını da elinden alıyor.

Arap ulusculuğu ve modernleşmesinin yozlaşmış rejimler ve işbirlikçi sınıfların elinde başarısızlığa uğramasının faturası ağır oldu. Zaten inanç dünyasından akıl dünyasına geçememiş geniş Müslüman kitleler bu nedenle siyasal İslamın denetimine girmeye başladı.

Müslüman kitleler tam bir akıl dışılık altında, en geri düşünme yöntemi olan düz mantığa bile ters düşen, tuhaf bir açmaz yaşıyor. İmam Gazali’nin yolundan giden Müslümanlar kurtuluş için daha çok dine sarıldıkça daha koyu bir karanlığın içine yuvarlanıyor, daha geriye gidiyor ve orada acılar içinde kıvranıyorlar. Çare olarak yine ve daha fazla dine sarılmaktan başka yol bulamıyorlar. Ve bu kısırdöngü sürüp gidiyor.

Suriye’nin direnişi bu bakımdan önem taşıyor. Çünkü Suriye’de emperyalizm ve gericiler kazandığı taktirde insanlık kaybedecek. Bütün kusurlarına karşın BAAS ve Esad kazandığında ise gerçekte insanlık kazanacaktır.

Bu nedenle Suriye savaşı salt Suriye’nin savaşı değildir. İnsanlık, tarih içinde biriktirdiği bütün değerler adına Suriye’de bir “nefs-i müdaafa” halindedir.

Merdan Yanardağ 14 Ekim 2012 Yurt Gazetesi

tarihinde -inmanah- tarafından düzenlendi
Link to post
Sitelerde Paylaş

buyuk-abi-yan-cizince-tren-kacti-mi-1710121200_m.jpg

Büyük abi yan çizince tren kaçtı mı...

Vatanseveri olduğu uzak bir devletin, onun uşağı bir oluşum ile nedamet getirdiği için epey zenginleşmiş eski solculardan oluşan zavallı türün de katkıları ile bize bir demokrasi bozuntusu yaşatanlar bugünlerde biraz mutsuz. Özellikle de kendisini tanrının bir lütfuymuş gibi göstermek için zorlayan malum kişi mutsuz.

Hatırlayın, Başbakan kutsal ittifakın esrik rüzgarına kapılmış, eski solcuların bir kısmı da artık utandıkları ayak izlerini silme telaşıyla bu toplu ayine katılmışlardı. Korkuyla yönetilen bu ayine önce biraz mahcup katılmışlar ama tadını da almışlardı sonunda. Ve onlar için korku artık korku değil bir gerçeklikti. Onu sevimli hale getirmek için ileri demokrasi kisvesi giydirmeye çalıştılar. Kendilerine benzeyenleri yanlarına alarak toplumu muazzam iktidar ve medya olanakları ile manipüle ettiler.

Türk halkını demokrasinin denetim kurumlarının, yani yargının, basının, parlamentonun, sadece karikatürleri ile yetinmek zorunda bıraktılar. Milli iradeyi kutsadılar ama seçilmiş milletvekillerini tutsak ettiler. Birçok masum, birçok günahsızı oğullarından birçok oğulu babalarından ayrı ölmeye mahkum ettiler. Seçkin kopyacı hukukçuları ile anayasa değil ama olağanüstü bir hal, bir sağır ve dilsizler toplumu yarattılar. Önce yargı eliyle toplumun dilini kopartıp, sonra ifade özgürlüğü havarisi kesildiler. Ve sonunda, çocuklarına dolgun maaşla iş, yaşamlarına sınırsız refah garantisini de aldılar. Babalarına hasret ölen masumların, günahsızların kan parası ile…

Gün geldi, bu kendine naif tür, iktidarın kaba salvolarından, tekinsiz cüretinden ve şık gettolarına girileceğinden rahatsızlık duymaya başladı. Bu "yetmez ama evet"çilerdeki kutsal ayine katılım ve devam konusunda tereddüt yaşanmaya başladı. Sanki bir aşınma var gibiydi ve oraya tahkimat yapılması gerekiyordu.

“Herkes yanına aldığı ile mesuldür” derler. Başbakan yanına aldıklarına “sadakat mi liyakat mı?” derken ne demek istediğini biz biliyorduk, ama bilmeyenler şimdi anlamıştır. Ona sadakatini ortaya koyanlar, referandumda “evet”i sahiplenip, ter dökenler, bugün bizi ölümlere, zulümlere uğratanlar karşılığını zaten fazlasıyla almıştı. Bu kez de tahkimat adına son AKP kongresi sonucu bu beslemeler, podyuma çıktı, başbakanın işaretiyle kendilerine ayrılan yeni yerlerini aldılar. İsim isim yazdırmayın bana ama onlar yine layık oldukları şeyin, yani besleme olmanın hakkını vermişlerdi. Ve tarihte bıraktıkları tek iz de bu olacaktı.

Yetmez ama evetçi tahkimatı ile ve bir yandan da MHP’nin her zor anında el vermesi ile biraz da olsa mutlu olan başbakan buna rağmen mutsuz. Çünkü, ileri demokrasinin fatihi, büyük usta gibi kendi bulduğu sıfatların sahibi başbakan, bu sıfatlarını bir işgalle, bir savaşla, -hatta bir bölgesel çatışma da idare eder- taçlandırmadığı için pek huzursuz, pek mutsuz. Bir o kadar da hayal kırıklığına uğramış, güvendiği dağlara karlar yağmış, hevesli /sakar kahraman durumuna düşmemek için kuyruğu da dik tutmak çabasında. Ama yaptıkları bazen komik kaçıyor.

Ülkenin güvenlik sorununu çözmeden, prestij sorununa takan bu başbakanın van minüt türü afilli, janjanlı şeylere merakı biliniyordu. Osmanlı şatafatına, sayısı belirsiz özel uçaklara, bayii toplantısı tadındaki kongrelere garip merakı malumdu. Her ne kadar son kongrede kitlesini aşka getirmeyi amaçlayan promter sevdası sadece uyku getirmişse de kabul edelim ki, gösterişli bir şiir yarışması konseptini yine de korumayı başarmıştı. Ama tüm bunlar bilinmesine rağmen kendi düşürülen uçağının hesabını soramayan/veremeyen, sırf “çevremiz düşmanlarla dolu” diyebilmek için sağda solda gördüğü her uçan cismi indirme gösterisi komik kaçıyor.

Suriye’ye karşı bir savaş durumunda zannedersiniz ön saflarda yer alacak dostlarının çölleri inletme, Suriye’yi füze manyağına çevirme hevesleri yetmiyor anlaşılan… Ve, Ortadoğu fatihi olmaktan belli ki umutsuz artık başbakan… Büyük abinin yan çizmesiyle tren kaçmışa benziyor… Ve işte bu yüzden mutsuz artık başbakan.

İçeriye ve dışarıya karşı saldırganlığı evreni ele geçirmek istiyor izlenimi veren, evinde gizli gizli üniforma giyerek ayna karşısında ordu yönetme provası yaptığından şüphelendiğim insan mutsuz. Ama bence o kadar da mutsuz olmasın… Çünkü, bilsin ve idrak etsin ki artık, gerçekte ve aslında onun gücü sadece halkına yeter. Mazlumlara güç gösterilerini sever. Gerçek düşmanlar konusunda ise her daim çaresiz kalacaktır… İşte bu yüzdendir ki aslında -biraz da kendine olan- öfkesi kontrolsüzdür.

Yine de düşünüyorum, gerektiğinde savaşabilir mi diye bazen? Sanmam… Bir atın üzerinde durmayı becerememiş düşmüştü hatırlarsanız, kalpaksa hiç yakışmamıştı kafasına… Belli ki, kalpak yakışacağı kafayı iyi biliyor….

Not­ Bir babayı hasret olduğu oğluna daimi hasret bırakanlara duyduğumuz öfkenin hiç dinmemesi, bu acıları yaşayanların acılarını da, bunu kendilerine yaşatanları da unutmamaları dileği ve değerli hukukçu meslektaşım Emir Hilmioğlu’nun genç ve temiz anısına saygıyla…..

Emine Ülker Tarhan-17.10.2012-Odatv

tarihinde -inmanah- tarafından düzenlendi
Link to post
Sitelerde Paylaş
  • 2 weeks later...

Suskunlar ülkesinde Cumhuriyet Bayramı

Bayram coşkusunu engelleme girişimleri, şişik egoların arkasındaki titrek güven bunalımını sergiliyor.

Biliyorlar ki, yok etmek istedikleri güzelliklerin yerine koyabilecekleri tek bir çakıl taşı bile yok.

Bütün değerlerin hiçlendiği zannıyla ulusal bayramların da coşkusunu tümden silmek isteyenler Cumhuriyetin yok edilmez ruhuyla yüzleşecek.

Tepkisizlik kıpırdanınca kimyaları bozulacak.

Çünkü, Onlara sonsuz hareket imkanı veren güç, ülkenin atmosferindeki boyun eğmiş sessizliktir.

Hüzün ve coşku sarmalındaki yurtseverlerin çığlığının ötesinde, kirli hava gibi siyah… Ağır sessizlik.

Cehaletin çağ ile hesaplaşmasının değişim sanıldığı bir karadelikten geçiliyor.

Duvar olmuş vicdanların kulakları sağır eden suskunluğu…

Geçmiş, gün, gelecek, vefa, umut, sevgi, hepsi uçmuş…

Kapağı kapatılmış bir cadı kazanında mutlulukla yaşayanlar, boğaz kıyılarında, lazerli havayi fişeklerle bayram kutlayacak… Sonra bir çoğu yine ölü toprağına gömülüp suskun hayatlarına geri dönecek.

Seslenişler sessiz kalabalıklara…

Herşey olağanmış gibi yaşıyor, düşler aleminde pembe tebessümlerle uyuyorsunuz.

Ülkenin aydınlık yürekleri çığlık çığlığa anlatacak, çağıracak sizi, yine duymayacaksınız.

Suçlarını bilmeyen insanların ömürlerinden çalan tutsaklığa susacaksınız…

Sahte deliller, tertipler, domino taşı gibi devrilecek, susacaksınız…

Binlerce mahkumun hayati sınırları aşan ölüm oruçlarına susacaksınız…

Bir şeriat kreasyonu, ona böyle konuşabilme özgürlüğü veren insana nefret kusacak, susacaksınız…

Şeyhler, şıhlar, meczuplar ve yobazlar ortalığa saçılacak…

Kimi “7 yaşındaki kız el öpemez” diyecek… Kimi Anıtkabir’in tepesine kubbe yapmaktan söz edecek…

Kimi de islam peygamberine parti logolu kimlik bastırıp, Başbakanı oğlu gösterecek…

Siz yine susacaksınız…

Dünyanın gözbebeği sanatçımız, bir şiir paylaştı diye mahkemeye çıkarılacak, susacaksınız…

Vicdanlar iflas edecek… Tutsak babalar oğullarının cenazesine bile gidemeyecek, susacaksınız…

Akşam Kürtlere çiçek atanlar, sabah oy kaygısıyla milliyetçi oluverecekler, susacaksınız….

Parti içindekiler bile virajlara yetişemeyip ters köşeye yatacaklar, ama siz yine susacaksınız…

‘Yurtta barış, dünyada barış’ esenliğinden ‘kindar ve dindar nesiller” curcunasına geçilecek…

Küresel rüzgarların önünde savrulanlar ülkenin bütün komşularını düşman edecek, susacaksınız…

Emperyalistlerin dünya paylaşımı uğruna savaş şarkıları söyleyecekler, susacaksınız…

Bu çığırtkanlar, askerleri kurşun, bebekleri porselen zannediyorlar… Ama susmak en iyisi… Siz susun!

İnşallah Şam’a gideceğiz ve Emevi Camisi’nde namaz kılacağız.!” Diyenlerin ikinci valizlerinde ‘Oslo’ yazacak, siz tabii ki susacaksınız…

İnsanlara türkü söylemeyi yasaklayacaklar, susacaksınız…

Yola, suya, uçan kuşa vergi konulacak, susacaksınız…

Rekor faizlerle dünyaya tahvil satan ülkemizin ekonomisi büyüyecek(!) Aman ses etmeyin, büyüsün.

Ülkeyi işgal edenleri değil, bağımsızlık isteyenleri işgalci gösteren işporta filmlere gidin, eğlenin…

Diziler ‘hayat’, düzenin eteklerine yapışmış yaldızlı boşluklar ‘sanatçı’ olacak, alkışlayacaksınız…

Tarihi simge olmuş meydanlar kimbilir hangi korkularla insanlara kapatılmak istenecek, susacaksınız…

Devrimci çocuklarını anmak, mezarlarına çiçek koymak, ailelerine bile yasaklanacak, susacaksınız…

Dağlar, ormanlar, kıyılar, madenler, çokuluslu devlerin rantı için yağmalanacak, susacaksınız…

Terör kangreni “şehit haberleri yazmayın” fermanıyla çözülmeye çalışılacak, susacaksınız…

Nerdeyse, hilesiz hiçbir sınav yapılmayacak, çocuklarınızın hakları, yarınları çalınacak, susacaksınız…

Devletin resmi televizyon kanalında iktidar renginde yayın yapılacak, ulusal havayolllarına ait uçaklara bazı gazeteler giremeyecek… Konuşmaya değmez, susun! Hele ki, olan bitenden hoşnutsanız…

Ülkenin yarısı diğer yarısını yok sayacak, “yazıktır, yapmayın” bile demeyeceksiniz… Susacaksınız.

Konuşmayın… susmaya devam edin. Sessiz bir eski zaman filminde hızlı çekimde koşuşturun…

Ya hiçbir şeyin farkında değilsiniz… Ya hayatınızdan memnunsunuz… Ya da korkuyorsunuz…

Sonuç olarak duvar gibisiniz kardeşim.

Ama 364 gün susuyorsanız, 365.nci gün haketmediğiniz bayramları kutlamayın.

Elbirliğiyle yarattığınız bu mor günler, ‘suskunların utanç çağı’ olarak tarihe geçti bile.

Ama korkmayan, susmayan, asla pes etmeyen, aydınlık yürekli Cumhuriyet Çocukları da var…

Ve bütün gücü ellerinde bulunduranlar, onların coşkusundan, dirençli umutlarından çok korkuyor.

O kadar korkuyorlar ki, bitiremeyecekleri Cumhuriyet sevgisini biber gazı ile kucaklıyorlar.

Karanlığa teslim olmayan aydınlık yüreklerin Cumhuriyet Bayramı kutlu olsun.

Işık ve sevgiyle…

İlhan İrem-29.10.2012-Odatv

tarihinde -inmanah- tarafından düzenlendi
Link to post
Sitelerde Paylaş

Türkiye fetret* dönemine girdi!

cuneyt-ulsever.jpg

İnsanların en zayıf anları, en güçlü oldukları andır!

Kendisini zirvede gördüğü an, insanın kendisini koruma güdülerini tamamen terk ettiği andır. O anda artık kâr-zarar hesabı yapmaz/yapamaz. Aklına gelen her şey ona göre doğrudur. Zira zirvede bir tek o vardır. Kimse onunla aşık atamaz.

İşte o an, aynı zamanda düşüşün başladığı andır.

Başbakan da, diğer benzerleri gibi, kendi kendisine “ustalığını” ilan ettiği dönemde önce duraklamaya başladı, sonra baş aşağı gitmeye!

Zira artık kendisini yanlış/hatadan ari görmeye başlamıştı!

Bilmem farkında mı, ele aldığı her meselede devamlı kaybediyor.

***

1) Türkiye “Yeni Osmanlı” dönemine girecek, hazret “modern padişah” olacaktı.Türkiye Arap Baharına örnek ülke seviyesine yükselecekti.

Bu uğurda “tek kutuplu dünya anlayışının” reddi rededildi, tekrar ABD’ye göbekten bağlanıldı.

Komşularla sıfır sorun, sıfır komşuya dönüştürüldü.

Ama yağmadı yağmur, esmedi rüzgar!

Erdoğan ve Davutoğlu’nun kibri ve inadı değil Arap ülkelerini ürkütmek, Rusya’yı beter kızdırdı, kraldan çok kralcı tavrı ise ABD’yi bile yıldırdı.

***

2) Türkiye’nin en önemli meselesi “Kürt meselesi” çözülecekti!

Kuzey Irak’ta ABD’nin “ricası” ile Barzani’ye sahip çıkılacak, buna karşılık Barzani-ABD ikilisi PKK’yi kışkışlayacaktı. Bu arada da “Kürt açılımı” ile içeride Kürtler kafa kola alınacaktı. Nitekim, “açılımı” önceleri bazı Kürtler pekâlâ yuttular. Ama hükümet hiçbir hazırlık yapmadan giriştiği açılımı Habur’da yüzüne gözüne bulaştırdı. O günden beridir ortada açılım falan kalmadı.

Erdoğan bugün garabet bir politika izliyor. BDP’yle PKK ile görüştüğü için görüşmüyor ama PKK ile görüşüyor!

Bu zırva oyunu da saftirik Kürt aydınları bile yemiyor!

Doğu ve Güneydoğu’da Türkiye Cumhuriyeti yok!

***

3) 2014’e dek Başkanlık sistemi hazırlanacak, Cumhuriyet tarihinde seçimle gelen ilk Cumhurbaşkanı olarak Recep Tayyip Erdoğan 2023’e dek “Başkan” kalacaktı.

a) Ancak, gittikçe yükselen kibiri ve tek-benci ruh hali Batı’yı çok ürkütmeye başladı. Seçilmiş Başkan olarak Erdoğan’a söz anlatamayacağını düşünen dış mihrak sayısı son iki yılda katlanarak büyüdü. İngiliz Kraliçe’sinin Abdullah Gül’ü daveti ile başlayan dönemde İngiltere basını sürekli Erdoğan’a veryansın ediyor, ABD basını ise bıkmadan usanmadan Erdoğan’ın Suriye’de nasıl mat olduğunu anlatıyor.

B) Abdullah Gül her fırsatta önüne taş koyuyor. Başbakan artık Gül’ü “herkes görevini bilsin” sözleri ile haddini bilmeye çağırıyor (30 Ekim). Cemaat, Emniyet ve yargıyı Erdoğan’a teslim etmemek için açık gayret içinde. Cemil Çiçek bile arada bir kafa gösteriyor.

c) Erdoğan, Necdet Özel ile başlayan dönemde askeri tamamen denetimi altına aldığını, artık “Cumhuriyet’e kafa tutmak” için önünde hiçbir engel kalmadığını düşünmeye başlamıştı.

Ancak, “yeni düzen kurma gayreti” 29 Ekim 2012 günü cumhurdan ağır bir darbe yedi. Cumhuriyet’e son tokatlarından birisini vurmayı planladığı günde cumhur tüm barikatları aştı ve Anıtkabir’e yürüdü. Başbakan 2007’den beri sindirdiğini zannettiği cumhurun en azından yarısının pazartesi günü karşısında dimdik durduğunu gördü. Ayrıca, o gün Kemal Kılıçdaroğlu’nun karşısına cumhura önderlik eden bir lider olarak dikildiğini de fark etti. Cumhurbaşkanı’nın bile her dönemin adamı Ankara Valisi’ne kendisinden gizli ayar verdiğini öğrendi.

***

Başbakan, rahmetli Menderes’in son yıllarında “her şeyi var eden benim!” algılamasının nelere mal olduğunu hatırlamadığı ustalık döneminde AKP içinde bile bazı dostlarını ürküttüğünü inşallah 30 Ekim sabahı görmüştür.

Bir ülkenin temel taşlarını yerinden oynatabilmek için bir sürü değişkenin yanında ortaya koyduğunuz projenin o ülkeyi ileri götüreceğini ülkenin kahir ekseriyetine kabul ettirmiş olmanız gerekir. Bu boyutta devrim yapmak 100 yıl içinde ancak “bir-iki kişiye” nasip olur. (Bkz: Atatürk)

Erdoğan’ın muhakkak büyük meziyetleri var ama o katiyen “bir-iki kişiden” birisi değil. Tarihte ülkesini geri götürerek değişimi beceren kimse ise hiç çıkmadı!

Recep Tayyip Erdoğan ülkeyi geri götürerek “devrim yapmak” için verdiği mücadelede her geçen gün daha da yalnızlaşacaktır!

---------------------------------------

*Fetret:Hükûmet gücünün gevşediği bir yerde düzenin yeniden kurulmasına kadar geçen süre.

Cüneyt Ülsever-Yurt Gazetesi-01.11.2012

tarihinde -inmanah- tarafından düzenlendi
Link to post
Sitelerde Paylaş
  • 3 months later...

Tayyip Erdoğan'da Vahdettin yalnızlığı

Beklenen bomba haber bu sabah itibariyle geldi, Katar’la Türkiye ayrı düştü. Katar, Rusya, Araplar, Amerikalılar dahil Suriye’de bir ‘diyalog’dan yana kararlar aldı ve Türkiye devre dışı kaldı. Davutoğlu, altmışbin ölüden sonra diyaloğun anlamsız olduğu benzeri laflar etti..

Tayyip bey Suriye Savaşı’na girerken Katar, Suudlar, Amerika onayı ve potansiyel tahmin Avrupa’yı yanında farz etti..

Esad’ın direnişi ayları geçince film koptu. Tayyip bey savaş başlasın Avrupa Libya’da olduğu gibi sökün eder diye düşünmüş olmalı.. Olmadı.

1. Dünya Savaşı’nda cihad ilan eden padişahımıza kimse katılmamıştı, yüzyıl sonra, Tayyip beyimizin cihadına bu sefer Avrupalılar da katılmadı ve ne doğuda ne batıda gerçek bir müttefikimiz dostumuz olmadığı bir daha ortaya çıktı, yüzyıl sonra ikinci kez Türkiye yüzüstü ortada çırılçıplak kimsesiz ve politikasız kaldı.

Ve son günlerde Tayyip beyimizin Şangay çıkışlarının da sebebini öğrenmiş olduk.

Ve yüzyıl sonra bir daha yeniden BATIŞ YILLARI içine gömüldük.

Hikaye hatırlayın şöyle başladı, Tayyip beyimiz on yıllık süre içinde dış politikada neyi düşünüp planladıysa EN KÖTÜSÜ oldu, sırasıyla, AB’ye girme sözleri alındı imzalar atıldı girilemedi, Annan Planı Kıbrıs’ta tutmadı, Ermenistan’a el uzatılmasına rağmen zırnık mesafe alınamadı, Suriye’yle dosttuk savaşa başladık, o olmadı, bu yapılamadı, hepsi çıkmaz yola girdi ve on yıl sonu hezimet..

Bu yukardaki olmayan bugün hiçbirinde mesafe alınamayan yol haritaları için Türkiye’den köklü reformlar istendi, yetmedi, Türkiye’deki direnen eski yapıların ortadan kaldırılması istendi, hepsi tarihte görülmedik hukuk ihlalleriyle yapıldı, askerler gazeteciler içeri tıkıldı, ülke operasyon cehennemine dönüştürüldü, girilmedik ev gazete basılmadık yer kalmadı, yetmedi, anayasası hukuk’u yargısı topyekün bir gasp hızıyla ele geçirildi, değiştirildi, yetmedi, haritalar masaya koyuldu, eyalet yasaları çıkarıldı, yetmedi, yetmiyor, yolun sonu artık Tayyip için değil Türkiye için görünüyor, şu anda Tayyip beyimizi tek ciddiye alan dünya lideri kaldı(!) onun da adı İmralı, o da bu iflas dağınıklığı içinde mal kaçırma telaşında..

Katar’la yolların ayrıldığı aynı bugünlerde Tayyip beyimizin içerdeki askerler için yakınmaya başlaması da yolun sonuna gelindiği, yani hiç değilse evdeki bulgurdan olmayalım pişmanlığına benzediği çok acıklı bir hüsran hikayesi, Tayyip’in sözlerini dünyada hiç ciddiye alan kalmadı, yetmedi, Katar bile dolar gösterip oynayıp buruşturup kenara attı, rezil rüsvaylığın dibi yok..

Ve Tayyip beyimiz ilk defa bu kadar YALNIZ ve ÇARESİZ kaldı..

Şimdi dokuzyüz km.lik cephe açtığımız Suriye sınırı kaşınıp tersine döndü, artık bu sınır bir çok yeni PKK benzeri yapılar içinde yüzlerce yıl başımıza bela olacak korunmasız bir sınır, yeni müzakere döneminde yeni PKK’ya yeni adres gibi..

Tayyip beyimizin hüsranı sadece dış politikada değil iç politikada memleket denen şeyin ülke ayarlarıyla oynadı ülkeyi etnik savaşın içine gömdü, yetmedi, PKK ağzıyla askerler tutuklandı, yetmedi, sadece direnen milli güçleri tasfiye etmedi, yetmedi, her ülkeyi ayakta tutacak ‘aidiyet’ ‘mensubiyet’ zincirlerini de paramparça etti.

Türkmüş kürtmüş mezhepmiş ortalık kan revana döndü, bir vatandaşlık tanımıyla ülkenin mensubiyet iskeletini ayakta tutabileceğini sanıyor, cahiller sürüsü yandaşlar etnik tartışmaları kaşıdıkça kaşıdı. Vatandaşlık tanımıyla aidiyetleri mensubiyetleri ayakta tutabileceğinizi size hangi müttefikiniz akıl etti, işte F16 savaş pilotlarınız istifa üstüne istifa ediyor, vatandaş iseler haklarını kullanıyorlar.. Burası bir limited şirket değil, yeri geldiğinde canlarıyla kanlarıyla ömürleriyle fedakarlıklar isteyen bir ‘ülke’, ruhunuzu size iptal ettiren düşman ettiren güçler kimdi ve bu büyük içinden çıkılmaz tezgahın içine niye girdiniz?

Sorun Türk, Türklük tanımı da değil, isterseniz adımız ‘kavaloğulları olsun’ fark etmez, kavaloğlu da olsak ülke insanının toprağına aidiyetini güçlendirecek bir siyasi şemsiyeniz olmalı, bunları size ilk mektepte okutan bir hocanız çıkmadı mı?

Açın okuyun bir daha Falih Rıfkı’nın BATIŞ YILLARI kitabını..

Açın okuyun bir daha 31 Mart gerici ayaklanmalarını ve bu ayaklanmaları kimlerin nasıl kullanıp ülkeyi felaketlerin içine sürüklediğini..

O yıllarda gerici ayaklanmalarını bastıracak uzakta Selanik’te de olsa bir askeri güç vardı, bugün aynı askerler Selanik’te değil Silivri zindanlarında, o yıllarda hiç değilse üç beş aydınımız vardı cesaretle ülkesini sahiplenen, onlar da kalmadı, o yılların sonunda gökten inen bir Mustafa Kemal vardı, onu hiç sormayın bir kısa rüyaydı geldi geçti, üç kuruş etmez maaşladığınız yazarlara dahi küfürler ettirip ohh olsun nutukları çektiniz..

Gericilerin siyasi tezleri hep aynıdır, yok bizi İngiltere desteklesin yok Rusya’ya yanaşalım, yok Amerikan mandası olalım.. Gericilerin hesabı tüccarlıktır ve siyaseti hep DIŞ DENGELER hesabıdır, gericiler toprağına arsa arazi mal imar diye bakar, afiyet olsun beyler sadece Türkiye’yi değil Suriye’yi de yiyorlar üstelik tarihte ilk defa İsrail’le sarmaş dolaş kol kola..

Dış dengeler siyasetler tabii ki olacak ama içeride bir GÜCÜNÜZ DİRENİŞİNİZ olacak..

1. Dünya Savaşı’nda Almanya’ya güvendik Irak’ı Suriye’yi Süveyş’i Batum’u hepsi elimizden çıktı parçalandık..

Tayyip beyimiz yüz yıl sonra bugün Katar’a güvendi, Amerika’ya güvendi, Avrupa’ya az da olsa güvendi, yine foss yine hüsran bir on yılda Cumhuriyet’in yüz yılı tu kaka edilip çöpe atıldı, tekrar döndük 31 Mart’ın batış yıllarına..

Artık tek sorumuz kalmıştır, Tayyip beyimizin güvendiği dağlara dolarlara kar yağdığına göre bugün içerde bu toprakların güvenliğini, direnişini kim kimler nasıl ayakta tutacak, on yıldır ağzından burnundan getirdiği gazeteciler, askerler, dağıttığı irili ufaklı partilerin hangisi bu saatten sonra Tayyip beyin masallarına inanacak, bu masalların sadece tüccarları kaldı Turgay Ciner ve Ferit Şahenk’le buraya kadar..

31 Mart’ta gericiler ayaklandığında henüz Sevr ortalıkta yoktu ama gizli gizli ilerliyordu, gericiler ayaklandığında ortalıkta İzmir’e giren Yunan askerleri de yoktu, o günlerde hiç kimse Balkanlar’ın elden çıkacağına Bulgarlar’ın İstanbul’a kadar ineceğine inanmıyordu ve en kötü günde dahi gericilerin kafasında İngiltere dostluğu ve güveni vardı…

Bugün Tayyip beyimizin güvendiği kim kaldı, bugün Tayyip beyimize güvenen kim kaldı?

İşte böyle yüzyıl sonra yine TÜRKİYE ORTADA KALDI…

Haritalar müzakereler sınırlar anayasalar darmadağınık, artık bunlar zor işin içinden çıkılmaz problemler değil ENKAZ’ın ta kendisi, üstüne yeniden BAYRAK dikecek gücünüz kalmadığına göre TÜY MÜ DİKERSENİZ, yoksa yarına kalmaz gün ortasında Melih Gökçek bey Şangay’a Giriyoruz havai fişekleri mi atar…

Çamur mu atarsınız b.k mu atarsınız bir şey atacağınız kesin…

Nihat Genç-Odatv-06.02.2013

Link to post
Sitelerde Paylaş
  • Konuyu Görüntüleyenler   0 kullanıcı

    Sayfayı görüntüleyen kayıtlı kullanıcı bulunmuyor.


Kitap

Yazar Ateistforum'un kurucularındandır. Kitabı edinme seçenekleri için: Kitabı edinme seçenekleri

Ateizmi Anlamak
Aydın Türk
Propaganda Yayınları; / Araştırma
ISBN: 978-0-9879366-7-7


×
×
  • Yeni Oluştur...