Jump to content

KÖŞE YAZILARI


Recommended Posts

hbr_5FKqkLn2egt.jpg

Kadın Duruşu

Yakın zamana kadar “asker duruşu” derdik...

Geçiniz...

“Kadın duruşu” bu...

Selam verin...

*

Bin erkek istemem...

Bir kadın tutsun elimden...

Bırakmaz...

Düşmem...

*

Döküldünüz birader, rezil ettiniz erkekliğin şanını...

Birbirinizi sattınız...

İspiyon, ihbar, gammazlık, ihanet...

Ben mi gidip ihbar ettim arkadaşımı?..

Paşa mısın?..

Maşa mısın?..

*

Akademisyenler, profesörler, bilim adamları, eğitimciler...

Çocukları yobaza teslim ederken hiç utanmadınız...

Sesiniz çıkmadı...

Sustunuz...

Bastınız imzayı hatta...

Bir kadın yine “Okulumu vermem” diye pankartını alıp çıktı... Okulun merdivenlerine oturdu ağladı...

Polisler alıp götürdüler...

Bebeği annesinin götürülüşünü görüp şaşkın ve çaresiz peşinden koştu boşuna...

Siz saklandınız...

*

Dün vardı gazetelerde:

Bir kadın...

Bülent Arınç, arkasında bir sürü yağcı erkekle Muğla’da dolanırken, o atılıp “Senin ne işin var burada, bunca şehidimiz var, ne yüzle geldin?” dedi...

Yiğidim...

Polisler tuttular kollarından...

Götürdüler...

*

Bebeğinin doğumuna karışan iktidarı Ankara’da protesto eden 27 kadın yargılanıyor... Her birisine 6 yıl hapis istiyor savcı...

Babaları yok ortalıkta...

Tek başlarına mı yapıyorlar bebekleri kadınlar?..

*

Size bu zamlar da az aslında...

Dünyanın en pahalı benzini müstahak mesela...

Hem paranız yok, hem yüreğiniz...

Türkiye’nin tuzu kuru en zengin kadınlarından birisi çıktı, Başbakan’a hiçbirimizin söyleyemediğini söyledi işte:

“Senden korkmuyorum...”

*

Bin erkek istemem...

Yanımda olacaksa bir kadın olsun...

Tutacaksa bir kadın tutsun elimi...

Düşmem...

Bekir Coşkun - 29 Eylül 2012 - Cumhuriyet

tarihinde Yakup tarafından düzenlendi
Link to post
Sitelerde Paylaş
  • İleti 41
  • Created
  • Son yanıt

Top Posters In This Topic

Dün vardı gazetelerde:

Bir kadın...

Bülent Arınç, arkasında bir sürü yağcı erkekle Muğla’da dolanırken, o atılıp “Senin ne işin var burada, bunca şehidimiz var, ne yüzle geldin?” dedi...

Yiğidim...

Polisler tuttular kollarından...

Götürdüler...

Kadının acısı büyük. Şehitlerin olması kolay değil. Amerika da elalemin ülkesini işgal ettikten sonra pek çok şehitler veriyor. Amerikalı annelerin ciğeri yanıyor. İmparatorlukları devam ettirmek kolay değil. Bu kadirkıymet bilmez teba halklar boyuna ayaklanıyor. Fransızlar da bu hain Cezayirllerle o kadar uğraştı. Nankör Cezayirliler boyuna ayaklanıyordu. Sonunda Fransa "lanet olsun" dedi , imparatorluktan vazgeçti.

Bülent Arınç'a kızmakta haklı kadın. Bu kadar şehit var. Bu yeniyetme yobazların hükümeti de Amerikadan falan biraz napalm bombası satın alıp bu ayaklanan nankör teba halkın üzerine atıp hepsinin kökünü kurutmak yerine askerleri tek tek gönderiyor bölgeyi kontrol altında tutmak için. Noluyor? Şehitler geri geliyor. Kadının ciğeri yanıyor. Zaten zamanında üç kıtaya yayılmış imparatorluktan el kadar bir yer kalmış. İyicene ufaltmaya çalışıyor bir dolu şerefsiz hain. Nankörler. Kadının acısı büyük. Altı üstü biraz şan almak istiyordu. Şaaaan alalııııım şaaaaann......

tarihinde presto tarafından düzenlendi
Link to post
Sitelerde Paylaş

yilmaz-ozdil.jpg

YOL HARİTASI

“Güzel şeyler olacak…”

Hayırdır inşallah?

“Analar ağlamasın.”

İnşallah.

“Açılım başlatıyoruz.”

Bismillah.

“Bedeli ne olursa olsunnn!”

Ya Allah!

“Habur.”

Allahh Allahh Allahh…

“Değerli kardeşlerim, hayır cephesinde kimler var, cehape var, mehape var, Kandil var, Kandil!”

Allah Allah?

“Yetmez ama evet.”

Maaşallah.

“Genelkurmay başkanı terörist.”

Elhamdüllillah.

“Her kürtaj Uludere’dir.”

Hafazanallah.

“Zana: Bu işi başbakan çözer.”

Evelallah.

“Bi Obama’ya danışıp geleyim.”

Eyvallah.

“Ramazana hürmeten sabrediyoruz, bıçak kemiğe dayandı, kükremiş sel olur, bendimizi çiğner aşarız.”

Alimallah.

“Gazabımız şiddetli ve kahredicidir.”

Maazallah.

“Reaksiyon gösteremedim.”

Hasbinallah.

“Hindistan’da Pakistan’da olur böyle şeyler, tanıtım potansiyeli olan popüler kişi’ye kilim hediye edilmesi, sucuk ikram edilmesi normaldir, lokum bile dağıtılır, halay çekseydi yadırgardık.”

Fesuphanallah.

“Şehitlik nasip işidir.”

İllallah.

*

“Biz, terör örgütüyle hiçbir zaman masaya oturmadık, hiçbir zaman da masaya oturmayacağız, biz buyuz.”

Vallah billah.

“Bunlarla masaya oturduğumuzu söyleyenler, bu alçakça iftirada bulunanlar, müfteridir, şerefsizdir.”

Estağfurullah.

“Evet, görüştük, gene görüşeceğiz.”

Hay Allah!

*

E güzergâhı öğrendiğinize göre…

Beraber yürüyün bu yollarda.

Yallah.

Yılmaz Özdil – 28 Eylül 2012 – Hürriyet

tarihinde Yakup tarafından düzenlendi
Link to post
Sitelerde Paylaş

Balyoz hakimi, ‘Konuşun, konuşun... Bunlar size geri dönecek’ demişti!

102.jpg

Takvimler 25 Mart 2012’yi gösteriyordu... Balyoz Davası’nı izlemek için Silivri’ye gitmiştim.

Duruşmanın başında kıdemli ceza avukatı Celal Ülgen usul hakkında söz istemiş, Mahkeme Başkanı da bu talebi duymazdan gelmişti.

Sonuçta tartışma büyümüş ve avukatlar savunma haklarının kullandırılmadığını gerekçe göstererek duruşmalara girmeme kararı almıştı. Sanıkların tamama yakını yaşananları kendi aralarında konuşmaya ve mahkeme heyetine itirazlarda bulunmaya başlayınca Mahkeme Başkanı, “Konuşun, konuşun... Bunlar size geri dönecek” demişti!

Ben de tüm bunları, bir gün sonra bu sütunlarda detayıyla yazmıştım...

***

Önceki gün Balyoz kararları açıklanırken nedense (!) Mahkeme Başkanı’nın bu sözleri kulaklarımda çınlayıp, durdu:

“Konuşun, konuşun... Bunlar size geri dönecek...”

***

Dünyanın hiçbir yerinde hakimler, sanıkları ya da sanık avukatlarını tehdit etmez, edemez!

Bakmakla yükümlü oldukları davayla ilgili “karar ya da niyet belli eden” sözcükler kuramaz...

Kurarsa bu, “ihsas-ı rey” anlamına gelir!

Ve yasaktır!

“İhsas-ı rey”de bulunan bir hakimin, o davadan çekilmesi gerekir.

Çekilmezse, verdiği karar tartışmalı hale gelir...

Sadece tek başına bu bile, davanın yüksek yargıda görülmesi sırasında, “kararı bozma” nedenidir!

***

Balyoz Davası’nı gören Mahkemenin Başkanı, yukarıdaki sözleri söyleyerek tam altı ay önce “ihsas-ı rey”de bulundu...

Yani; tavrını, kararını, niyetini altı ay önceden belli etti!

Bu nedenle sanık avukatları bu davayı temyiz edilirken; “esas”ından, yani içeriğinden değil, “usulü”nden hareket etmeli...

Çünkü bu sözler Mahkeme Başkanı’nın, bu davada kararını aylar önceden verdiğinin ilanıdır ve başlı başına bozma nedenidir!

*****

YILIN SLOGANI

Yaklaşık 330 subayın ağır cezalara çarptırıldığı Balyoz Darbe Planı Davası’nın duruşmaları, evrensel hukuk kurallarına aykırı bir şekilde “cezaevi yerleşkesi”nde yapıldı.

Hatırlarsınız; üç yıl önce davul zurnayla gelen teröristler için ise yine hukuka aykırı bir şekilde Habur sınır kapısına “mahkeme” kurulmuştu...

Vatandaş, elbette bu çelişkiyi gözden kaçırmadı ve Balyoz kararlarından sonra internette tıklanma rekoru kıran şu sloganı üretti:

“Adalet mülkün (devletin) değil zulmün temeliyse, taburdan gelene müebbet, Habur’dan gelene muhabbet uygulanır.”

Kararı veren sayın hakimler:

İşte; bugün kamuoyunda oluşturduğunuz duygunun özeti, maalesef bundan ibarettir!

*****

GÜNÜN SORUSU

Bundan henüz iki yıl önceye kadar aleyhlerinde çıkan her kararda yargıya en ağır eleştirileri yöneltenler, Balyoz Davası’ndaki karardan sonra, “Gerekçeli kararı beklemek gerekir” demeye başladılarÖ Sorum onlara:

Bu çifte standarttan hiç mi rahatsız olmuyorsunuz?

*****

Kübra’nın ablası ve devlet!

Hani; AKP, 12 Eylül 2010’da Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu ile yüksek yargıyı ele geçirmek için yaptırdığı halk oylamasına; kadınlara, engellilere ve şehit yakınlarına pozitif ayrımcılık yapılmasına olanak veren bazı maddeler eklemişti ya...

Ve hani biz de daha o günlerde bu düzenlemelerin tamamen göstermelik olduğunu iddia etmiştik!

Keşke yanılsaydık:

O günden bu yana ne kadınların, ne engellilerin, ne de şehit ailelerinin durumlarında herhangi bir iyileşme oldu.

Tam tersine ellerindeki haklara bile göz dikildi!

***

Kübra Göksel, İstanbul’da Türkiye’nin en iyi üniversitelerinden birinde okuyor. Babasını küçük yaşta kaybetmiş...

Annesi, 28 yaşındaki zihinsel engelli ablasıyla birlikte Samsun’da yaşıyor.

Ablası 28 yaşında ama zekâ yaşı 5...

Dokuz yaşından beri zihinsel engellilere özel okullara gidiyor.

Ne yazık ki zekâsında bir gelişme olmuyor ama onun okulda olduğu saatlerde annesi hiç değilse diğer işlerine bakabiliyor.

Devlet yıllarca özel rehabilitasyon merkezinin masraflarını karşılamış, bir sorun çıkmamış... Ceplerinden tek kuruş ödemek zorunda kalmamışlar.

Ama devletin bu tavrı son birkaç yıldır değişmiş...

Rehberlik ve Araştırma Merkezi, Kübra’nın ablası için ‘Verilen eğitimi almıyor. Okulun bir faydası yok. Okula gidemez’ raporu düzenlemiş...

Kübra’nın annesi aylarca uğramış ve kızının bir yıl daha o özel rehabilitasyon merkezine gönderilmesini sağlamış...

Sonraki yıl ise bu mümkün olmamış...

Zihinsel engelli kızcağız da bunun üzerine mecburen devlet okulu olan Samsun Atakum İlk Işık Eğitim ve Uygulama Okulu’na gönderilmiş... Ama bu yıl bu da mümkün olmamış... Çünkü bakanlıktan okula gelen bir yazıda yirmi üç yaşından büyük engellilerin alınmaması emrediliyormuş...

Kübra bana gönderdiği mektupta, “Bu nasıl bir vicdandır? Nasıl okula gidemez, nasıl? O devlet ona ölene kadar eğitim vermek zorunda değil mi? Biz göndermek istemesek bile -Avrupa ülkelerinde olduğu gibi- zorla onların gelip götürmek istemesi gerekmez mi” diye isyan ediyor!

***

İşte; engellilere sözüm ona daha fazla hak tanımak için anayasa değiştiren devletin yaptığı bu...

Zihinsel engelli gençleri, yaşları geçti diye kapı önüne koymak!

Onlar için yeni okul, rehabilitasyon merkezleri açacağına, yatılı sistemler oluşturacağına, mevcut okulundan atıyor!

İyi de bu çocuklarımızın anneleri babaları vefat edince ne olacak?

Ben söyleyeyim:

Onlar da açlığa, bakımsızlığa yani ölüme mahkum edilecek!

***

Kübra’nın telefonu bende...

Eğer “Böyle şey olmaz” diyen vicdan sahibi bir “devlet yetkilisi” çıkarsa, seve seve veririm!

Mustafa Mutlu – 22 Eylül 2012 - Vatan

tarihinde Yakup tarafından düzenlendi
Link to post
Sitelerde Paylaş

-leleler-1207121200_m.jpg

Leleler, bir klan bir kabile adı gibi, bağışlayın beni ne yapayım, başka bir isim bulamadım, hediye ve minnetle rehin alınıp, ajanlıkta kullanılan bu hepinizin tanıdığı cemaat çocuklarına bilmem başka ne ad verelim?

Leleler’i çok iyi tanırım, Anadolu’nun köy ve kasabalarından yüzlercesinin akıllara durgunluk veren trajik aile hikayelerine şahit oldum, her biri Anadolu gerçeği dipsiz yoksulluk öyküleri içinde büyümüş. Tarifsiz yoksulluklarının mucizelere dönüştüğüne de dünya gözlerimle şahidim. En sert toplumsal gerçekçi romanların konusu olabilecek bir yığın trajik hikaye, çoğu darmadağınık aile faciaları içinde büyüyüp, bir zaman sonra cemaat okullarına alınıp, doktor, savcı, hakim oldukları da bir başka yönüyle ‘iyilik’ ve ‘insanlık’ masalı.

İçlerinde öyle çalışkan idealist fedakar gençler tanıdım ki şimdi dünyanın bilmem hangi bucağında gönüllü ve sonsuz hevesle çalışan bu çocukların her birinin hayat hikayeleri ayrı bir roman konusu.

Gazetelerin sadece üçüncü sayfalarına konu olabilecek kriminal ailelerin çocuklarından muhteşem bir enerji muhteşem bir sabır ve sadakat üretmek ancak tasavvufla açıklanabilecek bambaşka bir ‘başarı’ öyküsü.

Devlet’in eğitimi paralı olmaya ve devletin parasız yurtları milyonların ihtiyaçlarını karşılayamaz hale geldikçe, adına cemaat denilen bir modern örgüt, dersaneleri ve öğrenci evlerini organize edip çoğalarak ve bu soylu iyilik hareketinden çoktan uzaklaşıp, tarihlerde eşine rastlanmaz belki de tüm coğrafyaların en tuhaf ajan hikayelerinin kahramanı olmaya başladılar.

El altından gizlice ve sinsice askeri ve yargı kadrolarına sabırla sızıp, bu yapıları dünyanın hiçbir ülkesinde görülmemiş şekilde tamamen ele geçirmeleri, şimdilik sadece istihbarat servislerinin dikkatinde, ama önümüzde yıllarda dünya basın ve siyasetinin en çok konuşacağı konuların başında gelecek, herkes hazırlıklı olsun, böyle bir yılan hikayesi ne duyuldu ne masallarda anlatıldı.

AMERİKAN AJANLARI OLARAK ÇALIŞIYORLAR AMA İSİMLERİ YABANCI DEĞİL

Leleler’in sırf okumak adam olmak için başlayan bu cemaat öyküsünün akıl almaz bir ajanlık ve köleliğe dönüştürülmesinin psikolojik tarafıyla artık birkaç satır yazsak ne olur yazmasak ne?

Ancak okumak için yola çıkan bu tertemiz çocukların ajanlıkla biten hikayeleri ‘doğanın’ ve ‘devletin’ düzeniyle çok yakınla ilişkili.

Doğanın da bir aklı var insanın da bir aklı var devletin de bir aklı var Tanrı’nın da bir aklı var, biz modern insanlar hayat ne kadar değişirse değişsin hepsinin ‘aklına’ yatkın uyumlu fikirlerin sahipleri olmak zorundayız.

Hepimizin ırkı dini cinsi farklı olabilir ama hepimiz öz’de insanız ve insanın en temel ortak özelliklerini hepimiz aynı şekilde taşıyoruz, yani, insan evladının öz’üyle ruhu’yla ilgili bir yırtılma bir başkalaşma söz konusu, yoksa tarih, kitaplar, hayatlar, psikolojik tahliller ortada, bir insan evladı bu denli hain olamaz, bunun bir açıklaması olmalı.

Bu temiz yoksul ve sahipsiz çocuklar bugün bulundukları kasaba ve ülkelerde kendi cemaatinden olmayan herkesi tek tek düşmanca fişlemeye hangi duygularla başladı, bu hiçbir kültürde hiçbir coğrafyada ‘normal’ değildir.

Bu temiz yoksul sahipsiz Anadolu’nun çocukları bugün bulundukları kasaba ve ülkelerde her biri birer CIA ajanı olmaya hangi duygularla sokuldular. Bu sizce de hepimizin altından kalkması gereken çok sert bir soru değil mi? Bugün Amerikan ajanları olarak çalışıyorlar ama henüz isimleri ‘yabancı’ değil, Ahmet Mehmet adı taşıyorlar ve kimliklerinde İslam Müslüman Anadolu yazıyor, bu çocukların bu kadar sert şekilde dönüştürülmelerinde bizlerin de sorumluluğu hiç yok mu?

Unutmayalım, her insan evladı, kullandığı teknik aletin (sapan olur, bıçak olur, sopa olur, tornavida olur.) enerjisini kendine bedenine geçirmesi uygarlık ve kültürün başlangıç mucizesidir. Bu onbinlerce çocuğun enerjisini de birileri kendi sinsi gizli siyasi örgütlerinin gücüne enerjisine çoktan dönüştürmüş durumda, oysa bu enerjiyi kendi bedenine geçirecek olan devletin ve toplumun ta kendisiydi.

Üstelik dünyayı yöneten büyük güçler, bu büyük potansiyeli, muz yaprağından yaz eğlencesi güneşlik bir şapka yapar gibi kolaylıkla başardılar, kendi toplumsal varlığımızdan onbinlerce genci nüfuslarıyla ruhlarıyla kopartıp kendi siyasi çıkarlarına hizmete aldılar.

Ki dünyayı yöneten bu büyük güçler tüm silahlı güçleriyle Afganistan ve Irak’a saldırdıkları halde aynı başarıyı Irak ve Afganistan’da dahi gösteremedi. Irak ve Afganistan’da bitmeyen sonsuz bir direniş karşısında tırsıp geri çekilmeye başladılar, ama heyhat, Türkiye’de arayıp da bulamadıkları bu büyük ‘organize’ yapı sayesinde işgal ve tasfiyede tüm dünyayı şaşırtacak kadar başarılı oldular. İnanın bu Amerika’nın tarih sahnesine çıktığı günden beri en nadide siyasi başarılarındandır, topsuz tüfeksiz bir ülkenin kurumlarını işte bu gençlerin varlıklarıyla topyekün ele geçirmek.

Bu büyük başarının sırrı Fransız İhtilali’nin insanlığa büyük katkısı, cumhuriyet, ulus ve yurttaş gibi soyut kavramların büyüsünün sağ iktidarlarca bozulmasında saklı.

Cumhuriyetle Türkiye’de yepyeni bir ‘devlet modeli’ inşa edildi ancak Cumhuriyet kadroları o devletin büyüsünü tılsımını özellikle elli yılı aşkın sağ iktidarlar sayesinde anlayamadı ve işletemedi.

CUMHURİYET DÖNEMİNDE BEDAVA OKUTULUP YARGIÇ, DOKTOR OLANLAR VARDI

Fransız İhtilaliyle insanlık, çeşitli siyasi ve imtiyazlı grupların her birine, toplum ve hukuk karşısında eşitlemek için bir aritmetik problemi gibi yaklaştı. Aritmetik dediğimiz sayılar ve işlemlerdir, sayılar, 1, 2, 3 vs. işlemler, toplama çıkarma çarpma gibi.

Fransız ihtilaliyle tüm dünyada ‘siyaset’ işte bu ‘soyut’ kavramlarla değişmeye başladı. Cumhuriyet, ulus, yurttaş kavramları soyuttur, herkesi kapsar, kilise, burjuva, köylü, aristokrat, herkes bu soyut kavramlarla ‘tanımlanmaya’ başlandı. Efendilikler derebeylikler şeyhlikler keşişlik herşey iptal edildi. Yani ‘siyasal eşitlik’ Fransız İhtilaliyle dümdüz bir cetvel bir gönye gibi yola koyuldu.

Sigorta, ayrım yapılmadan herkese, fırsat eşitliği, ayrım yapılmadan herkese, vergi, ayrım imtiyaz olmadan herkese, hukuk, zengin fakir demeden herkese eşitçe. Aristokrasinin ya da kilisenin imtiyazını kırmak ve topraksız sahipsiz adsız köylüler ya da işsizleri de yasalar önünde eşit hale getirmek insanlık için tarihlerde görülmedik en büyük devrim’di.

Fransız ihtilali çıkışlı kurulan ulus devletler bu yüzden sağlık ve eğitim gibi en temel kurumlarını ayrım gayrım yapmadan ‘herkese’ aynı mesafede aynı katkıda eşitçe yerine getirmeye çalıştı, eğitimini de tıpkı dil gibi birliğini bozmadan. Tıpkı bir zamanlar Cumhuriyet’in parasız yatılı öğretmen okullarıyla Ağrı’nın dağ köylerindeki çocukları bedavadan okutup her birini yargıç hakim doktor yapması gibi.

Daha derinini oturur siyaset bilimi okur anlarsınız, bugün modern dünyada, cumhuriyet, ulus, yurttaş kavramları kullanılmadan bir devlet bir anayasa bir hukuk sistemi inşa etmek mümkün değildir. Cumhuriyet, ulus, yurttaş gibi soyut kavramlar baş tacı edilmeden kurulmuş bir modern devlet de yoktur, olmadı, olamaz, ya da artık kendi adamlarınıza efendinize imtiyaz öncelik tanımak için her Allah’ın yılı soruları çalmak zorundasınız.

Yani sen ve ben, siyaset ve hukuk önünde, şeriatçı, İslamcı, solcu, liberal, sağcı, hristiyan, Müslüman, laz, Kürt değil, birer yurttaşız. İşte modern devletlerin vazgeçilmez temel taşı budur ve bu temel taşları yerinden oynattığınızda ortada modern bir devlet ve hukuk kalmaz, resmi hukuk ihlallerinden bir zaman sonra toplum yorulur ve iç savaşın kargaşanın önü açılır.

İstediğiniz kadar anayasa yapın istediğiniz kadar yasa çıkartın, cumhuriyet, ulus, yurttaş kavramları olmadan bir ‘düzen’ inşa etmeniz mümkün değildir. Ulusalcılar’a ya da Kemalistlere ya da uygulamalara küfretmek eleştirmek başka şey, siyaset biliminin vazgeçilmez en temel direği ulus ve yurttaşı görmezden gelmek başka şey, olmaz, kuramazsınız, çünkü cemaatte ve siyasette oylar birer birer sayılmaz insanlar tek tek birey olarak hesap edilmez.

Yani, Cumhuriyet, ulus ve yurttaş kavramları siyaset biliminde insanlığın bulduğu en mucizevi kavramlardır ve ufukta bu kavramların yerini alabilecek başka bir büyü, tılsım, mucize henüz yoktur.

Fransız İhtilali’nin bu herkesi siyaset ve hukuk önünde eşitleyen kavramlarına en büyük itiraz Rus ihtilaliyle geldi, asıl eşitlik mallar araziler rantlar zenginlikler üzerinden kurulmalı, üretim araçlarını ellerinde tutanlar istediği kadar avukat tutar ya da para gücüyle büyük siyasal imtiyazlar ele geçirir, bu yüzden ‘yurttaşlık’ sözde bir eşitliktir, gerçek sahici bir eşitlik için ‘mülkiyetin’ ve ‘zenginliklerin’ eşitçe paylaştırılması gerekir, deyip, tüm dünyanın gözlerini ekonomik yapının üzerine çevirdiler ve Fransız ihtilaline tamamlanmamış devrim gözüyle baktılar.

1980’DEN SONRA DÜNYA BAMBAŞKA BİR TARTIŞMAYA GİRDİ

Ve işçilerin emekçilerin sadece emekleri değil ‘siyasal güçlerinin de’ anayasal garantiler altına alınmadığı takdirde bir kölelik düzeni doğar ve bu ‘sınıflı toplum’ yani imtiyazlı toplumun gerçekte hiç değişmediğini gösterir, diye, dünyanın altını üstüne getiren büyük sert itirazlarda bulundular.

1980’li yıllardan sonra ise dünya bambaşka bir tartışmanın içine girdi, sivil toplum, etnik haklar, eşcinsellik ve feminizm gibi tartışmalarla ırk, cins, siyasal katılımda eşitsizlikler üzerine dünyada yepyeni bir sayfa açıldı.

Ve ulus devletler zaman içerisinde eşcinsellik, feminizm, siyasal katılım gibi bir çok itirazı yavaş yavaş kabullenmeye yasallaştırmaya çalıştı.

Ancak etnik haklar’ı ulus devletlerin tölere etmesi hiçbir ülkede mümkün olmadı. Ulus devletler etnik hakların önünü sadece folklörik düzeyde açabiliyordu. Çünkü bir mezhebin bir kavmin kabilenin ya da etnik grubun siyasal olarak tanımlanması ‘ulus’u parçalayan ve iç savaşa ya da bölünmeye yol açan bir yere kadar geldi ve tıkandı.

Yani etnik hakların önünü siyasal olarak açmak ulus devletler için mümkün değil, açtıkları zaman, ya bölündüler ya büyük şehirlerinde milyonların ölümüyle sonuçlanan iç savaşlar yaşayıp hayvanat bahçesi kafesleri gibi şehirleri ortadan bölündü.

Velhasıl bölünmeden ve iç savaşa sürüklenmeden etnik siyasal hakların önünü açmak bugüne kadar mümkün olmadı.

Dünya siyaseti içinde etnik siyasal hakların önünü ‘ulus devleti’ bölmeden açabilecek mucizevi çözümleri olanlar varsa, bu mucizevi çözümleri olanların dünya siyasetine katkısı, kuşkunuz olmasın Fransız ve Rus ihtilallerinden daha büyük olacaktır ve bu iki büyük insanlık devrimini de gölgede bırakacaktır.

Bu yüzden bugün etnik siyasal hakların önünü açmak isteyenlerin gerilla savaşı ya da iç savaş kışkırtmaları dışında başka bir yol yöntem strateji taktik usulleri yoktur ve bu yüzden bugün için etnik siyasal hak taleplerini dayatanlar hep büyük emperyalist devletlerin gizli servisleri ve onlar adına konuşanlar olmuştur.

Dağıtmayalım, bu kısacık özet yetsin, biz Leleler’e dönelim. Bir ilkel kabile şefinin kendilerini değiştirmek dönüştürmek için çalışan misyonerler için söylediği meşhur bir lafıyla başlayalım, kabile şefi misyonerler için şöyle der: ‘Tanrıya çok fazla dua ediyorlar ama bana hala az balta az bıçak veriyorlar.’

Kabile şefinin bir komün lideri olduğunu unutmayalım ve eşitsiz dağılıma karşı itirazda bulunduğu açıktır, çünkü bir komün’ün aklının almayacağı tek şey, ‘imtiyazdır’.

KOMÜN’DE BÖLÜŞÜM HERKESE EŞİTTİR

Komün’ü de küçümsemeyelim, komün dediğimiz şey, Fransız ihtilaliyle başlayan yepyeni siyasete ‘aritmetiği’ sokmuştur, çünkü komünde bölüşüm herkese eşitçe’dir, tıpkı sayılar gibi. Yani komün on kişisiyse sofraya da on tabak koyacağız, bu bazı bilmişlerin dalgaya aldığı gibi ‘pozitif’ bir bakış açısı değil bölüşmenin ‘ruhuyla’ ilgilidir. Yemeği herkese bölüştürdüğünüzde, toplumu birbirine bölüşmenin ruhuyla bağlayan bambaşka bir sosyal değer bulursunuz, bu sosyal değer aritmetik gibidir ama toplumu birbirine kardeşçe bağlayan en temel bağdır. Demokrasinin kökü de ‘aritmetiktir’, oylar zengin fakir laz kürt diye değil birer birer sayılır.

İlkel toplum ortaklaşa bölüşüyordu ve biz buna ‘komün’ diyoruz, ki ‘komün’ tarihin ilk çağlarında kalmış antik sosyolojik bir yapı değildir, komün bugün varlığını halen dünyanın her aile her yuvasında yaşamını sürdürmektedir.

Aile hayatı da bir ‘komün’dür, aile ortak mide ortak sofra demektir, aile bireyleri bir sofra başında toplanır ve kim ne kazandıysa sofraya getirir, çoluk çocuk büyük küçük tüm aile fertleri ailenin toplam kazancından eşitçe faydalanır, işte ulus’u hazırlayan felsefe bu komün’den yola çıkmıştır.

Aile hayatının ortak bölüşümü insan evladına aileye derinden bağlılık gibi büyük bir güven ve şevk verir, her insan evladı, ailesine bu yüzden düşkündür ve kendisi kazandıkça aile bireylerine bölüştürmek için can atar, bu vazgeçilmez duygu, aslında hepimizin ‘komün’e yani ortak bölüşüme olan düşkünlüğümüzdür.

Yani anne, baba, kardeş, yakınlık duygusu ‘ortak bölüştüğümüz’ ‘ortak büyüdüğümüz’ ‘ortak midemiz’ ‘ortak gelirimiz’ ‘ortak acılarımız’ ‘ortak yokluklarımız’la oluşur.

Komün’ün ayrım gayrım demeden eve giren kazancı hepimiz için bölüşmesi, ‘kardeşçe’ dediğimiz ‘ortaklık’ duygusu, kökünü ‘komün’ün eşitlik duygusundan alır.

Ve insanın dünya sahnesinde görüldüğü ilk günden beri geliştirdiği en köklü duygudur, bilinen tüm din ve uygarlıkların insani ölçüleri onbinlerce yıldır bu bölüşüm değerleriyle ölçülür. Bir ekmeği ortasından ikiye ayırıp hiç tanımadığınız insanlarla ortakça bölüşmeniz yeryüzü kültürünün en büyük ışığı, en büyük mucizevi değeri ve insanları birbirine bağlayan en yüksek hazinedir, ekmeği ortadan ikiye bölüştürdüğünüzde toplumu bir arada tutan görünmez mucizevi ışıktan ilahi tutkalı görürsünüz.

İşte ‘komün’ün insanda bıraktığı mezhep üstü din üstü siyaset üstü muhteşem ‘kardeşlik’ duygusu budur.

Bu duygunun adına şefkat, sevgi, aile bağı, annelik, babalık, kardeşlik diyebilirsiniz, ama bu duygunun bir diğer tanımı, ‘minnettarlıktır’.

Mihnet, eziyet, çekilen acı demektir, türkülerimizde çokca duyarsınız, minnet, yapılan bir iyiliğin altında borçlu kalmak duygusudur, Anadolu insanı birisine borçlu kalmayı yani minnet’i mihnet diye en ağır eziyetten sayar. Anadolu kültüründe en çok bahsi geçen mevzu ‘kibir’den sonra ‘minnet’ duygusudur, kibir kendini başkasından üstün görmek, minnet ise seni boyunduruk altında tutan duygunun adıdır, tüm türkülerimizde ‘alarm’ gibi binlerce yıldır söylenir.

İnsan evladının katlanamadığı en büyük eziyet bir başkasına borçlu kalmak duygusudur. Minnettarlık duygusu ise, kendisine yapılan iyilik’in hiçbir siyasi çıkar ilişkisi olmadan sadece kendisi için yapıldığına inandığı duygudur.

Bu yüzden ilkel komün toplumunda olduğu gibi bugün bizlerin modern ailelerinde de çocuklarımız kimseye borçlu kalsın istemeyiz, kimsenin mihneti altında yaşamasına rıza göstermeyiz ve bunu bir namus şeref ve en büyük ahlak meselesi yaparız.

Çünkü ailesinin ortak bütçesiyle bölüşen büyüyen çocuk ailesine karşı borçlu hissetmez kendisini, minnettarlık duyar, yani karşılıksız olduğuna inanır ve bir gün eline imkan geçtiğinde kendi çocuklarına karşı da aynı karşılıksız ilişkiye girer, dünya işte bu karşılıksız duygularla güneşin etrafında yuvarlanır gider, insan topluluklarını yöneten doğanın aklı dediğimiz budur ve Anadolu kültüründe bu akıl Allah’ın aklı’yla bütünleşmiştir..

ULUS DEVLETTE VERGİ SOYUTTUR

Leleler, ailelerden kopartılıp bir cemaat organizasyonu içine alınarak, insan evladının minnet duygusuyla ömür boyu boyunduruğundan kurtulamadıkları (mihnet) işkenceye sokulur. ‘Siyasi çıkarları siyasi hesapları’ sonsuz başka tür bir ailenin fertleri haline getirilir.

Ulus devletlerin paralı yatılı okullarında ya da burslarıyla okuyanlar da tıpkı aile gibi ‘devlete’ karşı kendilerini borçlu hissetmez, çünkü, vergilerini verirler, çünkü bu hakların herkese olduğunu bilirler ve bir gün kendi kazançlarıyla başka çocukların da aynı haklardan yararlandıklarını bilirler, zengin fakir denmeden herkesin ayrım yapılmadan askerlik görevini yapması gibi.

Ki, kilise ve aristokrat imtiyazlarıyla sınıflanmış eski toplumlarda mesela bir hristiyan mezhebine ait okulda okuyan çocuk, o mezhebe karşı ya da kendini büyütüp besleyen derebeyine karşı kendini psikolojik bir bağımlılık içinde hissediyordu ve bu borcu aşırı abartılı bir sadakat duygusuyla ödemeye çalışıyordu, bizde hala yaşamını sürdüren feodal şeyhliklerde olduğu gibi.

Bu yüzden ulus devletlerde vergilerin bağışların da isimleri yoktur, kimse kimseye muhtaç borçlu kalmasın diye, vergi de soyut’tur. Ve hristiyan olur Müslüman olur, ayrım yapmaz, ve onun köylüsü bunun akrabası torpil kayırma yapmaz, herkese aynı hakları verir.

Bugün onbinlerce Lelenin kendilerini okutan besleyen büyüten cemaat ve cemaat önderlerine kendilerini borçlu hissetmesi, bu konuda verilecek en trajik derstir..

Ve bugün artık Leleler aç değil çıplak değil öksüz değil yetim değil, benim düşüncem, leleler, kendilerini cemaatin ekmeğine muhtaç bırakan ulus devletten tarihlerde eşine rastlanmamış bir intikam alıyor, hepimize ders olsun, benim düşüncem, bölüşüm değerlerini hiçe sayıp çocuklarını aç çıplak ona buna muhtaç bırakan her toplumun başına buna benzer felaketler geldi, geliyor, gelecek.

Oysa ilkel toplumda olduğu gibi ulus devlet’de de ‘herkes herkese karşı borçludur’, birileri vergilerini verirken, bu vergilerimle sadece Yozgatlılar okutulsun diyemez, adını sanını bilmediğimiz ve bize hiçbir yakınlığı olmayan insanların da faydalanmasını isteriz. Yani vergilerimiz bağışlarımız ve yardımlarımız ‘soyut’tur, genel’dir, çünkü hiç tanımadığımız insanlarla gelirlerimizi bölüşmek daha büyük bir insanlık duygusuna ortak eder hepimizi.

Ulus devlet imtiyazlara karşı savaşırken gücünü de buradan alır. Vergi devletin ortak gırtlağıdır ve herkese adil dağıtılmalıdır. Bir takım örgütler cemaatler imtiyazlı kurumlar bu ‘ortaklığı’ bozup sadece kendi üyeleri kendi müridleri kendi adamları için ‘yardımlaşmaya’ başlarsa, işte onbinlerce çocuğun bir başkasına ‘duygusal açıdan bağlanmasının’ önünü açar toplumu ortadan bölersiniz.

Bu duygusal bağlanma çok geçmeden siyasal bir tuzağa ve çok geçmeden başka büyük ülkelerle ortak sinsi ajanvari çalışmalara kadar çoktan uzanır şaşırıp kalırsınız.

HEDİYE VERİLEN İNSANI ‘REHİN’ ALIR

İnsanoğlunun altından kalkamadığı bu ‘mihnet’ duygusunu tarihlerde en çok işleyen Anadolu kültürüdür, dinleyin okuyun, nerdeyse bütün kültürümüz birine karşı borçlu kalmanın en büyük acı ahlaksızlık olduğunu türküleriyle dualarıyla üstelik yiğitçe meydan okuyarak anlatır.

İnsanın içinde böyle bir şey var, ruhen birine borçlu kalma duygusundan kimse kurtulamıyor.

Bunu en güzel anlayacağımız en güzel örneği ‘hediye’dir, hediye, dünyamızda duygusal gücü inanılmaz en tuhaf eşya ya da alışveriş şeklidir.

Hediye, verilen insanı ‘rehin’ alır. Bunun sebepleri bugüne kadar tartışılıyor ama tam karşılığı verilmiş değil, hediye verilmiş her insan, mutlaka ‘hediye’ye karşılık hediye vermek zorunda hisseder kendini.

İlkel toplumdan bugüne insan evladı kendisine verilen hediyeyi (insan kişiliğinin bir çözülmemiş muamması) hiç karşılıksız bırakmadı. Hediyenin karşılıksız bırakılması insanın içini kurt gibi yediği köleleştirdiği borç içinde bıraktığı yani ‘bağımsız’ kişiliğine karşı en büyük meydan okuma olarak görüldü.

Yani nasıl Freud, ego, bilinçaltı, libido gibi kişiliğimizin derinliklerine dair çok esaslı kavramlar türetti, bölüşmek duygusu da böyle, kişiliğimizi inşa eden en temel duyguların başında geliyor, borçsuz insan kendini rahat huzur daha özgür hissediyor.

İnsanoğlu ‘hediye’ye karşılık veremediği zaman kişiliğinin ipotek altında kaldığını düşünür.

Ciddi bir sorudur bu, neden her insan evladı aldığı hediyeye karşılık vermek ister, çünkü hediye, karşılıksız kalırsa kendi ellerine vurulan kelepçe gibidir. Hediye verene karşı kendini boyunduruk altında hisseder ve her insan evladı ölünceye kadar mutlaka hediyesini borcunu karşılıksız bırakmamak için çalışır.

( Hediye başka yönüyle de çok mucizevi bir eşyadır, hatta bugüne kadar savaşları önlemek için insanoğlu hala hediye’den başka bir çözüm dahi bulabilmiş değildir.) Hediye vermek insana güven vermektir, sen bendensin bizdensin sevgilimsin kardeşimsin demektir, daha da ötesi, açsak birlikte açız, doyacaksak birlikte, demektir.

Nice enfes insan hikayesi okumuş duymuş yaşamışsınızdır, aradan elli sene geçse de kendisine çocukken yapılan bir iyiliğin karşılığını ödemek için çırpınan bütün malını varlığını bin cefaya tarifsiz yoksulluklara rağmen bulup ödeyen bağışlayan dürüstlük öykülerini.

Size verilen hediyenin sahibini bulamazsanız dahi siz de artık bir başkasına ama o niyetle ve ölmeden en değerli vasiyet olarak karşılığını verirsiniz.

ANADOLU YOKSULLUĞUN COĞRAFYASIDIR

Kardeşlerim, Anadolu aynı zamanda yoksulluğun coğrafyasıdır. Yüzbinlerce çocuk aile faciaları içinde okuyacak okul, çalışacak dersane bulamadı. Ve birileri bu çocukları minnetle, hediyeyle bağışla kendilerine bağladı. Öyle ki, ortak bir ‘komün’ kurdular, bu ortaklık, onları o cemaate bir aile gibi bağladı.

Hiçbir insan evladı bugüne kadar başaramadı, bu çocuklar da ‘minnet’ duygusuyla baş edemediler ve bu borçluluğun bu rehine edilmişliklerin üstesinden gelmeleri hiç de kolay değildi.

Toplumumuz sağ iktidarlar boyunca eşitsizlikten yana hikayeler yazmadı, toplumumuz sağ iktidarlar boyunca bölüşmeden yana filmler çekmedi, toplumumuz, bu eşitsizliğin ortak yaşamın büyüsünü paramparça edebileceği trajedileri üzerinde pek de durmadı, aksine duranları içeri attı, yasakladı, sansürledi.

Yine de insan bu, genellememek lazım, tanıdığımız onlarca Lele, zaman içinde büyüdüğü cemaatle arasına mesafe koydu, bir şekilde uzaklaşıyor adını unutturuyor, bir şekilde içinde bulunduğu yapının kendisini nasıl köleleştirdiğini uzun uzun düşünecek zamanı bulup ekmeğini yediği cemaati redediyor ve borcunu başka şekilde uzaktan ödüyor.

Ve okuma çağında birilerine muhtaç olmuş yüzbinlerce genç, ruhlarını rehin almış bu borçluluk duygusunu, adını sanını hiç bilmedikleri mesela Doğulu bir yoksul çocuğu tek başlarına okutarak, cinsini mezhebini hiç merak etmedikleri bir başkasına gizli bağışlar yaparak, bir şekilde kişiliklerini rehine olmaktan kurtarmak istiyor.

Bugünlerde vahşeti gırtlağımıza dokununca ancak anladık ki, devlet, sağcı politikacılarla soyulup en temel eğitim ve sağlık gibi harcamaları karşılayamaz hale geldikçe, birileri, bir cemaat, bir örgüt, ulus devlet’in elinden kendi siyasi hesapları uğruna çocukları minnet vefa duygularıyla kaçırmaya örgütlemeye ve hiç beklemediğimiz felaketlere ülkemizi savurabileceklerine ülkemiz bir felaketin eşiğine geldiğinde nihayet hisseder olduk.

Ne hazin ne içinden çıkılmaz bir durum, ne, söylemesi bile insanın ağrına giden zor bir durum. Bugün adlarına ısrarla İslam, Müslüman diyen bu çocukların her biri dünyanın her bir ülkesinde Amerikan ajanı gibi kullanılıyor, her biri bugün Anadolu’nun köy ve kasabalarında komşularını fişleyen köstebekler gibi çalışıyor, her biri sınav hırsızlığı yapıyor her biri ülkenin en temel değerlerinin altını kendi cemaat hırsları için oyuyor.

Sormak lazım Anadolu’nun bu temiz yoksul çocuklarının her biri Amerika’nın oyuncağı ajanı haline nasıl getirildi?

Henüz kendi köylerinin türkülerini öğrenmeye fırsat bulamayacak çağda ve zaten ayakta kalması mucize olan ailelerden sökülüp alınarak, her birinin enerjileri, Irak’ta bir buçuk milyon Müslüman öldüren ve öldürmeye devam eden Amerika’nın FBI’sına otuz yıl gibi kısa süre içinde bağlanıverdi.

Şimdi bu çocuklara, aileyi, komünü, ortaklığı, kardeşliği, bölüşmeyi, vefayı, minneti nasıl anlatalım, suçlu, bölüşmeyi hiç değilse eğitim ve sağlık da olsun beceremeyen ‘ulus’ olmanın ruhuyla oynayan Türkiye Cumhuriyeti hükümetleridir.

BU ÜLKENİN ÇOCUKLARINI AMERİKAN İSTİHBARATININ KUCAĞINA KİM ATTI

İnsan evladının en temel hakkı okumak için yola çıkan bu gençleri tuzağına düşüren, onları, ülkelerine topraklarına ve komşularına birer düşman haline getiren bir ‘ulus’u hepimiz masaya koyup çoktan tartışmalıydık.

Bu siyasi organizmanın ‘insan’ dediğimiz varlığın ruhuyla nasıl ‘oynadığını’, mal batıya kaymadan toplumca anlayabilmeli toplumca eşitlikçi siyasal bir kavga verebilmeliydik, olmadı, işkenceler, darbeler, kovuşturmalar, eşitlikçi düşünen herkesin önünü kesti, yazarının çizerinin gırtlağını söküp parçalayarak çıkarttı.

Ve sonunda özbeöz bu toprakların çocukları, FBI ajanlarıyla tertip içinde kendi ülkesinin askerlerine yüzlerce asılsız fuhuş, askeri casusluk gibi uydurma davalar açmaya doymayan bir hale geldiler.

Ve sonunda özbeöz kendi köyümüzün kasabamızın mis gibi pırıl pırıl gençleri, her birimize tek tek iftiralar atan, olmayan belgelerle hepimizi zindanlarda çürüten bir büyük güç’ün sahibi işte altmış yılın sağ iktidarlarının vurdum duymazlığıyla başkalaşıp bu hale geldiler.

Kendi topraklarında güvenecek sığınacak inanacak hiç kimse bulamamış, FBI ajanlarıyla kendi ülkelerini Afganistan’tan Irak’tan beter dağıtmak parçalamak için her türlü hukuksuzluğu göze almış canavarlar büyüdü son altmış yılın sağ iktidarları sayesinde.

Ve bu çocuklar, bu büyülü muhteşem ülkemiz Anadolu’nun çocukları, hanginizin aklı alıyor bunu.

Cumhuriyet, yurttaş, ulus gibi büyülü kavramların ruhuyla oynayanların hazırladığı bir tuzak bu, kim oynamışsa ‘komün’ün bölüşmenin, eşitlikçiliğin ruhuyla, hiç kuşkunuz olmasın, her coğrafyada her tarihte başına aynı felaketler gelecektir.

Tekrar edelim:

Anadolu türkülerinin minnetle mihnetle başı niye bu kadar feryat figan beladaymış bari şimdi bugünlerde anlayalım…

Bölüşüm, yer küresinde her topluluğun en temel değeridir. Kimseyi aç, açık, çıplak, hiçbir şekilde dışarıda bırakmamak bütün toplumların en acil siyasi ve sosyal derdidir.

Duyuyor musunuz beni altmış yılın sağ iktidarları, Demireller Tansular Özallar, bu çocukları birilerine ajan olacak denli aç çıplak sahipsiz kimler bıraktı?

Duyuyor musun Özal, sattığın sadece köprü olsaydı, Anadolu’nun bu yoksul temiz çocuklarını Amerikan istihbaratının kucağına kimler attı?

Eğitimle sağlıkla ekmek’le adaletle eşitlikle kim oynadı?

İlkel toplumlarda dahi hediye alıp karşılığını vermeyen kabile üyeleri dışlanır, kovulur, cezalandırılır.

Çünkü hediyenin karşılığı verilmezse, kabilenin üstüne büyük bir felaket gelir.

Felaketimiz geldi…

Nihat Genç

Odatv.com

Link to post
Sitelerde Paylaş

Her şey 1 Mart Tezkeresi ile başladı

cuneyt-ulsever.jpg

Benim salı günü yayınladığım, Yurt Gazetesi’nin de dün “Yurt’un Sesi” başyazısında tekrar ele alınan Wikileaks Belgesi Türkiye’deki “Silivri Davalarının” ABD güdümünde hayata geçtiğine dair düşünceme büyük destek sağlıyor.

Dönemin ABD Büyükelçisi Robert Pearson’ın 6 Haziran 2003 tarihinde Ankara’dan Washington D.C.’ye gönderdiği kriptoda şu noktalara parmak basılıyor:

1)Erdoğan güçlü bir müttefikimizdir. Bize yardımcı olmaktadır.

2) (7 generalin adı geçiyor. Yalman ve Büyükanıt dışındakiler halen tutuklu.) Bu generaller Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök’ün talimatlarına uymadıkları gibi her an muhtıra verebilirler.

3) Generallerin bu tutumu Amerikan menfaatlerinin korunması açısından engelleyicidir.

4) Orgeneral Özkök’ün sadakatli duruşu sahiplenilmelidir.

5) Güçlü bir medya grubunun oluşturulmasına acilen ihtiyaç duyulmaktadır. (Bkz: Barış Pehlivan-Barış Terkoğlu “Sızıntı:Wikileaks’te Ünlü Türkler”-ss:178-Kırmızıkedi: 2012)

***

Ben 1 Mart Tezkeresinin TBMM’de reddinin ardından bunun ağır yaptırımları olacağını defalarca yazdım, söyledim. Bende bu kanaati doğuran etmenler ABD üzerine yaptığım şahsi çalışmalar ve görüştüğüm bazı emekli ABD subayları idi.

Pentagon 1 Mart Tezkeresinin geçmemesini TSK’nın pasif tutumuna bağlıyordu. Yıllarca komünizme karşı sırt sırta verdikleri, Türkiye’deki en yakın dost saydıkları, darbelerine, hatta bazılarının yediği rüşvetlere göz yumdukları TSK’ya kırk yılın başında (Irak) ihtiyaç duymuşlar ancak TSK onlara sırt çevirmişti. Zira, TSK komutasında anti-Amerikancı ve pro-Asyacı bir anlayış gelişmekteydi!

***

2003’den sonra ülkede neler oldu?

1)Tarihe 1 Mart olarak geçen tezkereyi AKP Hükümeti 2003 Ekim’inde TBMM’den geçirdi. Ancak, ABD bu sefer tezkereye itibar etmedi.

2) Mart 2001’de gözaltında bulunan Ümit Oğuztan ile Tuncay Güney’in Strateji Dergisi’ndeki işyeri ve Güney’in evinde gerçekleştirilen aramada Ergenekon örgütü ile ilgili 6 çuval dolusu belge bulundu. Ergenekon Davası yıllar sonra bu belgelere dayandırılarak başladı. MİT ve JİTEM’e çalıştığı söylenen Tuncay Güney şimdi Kanada’da koruma altında bir “haham yardımcısı”!

3) 20 Ocak 2010’da Taraf Gazetesi bugün Balyoz Davası olarak adlandırılan davanın “belgelerini” yayımladı. Belgeler ancak çok üst düzeyde komutanların eline geçebilecek belgelerdi. “Yurtsever” askerler bir kez daha Taraf Gazetesi’ne ve Mehmet Baransu’ya güvenmişlerdi. Baransu 30 Ocak’da bir bavul dolusu belgeyi Savcılığa teslim etti.

4)Mehmet Baransu 3,5 yıl İngilizce öğrenmek ve tez çalışması yapmak üzere ABD’de kalmıştır. Ancak, ABD’den alınmış bir yüksek lisans diploması yoktur. Taraf Gazetesi kurucusu Yasemin Çongar uzun yıllar ABD’de çok başarılı bir gazetecilik yapmıştır. İddialara göre aniden Türkiye’ye dönüşünde, Oray Eğin’in Akşam’da belgelediği üzere, (sonradan ismi ilgili Web sayfasından silindi) eşinin çalıştığı bir CIA kuruluşu önemli rol oynamıştır. Benim ilgimi çeken bir başka Taraf yazarı Emre Uslu da ABD’deki master çalışmalarını çok uzun tutmuş, hatta sonunda bağlı olduğu Emniyet Teşkilatı ücretini kestiği halde yine de uzun süre ABD’de ikamet etmeyi becermiştir.

5) Sabah Gazetesi ve ATV 2 Nisan 2007’de Ciner Grubu’ndan alındı ve TMSF’ye devredildi. Gazete 22 Nisan 2008’de hükümete çok yakın duran Çalık Grubu’na satıldı.Satış sırasında iki devlet bankası Çalık Grubu’na hiçbir teminat almadan, sadece ilerideki gelirleri “hesaplanarak” bir Türkiye rekoru ile 750 milyon dolar kredi açtı. Çalık Grubu şimdi harıl harıl medyayı devredecekleri bir şirket arıyor.

6) Star Gazetesi defalarca el değiştirdi ama hep hükümet (hatta Erdoğan) yanlısı patronların elinde kaldı. Hürriyet Grubu budandı ve yola getirildi! Keza, NTV’nin sahibi Ferit Şahenk’e de ayar verildi! Milliyet’in yeni sahipleri gazetenin el değiştirdiğini (Hükümet yanlısı tutum almaya başladığını) Başbakan’a hissettirmekle görevli.

7) Salı günü de yazdım. Taraf Gazetesi yayın hayatına 15 Kasım 2007’de girdi. O günden sonra ne kadar gizli belge varsa “yurtsever askerler” sadece Taraf’a getirdi. Askerin yediği ne kadar halt varsa ilk önce Taraf yazdı.

***

8) Bütün teammüllerin dışında Org. Necdet Özel 4 komutanın istifası üzerine (mecburen) 29 Temmuz 2011 tarihi itibariyle Kara Kuvvetleri Komutanlığına atandı, aynı saatlerde Başbakanlık tarafından Genelkurmay Başkan Vekilliği’ne getirildi. Daha sonra yapılan Yüksek Askeri Şûra toplantısında ise Genelkurmay Başkanlığı’na atandı.

9) 2012 YAŞ’ında 40 adet tutuklu general ve amiral emekli edildi. Bu insanlar o tarih itibari ile henüz yargılanıyorlardı. Sonradan beraat etseler bile görevlerine geri dönemeyeceklerdi. Oybirliği ile alınan karar 40 kişiyi birden dava sonuçlanmadan suçlu ilan etti. Deniz Kuvvetleri’nde nerede ise tüm komutanlar yargılanıyor.

***

İşte bir belge (6 Haziran 2003-Bir adet kripto)!

İşte somut sonuçları (21 Eylül 2012-Balyoz Davası hükümleri) !

Cüneyt Ülsever - 27.09.2012 - Yurt Gazetesi

tarihinde Yakup tarafından düzenlendi
Link to post
Sitelerde Paylaş

Doğu’nun sefaletinin temelinde yatan kuramsal yanılgı ve muhafazakârlık

merdan-yanardag_1.jpg

Batı’nın “ilmini ve tekniğini alıp, kültürünü ve değerlerini reddetmek” anlayışı, ülkemizdeki sağcılığın, muhafazakârlığın ve dinciliğin temel tezidir. Öyle ki, Türkiye’nin ve bütün Doğu’nun (bu arada İslam dünyasının) geri kalmışlığının nedeni bu anlayışın gereğinin yerine getirilmemesine bağlanır. Burada sözü edilen yerel kültür ve değerlerin temelini ise din oluşturur. Dolayısıyla daha açık bir anlatımla, İslam dünyasının geri kalmışlığı, ilkelliği, sefaleti ve cehaleti –ki yeryüzünde gelişmiş tek bir İslam ülkesi yoktur- kendi değerlerinden uzaklaşmaya, Batı’nın etkisine girerek yozlaşmaya bağlanır.

Bu tutum tam anlamıyla bir zavallılıktır. Çünkü çözüm olarak daha fazla dine, yerel kültüre bağlanma önerilir. Siyasal İslamcıların ve bütün dincilerin tüm tezlerinin temelini bu yaklaşım ve/veya teori oluşturur. Ancak, Bu yaklaşımın Soğuk Savaş yıllarının bitimine kadar (1990’lar) taşıyıcıları muhafazakârlar ve sağcılar oldu. Bu nedenle klasik muhafazakârlık nedir ne değildir, bu pazar biraz yakından bakalım. Ne dersiniz?

***

Muhafazakârlık; var olanı “muhafaza etmek” yani “korumak” kökünden gelir. Bu yanıyla siyasal ve felsefi bakımdan sadece eski düzen savunusu değildir. Eski düzenin kurumlarının yeni düzende de devam etmesi gerektiğini ve bu kurumların zaman içinde kendiliğinden dönüşüme uğrayacağı görüşünü savunur. Radikal dönüşüme karşıdır. Son çözümlemede bir burjuva akım olan muhafazakârlık, tarihin akışına, toplumlara ve siyasal düzene devrimci müdahalelere karşı çıkar.

İdeolojik bir iç tutarlılığı yoktur. Gerçek anlamda temelleri 18. Yüzyıl sonlarında atılan muhafazakârlık, genelde kendisinin ideolojik bir akım olarak tanımlanmasına da karşı çıkar.

Klasik muhafazakârlık, Fransız Devrimi (1789) sırasında eski toplumsal kurumlara karşı yürütülen devrimci müdahaleler ile her türden siyasal radikalizm karşısında, aydınlanma ve modernleşmeye kuşkuyla bakan tutucu taşranın politik eğilimi olarak doğmuş ve şekillenmiştir.

Muhafazakârlık Aydınlanma felsefesine ve akılcılığa karşıdır. Bu yanıyla muhafazakârlar, gerçekte insanlığın ortaçağdan çıkışını sağlayan akıma ve felsefeye itiraz ederler.

Muhafazakâr ve İslamcı yazıcıların Aydınlanmanın karşısına koydukları “akıl” ise, sınırlandırılmış, sadece kutsal metinler içinde hareket edebilen ve dogmalar tarafından teslim alınmış bir akıldır. Dünyevi işlerde, toplumsal ve siyasal olaylarda, aklı değil nakli (vahiy) esas alma tutumudur.

***

Muhafazakâr akım kendi içinde bütünlüğe sahip değildir. Dinciliğe yaklaşan tutucu kanatları olduğu gibi, liberalizme yaklaşan eğilimleri de vardır. Değişimi ve toplumsal ilerlemenin kaçınılmazlığını gören bazı muhafazakâr hareketler, Aydınlanmaya akılcılığa, modernleşmeye, devrime ve değişime doğrudan eleştiri yöneltmek yerine, bu devrimlerin kimi sonuçlarına itiraz ettiler.

Dolayısıyla, muhafazakârlık değişimin kaçınılmazlığı karşısında duyulan bir çaresizlik halidir. Değişimin kaçınılmazlığını görmek fakat onun hızına ve kapsamına itiraz etmektir. Bu anlamda muhafazakârlığı, devrimci ve radikal değişime yönelttiği itiraz yoluyla değişimin kendisini denetim altına alma çabası olarak da tanımlamak mümkündür.

Bu nedenle muhafazakâr akımı günümüze taşıyan ve daha gerçekçi olan bazı temsilcileri, esas olarak deneysel gerekçelerden hareket ettiler. Örneğin, Fransız ya da Türkiye’nin Cumhuriyet devrimine bütünüyle itiraz etmek yerine, kendi tezlerini bu devrimlerin kimi sonuçlarından yola çıkarak savundular. Felsefi ve tarihsel bir tartışmaya girmekten çok, Fransız ya da Türk Devrimi’nin ilkelerine en fazla bağlı kanadını oluşturan Jakobenlere, Jön-Türklere (İttihatçılara ve Kemalistlere) yani devrimciliğe saldırdılar.

Bu anlamda muhafazakârlar hiçbir zaman tarihi ve toplumları değiştiremezler. Gerçek anlamda hiçbir toplumsal ilerlemeye öncülük edemezler.

***

Sonuç olarak muhafazakârlık, kapitalist modernleşme süreci karşısında, bu sürecin çözdüğü siyasal, toplumsal ve kültürel yapıların ve sınıfların gösterdikleri tepkiye dayanır. Temel talebi, bu kurumların toplumsal yaşamdaki yerlerinin sürdürülmesidir.

Muhafazakârların iktisadi bakımdan liberal kapitalizmle, başka bir anlatımla serbest piyasa ekonomisiyle ve özel mülkiyetle hiçbir sorunları yoktur. Tam tersine siyasal, kültürel ve felsefi bakımdan tutucu hatta dinci oldukları halde iktisat alanında aşırı liberal bir tutum içinde olabilirler.

“Batı’nın ilmini ve tekniğini alıp, yerel kültürü ve değerleri korumak” diye formüle edilen anlayış, aslında Doğu’nun ve İslam Dünyasının geri kalmışlığının en önemli nedenleri arasındadır. Çünkü Batı’yı Batı yapan şey, tam da muhafazakârların ve İslamcıların reddettikleri aydınlanma geleneği, akılcılık, felsefe ve laiklik gibi değerler, yani kültürdür.

Türkiye’deki Cumhuriyet deneyimi, aydınlanma devriminin Doğu’daki tek örneğiydi. Onu da boğdular.

Merdan Yanardağ - Yurt Gazetesi

tarihinde Yakup tarafından düzenlendi
Link to post
Sitelerde Paylaş

silivri-imrali-zamanlamasi-2909121200_m.jpg

Başbakan Erdoğan’ın yeni resmi muhatabı Öcalan’ın sözde "barış" şartlarından birisi, "Hakikatler araştırılsın, gerçeklerle yüzleşilsin" idi. İstediği, terörle mücadele edenlerden hesap sorulmasıydı.

21 Eylül Cuma günü Balyoz/darbe davası adı altında yüzlerce üst rütbeli subay ağırlaştırılmış müebbet üzerinden 13-20 yıl hapis cezasına çarptırıldı. Çoğunluğu terörle mücadeleye ömrünü vermiş isimlerdi.

Böylece Öcalan ve adamlarının bir isteği daha yerine gelmiş oldu!..

* * *

Başbakan Erdoğan ve bakanlar aylardır "terörle mücadele, siyasi uzantılarıyla müzakere" diyordu. Siyasi uzantılardan kasıt BDP idi.

Ancak 21 Eylül’den 4 gün sonra 25 Eylül’de Adalet Bakanı Sadullah Ergin, "Öcalan’ın da müzakere sürecine dahil edilebileceğini" açıkladı.

Ertesi ve sonraki günlerde de Başbakan Erdoğan, Öcalan’la görüşmeye ilaveten Oslo sürecinin yeniden başlayabileceğini ilân etti.

Erdoğan son olarak dün, daha önceleri "siyasi uzantı" olarak nitelendirdiği BDP’lilerin hiçbir fonksiyonu olmadığını belirterek: "Olay herhalde yine İmralı’ya gidebilir." dedi. Yani İmralı ile müzakereye oturmanın ötesinde, teröristbaşı Öcalan’ı "siyasileştirdi"!..

* * *

Başbakan Erdoğan’ın açıklamaları sayesinde, askerlerin hükmünün kesildiği 21 Eylül Cuma günü bir şey daha olduğu ortaya çıktı.

Öcalan’ın kardeşi o gün İmralı’ya gönderilmiş, ağabeyi ile konuşup BDP ve Kandil’e mesaj götürmesi sağlanmış. Böylece terör örgütünün tüm kanatlarında "rahatlama" sağlanmış!..

* * *

Silivri-İmralı arasındaki bu "zamanlama" tesadüfü(!) süreceğe benziyor.

Hani artık toplumda, "genel afla askerler de Öcalan da çıkartılacak" senaryosu eni konu konuşulup olağan ve kabul edilebilir hale getiriliyor ya...

Öcalan’la görüşmenin işaret fişeğini ateşleyen Adalet Bakanı Sadullah Ergin, aynı konuşmasında "Balyoz kararı" için de şunları söyledi:

"Balyoz davasında henüz gerekçeli karar yok. Yargılama devam ediyor. Usul veya adli hata olduğunu düşünenler temyiz mahkemesine götürülebilecek. Yolun henüz yarısı ya da üçte ikisi geçildi... Yargıtay’da birden çok savcı görevlendirilecektir. Yargıtay 9’uncu Ceza Dairesi, bu kadar sanığın olduğu bir davanın normal sırada beklemesine rıza göstermeyecektir diye düşünüyorum. 4-5 aydan önce olması kolay gözükmüyor. Eğer Yargıtay kararı bozarsa dosya aynı mahkemeye gidecektir."

Balyoz konusunda Başbakan Erdoğan da Yargıtay sürecine vurgu yaptı.

Peki Başbakan Erdoğan Öcalan’a ev hapsi beklentileri için ne diyor? İşte dün itibarıyla yaklaşımı:

"Kusura bakmasınlar. Biz ısmarlama hukuk düzenlemesini yapamayız. Yani bu işin kararı verilmiştir, adımı atılmıştır. Zaten zamanında siparişle biliyorsunuz idamla yargılanması gerekirken ve burada onunla ilgili kararlar bu istikamette verildiği halde gönderilirken farklı gönderildiği için, şarta bağlı gönderildiği için ondan sonra da şimdi cezaevinde. Şimdi de ne deniyor 'ev hapsi'. O zamanki hükümet onu yerine getirmiştir ama biz böyle bir vebalın altına asla giremeyiz. Kimden gelirse gelsin."

"Dün itibarıyla yaklaşımı" dedim; çünkü yarın veya 4-5 ay sonra ne yapacağını, ne söyleyeceğini kestirmek mümkün değil. İmralı-Oslo pazarlıklarını yalanladı. Yalan değilmiş. "Öcalan’ı, Kandil’i muhatap almayız" dedi, artık resmen muhatap alıyor. Daha 1 yıl önce "Kürtçe eğitim, federasyon olmaz" dedi. Kürtçe seçmeli derse geçildi, yerel yönetimler reformunu da Meclis’e getiriyor.

4-5 ay sonra bilhassa Balyoz davası Yargıtay’da görülürken, neleri konuşuyor olacağız hep birlikte göreceğiz!..

ANALAR GÖRMEYİNCE AĞLAMAZ SANIYOR

BDP'lilerin Öcalan'dan izinsiz tuvalete gidemediğini söyleyen O...

BDP'lilerin teröristlerle kucak kucağa olduğunu anlatan O...

"Artık" onlarla görüşmeyecekmiş. Neden?

"Şehit anneleri beni o görüşme masasında görünce ne derler. Hiçbir şehit annesinin gözyaşına değişmem." diyor.

Onlarla değil patronları, terörün ağababası, bebek katili ile müzakereleri başlatmakta sakınca görmüyor ama. Neden?

Şehit anneleri kendisini bizzat, cismi ve cüssesiyle İmralı veya Oslo masasında göremeyecek ya, ondan bu kadar rahat zahir.

Görmeyecekleri için de ağlamayacaklarını sanıyor. İyi de İmralı'ya atılan 'gülleri' de mi görmüyor şehit anaları?

Silivri, Hasdal, Hadımköy ve Maltepe’ye kucak dolusu sevgiler...

Müyesser Yıldız

Odatv.com

29 Eylül 2012

tarihinde Yakup tarafından düzenlendi
Link to post
Sitelerde Paylaş

Emre-Kongar1.jpg

Değişen Politikalar, Değişmeyen Baskı,Yitirilen Güven

AKP’nin, genellikle Başbakan Recep Tayyip Erdoğan tarafından dile getirilen ve çok sık değişen politikalarına nasıl güveneceksiniz?

Bir gün “Kürt Açılımı”…

Ertesi gün, “Kürt sorunu yoktur, Kürtlerin sorunları vardır!” yaklaşımı.

Bir gün “NATO’nun Libya’da ne işi var?”…

Ertesi gün, en büyük deniz gücü desteği!

Bir gün Habur’dan neredeyse zorla serbest bırakılanlar…

Ertesi gün, yaygın KCK tutuklamaları!

Art arda gelen “yargı reformu paketleri”, siyasal davalar için yaratılan umutlar…

Sadece katillerin, ırz düşmanlarının serbest bırakılması, siyasal davalardaki tutuklulukların devamı!

Kaldırılan Özel Yetkili Mahkemeler…

Ama bu mahkemelerde süren Silivri davaları!

Ve en son, “Bunlarla masaya oturduğumuzu söyleyenler, bu alçakça iftirada bulunanlar müfteridir, şerefsizdir”...

Ertesi gün, “Evet görüştük, gene görüşeceğiz!”...

En genel olarak, seçim sonrasında yapılan balkon konuşmaları, herkesi kucaklayacağını ifade eden söylemler…

Ve ertesi gün, bırakın herkesi kucaklamayı, neredeyse herkesi düşman ilan eden söylemler ve eylemler!

***

Bütün bu çok sık ve adeta yüz seksen derece değişen zıt politikalar açısından değişmeyen tek şey var:

Açıklanan her politikaya karşı çıkanların, muhalefet edenlerin, eleştiri yöneltenlerin düşmanlıkla suçlanması…

Medyanın, kimi zaman da tek tek, şahsen patronların veya gazetecilerin, yazarların, hedef alınarak eleştirilmesi!

***

İktidara destek veren politikacıların, yazarların, gazetecilerin, dönmekten başları döndü…

Hepsi şaşkın…

Ya her gün, bir gün önce yazdığının, savunduğunun tersini yazacaksın, savunacaksın…

Ya da düşmanlıkla, ihanetle suçlanmayı, hedef olmayı göze alacaksın!

***

İşin kamuoyu açısından bir yönü daha var:

Gerek AKP’yi destekleyenlerde, gerekse desteklemeyenlerde, ilan edilen politikaların sürekliliği ve güvenilirliği konusunda büyük kuşkular oluşuyor…

Toplum, AKP iktidarına karşı derin bir güvensizlik duygusu geliştiriyor!

Hiç kuşkusuz, bu duygu AKP iktidarının muhatabı olan politikacıları ve partileri de etkiliyor.

Bu durumda, AKP iktidarının PKK ile görüşme projesi (ki bu proje zaten, Başbakan’ın ifadesine göre PKK’ye duyulan güvensizlikten dolayı kesilmişti) ne ölçüde “karşılıklı güven” temelinde gerçekleşebilir?

“Karşılıklı güven” duygusunun olmadığı görüşmeler ne denli olumlu sonuç verebilir?

Korkarım, yine bir “Görüşme Açılımı” adı altında havanda su dövülür, yeni ödünler verilir ve en kötüsü, aynen bugün olduğu gibi terör de tırmanarak sürer!

***

Biliyorum bu yazı pek iyimser bir yazı olmadı…

Ama daha kalıcı hedef ve projeler oluşturulması, ülkede barışı ve demokrasiyi yeniden kuracak verimli sonuçlar alınması için bu uyarıları yapıyorum…

Çünkü bugüne kadar sadece “günü kurtaran” söylem ve eylemlerle zaman yitirildi…

Sadece zaman yitirilmekle kalınmadı, toplumun barış içinde birlikte yaşama iradesi de yıpranmaya başladı!

Bu gidişe bir an önce dur denilmeli!

Emre Kongar - 29 Eylül 2012 - Cumhuriyet

Link to post
Sitelerde Paylaş

“Batı’nın ilmini ve tekniğini alıp, yerel kültürü ve değerleri korumak” diye formüle edilen anlayış, aslında Doğu’nun ve İslam Dünyasının geri kalmışlığının en önemli nedenleri arasındadır. Çünkü Batı’yı Batı yapan şey, tam da muhafazakârların ve İslamcıların reddettikleri aydınlanma geleneği, akılcılık, felsefe ve laiklik gibi değerler, yani kültürdür.

Merdan Yanardağ - Yurt Gazetesi

1) Aydınlanma geleneği

2) Akılcılık

3) Felsefe

4) Laiklik

Batı'yı Batı yapan değerler bunlarmış. Amerikan anayasasının Birinci Eklemesinde ise diyorki "ifade özgürlüğü ve vicdan özgürlüğü". Bu peki bu yukardaki 4 maddeden hangisine giriyor? Belki de bir beşinci eklemek lazım.

5) Bireycilik

Belki de bunu en tepeye koymak lazım. Hatta belki de Batı'yı Batı yapan, ya da onda hayran olduğumuz asıl şey budur. Ama bireycilik de öyle birşeydir ki bunu devleti ele geçiren bir avuç Batı özentisi elitist tepeden inme ve "devrim" adına yapması, ve herkese "birey olacaksınız" diye dayatması tam da bireycilik denen şeyin zıttıdır, ve bizzat bu "ilerici" adamların bireyciliği anlamadığını gösterir.

Aziz Nesin'in bir hikayesi vardı. Gelişmiş memlekete özenen bir geri memleket oraya adamlar gönderip orada ne olduğunu öğrenmek ister. Bu adamlar geri gelip "onlarda makine var" der. Bunlar da hemen kendi makinelerini yapmaya girişirler. Ama hala geridirler. Bu adamlarını bir daha gönderirler. Bu adamlar her gidip geldiğinde "o makinede şu var, bu var, dişli var, kasnak var" diye kendi makinelerine eklemeler yaptırırlar. Nihayet "o makine ses çıkartıyor" diye söylerler. Bizimkiler bu sefer kendi makinelerinden ses çıkmasını sağlarlar. Sonra da bakıp "şimdi ilerledik" derler.

tarihinde presto tarafından düzenlendi
Link to post
Sitelerde Paylaş

dj0zy.jpg

"Sayın Öcalan''a mektubumdur

Çok sayın ve değerli vatan evladı Abdullah Öcalan nasılsın, iyi misin? İyi olduğunu biliyoruz. İmralı'da seni krallar gibi yaşatıyorlar. Yediğin önünde yemediğin arkanda...

Eh yani, bu koşullarda ben olsam, ben de iyi olurum.

Sayın Apo, seni kutluyorum!

Senin örgüt valla bizim Tayyip'e diz çöktürmeyi başardı. Tayyip şaşkın, yenik düştü, ne yapacağını bilemiyor. Son olarak kendi söyledi, senin biraderi İmralı'ya göndermiş. Orada kafa kafaya konuşmuşsunuz, sen ona demişsin ki

"Yaa bu bizim örgüt işin cılkını çıkardı. Artık silah bırakıp teslim olsunlar. Hem de sayın başbakanımızın görev vereceği heyetle pazarlık masasına otursunlar."

Ulan Apo, sen gerçekten büyük adammışsın!

Biz burada her gün şehit cenazesi kaldırırken, Tayyip'e diz çöktürmeyi başardın. Tayyip İmralı'ya aracılar gönderiyor, senden icazet bekliyor.

Türkiye Cumhuriyeti'ni (seninkilerin deyişiyle 'TC'yi) bu durumlara düşürmeyi sen ve örgütün başardınız lan, valla helal olsun!

Korkmuş bir kedi yavrusu gibiydin, dünya tersine döndü

Sayın Apo, 1999 yılında enselenip İmralı'ya tıkıldığın ve yargılandığın günleri bir düşün. Korkmuş bir kedi yavrusu gibiydin. Bülbül gibi ötüyor, bildiklerinin hepsini şakır şakır anlatıyordun.

Aradan yıllar geçti Apo!.. Ve dünya tersine döndü. Senin dağdakilerle yıllar boyu mücadele veren, enselendiğinde seni İmralı'da sorgulayan her rütbeden komutanlar, bu Tayyip iktidarı döneminde birer birer içeri tıkıldı. Onlar şimdi Silivri'de yatıyor.

Sen ise İmralı'da krallar gibi yaşıyorsun.

Sana isteğin yemekler özel olarak pişiriliyor. Üzerinde hiçbir baskı yok. Havalandırma saatlerin, çay kahve keyiflerin sonsuz. "Aman Abdullah Bey'in sağlığı bozulmasın" diye, emrinde uzman doktorlar bekletiliyor.

Şimdi de senin ayağına adam gönderiyorlar, "Aman Abdullah Öcalan Bey, siz yardıma olun da örgüt silah bıraksın, bizim devletle pazarlık masasına otursun" diye yalvarıp yakarıyorlar.

Ulan Apo, sen büyük adammışsın be!

Bir 1999 yılındaki Abdullah Öcalan'a bakıyorum, tırsmış, korkmuş...

Ve şimdi AKP hükümetini yönlendiren, örgütünü "Akan kanlar artık dursun" diyerek pazarlık masasına oturması için teşvik eden cesur Abdullah'a!..

İyi de, enselenmeden önce senin akıttıkların kan değil de çeşme suyu muydu?

Sayın Öcalan, dişini biraz daha sık aslanım!

Yakında senin hatırına genel bir Tayyip affı çıkarıp öncelikle seni salıverecekler. Senin sayende de öteki tutuklu ve hükümlüler serbest bırakılacak.

Hani yıllar boyu senin adamlarınla dağlarda vuruşan ve şimdi komik davalarla hapis yatırılmakta olan o kahramanlar var ya, onlara da senin sayende af gelmiş olacak!

Sen ne önemli, ne büyük adammışsın be Apo!

Bu olacakları rüyanda görsen inanmazdın lan, öyle değil mi...

Bak şimdi, sen yarın Tayyip'in AKP kongresinde söyleyeceği sözlere dikkat et. Bunlar senin baştan beri istediklerini bire bir verecekler. Özerklik mi dedin, al sana özerklik!

Kürdistan mı dedin, al sana Kürdistan!

Başkanlık sistemi yutturmacasıyla Kürtçülere her şey sağlanacak ve Türkiye bölünmeye doğru sürüklenecek.

"Sayın Öcalan", İmralı'da sakın ola ki kafan bozulmasın. Sabrın sonu selamettir. Tahliye edilmene az kaldı, biraz daha dayan.

Ulan Sayın Öcalan, biz senin değerini bilemedik, varsın Tayyip bilsin.

Sen ona bükemediği eli öptüren adamsın.

Helal olsun lan sana!

Emin Çölaşan - 29.09.2012 - Sözcü

Link to post
Sitelerde Paylaş

Erdal Sarızeybek: BAŞBAKANLIK KONUTU’NDA YEDİ KOLLU ŞAMDAN’IN NE İŞİ VARDI?

Erdal Sarızeybek - Haberler

20 Eylül 2012

8xn9ja.jpgMenorah desem belki hafızalarda bir şey çağrıştırmaz, ama Yedi Kollu Şamdan dersek, sanırım hepimizin aklına ilk İsrail gelir. Çünkü bu şamdan İsrailoğullarının kutsallarından,

sembollerinden biri, belki de en önemlisidir. Ülkemizde de Menorah 2004 yılında ATV’den Ali Kırca’nın Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ile başbakanlık konutunda yapmış olduğu söyleşide ekranlarda görüntülenmiştir.

1347834563-sssss.jpg

Bu görüntüler halen ne suç işlediği dahi bilinmeyen gazeteci yazar Soner Yalçın’ın da dikkatini çekmiş olmalı ki kitabında bu konuya yer vermiş: “… Başbakan Erdoğan, Musa Peygamber soyundan geliyor. Abdullah Gül de yoldaşı ve iktidar paylaştığı kardeşi Harun’a benziyor (Milliyet, 30 Mayıs 2003). Ama danışman-yazara göre bu sadece benzetmeydi; kan bağı yoktu; karakteristik özellikleri ve hayat mücadeleleri birbirine benziyordu! Arif Beki’yi anlayabiliriz. 10 Eylül 2004 tarihinde, gazeteci Ali Kırca, başbakanlık konutunda Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’la bir röportaj yaptı. ATV’den yayınlanan röportaj esnasında ekranda bir görüntü dikkati çekiyordu; başbakanın oturduğu koltuğun hemen yanında, Atatürk tablosunun altında bulunan sehpa üzerinde Yahudilerin kutsal Yedi Kollu Şamdan’ı vardı. Yahudilerin kutsal Yedi Kollu Şamdanı’nı başbakanlık konutuna kim, neden koymuştu? Yahudilerin kutsal Yedi Kollu Şamdanı’nın gösterilmesinin nedeni dekor değildi herhalde. Mutlak bir nedeni olması lazım. Ama ne? Başbakanlıktan bu konuda hiçbir açıklama gelmedi…(Soner Yalçın, Efendi-2)”

Peki nedir bu Menora yani Yedi Kollu Şamdan neyi simgeler ve neden kutsaldır, anlatalım…

Sina Dağı’nda yapılan Buluşma Çadırı için Tanrı’nın buyrukları sadece kutsal çadırın yapımını değil, aynı zamanda konut içine konulacak malzemeleri de kapsıyordu. Bunların başında malzemelerin cinsi geliyordu ki bunlar altın, gümüş ve tunç olarak belirlenmişti. On emrin konulacağı anlaşma sandığı ki akasya ağacından yapılacaktı. Tanrı, konutu için gerekli olan tüm malzemeleri İsrailoğulları’ndan ‘armağan’ olarak istemişti, çünkü bu anlaşmaya büyük önem veriyordu. Anlaşma şartlarını belirten levhaların özel bir sandıkta korunmasını ve bu sandığın da çok görkemli olmasını istiyordu. Her biri Tanrı buyruğuydu ve bizzat Tanrı tarafından Musa’ya iletilmişti:

“Akasya ağacından bir sandık yapsınlar. Boyu iki buçuk, eni ve yüksekliği birer buçuk arşın olsun. İçini de dışını da saf altınla kapla. Çevresine altın pervaz yap. Dört altın halka döküp dört ayağına tak. İkisi bir yanda, ikisi öbür yanda olacak. Akasya ağacından sırıklar yapıp altınla kapla. Sandığın taşınması için sırıkları yanlardaki halkalara geçir. Sırıklar sandığın halkalarında kalacak, çıkarılmayacak. Antlaşmanın taş levhalarını sana vereceğim. Onları sandığın içine koy.Saf altından bir Bağışlanma Kapağı yap. Boyu iki buçuk, eni bir buçuk arşın olacak.( Tevrat/ Çıkış, Bölüm 25: 1/22.)”

Anlaşmanın önemini vurgulamak ve İsrail halkına her zaman hatırlatmak için her şey özel ve olacaktı, hem de çok özel ve kutsal; sandık yerde durmayacak, yine akasya ağacından yapılmış bir masa üzerinde sergilenecekti. Tıpkı sandık gibi, masa da akasya ağacından yapılacak, içi, dışı ve pervazları altınla kaplanacaktı. Bu masanın taşınmasında kullanılacak sırıklar bir altın kaplama olacaktı. ‘Her Şeye Egemen RAB’ Musa’dan böyle yapılmasını istemişti:

“Akasya ağacından bir masa yap. Boyu iki, eni bir, yüksekliği bir buçuk arşın olacak. Masayı saf altınla kapla. Çevresine altın pervaz yap. Pervazın çevresine dört parmak eninde bir kenarlık yaparak altın pervazla çevir. Masa için dört altın halka yap, dört ayak üzerindeki dört köşeye yerleştir. Masanın taşınması için sırıkların içinden geçeceği halkalar kenarlığa yakın olmalı. Sırıkları akasya ağacından yap, altınla kapla. Masa onlarla taşınacak.”

Tanrı’nın konutu tamamlanmış ve içerisine anlaşma levhaları, sandığı ve masası yerleştirilmişti. Tanrı’nın son bir buyruğu daha vardı; kutsal ışığı yayacak olan kutsal şamdan. Tanrı, belki de, en çok önemi bu şamdana veriyordu. Özelin de özeli olacak, saf altından yapılarak kutsal ışık yayacak ve İsrailoğulları’na yol gösterecekti. Şamdan yedi kollu olacak, üç kolu sağda, üç kolu solda olacak şekilde ortadaki kol biraz daha uzun olacaktı. Işık için saf zeytinyağı yakılacaktı. İşte günümüze kadar gelen ve Yahudiler için kutsal olan Menora/Yedi Kollu Şamdan için Tanrı’nın Musa’ya verdiği buyruklar:

“Saf altından bir kandillik yap. Ayağı, gövdesi dövme altın olsun. Çanak, tomurcuk ve çiçek motifleri kendinden olsun. Kandillik üç kolu bir yanda, üç kolu öteki yanda olmak üzere altı kollu olacak. Her kolda badem çiçeğini andıran üç çanak, tomurcuk ve çiçek motifi bulunacak. Altı kol da aynı olacak. Kandilliğin gövdesinde badem çiçeğini andıran dört çanak, tomurcuk ve çiçek motifi olacak. Kandillikten yükselen ilk iki kolun, ikinci iki kolun, üçüncü iki kolun altında kendinden birer tomurcuk bulunacak. Toplam altı kol olacak. Tomurcukları, kolları tek parça olan kandillik saf dövme altından olacak. “Kandillik için yedi kandil yap; kandiller karşısını aydınlatacak biçimde yerleştirilsin. Fitil maşaları, tablaları saf altından olacak. Bütün takımları dahil kandilliğe bir talant saf altın harcanacak. Her şeyi sana dağda gösterilen örneğe göre yapmaya dikkat et.( Tevrat, Çıkış 25:23/40)”.

1347834960-1.jpgDokuz Kollu Şamdan .Yedi Kollu Şamdan

Yedi Kollu Şamdan, Menora saf altından yapıldı. Tanrı gördü, hoşnut oldu ve Musa’dan kutsal ışığı yakmasını istedi:

“İsrail halkına buyruk ver, kandilin sürekli yanıp ışık vermesi için saf sıkma zeytinyağı getirsinler. Harun’la oğulları kandilleri benim huzurumda, Buluşma Çadırı’nda, Levha Sandığı’nın önündeki perdenin dışında, akşamdan sabaha kadar yanar tutacaklar. İsrailliler için kuşaklar boyunca sürekli bir kural olacak bu…(Tevrat, Çıkış: 27.)”

Musa, dağda Tanrı’nın kendisine ateşlerle çizip gösterdiği Menora figürünü aklında tutarak Sinay Dağı’ndan aşağı inmiş çok yetenekli bir çizimci ve sanatçı olan Yeuda Kabilesi’nden Ben Hur’a bu Tanrısal gerecin tarifini vermiştir. Ben Hur, Musa’nın tarifine göre, ortalama bir insan boyunda, ortadaki merkez kolu iki yanındaki diğer üçer koldan daha uzun kutsal Menora’yu yapmıştır. Kolların başlıklarına badem çiçeği biçiminde içleri saf zeytinyağı ile dolu kaseler yerleştirmiş ve Menora’yı tek parça altından yekpare hazırlamıştır. Bütün bu işler dövme işçiliğiyle, sadece çekiçle vurularak yapılmıştır. Menora hala yanmaktadır…

Menora yedi kollu oluşu itibariyle, antik Dönem Bilimi’nin yedi ana temeli olan aritmetik, geometri, astroloji, simya, retorik, müzik ve etniği simgelemektedir. Menora’nın yedi ışığı aynı zamanda yaradılışın 7 gününü, altı çalışma günü ve yedinci dinlenme gününü yani Şabat’ın simgesidir. İsrailoğullarının Mısır’ı terk edişleri ile Sinay Dağı eteklerinde Tora’yı alışları arasında geçen yedi hafta(Şeva Şavuot) da Menora ile kutsal bir anlam kazanır. Bu çerçevede Menora; özgürlüğe kavuşma mutluluğu ile bir disiplin zorunluluğu arasındaki zamanı simgeler ki, disiplinsiz özgürlüğün hürriyet değil, başıbozukluk olduğu düşüncesinin de temelini oluşturur.

Günümüzde Yedi Kollu Şamdan olarak bilinen ve İbranicede ‘Menora’ olarak adlandırılan şamdanın birçok sembolik anlamı vardır. Menora’nın ilk anlamı ‘Daimi Işık’ı simgelemesidir. Tanrı yeri ve göğü yarattıktan sonra ilk olarak ‘Yei Or – Işık olsun’ demiştir:

“Başlangıçta Tanrı göğü ve yeri yarattı. Yer boştu, yeryüzü şekilleri yoktu; engin karanlıklarla kaplıydı. Tanrı’nın Ruhu suların üzerinde hareket ediyordu. Tanrı, ‘Işık olsun’ diye buyurdu ve ışık oldu. Tanrı ışığın iyi olduğunu gördü ve onu karanlıktan ayırdı. Işığa ‘Gündüz’, karanlığa ‘Gece’ adını verdi.”( Eski Ahit/Tevrat/ Tekvin, Bölüm 1:1-5.)

d48ku.jpg

Bu ışık bir bakıma evrenin ve ruhlarımızın aydınlığını simgelerken, ışığın bilimin aydınlığını ifade etmesi noktasından hareketle, Menora aynı zamanda bilimin devamlılığını ve sonsuzluğunu sembolize etmektedir. Efsaneye göre Menora Yeruşalayim’de, ya da Şilo’da gömülüdür. O Mesih/ Maşiah’ın gelmesini ve mabedin yeniden inşa edilmesini beklemektedir. (Sevinon: Türk Musevileri Sitesi; www.sevinon.com.).

Helen işgali sırasında, Yeruşalayim’deki Süleyman Mabedi’ni tekrar kontrollerine geçiren Yahudiler, devamlı yanması gereken Menora’yı vakit kaybetmeden yakmak istediler. Bunun gerçekleştirilebilmesi için özel bir şekilde hazırlanmış saf zeytinyağına ihtiyaçları vardı. Fakat bu niteliği taşıyan bulabildikleri yağ miktarı, Menora’nın sadece bir gün yanabilmesine yetecekti. Diğer yandan bu yağın hazırlanması için sekiz güne ihtiyaçları vardı. Bir mucize oldu ve eldeki bir günlük yağ, sekiz gün boyunca yandı. Bu olayın anısına Yahudiler çağlar boyu Hanuka’nın sekiz günü boyunca mumlar ya da daha makbul şekliyle, zeytinyağına bulanmış fitiller yakarlar.

Hanuka ‘nın teması Yahudi düşüncesi ve yaşamında en önemli yere sahip olan ışıktır. Yahudiler, Hanuka mumlarından başka, Şabat mumları, Bayram mumları (Yom Tov) ve ayrılan ruhu hatırlama anısına mum yakarlar. Yahudiler için ışık kutsaldır, yol göstericidir ve bu kutsallık Hanuka Bayramı ile kutlanır, sembolü de Menora’dır, yani Yedi Kollu Şamdan…

Peki, bu şamdanın Başbakanlık Konutu’nda ne işi vardı, diye soracak olursanız, sanırız yol göstermesi, karanlıklar içinde yolunu aydınlatması içindir sayın Başbakanımızın…

ERDAL SARIZEYBEK

İLK KURŞUN

KAYNAK: NİL’den FIRAT’a DEVLET OYUNLARI, araştırma, sayfa 159, Pozitif Yayınları, İstanbul, 2012.

Link to post
Sitelerde Paylaş

Ne embesilce bir yazı. Dekordaki şamdan üzerinden siyasi analiz yapan beyinsiz memleket. Hezeyan Cumhuriyeti. Bunlar "aydınlarımız" işte. Kapasitesi bu kadar bu ülkenin. Bugün 23 Nisan. Kusmak istiyor insan.

tarihinde presto tarafından düzenlendi
Link to post
Sitelerde Paylaş

Ne embesilce bir yazı. Dekordaki şamdan üzerinden siyasi analiz yapan beyinsiz memleket. Hezeyan Cumhuriyeti. Bunlar "aydınlarımız" işte. Kapasitesi bu kadar bu ülkenin. Bugün 23 Nisan. Kusmak istiyor insan.

Obama'nın evinde bulunan Allah lafzının canlı yayında öne çıkarılması neyse, bu da odur.

Sen Obama'nın böyle bir şey yaptığını görsen ne dersin?

O olay normal bir durum değildi. Üstelik sadece kendi seçmenini değil ülkemizin başbakanı oluşu nedeniyle bu durum hepimizi rahatsız etmişti.

Seninkini bilemem, ama brnim ülkemin başbakanı sürekli eleştirdiği br diğer ülkenin en büyük simgesi ile canlı yayında boy gösteremez.

Dik durmalıydı. Yapamadı.

Link to post
Sitelerde Paylaş

Obama'ya "gizli Müslüman" hatta "Deccal" diyenler var Amerika'da. Aynı adamlar dünyanın 6000 yıl yaşında olduğuna ve İsa'nın en fazla 10-15 sene içinde gökte geri gelip o zaman da kıyametin kopacağına da inanıyor. Fox News gibi solcuların alay konusu bir salak televizyonda Obama'nın evindeki Allah yazısı gösterildi heralde, bahsettiğin bu olsa gerek? Sen bu embesilleri örnek alıyorsun galiba. Siyasi analizde böyle saçmalıklar konuşulması öküz altında buzağı aranması gerekir diyorsan bilemem. Senin diğer bir başlıktaki çok derin değerli siyasi analizlerini de okuduk. BOP hakkında bir uzmansın galiba. BOP'un en önemli ayağı Kürdistandır falan gibi laflar etmiştin. Sana orada bazı sorular sordum. Madem uzmansın bu konularda atıp tutuyorsun, şüphecilerin sorularına da lütfen cevap veriver. Atıp tutup devam edemezsin. Oradaki sorularıma niye lütfedip cevap yazmadın? Ve bana söyler misin? Nedir senin kaynağın bu "BOP" komploları hakkında? Amerika'nın gizli planlarını nasıl biliyoruz? 2003 yılında Amerikan dış işleri bakanı bu hain planları Amerika'da bir gazetede yayınladığından dolayı sanırım? Kaynağın o yazı mı? Ne yazıyormuş o makalede? Biraz açıklar mısın neymiş bu planlar? Amacı neymiş? Kimlerin planı? Ve Kürdistan ne diye bunun en önemli ayağıymış? Madem atıp tutuyorsun, esip üfürüyorsun, sorulara da bir zahmet cevap ver.

Link to post
Sitelerde Paylaş

Erdal sarızeybek birde şöyle yazmış tamamını okumak isteyen varsa ya, http://www.ilk-kursun.com/haber/119299 bakabilirler, kitapta yazılanlar sanırım.

Şimdi şamdan olayından biraz geriye gidelim, yıl 2004, Ocak ayı. New York’ta Yahudi örgütleri bizim Başbakan’ı davet eder ve bir ödüle layık görür. Ödülün adı; “Yahudi Üstün Cesaret Ödülü”, sembolü ise “DAVUT’un BOYNUZU”dur. Tevrat’a göre YEDİ KOLLU ŞAMDAN ışık saçıp yol gösterir, DAVUT’un BOYNUZU ise seçilmiş kişiyi korur. Ve böylece bizim Başbakan Müslüman dünyasında Yahudi Üstün Cesaret Ödülü alan tek Müslüman Lider olur…

Link to post
Sitelerde Paylaş

Türk işi siyaset analizi.

Yahudiler'in Kutsal Kitabında Yehova İbrahim'e demiş ki "Nil'den Fırat'a sana ve nesline verdim." O yüzden Yahudiler o gün bugün yemeyip içmeyip Nil'den Fırat'a topraklara hakim olmak derdindeymiş.

Çünkü diğer insanlardan farklı olarak YAhudiler karınca gibidir. Bir nevi uzaylılardır. Onlar içinde tam bir uyum vardır. Ve eski kitaplarda yazanlara körlemesine harfiyen uymak gibi özellikleri var. Hiç filre vermeden kolektif bir uyum ve azimle ve yüzyılları hatta binyılları kapsayan çetrefilli ve nesillerce uygulanacak planları kurup uygularlar. Bunlar insan değildir.

Büyük ihtimalle bunlar şeytanla işbirliği içindedir, hatta kendileri şeytandır. Ruhşarı insan ruhu olamaz. Çünkü böyle haince planları yüzyıllar binyıllar ötesinden planlayıp, azimle, sebatla hedeften sapmadan uygulamak, bir millet olarak tam bir uyum ve kolektif zihniyetle, hiç ihtilaf olmadan tek bir plana sadık kalabilmek insanların yapabileceği birşey değildir. O yüzden Yahudiler kesinlikle insan olamaz. Şeytani veya cine benzeyen bişeyler olmalılardır.

Yahudiler ayrıca kafayı Türklerle bozmuşlardır. Çünkü Şeytan soyu olarak Yahudiler hak dinin Muhammed'in dini olduğunu bilmektedirler, ve onu yoketmek için savaşmaktadırlar. Türklerin de Allahu Teala tarafından Muhammed'in bayrağının taşıyıcısı, İslam imparatorluğunu yönetecek hakim millet olarak seçilmiş olduğunun farkındadırlar.

Bu sebepledir ki Türkiye'nin hızını kesmek, yavaşlatmak için bir dolu planlar yapmaktadırlar. İngilizlerin zamanında OSmanlıyı çökertmesinden tut da, bugün PKK'nın varlığına kadar hepsi Yahudi oyunudur.

Yahudiler öyle hindirler ve cindirler ki, byüük ihtimalle İsrail devletini kurdurabilmek için içlerinden birini Almanya'da Führer yapıp kendi, kendilerine soykırım yaptırmışlardır.

Bugün Türkiye gibi bir ülkede bizim imam hatip mezunu diye bildiğimiz, daha 15 sene önce şeriat falan diye konuşan bir adam bile aslında onlardandır. Gizli Yahudidir. Ama neyse ki külyutmaz TÜRK evlatlarına bu numaralar sökmez. İşte arkadaki şamdanı direk farketmişler.

Tabi bazen TÜRK teorisi ve TÜRK siyaset analizinin karşısına bazı kafa karıştırıcı sorular da çıkmaktadır. Mesela teoriye göre Yahudilerin tamamının dindar olması ve Tevrat'a harfiyen inanıyor olması gerekiyor. Halbuki bugün İsrail nüfusunun %15 ila %37 arasındaki bir kısmı bu kaynağa göre ateisttir:

Cycjs.jpg

Kalan Yahudiler'in de tamamı Tevrat'ı harfiyen ciddiye alan Yahudiler değildir. Çünkü günümüz Yahudilik dini Ortodox, Muhafazakar ve Reform olmak üç ana mezheptir. Reform ve Muhafazakar Yahudiler'in dine bakış açılarını anlamak için bir iki alıntı. [Kaynak: http://en.wikipedia....gious_movements ]

Conservative Judaism, known as Masorti outside the United States and Canada, is characterized by a commitment to traditional Jewish laws and customs, including observance of Shabbat and kashrut, a deliberately non-fundamentalist teaching of Jewish principles of faith, a positive attitude toward modern culture, and an acceptance of both traditional rabbinic and modern scholarship when considering Jewish religious texts.

Cahiller için tercüme edelim. Diyor ki: Muhafazakar Yahudilik köktenciliği reddeder, modern kültüre karşı pozitif bir tavra sahiptir, ve Yahudi kutsal yazılarının hem geleneksel hem de modern (yani onların Yaşar Nuri'lerinden bahsediyor) yorumlarını dikkate alır.

Şimdi de Reform Yahudiliğe bakalım:

Reform Judaism, called Liberal or Progressive Judaism in many countries, defines Judaism as a religion rather than as a race or culture, rejects most of the ritual and ceremonial laws of the Torah while observing moral laws, and emphasizes the ethical call of the Prophets.

Diyor ki: Reform Yahudilik bazı ülkelerde Liberal veya İlerici Yahudilik olarak da bilinir. Yahudiliği bir dinden ziyade bir ırk veya kültür olarak tanımlar. Tevrat'ın pekçok ritüel ve seremonik kurallarını reddeder fakat ahlak kurallarını uygular. Peygamberlerin de daha çok etiğe dayanan öğretilerini öne çıkarır.

Yani kehanetlerle falan uğraşmıyorlar manasına geliyor bu.

Diğer taraftan Yahudiler'in tamamen aynı kafada, tektip ve tamamen Tevrat'a ökzülemesine bağlı bir güruh olduğu şeklindeki TÜRK teorisinin açıklaması gereken ufak sorunlardan biri de İsrail'de her nasılsa daha yakın zamana kadar sosyaldemokrat partinin iktidarda olmasıydı heralde. Ve Amerika'da yaşayan ve kapitalizmi, Amerikan müdaheleciğini ve dünyanın her yanındaki insan hakları ihlalleri ve uluslararası kanunların ihlallerini eleştirirken bu bağlamda İsrail'i de yerden yere vuran Noam Chomsky veya Naomi Klein ve onlar gibi bir dolu daha solcu entelektüelin Yahudi olması gibi ufak ayrıntılar da tabi TÜRK teorisi açısından bazı ufak sorunlar.

Ama bu kadar güzel bir hikayeyi böyle ufak detaylar yüzünden çöpe atacak değiliz. Bu teorinin pekçok faydası var. Herşeyden önce Türklerin tarihin merkezinde olduğu, ve bizzat Şeytanın kendileriyle uğraştığı, ve Allahın bizzat kendilerini seçtiği şekilndeki (ne hikmetse Yahudilerin hikayesine çok benzeyen) bu tatlı fanteziye inanmak çok büyük haz veriyor. Bunun yanında bu teori Türklerin anlamakta zorlandığı "Kürt sorunu" denilen şeyin anlaşılmasını da mümkün kılıyor. Çünkü Kürtlerin aslında Türklere egemenliğine karşı, ve aslında Türk emperyalizmine tarihte ayaklanmış tüm diğer halkların ayaklanmasından çok da farklı olmayacak bir şekilde ayaklanıp bağımsızlık istemeleri fikri Türk kafasına çok ağır geliyor çünkü Türkler cumhuriyet ilanıyla byülü birşekilde imparatorluk olmaktan çıktıklarına inanıyorlar, sanırım o anda teba bütün halklar da buharlaşıp uçmuş -zaten o ana kadar soykırım edilmedilerse veya mübadele ile ülkeden atılmadılarsa da varlıkları inkar edilerek sadece Türklerin yaşadığı bir ulus-devlete geçilmişti, ve buna hala imparatorluk demek ve Türkler gibi emperyalizme karşı onurlu mücadele veren bir kahraman milletin kendilerinin aslında emperyelist olduklarını klabul etmek çok ağır, diğer taraftan bir Türkün aynı Arapllar ve Balkanlar ayaklandığında hissettiği o büyük kalp kırıklığı yani "ben bunlara Türk bayrağı altında yaşama şerefini bahşettim, bu bir armağandı, bunu niye reddediyorlar?" şekilndeki hüzün ve kafa karışıklığı Türk kafasına bu Kürt olayının bir Kürt ayaklanması olduğunu kabul etmesini zorlaştıran etkenler.

Halbuki bu olayın bir Kürt ayaklanması değil de bir Yahudi oyunu olduğuna inanılırsa insanın içi rahat ediyor!!

Bu teorinin böyle güzel faydaları da var işte. Bir taşla iki kuş vurulmuş olunuyor. Hem nasıl zamanında Kürtlerin varlığı inkar edildiyse bugün de ayaklandıkları inkar edilmiş olunuyor, böylece emperyalist olunduğu inkar edilerek vicdanen temiz hissediliniyor. Hem de gene Şeytan Yahudilerin (ve perde arkasında aslında Yahudilerin olduğu "emperyalist" Batılıların) hain oyunlarının odak noktasında olan mazlum ama insanlığın tek umudu, ve Allahın çile çekmek ve dünyaya ışık ve barışı getirmek üzere seçtiği kahraman millet olma fantezisini devam ettirebiliyor.

Tabi gene TÜRK teorisi açısından bazı ufak sorunlar çıkıyor mesela Kürdistan'ın Nil-Fırat arasında olmaması gibi ufak bir sorun var. Kürdistan Fırat'ın doğusunda kalıyor. Ayrıca Kürdistan kurulsa bile Kürtlerin kalkıp gidip burayı Yahudilere bırakacağı da çok kesin olduğu bilinmiyor. Diğer taraftan dindar Yahudiler için asıl önemli yer kendilerinin Yahudiye ve Samiriye dediği Batı Şeria olduğu görülüyor. En önemli yerin ise Yahudilerin eski krallıklarının başkenti olan Kudüs olduğu anlaşılıyor. Kürdistan'ın dağlarında Yahudilerin ne fantezileri var gibi ufak tefek sorular tabi TÜRK teorisi açısından sorun değil. Çünkü olgular ve detaylardan ziyade TÜRKÜN şanına bakmak lazım. Fantezi kurmak lazım. İnsan kendini çok hoş hissediyor.

greater-israel-map4.jpg

Link to post
Sitelerde Paylaş

Bir tarih tezi ve Türkiye’nin dönemeci

merdan-yanardag_1.jpg

Amerikancı bir sivil darbe ile iktidara gelen AKP-Cemaat koalisyonunun yürüttüğü Balyoz ve Ergenekon soruşturmalarıyla Türkiye’de son Kemalist kadrolar ordudan, bürokrasiden ve geleneksel iktidar blokundan tasfiye edildi. Böylece 60 yıla yayılan karşı devrim, emperyalizmin bölgesel ihtiyaçlarıyla örtüştüğü için yakaladığı tarihsel fırsatı utanç verici yöntemlerle değerlendirerek başarıya ulaştı.

Ergenekon operasyonu ve soruşturmasının (Balyoz ve benzer diğer davalar dâhil) Cumhuriyet tarihinin en önemli siyasal ve toplumsal kırılma noktalarından biri olduğu açıktır. Bu siyasal hamle ve saldırı üzerinden düşük yoğunluklu bir İslamizasyon projesinin (ılımlı İslam) hayata geçirilmek istendiği, artık tartışılmayacak şekilde ortaya çıkan bir gerçekliktir.

Bu operasyon ve davalar, Birinci Cumhuriyeti tasfiye siyaseti ve stratejisinin en önemli, dahası belirleyici etabıdır.

Durum böyle olunca, AKP-Cemaat koalisyonunun siyasal hedeflerine ulaşmasının önünde engel oluşturabilecek kurumların, kadroların, yargı bürokrasisinin, toplum önderlerinin, aydınların, gazetecilerin, askerlerin ve politikacıların siyasal şiddet de kullanarak tasfiye edildiği bir süreç yaşandı.

Balyoz davasında verilen kararın siyasal ve tarihsel anlamı budur.,

Sonuç olarak, Ergenekon operasyonunun demokratikleşme ve derin devletin tasfiyesiyle ilgisinin bulunmadığı; gerici ve karşı devrimci bir dönüşüm projesinin hayata geçirilmesinden başka bir anlam taşımadığı tatmin edici şekilde ortaya çıktı.

***

Türkiye’de Birinci Cumhuriyetin tasfiye edilmesi ve bir ılımlı İslam rejimi kurulmasının teorik temeli ve tarihsel gerekçesini, Müslüman ülkelerdeki Batı tipi modernleşme girişimlerinin başarısızlıkla sonuçlandığı varsayımı oluşturuyor.

İslam’la laikliğin olamayacağı, eleştirel akla ve bilime dayalı bir toplumsal ve siyasal düzen kurulamayacağı; dolayısıyla Batılı anlamda “demokratik” rejimlerin Doğu’da maddi, kültürel ve tarihsel temellerinin bulunmadığı ileri sürülüyor. Bu nedenle “Doğu’ya özgü” ve “düşük yoğunluklu” bir demokrasinin, örneğin sandığa dayalı çoğunlukçu bir düzenin yeterli olacağı belirtiliyor. Dinsel dogmaların birey ve toplum hayatını belirlediği fakat mutlak şekilde Batı yanlısı olacak bir model/rejim öneriliyor.

Batılı emperyalist ve oryantalist teorisyenler genel olarak Doğu’nun, özel olarak da İslam dünyasının, Batı’da gerçekleşen aydınlanma ve modernleşme yolundan ilerleyerek laik düzenler kurup kendilerini yakalamasından korkuyorlar. Bu nedenle kötü ve yozlaşmış örnekleri gösteriyorlar ve bakın “olmuyor” diyorlar. Aralarındaki en başarılı model olan Türkiye’de ise Cumhuriyeti tasfiye ediyorlar.

Bu anlayışı Doğu’nun İslamcı ve muhafazakâr yazıcıları da tersinden destekliyorlar. Onlar da seküler modernleşme modelinin başarısız olduğunu ileri sürüp, “Batı’nın ilmini ve fennini alıp, kültürünü reddetmeliyiz” diyorlar.

Oysa sorun tam da burada yatıyor. Çünkü Batı’yı Batı yapan tam o reddedilmesini istedikleri “kültür” oluyor. O kültür, insan aklının özgürleştirildiği, laik bir toplumsal düzen, felsefe eğitimi, akla ve bilime dayalı bir devlet yönetimidir.

Burada sorun Doğulu kimliğini, yerel kültürünü, geleneklerini ve değerlerini korumak değildir. Aynı İslamcılar ve muhafazakârlar bütün bunların ayaklar altına alınmasına hiç ses çıkarmadılar.

***

Durum böyle olunca İslam dünyasının tarihine, coğrafyasına, kültürüne (dinine) ve toplumsal dokusuna özgü; Batı’yla uyumlu yeni bir modelin oluşturulması gerekiyordu. Bu model uzunca süredir Batı medyasında ve akademik çevrelerde tartışılmaya başlandı. Dolayısıyla, "ılımlı İslam" kavramı ve stratejisinin, ABD ve Batılı ortaklarının çıkarları için geliştirilmesinin yanı sıra, böyle fikri bir arka plana ve tarih tezine de dayanıyordu.

Bu tezin yaşama geçirilmesi için öncelikle bir model oluşturulması gerekiyordu. İşte bu model Türkiye oldu.

Elbette Türkiye için istenen yeni bir Suudi rejimi değildi. Türkiye’yi İslam dünyasına daha çok yakınlaştıracak, hatta bu ülkelere liderlik yapmasını sağlayarak radikal eğilimleri terbiye edecek düşük yoğunluklu bir İslamizasyon yeterli görülüyordu.

Türkiye’de rejimin çok partili ve seçimli bir İslam Cumhuriyeti yönünde dönüştürülmesi; ABD’nin doğrudan ve tam olarak sağlayamadığı bölge hegemonyasının Ankara üzerinden tahkim edilmesi demekti. Elbette bu projenin tek bir koşulu vardı; Türkiye-ABD ilişkilerini bozmayacak nitelikteki İslamcı kadroları iktidara taşımak ve orada kalmalarını sağlamak...

İşte AKP, bu ihtiyacın ve siyasal toplu durumun ürünüydü.

ABD’li siyaset planlamacıları şöyle düşünüyordu; laik ve Cumhuriyetçi Türkiye, İslam dünyasını etkileyemeyecek kadar bu ülkelerden uzaklaştı. Dolayısıyla Müslüman toplumlara bir model oluşturabilmek için, öncelikle (biçimsel bakımdan da olsa) İslam’la demokrasiyi buluşturacak bir siyasal düzen yaratmak gerekiyordu.

Müslüman toplumlar artık laik bir ülke olma ve kalkınma (sanayileşme) hedefini artık bir yana bırakmalıydı.

Türkiye’deki AKP-Cemaat darbesinin ve bölgedeki “Arap Baharı”nın ve genel olarak Büyük Ortadoğu Projesi’nin aktüel ve tarihsel anlamı budur.

Merdan Yanardağ - 30 Eylül 2012 - Yurt Gazetesi

Link to post
Sitelerde Paylaş

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan hazretlerine

muazezilmiyecg.jpg

İkide bir “demir ağlarla kim örmüş, hep biz ördük” deyip duruyorsunuz, Atatürk zamanında yapılanları sıfıra indiriyorsunuz. Eğer biraz tarih bilseniz bunu söylemeye utanırdınız, yüzünüz kızarırdı. O günkü örülen demir ağlar yalnız tren yolları değildi: güçlü eğitim, güçlü ekonomi, güçlü demokrasi , güçlü laiklik temelleri atılmasaydı, ne siz bu gün o mevkie gelebilirdiniz, ne de gösteriş olarak başlarını örttürdüğünüz, yüzleri gözleri boyalı eşlerinizi gavur ülkelerine götürüp, gavurların ellerini sıktırabilirdiniz. Özendiğiniz Müslüman ülkelerin arasında hangisi bizim ülke gibi? Kendi kıyafetinizi bile o demir ağlara borçlusunuz.

Hazinesinde borçtan başka bir şey olmayan Osmanlı devleti yıkıntısı üzerine kurulan Türkiye Cumhuriyeti, toprağından bir damlasını satmadan, kimselerden borç almadan, bir taraftan Osmanlının, diğer tarafta yenilmediğimiz halde yenilmiş sayıldığımız birinci Cihan savaşı borçlarını öderken, yapılan işler yanında sizinkiler çocuk oyuncağı kalır. Okuma yazma, hatta sabun kullanma bilmeyen, verem, sıtma, zührevi hastalıklar, trahom gibi bulaşıcı hastalıklardan kahrolan zavallı fakir bir halk. Devletin geliri bu halkın verdiği vergilerdi. İşte o vergilerle o alay ettiğiniz demir ağlar yapıldı. Kısa zamanda elin parmakları sayımında doktorların özverileriyle hastalıkların önü alınmaya çalışılırken neler yapıldı neler!.

Koskoca ülkede bir çimento fabrikası yoktu. O yüzden evler kerpiç denilen çamurla yapılıyordu. Şeker fabrikamız yoktu. Rusya’dan gelen şekerleri bugün gibi hatırlıyorum. Evet şeker fabrikaları, çimento fabrikalar, kâğıt, silah, uçak fabrikası, kumaş fabrikaları kuruldu. Hem de ülkenin batısından doğusuna kadar dağıtıldı bu fabrikalar. Avrupa’dan bize, yenilemekte oldukları fabrikaların eskilerini ucuz fiatla satmak istediler. Eskiyi almak yine geri kalmışlıktır, diye alınmadı. Batıda “Atatürk Fabrikaları” diye adlandırılan o fabrikalar tiyatro, spor, müzik salonları ile bir kültür merkezi, çalışanlara her türlü rahatı sağlayan bir sosyal kurumdu. Ama bu fabrikalarda çalışacak biraz olsun işten anlayan işçimiz, teknisyenimiz, mühendisimiz yok gibiydi. Bunlardan bir kısmı burada bizim insanımızı eğitmek için dışarıdan getirtildi bir kısmı da Rusya’ya eğitilmek üzere gönderildi. İnsanımız o kadar yetenekli idi ki, kısa zamanda gerekli olanları öğrendi ve işleri ele aldı. O yüzden Atatürk, "Türk çalışkandır, zekidir” demiştir. Siz ise başa geçer geçmez alın teri ve büyük bir özveri ile yapılmış o güzel tesisleri satıp satıp yediniz yedirdiniz.

Ülkenin doğusu ve batısı düşman eliyle yanmış yıkılmıştı. Bir taraftan onlar onarılıyor, hastaneler okullar yapılıyor, diğer taraftan Ankara bir başkent olacak şekilde yapılandırılıyordu.

Hemen hemen hiç kara yolu yoktu. Onun için Atatürk, Osmanlı devleti zamanında “ne olurdu her vilayet senede bir kilometre yol yapsaydı, 500 yılda beşer yüz kilometre ile şehirler birbirine bağlanacaktı”, demişti.

Olan demir yolları da yabancıların elinde idi. Yalnız o mu daha bir çok kurum yabancılara aitti. Bütün onlar ellerinden alınarak ülkenin malı yapıldı. Onların üzerine 3000 kilometrelik tren yolu yapıldı ki, o zaman şimdiki gibi dağları bir anda oyacak makineler yoktu. Tüneller kazma ile kazıldı. Elde onları planlayacak hesaplayacak mühendisler yoktu. Hatta trenlerde çalışan makinist gibi memurlar bile hep Rum, Ermeni olduğundan bu konuda çalışacak insanımız da yoktu. Onun için böyle kimseleri yetiştirmek üzere okul açıldı. Tren rayları yapmak için fabrika kuruldu. Şimdi ki gibi ne gerekse dünyanın her yerinden getirilmedi.

Kilometrelerce kara yolu köprüler yapıldı.

Demir ağın bir ayağı olan “çağdaş eğitim” ne kadar önemliydi. Batı araştırmalarda icatlarda almış yürümüştü. ama biz de ne doğru dürüst ilk okul, lise ve ne de araştırmalar yapacak üniversite vardı. O yüzden Osmanlı devleti geri kalmış ve yıkılmıştı. Okullar açılsa eğitecek kimse yoktu. O yoklukta bir çok alanda eğitim almak üzere Batıya başarılı pek çok gencimiz gönderildi. Onlar daha yetişmeden Hitler’in Yahudi oldukları için işlerinden attığı çok değerli bilim insanlarının bize sığınmak istemeleriyle onlara açılan kapılarımız sonucu büyük bir eğitim atılımı başladı. İstanbul’da Darülfünun denilen okul tam bir üniversite oldu. Hukuk, Siyasal Bilgiler, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi gibi fakültelerle Ankara Üniversitesinin temeli atıldı. Gelenlere istedikleri kitaplıklar, laboratuarlar sağlandı. Onların derslerini Türkçeye çevirecek çevirmenler bulundu. Bunların hepsi para ile oluyordu. O paralar, o fakir halkın vergileriyle sağlanıyor, kimseye para yedirilmiyor, rahmetli Başbakan İnönü “kimseye bir kuruş yedirmem” diye bar bar bağırıyor, yedirmiyordu. Böylece güçlü bir eğitim temeli atıldı. O yüzden Başbakan hazretleri! istediğiniz dalda uzmanları elinizin altında bulundurabiliyorsunuz. Bundan sonra İmam Hatipler'de yetiştireceğiniz dindar ve kindar o zavallı gençleriniz, Allah’a dua ederek, yalvararak size yardımcı olurlar. Böylece elinize aldığınız bu güzel ülkeyi kendinizle toprağa gömerek tarihe kara harflerle geçersiniz.

Muazzez İlmiye Çığ

ulusalkanal.com.tr

Link to post
Sitelerde Paylaş
  • Konuyu Görüntüleyenler   0 kullanıcı

    Sayfayı görüntüleyen kayıtlı kullanıcı bulunmuyor.


Kitap

Yazar Ateistforum'un kurucularındandır. Kitabı edinme seçenekleri için: Kitabı edinme seçenekleri

Ateizmi Anlamak
Aydın Türk
Propaganda Yayınları; / Araştırma
ISBN: 978-0-9879366-7-7


×
×
  • Yeni Oluştur...