Jump to content

Jean Meslier – Sağduyu/Tanrısızlığın İlmihali


Recommended Posts

1. GİRİŞ

Yaratılışı, uyruğunun zihnini karıştırmaya çok uygun mutlak bir hükümdar ile yönetilen bir ülke var. Bu hükümdar, bilinmek, sevilmek, itaat edilmek istiyor. Ancak hiçbir zaman kendisini göstermiyor ve her şey hakkında edinilebilen bilgiyi kuşkulu kılmaya çalışıyor. Hakimiyet ve saltanatına bağlı kavimler, görünmeyen hükümdarlarının karakteri ve yasaları hakkında sözcülerinin verdiği fikirlerden başka fikirlere sahip değil. Sözcüler bile, hükümdarlarının karakteri ve niyetleri hakkında hiçbir fikre sahip olmadıklarını, bu hükümdara giden yolların geçilmesinin olanaksız olduğunu, niyet ve sıfatının bilinmesinin hiç mümkün olmadığını kabul ediyor. Öte yandan, icra aracı olduklarını söyledikleri efendilerinden çıkan emirler hakkında, bu sözcüler arasında birlik yok. İmparatorluğun her ilinde bu emri başka başka ilan ediyor. Birbirlerini küçük düşürüyorlar, birbirlerine hileci, sahtekar diyorlar, ilanını görev edindikleri emirler, fermanlar açık değil. Bu emirler ve fermanlar, uyruğun eğitim ve aydınlanmasına özgü, ancak bunlar uyruğun akıl erdiremeyeceği, anlaşılmaz şeyler. Gizli hükümdarın yasaları, çevirmenlere, açıklayıcılara muhtaç; ancak bunları açıklayanlar da, gerçek anlamı hakkında sürekli olarak çekişme halindeler.

Dahası var. Bunlar kendi kendileriyle de uyuşmuş değil. Gizli hükümdarlarına dair ettikleri söylentilerin tümü bir çelişkiler yumağından başka bir şey değil, hemen yalanlanmayacak hiçbir kelime söylemiyorlar. Bu gizli hükümdarın son derece iyi olduğunu söylüyorlar; oysa onun isteklerinden, emirlerinden şikayet etmeyen kimse yok. Sonsuz hakim olduğu varsayılıyor; oysa yönetiminde her şey mantığa ve sağduyuya aykırı. Adaleti övülüyor; oysa uyruklarının en iyileri genellikle en az yardım ve iyiliğe erişiyorlar. Her şeyi gördüğü, her yerde hazır ve nazır olduğu temin olunuyor; oysa, bu hazır ve nazırlığın hiçbir şeye yararı yok. Düzen ve doğruluk dostu olduğu söyleniyor; oysa, ülkesinde her şey alt üst olmuş, karışıklık içinde. Her şeyi o yapıyor; oysa olaylar, ender olarak tasarılarına uygun görülüyor. Her şeyi önceden görüyor, ancak hiçbir şeyin olmasına engel olamıyor. Kendisine yapılan saldırı ve tecavüze karşı sabır ve tahammülü yok; bununla birlikte herkesi kendisine tecavüz edebilmeye güçlü kılıyor. Eserlerindeki bilimselliğe hayranlıkla bakılıyor, oysa çelişkilerle dolu eserleri kısa ömürlü. Sürekli olarak yapmakla, bozmakla, işinden asla memnun kalmaksızın yaptığını onarmakla uğraşıyor. Her girişiminde, kendi büyüklüğünden ve şanından başka bir amaç yok; oysa büyüklüğü ve şanıyla yüceltilmeye hiç ulaşmıyor. Yalnızca uyruğunun refahı için çalışıyor, uyruğu ise çoğunlukla zorunlu ihtiyaçlarından bile yoksun. Armağan ve iyiliklerine erişmiş gibi görünenler, genellikle hallerinden en az memnun olanlar. Bunların hemen tümü, büyüklüğüne hayran olmaktan ve olgun hikmetini yüceltmekten, iyiliğine tapmaktan, adaletinden korkmaktan, asla itaat etmedikleri emirlerine saygı duymaktan ayrılmadıkları hükümdarlarına karşı aralıksız isyan halinde bulunuyorlar.

Bu ülke dünyadır; bu hükümdar Allah'tır; vekilleri rahiplerdir; uyruğu insanlardır.

2. TEOLOJİ YANİ İLAHİYAT NEDİR?

Konusu yalnızca anlaşılmaz şeyler olan bir bilim vardır. Bütün bilimlerin dışında olan bu sözde "bilim", duygularımızla, araştırılmayan ve değerlendirilmeyen şeylerle uğraşır. Hobbs bu bilime Melekülüzzulümat (Ro-yaume de tenebres) adını verir. Bu ülke, herkesin, oturmakta olduğu alemde tanıdıkları yasalara muhalif olan yasalara bağlı olduğu bir ülkedir. Bu tuhaf ülkede ışık, karanlıktır; sağduyu, deliliğe dönüşür. Bu bilime, teoloji (ilahiyat) denir ve bu teoloji, insan aklına sürekli bir hakarettir.

"Eğer"leri, "belki"leri birbiri üzerine yığa yığa, en açık bilgileri unutturacak ve en olumlu gerçekleri kuşkuya düşürecek ölçüde insanların zihnini karıştırmaya yetenekli, birleşme ve ilerlemeden yoksun hoyrat bir sistem, bir manzume vücuda getirebilmişlerdir. Bu düzenlenmiş Galimatias* ile, doğa, insan için açıklanması mümkün olmayan bir muamma olmuştur; gerçek alem, gerçek dışı alemlere yer açmak için takatsiz bırakılmıştır; tek bulucusu olduğu kuruntular ülkesinin yegane yol göstericisi olan hayal gücüne yerini terk etmeye, akıl mecbur edilmiştir.

* Galimatias, açık olmayan, belirsiz, karmakarışık söz demektir. (A.C.)

3. İNSAN NE SOFU DOĞAR NE DİNCİ

Her dinin ilkeleri Allah düşüncesi üzerine kurulmuştur. Oysa duyuların hiçbirine etkisi olmayan (duyuların hiçbiriyle hissedilmeyen ve araştırılmayan) bir zat hakkında gerçek düşüncelere sahip olmak, insanlar için mümkün değildir. Bütün düşüncelerimiz ve duygularımız aracılığıyla bizde bir etki yapan ve uyarıda bulunan şey, maddelerin, şeylerin temsilleri, simgeleri, tasvirleridir. Zihin dışında bir konusu, bir maddesi olmayan Allah fikri, gözümüzün önüne ne getirebilir? Böyle bir düşünce, etkisiz eserler kadar kuruntu değil midir?

Zihin dışında bir ilkel örneği, asıl nüshası, prototipi bulunmayan bir fikir, bir kuruntudan başka bir şey midir? Bununla birlikte bazı inanç ustaları, Allah fikrinin insanla yaşıt olduğunu insanların ana rahminden başlayarak bu Allah düşüncesine sahip olduklarını ve bu düşünceyle doğduklarını ileri sürerler. Her ilke bir hükümdür; her hüküm tecrübe eseridir; tecrübe ancak duyularımızın çalışmasıyla kazanılır. Bundan şu sonuç çıkar: Dini ilkeler kuşkusuz bir temele dayanmaz ve asla yaşa bağlı değildir. Tanrı düşüncesi ve din ilkeleri kesinlikle doğuştan kazanılmaz, insan bunları düşünce halinde taşıyarak ve sahip olarak doğmaz. Sonradan, aile, toplum ve genel çevre bunları kendisine aşılar.

4. BİR ALLAH'A İNANMAK GEREKSİZDİR EN DOĞRUSU ONU HİÇ DÜŞÜNMEMEKTİR

Her dini sistem ancak Allah'ın ve insanın doğası ve bunların aralarındaki ilişki üzerine kurulabilir. Ancak bu ilişkinin gerçek varlığı hakkında bir hüküm vermek için tanrısal doğa hakkında bazı fikirlere sahip olmak gerekir. Oysa, bütün ilahiyat, Tanrının içyüzü anlaşılmaz diye bize bağırmaktan ve öte yandan bu anlaşılması mümkün olmayan Allah'a sıfatlar tayin etmekten ve insanın anlaşılmaz Allah'ı onaylamada çekingen olamayacağını söylemekten bir an geri kalmamaktadır.

İnsanlar için en önemli olan şey, anlamanın tam ve kesin bir olanaksızlığı içinde bulunmalarıdır. Eğer Allah, insan için anlaşılması mümkün değilse, onu hiç düşünmemek en akla uygun yoldur. Ancak din, insanın bir cinayet işlemiş olmaksızın Allah'ı hatırından çıkaramayacağı hükmünü vermektedir.

5. DİN, SAFDİLLİK ÜZERİNE KURULMUŞTUR

Bize, "Tanrının sıfatı sınırlı zekalar için anlaşılabilir içerikte değildir" deniliyor. Bu ilkenin doğal sonucunun şu olması gerekir: Tanrının sıfatı, sınırlı zekaları uğraştırmak için değildir. Oysa din, sınırlı zekaların, sıfatı insanlar tarafından anlaşılmayan bir zatı (yani Allah'ı) asla gözden kaybetmemeleri gerektiğini belirtiyor. Dolayısıyla, pekala görülüyor ve anlaşılıyor ki, din, insanların sınırlı zekalarını, anlaşılması kendileri için olanaksız olan bir şeyle meşgul etme sanatıdır.

6. HER DİN BİR SAÇMALIKTIR

"Din insanı Allah ile birleştirir ya da Allah'la ilişkiye geçirir; bununla birlikte Allah sonsuzdur" demiyor musunuz? Allah sonsuz ise, sonu olan hiçbir varlık onunla ne işlemde bulunur, ne ilişkide. İlişki olmayan yerde, ne birleşme, ne işlem, ne de görev olabilir. Allah'la insan arasında görev ilişkisi yoksa, insan için din hiç yoktur. Allah sonsuzdur demekle, sonu olan insan için her dini hemen sürgün ediyorsunuz. Sonsuzluk fikri bizim için örneği olmayan, prototipsiz , konusuz bir fikirdir.

7. ALLAH'I SINIRLAMAK MÜMKÜN DEĞİLDİR

Allah sonsuz bir varlıksa, ne bu dünyada, ne ahirette Allah'la insan arasında hiçbir ilişki olamaz; dolayısıyla Allah düşüncesi insanın kafasına hiçbir zaman girmeyecektir. İnsanın bu hayatta olduğundan daha aydın olacağı diğer bir hayatta (ahiret hayatında) bile, Allah'ın sonsuzluğu, Allah düşüncesiyle insanın sınırlı zekası arasına öyle bir uzaklık koyar ki, insan, ahirette de dünyada olduğundan fazla Allah'a akıl erdiremeyecektir. Bundan, açıkça şu sonuç çıkar: Allah düşüncesi ahirette de insan için bu dünyada olduğundan daha anlaşılır bir şey olmayacaktır. Bundan şu da çıkar: Melekler, Archange'lar1, Seraphin'ler2 gibi üstün zekalar dahi Allah hakkında, bu dünyada hiçbir fikri olmayan insandan daha çok fikre sahip olamazlar.

1 Büyük melekler: Cebrail, Azrail gibi. 2 Melaikei mükerremenin israfiliyyun denilen sınıfı.

8. HURAFENİN KÖKENİ

En çok mümkün olmayan şeyin, kendileri için en esaslı şey olduğuna insanları inandırmayı nasıl başardılar?

Çünkü, insanlara korku saldılar. Korktuğunda, insanın muhakemesi artık işlemez; insan düşünemez, değerlendirme yapamaz. Öte yandan insanlara, akıl ve muhakemelerine güvenmemeleri de öğütlendi; zihin böyle karıştırılınca artık her şeye inanılır ve hiçbir şey araştırılmaz.

9. TÜM DİNLERİN KÖKENİ

Cehalet ve korku... İşte her dinin başlıca iki nedeni. Allahı hakkında insanı kuşatan belirsizlik, kendisini dine bağlayan birinci bağımsız nedendir. İnsan gerek maddi,

gerek manevi karanlıkta korkar; korkusu ihtiyat olur ve korkmak ihtiyaç halini alır, korkacağı bir şey olmadığında kendisinde bir eksiklik, bir boşluk olduğunu sanır.

10. DİN ARACILIĞIYLA, ŞARLATANLAR, İNSANLARIN DELİLİKLERİNDEN YARARLANIRLAR

Ta çocukluğundan beri, bazı kelimeleri her işittiğinde titremeyi alışkanlık haline getirmiş olan kimse, bu kelimelere ve titremeye muhtaçtır. İşte bu nedenle, böyle bir adam, korkacak bir şey olmadığına garanti vermeye çalışan kimseden çok, bu korkuları içinde tutacak kimseyi dinlemeye eğilimli olur.

Aslı astarı olmayan şeylere inanan adam, korkuyu arzular; hayal gücü bunu ister. Denilebilir ki, korkacak hiçbir şeyi olmamaktan korktuğu kadar, hiçbir şeyden korkmaz. İnsanlar hayal hastalarıdır. İlaçlarına alıcı bulmak için, çıkarcı şarlatanlar, hep insanların deliliklerini, budalalıklarını sürdürmeye özen gösterirler. Çok sayıda ilaç veren doktorlar, iyi bir rejim, iyi bir hayat tarzı öğütleyen ya da doğanın yapacağı etkiye bırakan doktorlardan daha çok dinlenir ve daha çok güvenilir olurlar.

11. DİN, CAHİLLERİ MUCİZEYLE KANDIRIR

Din açık olsaydı, cahiller için daha az çekici olurdu. Onlar için, karanlık ve esrarlı şeyler, korkular, masallar, kerametler ve sürekli olarak beyinlerini işletecek, yoracak, akla sığmaz şeyler gereklidir. Romanlar, inanılmaz cin ve cadı hikayeleri, sıradan insan ruhu için, gerçek tarihlerden daha çekicidir.

Din konusunda insanlar büyük çocuklardır. Bir din ne kadar saçmalık ve mucizelerle dolu olursa, halkın ruhu üzerinde o oranda tahakküm hakkı kazanır. Sofu, bönlüğüne hiçbir sınır koymamak zorunda olduğuna inanır. Bir şey ya da şeyler ne kadar çok anlaşılmaz olursa, halka o oranda ilahi görünür. Bu şeyler ne kadar az inanılabilir olursa, bunlara inanan sıradan insanlar, o oranda erdem ve üstünlükler olduğunu sanır.

Link to post
Sitelerde Paylaş

12. AHMAK VE BARBAR BÜYÜKLER OLMASAYDI DİN OLMAZDI

Dini düşüncelerin başlangıcı, genellikle vahşi milletlerin henüz çocukluk halinde bulunduğu dönemdir. Din koyanlar; tanrılar, ayinler, efsaneler, şaşırtıcı ve korkunç masallar sunmak için, her dönemde hep kaba, cahil ve ahmaklara başvurmuşlardır. Babalar tarafından incelenmeksizin kabul edilen batıl ve esassız inanışlar, az çok değişerek, baskı ve sıkı düzen altında bulunan ve çoğu kez babalarından daha çok düşünce ve muhakemede bulunmayan çocuklara geçmiştir.

13. HER DİN TAHAKKÜM İSTEĞİNDEN DOĞMUŞTUR

Kavimlerin ilk yasalarının konuşu, halkı egemenlikleri altına almak olmuştur. Bu amaca ulaşmak için en kolay çözüm, onları korkutmak ve muhakemeyi yasaklamak oldu. Bu yasa koyucular, kavimleri dolambaçlı yollardan götürdüler; ta ki, kılavuzlarının amaçlarını anlayamasınlar; bastıkları ve geçtikleri yeri görmesinler diye onlan semaya baktırdılar. Yol üzerinde onları masallarla eğlendirdiler. Sözün kısası, çocukları uyutmak ya da susturmak için ninniler söyleyen ve tehditlerde bulunan sütannelerinin yöntemlerini uyguladılar.

14. HER DİNE ESAS HİZMET VEREN ŞEY, KUŞKULU ŞEYLERİN EN KUŞKULU OLANIDIR

Bir Allah'ın varlığı bütün dinlerin temelidir. Bu varlıktan çok az kimse kuşku duyar. Ancak dinin bu içyüzü, esası düşünen her zekayı en ziyade durduracak içeriktedir. Her ilmihalin ilk sorusu, çözümü en çetin soru olmuştur ve hep çetin olacaktır.

15. ALLAH'IN VARLIĞI HAKKINDA KANAAT EDİNMEK MÜMKÜN DEĞİLDİR

Niteliklerinin bizce anlaşılmaz olduğu her zaman temin olunan, bütün duyguları mahvedici, doğası ve içeriği bilinmeyen bir zatın varlığına inanıldığı, içtenlikle ileri sürülebilir mi? Bir zatın var olduğuna veya olabileceğine beni inandırmak için, işe, bu zatın "ne" olduğu bana söylenmekle başlanmalıdır. Böyle bir zatın varlığına ya da varlığının olanaklı olduğuna inandırmak, beni cevap veremez bir hale getirip susturmak için, bana bu zat hakkında birbiriyle çelişmeyen ve birbirini ortadan kaldırmayan şeyler söylenmelidir. Kısacası, varlığına beni tümüyle inandırmak için, bu zat hakkında, anlayabileceğim şeyler söylenmelidir ve kendisine bu sıfatların atfedildiği zatın olmamasının mümkün olmadığı, bana kanıtlanmalıdır.

Bir şey, birbirini karşılıklı olarak bozan, mantıken birleştirilmeyen ve anlaşılmayan iki düşünceyi kapsıyorsa; o şey hayal ürünüdür. İnsanlar için açıklık, ancak bize fikirler üreten ve bizi bunların birleştirilmesinin mümkün olup olmadığı hakkında karar verme iktidarına eriştiren duygularımızın sürekli tanıklığı üzerine kurulabilir. Vazgeçilmez bir varlık, yokluğunda çelişki oluşturan bir varlıktır. Herkesçe onaylanan ve uygulanan bu ilkeler, Allah'ın varlığından söz açılır açılmaz suya düşer, "yanılgı" olur. Şimdiye kadar bu varlıkla ilgili ne söylendiyse ya anlaşılmaz ya da tümüyle çelişkili bulunur ve dolayısıyla sağduyu sahibi olan her insan için olanaksız olması gerekir.

16. ALLAH'IN VARLIĞI KANITLANMAMIŞTIR

Bütün insanların bilgisi az çok aydınlandı ve olgunlaştı. Bilmem hangi uğursuzluk eseri olarak, Allah'a ait bilgi hiçbir zaman aydınlanmadı. En uygar milletler, en derin düşünürler bu konuda en vahşi milletlerle ve en cahil hödüklerle aynı düzeydedir. Hatta meseleye yakından bakılırsa, Allah'a ait bilginin, birtakım kuruntuların, belirsizliklerin etkisiyle daha da çok karartıldığı görülür. Şimdiye kadar her din ancak, "mantık"ta iddiayı kanıt kabul etme hatası üzerine kurulmuştur: Bedavadan varsayar ve sonradan ürettiği varsayımlarla kanıtlar!

17. "ALLAH BİR RUHTUR" DEMEK, HİÇBİR ŞEY SÖYLEMEMEK, HİÇBİR ANLAM İFADE ETMEMEKTİR

Metafizikleştire metafizikleştire (yani doğaüstü nitelikler vere vere) Allah'tan tam bir cin, bir ruh yaptılar. Ama yeni ilahiyat bu sayede, vahşilerin ilahiyatından daha ileri bir adım attı mı? Vahşiler dünyanın hüdavendi olarak bir "büyük cin" (bir ruh) tanırlar. Bütün cahiller gibi, vahşiler, acemilikleri gerçek nedenlerini belirlemelerine engel olan bütün eserleri "cin"lere atfederler.

Bir vahşiye, saatinizi işleten şeyin ne olduğunu sorunuz, size cevap olarak "bir cin" (bir ruh) diyecektir.

Hocalara dünyayı yürüten şeyin ne olduğunu sorunuz; size vereceği cevap, "bir ruh" (bir cin) olacaktır.

18. RUHANİYET BİR HAM HAYALDİR

Vahşi, bir "ruh"tan söz ettiğinde, hiç olmazsa bu kelimeye bazı anlamlar yükler. Bununla, yürürlükte olmayan, ancak hissedilen eserler meydana getiren havaya, rüzgara, güzel kokuya, esintiye benzeyen bir etkeni amaçlar. Yeni ilahiyatçı meseleyi incelte incelte, kendisi için olduğu kadar başkaları için de az anlaşılır oluyor. Ona "ruh" kelimesinin neyi ifade ettiğini sorunuz; size hemen, "Bilinmeyen bir cevherdir, tümüyle basittir, bir mekana sahip değildir; maddeyle hiçbir ilgisi ve ilişkisi yoktur" karşılığını verecektir. Doğrusunu söyleyelim, böyle bir "cevher" hakkında en küçük bir fikir oluşturacak bir insan var mıdır? İlahiyat dilinde "ruh", anlamsız bir laftan, bir düşünce yokluğundan başka bir şey midir?

Ruhaniyet düşüncesi de modelsiz bir fikirdir.

19. HER VARLIK MADDENİN BAĞRINDAN ÇIKMIŞTIR

Bütün varlıkları, varlığı bütün duyularımızla sabit olan, her an eserlerini duyduğumuz, iş yaptığını, hareket ettiğini gördüğümüz maddenin bağrından çıkarmak; eşyanın oluşmasını bilinmeyen bir kuvvete, bizzat kendisinde bulunmayan bir şeyi kendi kendisinden çıkaramayan ve kendisine verilen ruhani cevherin hiçbir şeyi harekete geçirmeye yetenekli olmadığı "ruhani" bir varlığa atfetmekten ve yüklemekten daha doğal ve daha anlaşılabilir değil midir? Bir ruhun madde üzerine etkisi hakkında bize verilmeye çalışılan düşüncenin hiçbir şey ifade etmediği, ya da modeli olmayan bir düşünceyi ifade ettiği kadar, hiçbir şey açık değildir.

20. YENİ İLAHİYATIN METAFİZİK ALLAHI NEDİR?

Eski adamların maddi Jüpiter'i hiç olmazsa kendisine benzeyen şahıslar tahrik edebilir, düzenleyebilir ve oluşturabilirdi! Ancak yeni ilahiyatın Allah'ı kısır bir şahıstır, "lemyelit"tir. Ona atfedilen içeriğe göre, ne uzayda bir yer işgal edebilir, ne maddeyi hareket ettirebilir, ne gözle görülen bir alem oluşturabilir, ne de insanlar ya da ilahlar doğurabilir. Metafizik Allah, elsiz bir işçidir; yersiz korkulara, boş kuruntulara, deliliklere ve ağız dalaşına yol açmaktan başka bir şeye yetenekli değildir.

21. GÜNEŞE TAPMAK, BİR RUHA TAPMAKTAN DAHA AZ AKLA AYKIRIDIR

İnsanlara madem bir Allah lazımdı, birçok milletin taptığı bu güneşle, bu ihtiyaç görülebilirdi. Allah'la neden yetinmediler? İnsanların kulluk ve şükranına güneşin hak kazandığı dereceden daha çok hak kazanmış hangi varlık vardır? O güneş ki, bütün varlıklara ışık, sıcaklık ve hayat verir; o güneş ki, huzuru doğayı neşelendirir, gençleştirir; ve yokluğu, doğayı hüzne ve bitkinliğe boğar.

22. BİR RUH-ALLAH, İRADE KULLANAMAZ VE İCRADA BULUNAMAZ

İlahiyatçı, bize, "Allah eylem ve icrada bulunmak için ele ve kola muhtaç değildir, o irade gücüyle icra eder" diye bağırıyor. Ancak bir irade gücüne sahip olan Allah nedir? Ve bu ilahi iradenin konusu ne olabilir? Perilere, cinlere, cadılara, hortlaklara, büyücülere, gulyabanilere inanmak; bir ruhun madde üzerinde, sihirli ya da hayali bir eylem ve etkide bulunmasına inanmaktan daha az mı gülünç, ya da daha az mı olanaksızdır? Böyle bir Allah kabul edilir edilmez, insanı kızdıracak, isyan ettirebilecek hiçbir masal ve kuruntu bulunmaz. İlahiyatçılar, (hocalar, rahipler, hahamlar, kısacası bütün ruhaniler) insanları, kendilerine söylenen hikayeleri, bunların mümkün olup olmadıkları hakkında hiçbir tartışmaya girmeksizin dinleyen çocuk yerine koyar ve onlara bu çocuklara yapılan işlemi yaparlar.

Link to post
Sitelerde Paylaş

23. ALLAH NEDİR?

Bir Allah'ın varlığını sarsmak için bir ilahiyatçıya, Allah'tan söz etmesi için ricada bulunmaktan başka bir şey gerekmez. Allah hakkında bir kelime söyler söylemez, en küçük düşünce bize gösterir ki, sözlerinin, Allah'ına atfettiği sağlam esaslarla birleştirilmesi mümkün değildir. Bu durumda Allah nedir: Doğanın görünmeyen gücünü ifade etmek için üretilmiş soyut bir kelimedir. Ya da, ne genişliği ne uzunluğu ne derinliği olan matematiksel noktadır. Bir filozof, ilahiyatçılardan söz ederken büyük bir zihin açıklığıyla şöyle demiştir: "İlahiyatçılar Arşimet'in bilinen meselesinin çözümünü bulmuşlardır: Dünyayı manivela ile hareket ettirmek için gökyüzünde bir dayanak noktası."

24. İLAHİYATIN DİKKAT ÇEKEN ÇELİŞKİLERİ

Din; mekansız olmakla birlikte sonsuz olan, genişliğiyle her yeri dolduran, arzusunu hiçbir zaman uygulamayan, son derece iyi olan ve bununla birlikte hep hoşnutsuzlar meydana getiren, düzeni seven ve bununla birlikte yönetiminde kargaşa hüküm süren bir zatın önünde diz çöktürür. İlahiyatın "Allah"ı nedir, şimdi düşünülsün.

25. ALLAH'A TAPMAK BİR MEVHUMA TAPMAKTIR

Sıkıntıdan kurtulmak için bize demliyor ki; "Allah'ın içyüzünü bilmeye gerek yoktur, ona bilmeksizin ibadet edilmelidir, onun sıfatına cüretkar bir gözle bakmak caiz değildir." Ancak, hakkında bir fikir ve bilgi edinmeksizin ona kulluk etmek gerekiyorsa, varlığından emin olmak gerekmez mi? Bu durumda, ona atfedilen sıfatların kendisinde birleşmesinin mümkün olup olmayacağı incelenmeden önce, Allah'ın varlığı hakkında nasıl kanaat ve güven oluşturulabilir?

Allah'a tapmak, gerçekte, insan dimağının kuruntularına tapmak* ya da daha doğrusu hiçbir şeye tapmamaktır.

* Bir kutsal hadistir, yani Allah kelamı olmakla birlikte Kuran'a ithal edilmeyen tanrısal sözlerdir. "Ben kulumun zannında mevcudum" (Yani insanlar beni nasıl sanırsa, öyleyim. Ben insanların kuruntusunda mevcudum anlamındadır.)

26. ALLAH'IN SONSUZLUĞUNUN VE İLAHİ İÇYÜZÜNÜN BİLİNMESİNİN İMKANSIZLIĞI TANRISIZLIĞA NEDEN OLUR VE BUNU HAKLI KILAR

Kuşkusuz zihinleri daha çok karıştırmak için, ilahiyatçılar, Allah'larının içyüzü ve gerçeği hakkında bir şey söylememeyi gerekli gördüler. Bize, Allah'ın olanaksız sıfatlarından başka bir şey söylemezler.

"Allah sonsuzdur, ölümlü değildir" gibi soyutlamalar zoruyla gerçek ve tam olgun bir zat oluşturabilecekleri zehabında bulunurlar. Oysa bu oluşumdan sonuç olarak ortaya çıkabilen, ancak hayali bir yaratıktır. Bir "ruh"tur, madde olmayandır. Bu, ölümsüz bir varlık, asla sonu olmayan bir varlıktır. Eksiksiz, hiçbir eksiği olmayan tam bir varlıktır.

Böyle bir fikirsizlik ve anlamsızlık yığınlarından, gerçek, kısa ve özlü bir bilgiyi içtenlikle edinebilecek bir kimse var mıdır? Her düşünceyi olumsuz kılan, hiçbir aklın kabul etmediği şey, ademden (yokluktan) başka bir şey olabilir mi?

"Allah'ın sıfatını anlamak insan aklının iktidarı içinde değildir" iddiasında bulunmak, Allah'ın "insanlar için yapılmamış" olduğunu (yani Allah'ın insanlarla hiçbir ilişkisi olmadığını) teslim etmektir. Eğer Allah'ta her şeyin sonsuz olduğu temin olunursa, onunla yarattıkları arasında hiçbir ilişki olmayacağı itiraf edilmiş olur. Allah sonsuzdur demek, Allah'ı insan için bir "hiç"e çevirmektir. Ya da en azından, onu insan için yararsız kılmaktır.

Bize denilecek ki, "Allah insanı akıllı yarattı, ancak onu her şeyi bilir olarak yaratmadı". Bundan şu sonuç çıkar: Allah insana tanrıların içyüzünü anlayacak ölçüde geniş yetiler vermedi. Bu durumda sabit olur ki, Allah insanlar tarafından ne bilindi, ne de Allah bunu istedi. İş böyle olunca, bu yapıları yüzünden tanrıların içeriği hakkında bir fikir edinemeyen yaratıklara kızmaya, gücenmeye, Allah'ın ne hakkı vardır!

Kişisel yaratılışı gereği olarak bilemediği, tanıyamayacağı bir şeyi bilemediğinden, tanımadığından dolayı, bir tanrıtanımazı, yani bir Allah'ın varlığını kabul etmeyen kimseyi cezalandırmış olsaydı, Allah hiç kuşkusuz zorbaların en haksızı ve en tuhafı olurdu.

27. ALLAH'A İNANMAK HİÇ İNANMAMAKTAN NE DAHA EMİNDİR, NE DE DAHA AZ CANİYANE

Genellikle insanlar için hiçbir şey, bir kanıtı, korku kadar ikna edici kılmaz. Bu ilkenin sonucu olarak hocalar, rahipler, hahamlar vb. bütün ilahiyatçılar bize derler ki, "En güvenilir yön tutulmalıdır. Allah, varlığı hakkında kuşkulanmak küstahlığında bulunanları şiddetli cezalara, azaplara çarpacaktır, onun şiddeti doğrudur. Bu nedenle tanrısızlardan intikamını acımadan alacaktır. Çünkü, deliliklerden ya da fesattan, dinsizlik ve günahkarlıktan başka, bir mutlak hükümdarın varlığını reddettirebilecek hiçbir şey yoktur".

Bu tehditleri soğukkanlılıkla inceleyecek olursak, söz konusu şeylerin "varsayıldığını" buluruz. Yani sözünü ettikleri şeylerin gerçekte olmadığını, varsayılan şeyler olduğunu görürüz. Kendisine inanmanın daha güvenilir ve mevcudiyetinde tereddüt ya

da onu inkar etmenin pek çirkin, pek lanetlenmiş olduğunu bize söylemeden önce, işe, bir Allah'ın varlığını inandırıcı bir şekilde kanıtlamakla başlanmalıydı. Bize yine kanıtlanmalıydı ki, adil bir Allah, bozuk akılların anlayamadığı bir zat, varlığına inanmaya engel olan bir cinnet halinde bulunduklarından dolayı insanları acımasızca cezalandırabilir. Sözün kısası, kanıtlaması gerekirdi ki, adaletle dolu olduğu söylenen ilahi zat, kendisi hakkında insanın kuşatılmış olduğu yenilmez ve zorunlu cehaleti cezaya çarptırabilir... İlahiyatçıların düşünce, yargılama ve akıl yürütme tarzı pek tuhaf değil midir?

Korkunç hayaletler üretirler, onları çelişkilerden oluştururlar. Sonra da emin yolun, bizzat icat ettikleri bu hayaletlerin varlığından kuşkulanmamak olduğunu söylerler!

Bu yol izlenince, inanılması inanılmamasından daha güvenilir olmayan hiçbir saçmalık bulunmaz.

Bütün çocuklar tanrıtanımazdır, Allah hakkında hiçbir fikirleri yoktur; bu durumda bu cehaletleri nedeniyle çocuklar suçlu mudur? Çocukların Allah'a inanma zorunluluğu hangi yaşta başlar? Ergenlik yaşında diyeceksiniz. Bu yaş ne zaman başlamalıdır?... Bundan başka, en derin ilahiyatçılar, hocalar, papazlar, hahamlar tanrının içyüzü meselesinde yaya kalır ve bu konuda bir şey bilmekle iftihar edemezken, dünyanın halkı, kadınlar, işçiler, sözün kısası bütün insan kitlesini oluşturanlar, bu noktada hangi fikre sahip olabilirler?

28. ALLAH'A İNANMAK OTOMATİK BİR ÇOCUKLUK ALIŞKANLIĞIDIR

İnsanlar, kendilerinden daha çok fikre sahip olmayan kimselerin sözleri üzerine, Allah'a inanırlar. Sütninelerimiz bizim ilk ilahiyatçılarımızdır. Çocuklara gulyabanilerden ve Allah'tan söz ederler. En küçük yaştan başlayarak otomatik olarak her iki ellerini kavuşturmayı (el bağlamayı) çocuklara öğretirler. Sütnineler, ibadet etmeye zorunlu tuttukları çocukların Allah hakkındaki fikrinden daha açık bilgilere sahip midir?

29. BU İTİKAT, BABALARDAN ÇOCUKLARA GÖRENEKLE GEÇEREK YERLEŞMİŞ BATIL BİR İNANIŞTIR

Aile mülkü, vergileriyle birlikte babalardan evlatlara intikal ettiği gibi, din de babalardan evlatlara geçer. Eğer kendilerine bir Allah verilmiş olmasaydı, dünyada pek az kimsenin bir Allah'ı olurdu. Herkes anne ve babasından, öğretmeninden; bunların da kendi anne, baba ve öğretmenlerinden almış oldukları Allah'ı alır. Ancak herkes bu Allah'ı kendi yaratılışına göre düzenler, değiştirir ve kendine göre renklendirir.

30. BATIL İNANÇLARIN KAYNAĞI

İnsan dimağı, özellikle çocuklukta yumuşak bir balmumu gibidir, üzerinde yapılmak istenen bütün değişiklikleri kabul etmeye hazırdır. Kendisinin akıl yürütme gücü olmadığı bir zamanda, eğitim, insana hemen hemen bütün görüşlerini, bütün fikirlerini verir. Pek genç yaşımızda iken kafamıza sokulmuş doğru ya da yanlış fikirleri doğadan almış ya da doğarken bunlarla birlikte doğmuş olduğumuz inancında bulunuruz. İşte bu kanı, sapkınlıklarımızın en büyük kaynaklarından biridir.

31. BATIL İNANÇLAR NASIL YAYILIR VE KÖKLEŞİR

Batıl inançlar, eğitim ve öğretim görevlilerinin görüşlerini bizde çimentolamaya yarar ve onların bizden çok usta, çok uyanık oldukları inancında bulunuruz; bize öğrettikleri şeyler hakkında çok güçlü bir vicdani kanaatleri olduğunu sanırız. Kendi kendimize yardım edemediğimiz bir zaman ve yaşta, hakkımızdaki özen ve dikkatlerine bakarak, bizi aldatmak isteyebileceklerine ihtimal vermeyiz. Bizleri büyütmüş, yetiştirmiş olanların tehlikeler taşıyan sözünden başka hiçbir esas olmaksızın, bunların bize binbir türlü sapkınlığı kabul ettirmelerinin nedeni işte budur. Bize söylediklerini muhakeme etmenin yasaklanması bile güvenimizi asla azaltmaz ve çoğu kez onların görüşlerine saygıyı artırmaya da yardım eder.

32. HENÜZ MUHAKEMEDE BULUNMAYA GÜÇSÜZ OLDUKLARI BİR YAŞTA EĞİTİLMESELERDİ, ZAMANIMIZ İLAHİYATININ İLKELERİNE İNSANLAR ASLA İNANMAZLARDI

İnsanoğlunun dincileri, din ilkelerini, insanlara, bunlar henüz batılı gerçekten ya da sağ eli sol elden ayırt edecek bir yaşa gelmeden önce öğretmekle çok tedbirli olarak hareket ederler. Küçük yaşından beri bu düşüncelerle doldurulmuş kırk yaşındaki bir adamın kafasından bu düşünceleri çıkarmak ne kadar zor olursa, tanrılar hakkında verilen köksüz fikirlere kırk yaşındaki bir adamın ruhunu alıştırmak da o kadar zordur.

Link to post
Sitelerde Paylaş

33. DOĞA OLAYLARI ALLAH'IN VARLIĞINI KANITLAMAZ

Bize temin ederler ki, doğanın olağanüstü olayları bir Allah'ın varlığına bizi götürmek ve bu önemli gerçeğe bol bol inandırmak için yeterlidir.

Ancak dünyada, doğayı izlemek ve seyrini değerlendirmek için, boş zamanı, yeteneği ve gerekli eğitimi, hazırlıkları bulunan kaç kişi vardır? İnsanların çoğunluğu, ona hiç dikkat etmezler. Bir köylü her gün görmüş olduğu güneşin güzelliğine asla hayran olmaz. Bir gemici, denizin bir dizi hareketini asla hissetmez; bunlardan teolojik sonuç çıkarmaz. Zamanında, düzeneklerini anlayamadıkları her konuda kendilerine Allah'ın

parmağı gösterilmiş olan ve önceden ilahiyatçılar eliyle hazırlanmış bulunan bazı kimseler için, ancak bunlar için, doğa olayları bir Allah'ın varlığını kanıtlayabilir. Batıl fikirlerden arınmış bir fizikçi, doğa olaylarını doğanın gücünden, sürekli ve çeşitli yasalardan, karmaşık birleşmelerin zorunlu sonucundan başka bir şey olarak görmez.

34. DOĞA OLAYLARI, DOĞAL NEDENLERLE AÇIKLANIR

Doğanın nedenleri hakkında bilgisizliklerini itiraf edecekleri yerde, hakkında hiç olmazsa bir fikir edinebildikleri doğayı incelemek yerine hayal dünyasında bilinmeyen bir neden aramaya giden din imamlarının mantıkları kadar şaşılacak hiçbir şey yoktur. Gördüğümüz olayların yaratıcısı Allah'tır demek, bu olayları gizli bir nedene bağlamak değil midir? Allah nedir? Bir ruh nedir? Ey bilginler! Doğayı ve yasalarını inceleyiniz. Doğada, doğanın içyüzünü görüp seçtiğinizde, fikirlerinizi aydınlatmak şöyle dursun, tersine, fikirlerinizi daha çok karışıklığa ve kendi kendinizi anlamak olanaksızlığına düşürecek olan "doğaüstü" nedenlere başvurmayınız. Doğaüstü nedenler aramayınız.

"Bir Allah olmaksızın doğanın açıklanması mümkün değildir" diyorsunuz. Bu, pek az anladığınız her şeyi açıklamak için hiç anlamadığınız bir nedene, bir etkene ihtiyacınız var demektir. Siz karanlık olan bir şeyi, karanlığı iki katına çıkararak görmek ve seçmek iddiasında bulunuyorsunuz. Düğümleri çoğaltarak, bir düğümü çözdüğünüzü sanıyorsunuz.

Ey cezbedici fizikçiler! Bir Allah'ın varlığını bize kanıtlamak için, ayrıntılı botanik kitaplarını kopya ediniz. İnsan vücudunun inceden inceye, uzun uzadıya açıklanmasına giriniz. Sonra suların akıntısına hayranlıkla bakmak için yeryüzüne dönünüz; kelebeklerin, böceklerin, poliplerin, içinde Allah'ınızın büyüklüğünü bulduğunuzu saydığınız organlaşmış zerrelerin önünde dünyayı unutmaya dalınız. Bütün bu şeyler bir Allah'ın varlığını kanıtlamayacaktır. Bütün toplamı evren olan sonsuz karmaşık birleşmelerle çeşitli şeyler meydana getiren etki ve maddelerin çeşitliliği hakkında sahip olmanız gereken fikirlerden yoksunsunuz. Bu, doğanın ne olduğunu bilmediğinizi kanıtlayacaktır. Mikroskopla donanmış olduğunuz halde bile, doğanın, gözlerinizin ancak pek az bir kısmının gördüğü çok sayıda varlık meydana getirmeye güçsüz olduğuna hükmettiğinizde, doğanın kuvvetleri hakkında hiçbir fikre sahip değilsiniz demektir. Sözün kısası, bu nitelik kanıtlayacaktır ki, hissedilmesi ya da bilinmesi mümkün olan etkenlerden habersiz bulunduğunuzdan, hakkında gerçek bir fikir edinmeniz hep olanaksız olacak bir etkeni kast ettiğiniz bir kelimeden yardım almayı daha kolay buluyorsunuz.

35. DÜNYA YARATILMAMIŞTIR VE MADDE KENDİ KENDİNE HAREKET EDER

Bize gururlanarak, "sahipsiz eser yoktur" diyorlar. Her dakika, dünyanın kendi kendine oluşmadığını tekrarlıyorlar. Ancak, evren bir etkendir, asla bir sonuç değildir.

Bir sanatla yapılmış uydurma bir şey değildir. O asla yoktan var edilmemiştir. Evren hep var olmuştur; varlığı zorunlu ve gerekli bir varlıktır. Etkeni kendisindedir. Kendi kendisinin yaratıcısıdır. İçyüzü hareket etmek ve oluşturmak olan doğa, gözlerinizin önünde yaptığı gibi, görevini yapmak için yürürlükte bulunmayan ve kendisinden daha fazla bilinmeyen bir harekete geçiriciye, iticiye muhtaç değildir. Madde, kendi enerjisiyle, bir tür heterojenliğin zorunlu sonucu olarak, hareket eder. Hareketlerin ya da eylem ve etkilerin çeşitliliği, maddelerin çeşitliliğini oluşturur. Varlıkları birbirlerinden ancak organlarımıza ulaştırdıkları izlenim ya da hareketler sayesinde ayırır ve seçeriz.

Görüyorsunuz ki, doğada her şey hareket halindedir ve siz, doğanın esasında ölü ve enerjisiz olduğunu iddia ediyorsunuz. Esasen hareket eden ve aktif olan bu toplamın bir hareket ettiriciye muhtaç olduğunu sanıyorsunuz. Pekala, bu hareket ettirici nedir?

Bir ruhtur. Yani kesinlikle anlaşılmaz ve çelişkili bir varlık. Bunun üzerine size diyeceğim ki, maddenin bizzat ve kendi kendine hareket ettiği sonucunu çıkarınız; ve doğaya bir hareket vermek için gerekli hiçbir şeye sahip olmayan o ruhani hareket ettiricinizden söz etmeyi bırakınız; beyhude geçmişlerinizden dönünüz; hayali bir dünyadan çıkınız; gerçekliğin varlığıyla "var olan" gerçek bir dünyaya giriniz; tali nedenlere özen atfediniz; gözlerinizle gördüğünüz bütün eserleri oluşturmak için doğanın muhtaç olmadığı, olanaksız başlangıç nedenlerini bırakınız!

36. HAREKETİN MADDENİN KENDİSİNDE VAR OLDUĞUNUN VE DOLAYISIYLA RUHANİ BİR HAREKET ETTİRİCİ VARSAYMAK GEREKSİZLİĞİNİN ÖTEKİ KANITLARI

Maddelerin ya da cisimlerin üzerimizde oluşturdukları izlenimlerin ya da etkilerin çeşitliliği sayesindedir ki, onları hissederiz; onlar hakkında ayrı ayrı duygulara ve düşüncelere sahip oluruz; bunları birbirinden ayırır ve her birine özel duygular tayin ederiz. Oysa bir şeyi fark etmek ya da hissetmek için o şeyin organımız üzerine etki yapması gerekir. Bu şey, bir hareket ortaya çıkarmaksızın bizde etki yapmaz; kendisi de bizzat harekette bulunmaksızın bizde bu hareketi oluşturamaz. Bir şeyi görmek için, gözlerin o şeye yönelmiş olması gerekir. Görüntüsü gözüme ulaşan, gözümün ağtabakası üzerinde etkili ışık veren, mekana sahip olan rengin madde üzerinde bir hareketi olmaksızın ışığı ve görmeyi, havsalam alamaz. Bir cismin kokusunu almak için, koku alan organın uyarılmış olması, başka bir deyimle güzel kokulu maddeden yayılan zerreciklerin etkisiyle koklama duyusunun harekete geçmesi gerekir. Bir sesi işitmek için, bizzat hareketli olmasa başka bir şeyi harekete geçiremeyecek olan bir maddi ses kaynağının harekete geçirdiği hava dalgalarının kulak zarına çarpması zorunludur. Bundan açıkça şu sonuç çıkar: Hareket olmaksızın ne duyabilirim, ne fark edebilirim, ne seçebilirim, ne karşılaştırabilirim, ne madde hakkında bir hüküm verebilirim, ne de düşünce gücümü herhangi bir konuyla işgal edebilirim.

Okulda "bir varlığın içyüzü bu varlığın bütün özelliklerinin kaynağıdır" derler. Oysa, haklarında bir fikrimiz bulunan cisim ya da maddelerin bütün özelliklerini, varlıklarını bize bildiren ve ilk zihinsel görüntülerini bize veren tek neden, harekettir. Algıladığım bir hareket olmaksızın, kendi varlığımdan bile haberdar ya da emin olamam.

Dolayısıyla şu sonucu çıkarmak zorundayım: Hareket, maddenin, boşlukta yer tutması kadar esas sıfatıdır. Ve onsuz maddenin algılanması ve kavranması mümkün değildir. Eğer hareketin her maddenin özelliklerinden, gözle görülebilen şeylerinden ve asli sıfatı olduğunu gösteren kesin kanıtlardan sudan bahanelerle kaçınılmakta inat edilirse, hiç olmazsa, ölü ya da güçsüz sanılan maddelerin, birbiri üzerine etki yapacak duruma getirildiklerinde kendiliklerinden harekete geçtiklerini teslim etmekten kimse yasaklanmaz. Bir şişede korunan ya da havayla temastan yoksun olan Pyrophore, havaya bırakılınca ateş almaz mı? Un ve su, birbirine karıştırılınca ekşimeye başlamaz mı? Bu bakımdan ölü maddeler, kendiliğinden harekete geçerler. Dolayısıyla, madde hareket yeteneğine sahiptir; eylemde ve işte bulunmak için, bir harekete geçiriciye muhtaç değildir.

37. İNSANIN VARLIĞI HİÇBİR ŞEKİLDE ALLAH'IN VARLIĞINI KANITLAMAZ

İnsan nereden geliyor? Kaynağı, başlangıcı nedir? Zerrelerin gelişigüzel bir rastlantı ve birbiri arkasından gelip birleşmesi sonucu mudur? İlk insan yerkürenin balçığından tümüyle, bugünkü halinde oluşmuş olarak mı çıkmıştır? Bilmiyorum. İnsan hep, doğanın diğer ürünleri gibi, doğanın bir ürünü görünmektedir. İlk taşların, ilk ağaçların, ilk aslanların, ilk fillerin, ilk karıncaların vb. nereden geldiklerini söylemek istersem, insanın kaynağını açıklarken düştüğüm ölçüde güçlük içinde bulunurum.

Bize ardı kesilmeksizin bağırarak diyorlar ki; "İnsan makinesi gibi şaşırtıcı bir eserde, Allah'ın, sonsuz ölçüde zeki ve güçlü bir yaratıcının elindeki kudreti onaylayınız!" İnsan makinesinin bana, akıl durdurucu, şaşkınlık verici göründüğünü kabul ederim. Ancak, madem insan doğanın içinde mevcuttur; doğanın oluşumu kuvvetlerin üstündedir demekte kendimi haklı görmem. Şunu da eklerim ki, bana bunu açıklamak için, ne gözleri, ne ayakları, ne elleri, ne başı, ne akciğerleri, ne bir ağzı ve ne bir nefesi bulunan soyut bir ruhun biraz çamur alarak ve üzerine üfleyerek insanı yaptığı söylendiğinde, insan makinesinin bu şekilde oluşumunu aklım hiç almaz.

Paraguaylılar aydan geldiklerini söyler ve bundan dolayı bize budala görünürler. Avrupa'nın ilahiyatçıları soyut bir ruhtan geldiklerini söylerler. Bu iddia daha aklı başındadır.

İnsan anlayışlı ve olgundur; bundan, insanın şuursuz, zekasız bir doğanın değil, zeki bir zatın eseri olması gerektiği sonucu çıkarılır. Vücuduyla, pek övündüğü ve mağrur göründüğü aklını kullandığı son derecede ender görülüyor ve hiçbir şey bu kadar ender görülmüyorsa da; insanın zeki olduğunu, ihtiyaçlarının bu yetiyi genişlettiğini ve örnek olarak diğer insanlarla birlikte yaşaması ve kaynaşması sayesinde zekasının verimli olduğunu teslim ederim. Ancak insan makinesinde ve eriştiği zekada, eseri olmasıyla bu kadar övünmesi gereken bir yaratıcının sonsuz zekasını açık olarak gösteren hiçbir şey görmüyorum. Görüyorum ki, bu çok şaşılacak makine bozulmaya açıktır. Görüyorum ki, makine bozulunca, şaşırtıcı aklı da bozuluyor ve perişan oluyor, bazen tümüyle yok oluyor. Bundan şu sonucu çıkarıyorum: insan aklı, insan vücudunun maddi organlarının bir dizi durum ve kuralına bağlıdır ve insanın akıllı

olmasından Allah'ın da akıllı olması sonucunu çıkarmak gerekmez. Nitekim, insanın maddi olmasından Allah'ın da maddi olması sonucu çıkarılmıyor!

İnsanın kötülükçülüğünden, yaratığı olduğu Allah'ın kötülükçülüğü sonucunu çıkarmak ne kadar olağan değilse, insanın zeki olması da, Allah'ın zeki olduğunu kanıtlamaya o kadar az elverişlidir. İlahiyatçılar, işi nasıl tutarlarsa tutsunlar, Allah hep; eserleri kendisini inkar eden ya da bu eserler aracılığıyla kendisi hakkında bir hüküm vermek olanaksız olan bir etken olacaktır. İyilik, olgunluk ve hakimiyetle dolu olduğu, rahman, rahim, alim, hakim olduğu söylenen bir etkenden, hep kötülüğün, eksikliklerin, deliliklerin oluştuğunu göreceğiz.

38. NE İNSAN NE DE EVREN RASTLANTININ ESERİDİR

Bu durumda; "İnsan, evren ve bütün içeriği rastlantının eseri midir?" diyeceksiniz. Hayır, size tekrar ediyorum: Evren asla bir eser değildir; evren bütün eserlerin etkenidir, kapsadığı varlıkların tümü bu etkenin zorunlu eserleridir ki bazen onun hareket biçimini bize gösterir, ancak seyrini çoğunlukla gizli tutar. Gerçek etkenler hakkındaki bilgisizliklerini örtmek için, insanlar "rastlantı" kelimesini kullanırlar. Her ne kadar insanlar tarafından bilinmeseler de, bu etkenler kesin kurallara göre eylem ve etkide bulunmanın asla dışında kalmazlar; etkensiz asla bir eser yoktur.

Doğa öyle bir kelimedir ki, varlıkların, çeşitli maddelerin, sonsuz bileşimlerin, kombinasyonların, gözlerimizin tanık olduğu çeşitli hareketlerin toplam büyüklüğünün çokluğunu ifade etmek için kullanırız. Gerek organik, gerek inorganik bütün cisimler, gördüğümüz eserleri zorunlu olarak oluşturmaya özgü birtakım etkenlerin sonuçlarıdır. Doğada hiçbir şey rastlantı olarak yapılmaz; orada her şey sabit yasaları izler. Bu yasalar bazı eserlerle etkenleri arasındaki bağlantıdan başka bir şey değildir. Bir madde zerresi başka bir zerreyle yanlışlıkla ya da rastlantısal olarak karşılaşmaz. Bu karşılaşma, sabit yasaların eseridir. Bu yasalar, benzer durumlarda zorunlu olarak yapmakta oldukları ve başka türlüsünü yapamadıkları için, her varlığın hareket etmesini gerektirir. Zerrelerin toplumsal rastlantısallığından söz etmek ya da rastlantıya bazı etkenler atfetmek, cisimlerin birbirleri üzerinde etki yapmaları, birbirleriyle karşılaşmaları yasaları hakkında bilgisiz olduğunu söylemektir.

Doğaya, varlıkların özelliklerine ve bazı nedenlerin birleşmesinden zorunlu olarak meydana gelmiş olan sonuca hiç aşina olmayanlar için her şey rastlantı olarak görünür. Güneşi, sistemimizin merkezine koyan, rastlantı değildir. Güneş, doğası gereği ve oluşmuş olduğu cevherin eseri olarak bu yeri işgal eder ve buradan, çevresindeki gezegenlerde bulunan varlıklara hayat vermek için ışıması zorunludur...

39. EVRENİN DÜZENİ DE BİR ALLAH'IN VARLIĞINI KANITLAMAZ

Bir Allah'a tapanlar, bütün evrenin düzeninde onu yöneten akıllı ve hakim bir zatın varlığını reddetmenin olanaksız olduğunu sanırlar. Ancak bu düzen, bize bazen

elverişli bazen zararlı olan etkenler ya da durumun zorunlu olarak ortaya çıkardığı hareketlerin, cereyanların zorunlu sonucundan başka bir şey değildir. Bu etken ve durumların bazılarını iyi bulur, bazılarından şikayet ederiz.

Doğa, hep aynı yolu izler, yani aynı etkenler aynı eserler meydana getirir. Öteki etkenler birinci etkenleri başka türlü etkide bulunmaya zorlamadıkça, bu eserlerin eylemini bozmadıkça, aynı etkenler aynı eserler oluşturmaya devam eder. Eserlerini hissettiğimiz etkenler, eylemlerinde ya da hareketlerinde bize meçhul olduğundan, daha az olağan ve zorunlu olmayan etkenlerin etkisiyle bozulunca, şaşkınlık içinde kalıyor, "işte mucize!" diye bağırıyoruz ve bunları, gözlerimizin önünde hareket eden bütün etkenlerden daha az bilinen etkenlere mal ediyoruz.

Evren hep düzen içindedir, onun için karışıklık, ihtilal olmaz. Bozukluğundan şikayet ettiğimiz zaman, yalnız bizim kendi makinemizde bozukluk vardır. Cisimler, etkenler, bu dünyanın kapsadığı varlıklar, eserlerini ister uygun bulalım, ister bulmayalım, birbirleri üzerine tanığı olduğumuz biçimde, zorunlu ve gerekli olarak eylemde ve etkide bulunurlar. Depremler, volkanlar, su baskınları, bulaşıcı ve salgın hastalıklar, kıtlık, kuraklık, ağır cisimlerin düşmesi, ırmakların akması, rüzgarların esmesi, bereketli yağmurlar, Allah'ın lütfüna, verdiği nimetlerinden dolayı minnettarlık duymamızı gerektiren hayırlı eserler kadar zorunludur ve evrenin düzenli eserlerindendir.

Dünyada bir düzenin egemen olmasını görerek şaşkınlığa düşmek, aynı etkenlerin aynı eserler oluşturduğuna şaşmak demektir. İnsanın bir düzensizlik görünce rahatsız olması, etkenlerin eylem tarzı ve etkileri değişince ya da bozulunca, eserlerin artık aynı eserler olamayacağını unutmaktır. Doğada bir düzen, bir intizam görülünce bundan şaşkınlığa düşmek, bir şeyin var olabileceğine şaşmaktır; bizzat kendi kendisinin varlığına şaşırmış olmaktır. Bir mevcut için düzen olan, diğer bir mevcut için düzensizliktir, biri için huzur ve güvenlik olan, başkası için ızdırap ve karışıklıktır. Engel ve cezayla karşılaşmaksızın her şeyi karıştırabildikleri zaman zararlı olan yaratıklar, her şeyi yolunda, her şeyi düzenli bulurlar. Kötülük yaparken rahatsız edildiklerinde, muzırlar ve kötüler, tersine, her şeyi karışıklık ve düzensizlik içinde görürler.

Doğanın yaratıcısı ve hareket ettiricisinin Allah olduğu varsayılsa, yine, Allah için doğada hiçbir düzensizlik, hiçbir karışıklık mevcut olmazdı. Yapacağı etkilerin tümü, Allah'ın bunlara vereceği özelliklere, içeriklere ve zorlamalara göre, eylemi yerine getirmeleri zorunlu olmaz mıydı? Eğer eşyanın akışı alışkanlığını değiştirseydi, "sünnetullah" (Allah'ın koyduğu düzen), "değişmez" olmazdı. Allah'ın varlığının, zekasının, kudretinin ve iyiliğinin en inandırıcı kanıtı sayılan dünya düzeni yalanlanırdı. Allah'ın varlığından kuşkuya düşülürdü ya da en azından, Allah sebatsızlıkla, acizlikle ve eşyayı ilk düzenlemesi sırasındaki sezgi ve beceri eksikliğiyle suçlanırdı. Yaptığı, hazırladığı ya da eylem ve harekete geçirdiği unsurları, araçları seçmekte aldanmış olmakla Allah'ı suçlamakta, insan haklı olurdu.

Eğer dünyanın düzeni tanrısallık sıfatını, gücünü ve sezgisini kanıtlasaydı, düzensizlik de tanrısallığın zaafını, kararsızlığını, alıklığını kanıtlardı.

Diyorsunuz ki; "Allah her tarafta vardır, onsuz hiçbir şey yapılmaz, onsuz bir sinek bile kanadını kıpırdatamaz, her şeyi genişliğiyle doldurur, Allah hareket ettirici

olmasa madde hiçbir eylem ve etki yapamaz." Ancak bu durumda, teslim ediyorsunuz ki, Allahınız karışıklık etkenidir, doğayı bozan odur, karışıklığın babasıdır. İnsanda da vardır ve insan günah işlediğinde insanı kışkırtan odur! Eğer Allah her yerde mevcut ise, Allah bendedir, benimle eylem yapar, benimle birlikte aldanır, benimle birlikte Allah'ı gücendirir, benimle birlikte Allah'ın varlığını reddeder ve bir Allah'ın varlığı fikrini çürütür. Ey dinciler, ey tanrıbilimciler! Allah'tan söz ettiğiniz zaman ne yaptığınızın, ne söylediğinizin farkında olmuyorsunuz.

40. SOYUT BİR RUH ZEKİ OLAMAZ VE BİR İLAHİ ZEKAYA TAPMAK HAM BİR HAYALDİR

Zeki olarak adlandırdığımız bir varlığın düşüncelere, iradelere sahip olması gerekir. Düşüncelere, iradelere sahip olmak için organlara sahip olmak gerekir; organa sahip olmak için bir vücuda sahip olmak gerekir. Cisimleri etkilemek için cisme sahip olmak gerekir. Düzensizliği, karışıklığı hissetmek için "sıkıntı duymak" yeteneği olmalıdır. Bundan açık olarak şu sonuç çıkar: Soyut bir "ruh" zeki, kavrayışlı olamaz ve dünyada olup bitenlerden etkilenemez. Siz, "ilahi zeka, ilahi fikirler, ilahi amaçlar insanların zekalarıyla, fikirleriyle, amaçlarıyla hiçbir şekilde benzerlik göstermez" diyorsunuz. Ancak bu durumda, insanlar gerek iyi, gerek kötü olarak Allah'ın amaçlarını nasıl değerlendirir, düşüncelerini nasıl akla vurur, zekasını nasıl tutkuyla yüceltebilir?! Bu durum, hakkında bir fikir edinmek mümkün olmayan bir zat hakkında hüküm vermek, onu fazlasıyla takdir etmek ve beğenmek, ona tapmak demektir ve Allah'ın işine, amaçlarının derinliğine hayran olmak, hakkında bir fikir vermek mümkün olmayana tapmak değil midir? Bu aynı amaca hayran olmak, ne için olduğunu bilmeksizin hayran olmak değil midir?

Hayranlık cehaletin kızıdır. İnsanlar ancak anlamadıklarına hayran olur ve taparlar.

41. TEOLOJİNİN ALLAH'INA VERDİĞİ BÜTÜN NİTELİK YİNE TEOLOJİNİN ALLAH'TA VARSAYDIĞI İÇERİĞE AYKIRIDIR

Allah'a verilen bütün bu sıfatlar, içeriği bakımından, insan türünün bireylerine her türlü benzerlikten yoksun bir zata hiçbir şekilde uygun gelmez. Gerçi tanrısallığı süslemiş olmak için kullandıkları insan yaratılışından gelen şeyleri abartarak işin içinden çıkılabileceğini sanıyorlar. İnsanı yaratılıştan gelen özellikler sonsuza kadar sürer ve bu andan itibaren artık anlaşmak olanağı ortadan kalkar. İnsanın Allah ile birleşmesi demek olan Theantropie'den ne sonuç çıkar? Yalnızca bir batıl hayal çıkar. Vücuda getirilmesi için dünyanın zahmeti çekilmiş olan hayali hemen gözden saklamaksızın, o batıl hayalin hiçbir şeyi, hiçbir sıfatı kabul edilmez. Dante, "Cennet" (Paradis) ezgisinde, tanrısallığın, kendisine, keskin renkleri birbirinden çıkan bir gökkuşağı oluşturan üç daire şeklinde görünmüş olduğunu öyküleştirir; ancak göz kamaştıran ışığın kaynağını tespit etmek istediğinde, şair, kendi çehresinden başka bir şey görmemiştir. İnsan Allah'a taparken doğrudan doğruya kendi kendisine tapar.

Allah'ın insana ait yaratılıştan gelen şeylerden, erdemlerden ya da olgunluktan hiçbirine sahip olamayacağını bize kanıtlamak için en yüzeysel bir düşünce ile yetinmek gerekmez miydi? Erdemlerimiz ve olgunluğumuz, değişmiş mizacımızın sonuçlarıdır. Allah'ın da bizim gibi mizacı var mı? Bizim olumlu niteliklerimiz, kendileriyle birlikte yaşadığımız kimseler hakkındaki iyi niyetlerimizdir. Size göre Allah yalnız başına bir zattır, topluluk halinde yaşamaz. Bu durumda kendi ilkelerinize göre kabul ediniz ki, bizim erdemler dediğimiz şeylere Allah sahip olamaz ve onun hakkında da insanlar erdemli olamazlar.

42. "YARATILIŞIN KONUSU VE AMACI İNSAN TÜRÜDÜR" DEMEK SAÇMADIR

Kendi üstünlüğünün tutkunu olan insan sanıyor ki, Allah, evreni yaratırken konu ve amaç olarak insan türünü almıştır. Bu kadar yanıltıcı bir görüş ne üzerine oturtuluyor? Bize yanıt olarak, "Şunun üzerine: ilahiyatı anlamaya ve ona layık olan bağlılığı sunmaya yetenekli bir zekaya erişmiş olan tek varlık insandır" diyorlar. Bizi temin(!) ediyorlar ki, Allah dünyayı ancak kendi şan ve şerefi için yarattı ve planına insan türünün dahil olması gerekti. Ta ki, eserlerine hayran olan ve kendisini yücelten bir kimse bulunsun! Ancak bu hükümlere göre, Allah, hedefini açık bir şekilde yitirmiş değil midir?

1. Bizzat sizin fikir ve kanaatinize göre, insan her zaman Allah'ını bilmenin tam bir olanaksızlığı ve Allah'ın içyüzü hakkında hiç yenilmeyen bir cehalet içinde bulunacaktır.

2. Hiçbir benzeri bulunmayan bir varlık için şan ve şerefin hiçbir karar ve etkisi olamaz. Şan ve şeref, kendi üstünlüğünü başkalarının üstünlüğüyle karşılaştırmaktan hasıl olur.

3. Eğer Allah esasen mutluysa kendi kendisine yeter ve herkesten ve her şeyden gönlü tok ise, aciz yaratıkların kendisine ibadet sunmalarına ne ihtiyacı vardır?

4. Bütün mesaisiyle birlikte Allah hiç yüceltilmemiştir. Tersine dünyanın bütün dinleri onu saldırgan ve isyan hedefi olarak göstermektedir. Bütün dinlerin konusu, günahkar, nankör ve asi insan ile öfkeli Allah'ının arasını bulmaktır.

Link to post
Sitelerde Paylaş

43. NE ALLAH İNSAN İÇİN YAPILMIŞTIR NE İNSAN ALLAH İÇİN

Eğer Allah sonsuz ise, Allah insan için yapılmıştır demek, insan karıncalar için yapılmıştır demekten daha abestir. Bir bahçenin karıncaları, bahçıvanın amacına, arzularına, projelerine uygun olarak hareket etseler, bahçıvanın fikrine göre hareket etmiş olurlar mı? Karıncalar, Versay parkının kendileri için yapılmış olduğunu ve görkemli bir hükümdarın cömertliğinin bu parkı oluşturmasının ancak kendilerini mükemmel bir şekilde yerleştirmek amacına yönelik olduğunu ileri sürseler, bu

karıncalar yanılmamış olurlar mı? İnsana göre çok küçük bir böcek ne kadar aşağıdaysa, Allah'a göre insan, ondan bin kat daha aşağı bir yerde kalır. Dolayısıyla teolojinin açıklamasına göre, özellikle tanrısallığın sıfat ve amacıyla ilgilenen teoloji, yani ilahiyat, deliliklerin en tam olanı, deliliklerin en büyüğüdür.

44. EVRENİN OLUŞUMUNDAKİ AMACIN İNSANIN MUTLULUĞU OLDUĞU DOĞRU DEĞİLDİR

Evreni icat ederken, Allah'ın insanı mutlu etmekten başka bir amaç gütmediğini iddia ederler. Ancak, özellikle kendisi için yapılmış ve her şeye gücü yeterli Allah tarafından yönetilmekte olan bir alemde, insan, gerçekten mutlu mudur? Tasarrufları kalıcı mıdır? Hazları acılarla karışık değil midir? Durumlarından hoşnut olanlar çok mudur? İnsan türü maddi ve manevi sürekli dert ve felaketlerin kurbanı değil midir? Yaratanın sanatının şaheseri olarak gösterilen insan vücudu makinesinin bin tarzda bozulması yok mudur? Bize, ikide bir duran ve bir süre sonra kendiliğinden bozulup kırılacak olan karmaşık bir makine sunan bir makinecinin ustalığına hayran olur muyuz?

45. ALLAH'IN LÜTFU DENİLEN ŞEY BOŞ BİR KELİMEDEN İBARETTİR

Zayıf yaratıkların ihtiyaçlarını sağlayarak, tanrısallık gösterisiyle cömertlik etmeye, özen göstermeye Allah'ın lütfu denir. Ancak insan gözünü açar açmaz Allah'ın kimseyle ilgilenmediğini görür. Allah'ın lütfu ve iyiliği, bu dünyada oturanların büyük çoğunluğu için tümüyle uykudadır, insanların "mutlu" diye adlandırdığı çok küçük bir miktarına karşılık, çok büyük bir mutsuzlar kafilesi baskı altında inlemekte ve yoksulluk içinde sararıp solmaktadır. Ezmekte oldukları esirlerden daha mutlu olmayan birkaç karanlık zorbanın savurganlıklarına lokma olsun diye ağızlarından lokmaları çekilip alınan milletler yok mudur?

Tumturaklı sözler ve övünmeyle, hocalar, Allah'ın iyiliklerini, cömertliklerini açıklarken ve Allah'ın iyiliğine güvenmemizi isterken, ani felaketlerin huzurunda, bu aynı hocaların, "Allah'ın lütfü insanların beyhude projeleriyle eğleniyor, isteklerini alt üst ediyor, insanların çok çalışmasına gülüyor, insanların olgun zihinlerini çelmekten zevk alıyor" diye bayağı bir şekilde sızlandıkları görülmüyor mu? Peki, insan türüyle alay eden, insan türüyle eğlenen bir Allah'ın lütfuna nasıl güvenilir? Hareket tarzını açıklayamadığım bir hafiyenin bilinmeyen edalı yürüyüşünü hayranlıkla görmem benden nasıl istenebilir?

"Hakkında eserleriyle karar veriniz" diyeceksiniz; esasen ben de eserleriyle karar veriyorum ve buluyorum ki, bu eserler benim için bazen yararlı, bazen zararlıdır.

"Bu dünyada insan türünün her bireyi için kötülüklerden çok iyilik vardır" diyerek, iyiliklerin Allah'ı haklı çıkardığı, akladığı zehabına kapılıyorlar. Varsayalım ki, bu Allah lütfunun bize verdiği iyilik yüzdür ve kötülükler ondur; herhalde bu kıyas ve

kabulden, yüz derece iyiliğe karşı, Allah'ın lütfunun on derece kötülüğe bulaşmış varlığını, varsayılan "mükemmellik"le birleştirmek nasıl mümkündür?

Bütün kitaplar, Allah'ın lütfünu ve özenini özellikle yüceltmeye yönelik ve en dalkavukça övgülerle doludur. Bunlar okunurken sanılır ki, insanın bu dünyada mutlu yaşaması için hiçbir çaba göstermesine gerek yoktur. Oysa, insan çalışmazsa bir günden fazla zor yaşar. Görüyorum ki, insan yaşamak için kan, ter dökmek, çift sürmek, avlamak, balık tutmak, kesintisiz çalışmak zorundadır. Bu ikinci etkenler, yani insan çaba ve çalışması olmaksızın, başlangıç etkeni (herhalde ülkelerin çoğunda) insanın muhtaç olduğu şeylerden hiçbirini elde etmiyor. Her ne zaman bu yeryüzünün neresinde göz gezdirecek olsam vahşi ve uygar insanı, "Lütfü rabbani" ile sürekli bir mücadele içinde görürüm. Tanrısal lütfün kasırgalarla, fırtınalarla, donlarla, dolularla, su baskınlarıyla, kuraklıklarla, insanın çalışmasını çoğu kez yararsız kılan ve emeklerini berhava eden afetlerle yönelttiği darbelere karşı, insan, savunma durumu almak zorundadır. Sözün kısası, insan türünün mutluluk nedenini hazırlamakla meşgul olduğu iddia edilen bu tanrısal lütfun kötülük dolaplarından korunmak için insanoğullarının durmadan meşgul bulunduğunu görüyorum.

İnsanların büyük şehirler kurdukları her yerden ırmaklar geçirmiş olduğundan dolayı, bir sofu tanrısal lütfü son derece hayranlıkla, saygıyla yüceltiyordu. Eşyanın oluşunda Allah'ın velinimete yaraşan amacını açıkça gördüklerini öne süren "bilgin"lerin muhakeme tarzı ne kadar doğruysa, bu adamın muhakeme tarzı da ancak o kadar doğru değil midir?

46. BU SÖZDE ALLAH LÜTFU DÜNYAYI İYİLEŞTİRMEKTEN ÇOK BOZMAKLA MEŞGUL VE İNSANIN DOSTU OLMAKTAN ÇOK DÜŞMANIDIR

Kendisinin yücelmesinde dayanak sayılan hayranlık verici eserlerinin korunmasında, tanrısal lütfün özel bir şekilde ortaya çıktığını görüyor muyuz? Eğer dünyayı yöneten oysa, onu, dünyayı düzeltmekten çok yıkmakla, oluşturmaktan çok yok etmekle meşgul görüyoruz. İnsanların korunmasını ve mutluluğunu hep gözettiği varsayılan tanrısal lütuf, aynı insanları her an binlerce kez yok etmiyor mu? Tanrısal lütuf, her an, sevgili yaratığını görmez oluyor; bazen evini depremle sarsıntıya uğratıyor; tarlasını bazen suya bastırıyor, bazen yakıcı bir kuraklıkla kasıp kavuruyor. Bütün doğayı insana karşı silahlandırıyor; bizzat insanı insana karşı silahlandırıyor, genellikle insanı nihayet acı içinde öldürüyor. Evreni korumak ve kollamak bu mudur?

Batıl inançlardan ayrı olarak, tanrısal lütfun insan türü ve duygulu bütün varlıklar hakkında bu kuşkulu, bu karışık durumu incelemeye alınırsa görülür ki, merhametli ve özen gösteren bir anaya benzemekten çok uzak olarak, bu tanrısallık, daha çok o ahlaksız analara benzer ki; şehvetli aşklarının sonuçlarını hemen unuturlar, rahimlerinde taşıdıktan yükten kurtulmuş olmalarından doğar doğmaz memnun olurlar, onları bir daha anmazlar, çocuklarını yardımsız ve korumasız olarak talihin keyif ve hevesine terk ederler.

Kendilerine barbar işlemi yapan milletlerden bu konuda daha uyanık olarak, "Hotanto"ların, çoğu kez iyilik yapıyorsa kötülük de yaptığı için "Allah"a ibadet etmekten sakındıkları rivayet olunur. Hotantolar'ın bu muhakemesi; Allahlarında iyilikten, sezgiden, özenden başka bir şey görmeyen ve sayısız pek çok dert ve sıkıntı içindeki dünyanın coşkuyla ve kendilerinden geçerek öptükleri aynı elden çıkmış olması gerektiğini görmek istemeyen birçok insanın muhakemesinden daha doğru ve tecrübeye daha uygun değil midir?

47. HAYIR, DÜNYA ZEKİ BİR VARLIK TARAFINDAN YÖNETİLMEZ

Sağduyunun mantığı bize, bir etken hakkında ancak eserleri aracılığıyla karar verilebileceğini gösteriyor. Bu etkenin hep olumlu olarak anılabilmesi için, hep iyi, yararlı, güzel eserler oluşturması gerekir. Bir etken ki, iyiliği ve kötülüğü, hayrı ve şerri oluşturur; o etken bazen iyidir, bazen kötüdür. Ancak ilahiyatın mantığı bütün bu şeyleri yıkıma uğratıyor. Ona göre bu dünyada gördüğümüz olaylar, sonsuz iyi olan bir etkenin varlığını kanıtlar ve bu etken Allah'tır. Her ne kadar bu dünya zorluklarla doluysa da, her ne kadar bu dünyada çoğu kez kargaşa egemense de, her ne kadar insanlar kendilerinin ezilmesiyle sızlanıp inlemektelerse de, yine biz kani olmalıyız ki, bu eserler sonsuz iyi bir etkene aittir... İşe bakın ki, birçok kimse bunun böyle olduğuna inanıyor görünüyorlar!

Dünyada olup biten her şey, zeki bir varlık tarafından yönetilmediklerini bize en kesin şekilde kanıtlar. Bir varlığın zekası, yeteneği hakkında, ancak, hedeflediği amaca ulaşmak için kullandığı araçların uygunluğuyla karar verebiliriz.

Diyorlar ki, Allah'ın amacı türümüzün mutluluğudur. Bununla birlikte, çok sıkıntı çekmek, az haz duymak, sonra ölmek için doğan ve ancak bunun için doğan bütün duygulu varlıkların talihini, aynı gereklilik ve zorunluluk düzenler, insanın bardağı sevinç ve acıyla doludur. Her yerde iyiliğin yanında kötülük vardır. Karışıklık, düzenin yerine geçer; üremeyi yıkım izler. Bana, "Allah'ın amacı gizli şeylerdir ve izlediği yolların içinden çıkmak, bunları anlamak mümkün değildir" derseniz, size şu yanıtı vereceğim: Allah'ın zeki olup olmadığı hakkında hüküm vermek mümkün değildir.

48. ALLAH DEĞİŞMEZ OLARAK TANINAMAZ

Allah'ın "kayyum" olduğunu, yani asla değişmez, hep bir halde olduğunu öne sürüyorsunuz. Ancak, onun ülkesi saydığınız bu dünyadaki sürekli kararsızlığı kim oluşturuyor! Bu meçhul hükümdarın hükümeti kadar sık ve acımasızca inkılaplara uğramış bir hükümet var mıdır?

Eserlerine kuvvet ve sağlamlık verecek kadar kudretli ve değişmez bir Allah'a her şeyin sürekli kararsızlık içinde bulunduğu bir doğanın hükümdarlığı, velayeti, idaresi nasıl atfedilebilir? Eğer benim türüm için yararlı eserlerde sabit bir Allah görmek

inancında bulunursam, türümün uğradığı sıkıntılarda ne türlü bir Allah görebilirim? Bana diyorsunuz ki; cezalandırmaya onu zorunlu kılan, bizim günahlarımızdır. Size şu cevabı veririm: Siz de Allah'ın değişmez olmadığını ifade ediyorsunuz. Çünkü, insanların günahları, onu, durumunu değiştirmek zorunda bırakıyor. Bazen öfkelenen, bazen sükunet bulan bir varlık, sürekli olarak bir durumda, hep aynı varlık olarak kalabilir mi?

49. İYİLİKLER VE KÖTÜLÜKLER DOĞANIN ZORUNLU NEDENLERİ VE ESERLERİDİR. BUNDA HİÇBİR ŞEYİ DEĞİŞTİRMEYEN ALLAH NE ALLAHTIR?

Evren olabildiği şeyden başka bir şey değildir*. Evrende duygulu varlıklar haz ve acı duyarlar. Yani bazen hoş, bazen acıklı biçimde duygulanırlar. Bu eserler, bu sonuçlar zorunludur. Bu eserler, kendi özel duyularıma göre etkide bulunan etkenlerden oluşur. Bu eserler, benim kendi yaratılışım ve içeriğimin bir sonucu olarak, zorunlu biçimde ya hoşuma gider ya da gitmez. Aynı yaratılış, bu etkenlerin bazılarından sakınmaya, bunları ortadan kaldırmaya, uzaklaştırmaya ve yok etmeye; bazılarını ise aramaya, arzu etmeye, elde etmeye zorunlu kılar. Her şeyin zorunluluk sonucu olduğu alemde, hiçbir şeye yaramayan, her şeyi olağan akışına terk eden bir Allah, zorla kabul ettirilen bir şahsiyetten başka bir şey midir? O, kendisinin de bağlı olduğu genel yasalarda hiçbir şey değiştirmeyen sağır bir Allah'tır. Benim lehimde ancak pek az bir şey yapmak isteyen zatın "sonsuz kudret"i kaç para eder? Benim mutluluğuma karşı ilgisiz olan bir zatın iyiliği, sonsuz büyüklüğü nerede? Bana sonsuz bir iyilik yapabileceği halde sınırlı bir iyilik bile yapmak istemeyen bir zatın teveccühü benim neme yarar?

* Dün ve Yarın adlı ve Dr. Gustave Le Bon'dan çevrili kitabın "Felsefi Görüşler" bölümüne bakınız.

50. BU HAYATIN ZORLUKLARINA KARŞI DİNİ TESELLİLERİN BOŞLUĞU. BİR CENNET BİR AHİRET UMUDU HAYALDİR, HAYAL ÜRÜNÜNDEN BAŞKA BİR ŞEY DEĞİLDİR

Yüce bir Allah'ın yönetimi altında niçin bu kadar çaresiz, bu kadar perişan insanlar bulunduğunu sorduğunuz zaman, "Bu alem, insanı daha mutlu bir aleme götürmeye mahsustur" diye bizi avuturlar. Bize, üzerinde yaşadığımız yuvarlağın bir "sınav yeri" olduğunu söylerler. Sonra "Allah yalnız kendisine özgü olan gerçekleşmesi olanaksızı ve süresiz mutluluğu insana verememiş ve ulaştıramamıştır" diyerek ağzımızı kapatırlar. Bu cevaplarla nasıl yetinilebilir? Nasıl tatmin olunabilir?

Önce ahiret hayatı: Bu ahiret hayatı fikri, bunu varsaymakla şimdi eriştikleri mutluluktan daha sürekli, daha saf bir mutluluğa sahip olmak için, insanların öldükten sonra tekrar yaşamak arzularının ifadesi olan hayalgücünden başka bir dayanağa sahip değildir. İkinci olarak: Her şeyi bilen, yaratıklarının düşünce ve gidişatına tümüyle vakıf bulunması gereken bir Allah'ın, işlemlerinden ve niyetlerinden emin olmak için bu kadar sınavlara ihtiyacı olduğunu havsala nasıl alabilir? Üçüncü olarak: Bilim

adamlarının hesaplarına göre, üzerinde bulunduğumuz yeryüzü altı ya da yedi milyon yıldan beri mevcuttur. Bu zamandan beri milletler türlü biçimler altında, sürekli zarar ve felaketlere uğradı. Sürekli olarak zorbaların, fatihlerin, kahramanların, savaşların, su baskınlarının, kuraklıkların, istilacı kuvvetlerin vb. sıkıntısı altında insan türünün tedirgin ve perişan edildiğini tarih bize gösteriyor. Bu kadar uzun sıkıntılar ve zalimce felaketler, zorluklar; tanrısallığın gizli niyetleri hakkında bizi temin edecek içerikte midir? Bu kadar sürekli bunca kötülük, bunca felaket, tanrısal lütfün bize hazırladığı gelecek hakkında yüksek bir fikir verir mi? Dördüncü olarak: Eğer bize temin edilmek istendiği gibi, Allah; kerim, iyilik ve hayırsever ise, insanlara sürekli mutluluk olmasa bile, hiç olmazsa ölümlü yaratıkları bu dünyada erişebilecekleri ölçüde bir mutluluğa kavuşturamaz mıydı? Mutlu olmak için sonsuz ya da ilahi bir mutluluğa muhtaç mıyız? Beşinci olarak: Eğer Allah, bu dünyada insanları, mutlu oldukları dereceden fazla mutlu etmediyse, sofuların anlatılmaz ve bitmez bir haz ve nimete erişileceğini iddia ettiği "cennet" umudu ne olur? Eğer Allah aklımızın erebileceği tek yer olan yeryüzünü kötülüklerden koruyamamış ya da korumak istememişse, hakkında hiçbir fikrimiz olmayan öteki dünyayı (yani ahiret dünyasını) kötülük ve felaketlerden koruyabileceğine ya da korumak isteyeceğine ne sebep düşünebiliriz?

Lactance'e* göre, 2000 yıl önce Epicure şöyle demiş:

"Allah, ya kötülüğe engel olmak istiyor ancak kötülüğü yasaklamaya muktedir olamıyor; ya kötülüğü yasaklamaya muktedir olabiliyor ancak engel olmak istemiyor; ya kötülüğü ne istiyor ne de yasaklayabiliyor; ya da kötülüğü Allah hem istiyor hem de yasaklamaya kadirdir. Eğer yasaklamaya kadir olmaksızın yasaklamak istiyorsa, Allah acizdir; eğer Allah kötülüğü yasaklamaya gücü yettiği halde yasaklamak istemiyorsa, bu durumda ona atfedilmesi zorunlu tutulan bir kötülükçülük karşısında bulunuyoruz demektir. Eğer Allah kötülüğü yasaklamaya hem gücü yetmiyor, hem de bunu yasaklamak istemiyorsa, hem aciz hem herkesin kötülüğünü isteyen olur; eğer Allah kötülüğün yasaklanmasını hem istiyor ve buna da gücü yetiyorsa, o halde kötülük nereden geliyor? Ya da Allah kötülüğün olmasına neden engel olmuyor?"

2000 yılı geçen bir süreden beri sağduyu sahibi, bu zorlukların çözümünü bekliyor. Hocalar, papazlar, hahamlar vb. ise bize bu zorlukların ancak ahirette çözüleceğini öğretip duruyorlar.

* Firmiavaus Lactantio üslubunun zayıflığı nedeniyle Le Ciceron obretien lakabını almış olan bir Hıristiyanlık savunucusudur. 225 yılında büyük olasılıkla Trete'de ölmüştür. Başlıca eseri, De laformation deI'homme'dir. (A.C.)

51. DAHA AZ HAYALİ OLMAYAN SAÇMA FİKİRLER

Bize yaratıkların rütbelerinden söz ediliyor. Varsayılıyor ki, Allah yaratıklarını türlü sınıflara ayırmıştır ve her sınıf yaratık yetenekli oldukları ölçüde mutluluktan nimetlenir. Bu hayali sıralamaya göre, sümüklüböcekten gökteki meleklere kadar bütün varlıklar kendilerine özel mutluluktan yararlanır. Tecrübe, bu ulvi hayali bozmaktadır. İçinde yaşadığımız dünyada, her duygulu varlığın acı çektiğini ve tehlikeler içinde yaşadığını görüyoruz. İnsan, yolu üzerinde birçok canlıyı yaralamaksızın, rahatsız etmeksizin, ezmeksizin yürüyemez. Oysa, bizzat insan da her

adımda, kendisini ölüme götürebilecek beklenen ve beklenmeyen bir sürü hastalıklara, belalara uğramaktadır. En derin haz ve sevinç arasında, yalnız ölüm fikri onu üzmeye ve perişan etmeye yeterli değil midir? Bütün hayatı boyunca sıkıntı ve eziyetler, onun yiyeceğidir, insanın sıkı sıkıya bağlı ve tutkun olduğu görünen ve tanrısallığın en büyük armağanı sayılan yaşamının bir an bile korunacağından, insan emin değildir.

52. İLAHİYATÇI ALLAH'INI İNSANLIĞIN EKSİKLERİNDEN KURTARMAYA BOŞUNA ÇALIŞIYOR: YA ALLAH ÖZGÜR DEĞİLDİR YA DA İYİ OLMAKTAN ÇOK KÖTÜDÜR

Denecek ki, "Alem, mümkün olabilen bütün olgunlaşmaya sahiptir; dünyanın, yaratıcısı olan Allah'ın bizzat kendinden kaynaklanmayan nedenlerle büyük erdemleri de, büyük eksiklikleri da bulunması gerekmiştir". Ancak biz cevap verir ve deriz ki, dünyanın büyük kusurları olması zorunluysa, insanı mutlu edemeyecek bir alemi hiç yaratmamanın, iyilikçi yüce bir Allah'ın yaratılışına daha uygun olması gerekirdi. Sizin dediğinize göre, alemi yaratmadan önce Allah, ezeli ve ebedi olarak mutlu idiyse, alemi yaratmaksızın mutlu olmaya devam edebilirdi. İnsanın acı ve sıkıntı çekmesi neden gereksin? İnsanın varlığı neden gereksin? Onun varlığının Allah için ne önemi vardır? Hiç önemi yok mudur? Ya da biraz önemi var mıdır? Eğer insanın varlığı Allah için hiç yararlı ya da gerekli değilse, Allah onu neden yoklukta bırakmadı?

Eğer insanın varlığı Allah'ın şan ve büyüklüğü için gerekliyse, Allah insana muhtaçtı; insan var olmadan önce kendisi için bir eksiklik vardı demektir!

Kusurlu bir iş yaptığından dolayı, acemi bir işçi affedilebilir, çünkü açlıktan ölmemek için iyi kötü çalışmak "zorundadır". Bu işçi hoş görülebilir. Ancak sizin Allah'ınız asla hoş görülmez, affedilmez. İddianıza göre, o her şeyden ve herkesten gözü toktur. O halde insanları niçin yapıyor? Sizin iddianıza göre Allah insanları mutlu etmek için her şeye sahiptir. Pekala, niçin insanları mutlu etmiyor? Ya iyi olmaktan çok kötü olduğu sonucunu çıkarınız ya da, başka türlü yapmayarak, yapmış olduğunu yapmaya zorunlu olduğunu kabul ediniz. Bununla birlikte Allah'ınızın özerk olduğunu özgür olduğunu temin ediyorsunuz. Yine bu alemin diğer cansız varlıkları gibi. zaman içinde kudretini uygulamaya başlamakla ve zaman içinde buna son vermekle birlikte, Allah'ın değişmez olduğunu da söylüyorsunuz. Ey ilahiyatçılar! Allah'ınızı insanın eksiklerinden kurtarmak için boşuna çabalar harcadınız. Yine bu Allah'ta "insan kulağı"ndan bir parça kalmıştır.

53. BİR TANRISAL LÜTUFA, SONSUZ İYİ VE KUDRETLİ BİR ALLAH'A İNANILMAZ

"Allah nimet ve ihsanlarının mutasarrıfı değil midir? Kendi malını istediği gibi kullanmakta ve tasarrufta özgür değil midir? Malını geri isteyemez mi? Hareket ve duruşunun hesabını sormaya yaratıklarının hiçbir hakkı yoktur. Kudretindeki eserleri

istediği gibi kullanabilir. Ölümlülerin mutlak hükümdarı olduğu için keyfinin istediği gibi mutluluk ya da felaket dağıtır."

Yaptığı kötülükler nedeniyle bizi avutmak ve gönül almak için ilahiyatçıların bize yaptığı açıklama budur. Onlara şunu söylerim: iyilik ve nimetleriyle sonsuz olan bir Allah'ın tasarrufu olmaz, belki aklın gereği olarak, iyilik ve nimetlerini yaratıklarının üzerine saçmaya zorunlu olur. Onlara derim ki, gerçekten iyiliksever bir varlık, iyilik yapmaktan, hayır yapmaktan çekinmede kendisinde hak bulmaz. Gerçekten cömert olan bir kimse, verdiğini geri almaz, bunu yapan herkesin teşekkür beklememesi gerekir; ve nankörler vücuda getirdiğinden dolayı sızlanmaya, yakınmaya hakkı yoktur.

Bu Allah'la insanlar arasında karşılıklı bir anlaşma ve yükümlülükler varsayan din ile, ilahiyatçıların Allah'a atfettikleri zorba ve garip yaratılış nasıl birleştirilebilir? Eğer Allah'ın, yarattıklarına karşı hiçbir borcu, hiçbir görevi yoksa, yaratıkların da Allah'a karşı hiçbir borcu, hiçbir görevi olmayabilir. Her din, "bana uyunuz, beni seviniz, bana ibadet ediniz, ben de sizi mutlu edeceğim" dediği varsayılan tanrısallıktan insanların beklemekte kendilerini haklı zannettikleri mutluluk üzerine kuruludur. İnsanlar da "Bizi mutlu ediniz, sözlerinize sadık kalınız, biz de sizi seveceğiz, yasalarınıza uyacağız" diyor. Yarattıklarının mutluluğunu ihmal etmekle, teveccüh ve iltifatlarını keyfi olarak dağıtmak ve armağanlarını geri almakla, Allah, her dine "temel" hizmetini gören anlaşmayı bozmuyor mu, yırtmıyor mu? Çiçeron haklı olarak, "Allah insana kendisini sevdirmezse onun Allah'ı olamaz" demişti. Tanrısallığı iyilik oluşturur; bu iyilik ancak insanın hissettiği mutluluklarla ortaya çıkar, insan mutsuz olur olmaz bu iyilik ve onunla birlikte tanrısallık da yok olur; sonsuz bir iyilik ne taraf tutucu, ne de ayrıcalıkçı olabilir. Eğer Allah sonsuz iyiyse bütün yarattıklarını mutlu etmelidir. Sınırsız ve sonsuz bir iyilik fikrini yok etmek için tek bir mutsuz yeterlidir.

Sonsuz iyi ve güçlü olan bir Allah'ın ülkesinde tek bir insanın sıkıntı içinde olmasını havsala alır mı? Sıkıntılı olan bir hayvan, bir peynir kurdu dahi, tanrısal lütfa, Allah'ın sonsuz iyiliklerine karşı, yenilmeyen, itiraz kabul etmez kanıtlar olurlar.

İlahiyatçılara göre, bu dünyanın keder ve acıları, suç işleyen insanların ilahiyat katından üzerlerine çektikleri ve hak ettikleri cezalardır. Ancak insanlar niçin suçludur? Eğer Allah her şeye kadir ise, "Bu dünyada her şey düzen ve intizam üzerine bulunsun, bütün uyruğum, iyi, masum, her kusurdan ve günahtan arınmış olsun, mutlu olsun!" demek, onun için "Her şey olsun!" demekten daha mı masraflıdır? Daha mı çok zahmetlidir? Bu kadar mutlak güçlü olan Allah'ın, eserini noksan ve kusurdan arınmış olarak vücuda getirmesi, bu kadar kusurlu, bu kadar kötü yapmasından daha mı zordu? İnsanların yokluğu ile mutlu ve bilgili olarak var olmaları arasındaki boyut, insanların yokluğuyla budala ve sefil olarak var olmaları arasındaki boyuttan daha mı fazlaydı?

Din bize bir cehennemden, yani Allah'ın sonsuz kerem, lütuf ve iyiliğine rağmen, insanların pek çoğu için sonsuz ızdıraplar sakladığı mahpesten, sonsuz acılar veren yerden söz ediyor. Dolayısıyla, insanları bu dünyada pek mutsuz kıldıktan sonra, Allah'ın onları ahirette daha çok mutsuz kılabileceğini dolaylı olarak anlatıyor. Bu duruma karşı, "O zamanda, Allah'ın iyiliği yerine adaleti geçer" diyerek işin içinden çıkıyorlar. Ancak bir büyük ki, en korkunç eziyete yer verir; o sonsuz değildir, sonsuz bir iyilik değildir. Öte yandan sonsuz kötü olan bir Allah'a, değişmez bir varlık

gözüyle bakılabilir mi? Merhametsiz bir kahırla, gazapla dolu olan ve bir adı da kahhar (batıncı yok edici) olan bir Allah, kendisinde, merhametin, ayırt etmeksizin herkesi korumanın (rahmanülrahimliğin) ve iyiliğin, "gölgesi" olsun bulunabilen bir Allah mıdır?

54. İLAHİYAT, ALLAH'INDAN BİR DELİLİK, BİR ADALETSİZLİK, BİR KÖTÜLÜK VE GADDARLIK İFRİTİ, ALABİLDİĞİNE DÜŞMANLIK, KİN VE NEFRET DOLU BİR VARLIK YAPMAKTADIR

Din imamlarının bize tarif ettikleri yolda, tanrısal adalet kuşkusuz tanrısallığı bize sevdirecek bir niteliktir ya! Yeni ilahiyatın bize verdiği bilgiye göre açıkça görünür ki, Allah, insanların çoğunu ancak sonsuza kadar azarlamak amacıyla yaratmıştır. Bu dünyada, tavır ve hareketleri kendilerine ahirette sonsuz cezalar çektirebilecek insanlar yaratmaktansa duygulu canlıları hiç yaratmamak, büyüklüğe, akla, insafa, hakka daha uygun olmaz mıydı? Tek bir insan yaratacak ve sonra onu lanetlenmek tehlikesine uğratacak kadar bölücü bir Allah'ın, olgun bir zat olarak değil, bir haksızlık, adaletsizlik, kötülük ve kıyıcılık ifriti olarak dikkate alınması gerekir. Eksiksiz, olgun bir Allah oluşturmaktan çok uzak olarak, ilahiyatçılar, varlıkların en mükemmel olmayanını vücuda getirmişlerdir.

Teolojik bilgiye göre, Allah öyle bir zorba ve zalim hükümdara benzer ki, kölelerinin çoğunun gözlerini oyduktan sonra bir zindana hapseder, bir eğlence olmak üzere, orada kendisini tanıtmaksızın, körlükleri sonucu yürürken birbirine çarpanları şiddetle cezalandırmanın yolunu bulmak için, bunların tavır ve hareketlerini perde arkasından gözetir, ancak gözlerini oymadığı az sayıdaki kölelerinin de arkadaşlarına çarpmaktan sakınma ustalığı ve yeteneğine sahip olmalarını çok iyi bir şekilde ödüllendirir. "Karakuşi takdir" (predestination gratuite) inanışının Allah hakkında verdiği fikirler işte böyledir.

İnsanlar her ne kadar Allahlarının sonsuz iyi olduğunu bize tekrar etmekten usanmıyorlarsa da, gerçekte buna hiç inanmadıkları ortadadır. Bilinmeyen, tanınmayan, nasıl sevilebilir? Düşünülmesi ve tasavvur edilmesi insanı endişe ve karışıklığa atmaktan başka bir sonuç vermeyen bir zata nasıl "sevgi" beslenir?!

55. HER DİN, TANRISALLIKTAN ALÇAKÇA VE AKILSIZCA KORKMA DUYGUSU VERMEYE ÇALIŞIR

Pek çok kimse, bize, gerçek dinle hurafeler arasında fark olduğunu ileri sürer ve der ki: "Hurafeler, tanrısallıktan anlamsız ve alçakça bir korkudur; gerçek bir dindar, tanrısallıktan alçakça korkuya karşılık Allah'ına güvenir ve içten sevgi gösterir. Oysa boş inançlara inancı olan kimse, Allah'ta bir düşmandan başka bir şey göremez; ona asla güvenmez; onu kuruntulu, zalim nimetlerini vermede cimri, cezalarını dağıtmakta savurgan bir zorba olarak görür."

Ancak aslında her din, Allah hakkında bu aynı fikri vermiyor mu? Allah'ın sonsuz iyi olduğunu, aynı zamanda Allah'ın çabuk öfkeleneceğini, şiddetli cezacı, yok edici, intikamcı olduğunu, lütuf ve iyiliklerine pek az kimseyi eriştirdiğini, iyilik ve lütfuna kavuşturmayı keyfinin istemediği kimseleri büyük bir öfkeyle cezalandırdığını bize durmadan tekrar etmezler mi?

56. GERÇEK DİN İLE EN KARANLIK EN ALÇAKÇA HURAFELER ARASINDA BİR FARK YOKTUR

Allah hakkındaki bu fikirleri, bir iyilik-kötülük karışımı bulduğumuz ve içinde yaşadığımız gerçek olayları göz önüne alırsak; hissettiğimiz iyiliğe ve kötülüğe göre, bu Allah'ın doğal olarak, bize isteksiz, dayanıksız, bazen iyi, bazen kötü görünmesi gerekir. İşte bu durumuyla, sevgimizi kazanmasının bedeli olarak, yüreklerimizde güvensizlik, korku, endişe doğurması kesindir. Dolayısıyla dinle en karanlık, en esirane, en alçak hurafeler arasında fark yoktur. Eğer "teist", yani Allahçı, Allah'ı yalnız güzel yanından görüyorsa, hurafeci, onu en iğrenç yanından görüyor. Birinin deliliği, neşeli bir deliliktir, diğerinin deliliği sıkıntı veren bir deliliktir; ancak her ikisi de eşdeğerde saçmalama ve eşdeğerde cinnet halindedir.

57. İLAHİYATIN ALLAH HAKKINDA VERDİĞİ DÜŞÜNCELERE GÖRE ALLAH'I SEVMEK MÜMKÜN DEĞİLDİR

Eğer Allah hakkında fikirlerimi teolojiden, yani ilahiyattan çıkarırsam, Allah bana en çok, sevgiyi reddeden, tiksinti ve iğrenmeye yol açan karakteriyle görünür. Bize, Allahlarını içten sevdiklerini söyleyenler, sofular ve yalancılardır; ya da Allah'ı ancak profilden gören delilerdir. Düşünülmesi insana korku ve dehşet veren, insanı titreten bir zat nasıl sevilebilir? Bize sıkıntı ve eziyetler getiren bir zat nasıl sevilebilir? Bizi cehennem azabına uğratacak kadar barbar olduğu varsayılan bir Allah, ızdırapsız ve titremesiz nasıl göz önünde tutulur?

Bize; çocukça bir korkudan, yani evladın babasından korkmasına benzer bir korkudan, ya da insanların Allahları hakkında beslemesi gereken saygı ve sevgiyle karışık bir korkudan asla söz edilmesin. İşleyebileceği en küçük bir hatadan dolayı kendisini cezalandırmak için en acı azap ve sıkıntılara uğratacağını bildiği bir babayı, bir evlat hiçbir zaman sevemez. Yeryüzünde hiçbir insan, evlatlarının %99'u için, gerek süresi ve gerek şiddeti itibariyle sonsuz cezalar, süresiz azap ve eziyetler veren bir Allah hakkında en küçük bir sevgi kırıntısı bile besleyemez.

Link to post
Sitelerde Paylaş

58. CEHENNEMİN SÜREKLİ CEZA VE EZİYET İNANCINI İCAT ETMEKLE İLAHİYATÇILAR, ALLAHLARINDAN, TİKSİNİLECEK VE İNSANLARIN

EN KÖTÜSÜNDEN DAHA KÖTÜ, AHLAK BOZUCU, AMAÇSIZ VE YALNIZCA KEYFİ İÇİN ZALİM BİR ZORBA YAPMIŞLARDIR

Cehennem azabının sonsuzluğu inancını icat edenler, pek iyi olduğunu söyledikleri Allah'tan, mevcutların en iğrenç olanını yaptılar. Zalimlik insanda yaramazlığın son derecesidir; ancak hiçbir duygulu ruh yoktur ki, en büyük kötülükçünün bile uğradığı işkencelerin hikayesini dinlerken öfkelenmesin ya da isyan etmesin. Ancak bu gaddarlık, gerekçesiz ve tümüyle keyfi olursa insanı daha çok kızdırabilir, daha çok isyan nedeni olur. En kan dökücü zorbalar, Caligula'lar, Domitien'ler*, Neron'lar dahi kurbanlarına acı çektirmek ve bunların ızdıraplarını aşağılamak için bazı gerekçelere sahip bulunuyorlardı. Bu gerekçe, ya kişisel güvenlikleri, ya intikam çığlıkları, ya korkunç ibret örnekleriyle korkutmak istemeleri, ya da barbar meraklarını tatmin etme arzularıydı.

Bir Allah, bu gerekçelerden bir tanesine sahip olabilir mi?

Gazabının kurbanlarını üzmekle, bir Allah, ne sarsılmaz kudret ve büyüklüğünü tehlikeye düşürebilmiş, ne de hiçbir şeyin bozamadığı huzur ve mutluluğunu bozabilmiş (bunların hiçbirini yapamamış) olan yaratıklarını cezalandırmış olur. Öte yandan, ahiretin cezası bu dünyada bulunan ve bundan dolayı ahiretin eziyetine tanık olamayacak olan hayat ehli için yararsızdır. Cezalar, eziyetler, çekenler için de yararsızdır; çünkü cehennemde hidayete erilmez, affedilme zamanı artık geçmiştir. Nasıl oluyor ki, Allah, sonsuz intikamcılığını göstermekten, kendisini eğlendirmekten ve yaratıklarının güçsüzlüklerini aşağılamaktan başka bir amaca sahip bulunmuyor!

Bütün insan türünün akıl ve insaflarına başvururum: Doğada bir tek adam var mıdır ki, hemcinsim demiyorum, herhangi bir duygulu varlığı, kin olmaksızın, misilleme olmaksızın, merak etmeksizin ve hiçbir korkusu olmaksızın, yani kendini koruma durumunda bulunmaksızın, soğukkanlılıkla üzmek isteyecek kadar kendisini zalim hissetsin? Böyle bir varlık, sizin ilkelerinize göre insanların en kötülerinden daha kötüdür.

Muhtemel ki, bana, "sonsuz tecavüzler sonsuz cezaları hak eder, sonsuz cezaları gerektirir" diyeceksiniz. Ben de size derim ki; mutluluğu sonsuz olan Allah'a asla tecavüzde bulunulamaz. Şunu da ekleyeceğim; ölümlü olan yaratıkların tecavüzleri sonsuz olamaz. Kendisine tecavüz edilmesini istemeyen bir Allah, yaratıklarının tecavüzlerini sonsuzluğa kadar sürdürmeye razı olamaz. Size derim ki; sonsuz iyi olan bir Allah, ne sonsuz zalim olabilir, ne de yalnızca onlara eziyet etmekten zevk almak için yaratıklarının ömrünü sonsuza kadar uzatabilir.

Azapların sonsuzluğu inancını, ancak en vahşice barbarlık, en büyük fesatlık, en kör hırs düşündürebilir. Eğer kendisine tecavüzde bulunulabilecek ya da kendisine küfredilebilecek bir Allah mevcut olsaydı, bu Allah'ın zayıf yaratıklarını, yararsız cezalarla sürekli olarak üzmekten zevk alacak kadar kötü bir zorba olduğunu söylemeye cesaret edebilen kimseler, yeryüzündeki en büyük küfürbazlar olurlardı. (Yani bu Allah'ın en büyük cinayetini yüzüne vuranlar olurlardı.)

* Domitien, 18-96 yılları arasında Roma imparatorudur. İstibdadın en zalimcesini Roma'ya çektirmiştir. Sonunda karısının desteğiyle öldürülmüştür ve 12 kayzerin sonuncusu bu zalim imparator olmuştur.

59. İLAHİYAT AÇIK BİR ÇELİŞKİLER ZİNCİRİNDEN BAŞKA BİR ŞEY DEĞİLDİR

İnsanların eylemlerinden Allah'ın etkilendiğini, kendisini saldırıya uğramış hissettiğini ileri sürmek, Allah hakkında bize verilmeye çalışılan fikirleri yok etmektir. "İnsan alemin düzenini bozabilir, Allah'ının elinde yıldırımı tutuşturabilir, Allah'ın projelerini şaşırtabilir" demek, insan Allah'ından daha güçlüdür, Allah'ın iyiliğini bozabilir, iyiliğini gaddarlığa dönüştürebilir demektir. İlahiyat bir eliyle yaptığını diğer eliyle yıkmaktan başka bir şey yapmaz. Eğer her din, sürekli öfkelenen ve sakinleşen bir Allah üzerine kurulmuş ise, her din açık bir çelişki üzerine kurulmuş demektir.

Bütün dinler tanrısallığın basiret ve kudretini yükseltmekte ve övmekte birleşir; ancak tanrısallığın durumunu, şiar ve hareketlerini, bize yorumlamaya ve açıklamaya başlar başlamaz, onda tedbirsizlikten başka bir şey bulmayız. "Allah dünyayı bizzat kendisi için yarattı" diyorlar; "Allah, ülkesinde kendisine kulluk edecek uyruğa sahip olmak için insanları yarattı" diyorlar. Oysa, insanların sürekli olarak Allah'a karşı isyan ettiklerini görüyoruz!

60. ALLAH'IN SÖZDE SANAT ESERLERİ İLAHİYATIN YÜCELİĞİ DENİLEN ŞEYİ ASLA KANITLAMAZ

Bize sürekli olarak tanrısallığın yüceliğini överler. Bu yüceliğin kanıtlarını sorar sormaz, üzerlerinde silinmez harflerle bu yüceliğin yazılı olduğunu ileri sürdükleri eserleri gösterirler. Oysa bütün bu eserler kusurludur ve içinde kötülüğü taşır. Tanrısallığın şaheseri, en şaşırtıcı eseri olarak gösterilmekten bir an geri kalınmayan insan, yarattığı her şeye kadir etkenin (yani Allah'ın) gözünde, beğenilmeyen, nefret edilen eksikliklerle doludur. Bu eser, yaratıcısı için çoğu kez o kadar iğrençtir ki, yaratıcı onu ateşe atmak zorunda kalır. Ancak Allah'ın en nadir eseri mükemmel olmayınca, tanrısallığın yüceliğine hangi kanıtla inanılabilir? Bizzat yaratıcısının bu kadar az hoşnut olduğu bir ürün, bir eser (yani insan), bizi, yaratıcısına hayran ve takdirhan edebilir mi?

İnsan fiziği sayısız hastalıklara ve nihayet ölüme maruzdur. İnsan ruhu ve maneviyatı kusurlarla doludur. Bununla birlikte insanın, yaratılanların en olgunu ve mevcutların en şereflisi olduğunu söyleye söyleye bitiremiyorlar!

61. ALLAH'IN YÜCELİĞİ, MELEKLERİN VE SAF RUHLARIN YARATILMASI İDDİASINDA DA DAHA ÇOK GÖRÜLMEMEKTEDİR

İnsanlardan daha mükemmel varlıklar yaratmakla, görünüyor ki, Allah, bir zamanlar, ne daha çok başarılı olmuştur, ne de yüceliğine daha güçlü kanıtlar vermiştir.

Birçok dinde meleklerin, saf ruhların tanrılarına (hüdaventlerine) karşı isyan ettikleri ve hatta onu gökyüzünden kovma çabasında bulundukları görülmüyor mu? (Teolojinin ileri sürdüğü savlara bakılırsa) Allah, melekleri ve insanları mutlu etmek istedi ve melekleri ve insanları mutlu etmeyi hiçbir zaman başaramadı. Yaratılanların gururu, kötülükleri, günahları, isyanları, eksiklikleri, yüce yaratanın isteklerine ve iradelerine hep karşı geldi.

62. İLAHİYAT, ALLAH'ININ HER ŞEYE YETEN KUDRETİNDEN SÖZ EDER VE ONU HEP ACİZ GÖSTERİR

Her din, açık bir şekilde, "Dieu proposeet l'homme dispose", yani "Allah takdir eder ve insan uygular" ilkesi üzerine kuruludur. Dünyanın bütün teologları, bir yanda tanrısallık, öte yanda yaratıklar olduğu halde, iki tarafı eşit olmayan bir savaştan söz eder. Tanrısallık hiçbir zaman bu savaştan şerefli olarak çıkmaz. Bütün gücüne rağmen, yaratıklarını olmalarını arzu ettiği bir şekilde yapmayı bir türlü başaramaz. Abesin, saçmalığın üzerine tüy dikme kabilinden olarak bir din vardır ki, Allah'ın insan soyunu iyileştirmek için bizzat ölmüş olduğunu iddia eder; ve bu ölüme rağmen insanlar hiç de Allah'ın arzu edebileceği bir durumda değillerdir.

63. YERYÜZÜNÜN BÜTÜN DİN SİSTEMLERİNE GÖRE ALLAH'IN MEVCUTLARIN EN MAYMUN İŞTAHLISI EN MAKUL OLMAYANI EN BUDALASI OLMASI GEREKİR

Her ülkede ilahiyatın Allah'a oynattığı rol kadar tuhaf hiçbir şey yoktur. Eğer Allah gerçek olsaydı, yani tanrısallık gerçekten var olsaydı, onda yaratıkların en hoppasını, en budalasını görmek gerekirdi. Allah'ın dünyayı, ancak yaratıklarıyla onur kırıcı savaşlarının geçtiği sahne olmak üzere yarattığına inanmak gerekirdi. Melekleri, insanları, şeytanları, kötü ruhları vb. ancak kendilerine karşı nüfuzunu kullanabildiği düşmanları olarak yarattığına inanmak gerekir; onları kendisine hakaret etmekte serbest bırakıyor, projelerini boşa çıkaracak derecede kurnaz kılıyor, asla teslim olmayacak kadar inatçı yapıyor. Bunların tümünü hiddetlenmek, sükunet bulmak, uyuşmak, yaptıkları karışıklıkları düzeltmek için yapıyor. Allah, yaratıklarını başlangıçta kendisinin istediği gibi olacakları yolda yaratmış olsaydı, tanrısallık ne kadar çok zahmetten kurtulmuş olurdu! İlahiyatçıları ne kadar çok sıkıntıdan, ezilip büzülmekten kurtarırdı! Yeryüzünün bütün din sistemlerine göre, Allah yalnız kendi kendine eziyet etmekle meşgul görünür. Allah bu eziyetleri, melhemlerinin iyiliğini göstermek için vücutlarına büyük yaralar açan şarlatanlar gibi kullanır. Bununla birlikte insanlar eliyle kendisine yaptırdığı incinmeden, açtırdığı yaradan, tanrısallığın köklü bir şekilde şifa bulduğunu da görmedik.

64. KÖTÜLÜK ALLAH'TAN GELMEZ DEMEK SAÇMADIR

Allah her şeyin yaratıcısıdır denir; bununla birlikte kötülüğün Allah'tan gelmediği de temin olunur. O halde kötülük nereden geliyor? İnsanlardan mı? Peki ama, insanları kim yarattı? Allah yarattı; o halde kötülük Allah'tan geliyor demektir. Eğer Allah insanları şimdi oldukları gibi yaratmamış olsaydı, dünyada ahlak bozukluğu ya da günah olmazdı. Dolayısıyla, insanların bu kadar kötü ahlaklı olmasından Allah'ı sorumlu tutmak gerekir. İnsan kötülük yapmak ya da Allah'a tecavüz etmek gücüne sahipse, bundan şu sonucu çıkarmak zorundayız: Allah tecavüze uğramak istedi; insanı yapan Allah, kötülüğün insan eliyle yapılması kararını verdi. Böyle olmasaydı, insan, varlığının kaynağı olan etkene aykırı bir eser olurdu.

65. ALLAH'A ATFEDİLEN HER ŞEYİ BİLME SIFATI, ALLAH'IN CEZALANDIRACAĞI SUÇLU İNSANLARA TANRISALLIĞIN GADDARLIĞINDAN ŞİKAYET ETME HAKKINI VERİR

Allah'a "ezeli bilim", başka bir deyişle dünyada olacak şeylerin tümünü önceden görmek veya bilmek gücü atfedilir. Ancak bu önceden bilme, ona ne şan ve büyüklük nedeni olabilir, ne de insanların haklı olarak yöneltebilecekleri paylama ve eleştirilerden onu kurtarabilir. Eğer Allah geleceğe ait olayları önceden bilmek gücüne sahipse, mutluluk tahsis ettiği yarattıklarının düşüşünü önceden görmesi gerekli değil midir? Fermanlarında yarattıklarının bu düşüşüne izin vermeyi tasarlamış idiyse, kuşkusuz, bu tasarlama bu düşüşün (bu günah işlemenin) olmasını "istemiş" olduğundandır. Böyle olmasaydı, bu düşüş, bu temiz yoldan bu sapma asla olmazdı. Eğer yaratıklarının günahları, itaatsizlikleri hakkında Allah'ın önceden bilgisi zorunlu ya da kaçınılmaz olmasaydı, suçluları cezalandırmaya Allah'ın kendi adaleti tarafından mecbur edildiği varsayılabilirdi. Ancak Allah her şeyi olmadan önce görmek yetisine ve her şeyi önceden değerlendirmek ve düzenlemek gücüne sahip olduğundan, kendi kendine zalim kanunlar kabul ettirmemek kendi elinde değil miydi? Ya da hiç olmazsa cezalandıracağı ve mutsuz edebileceği yaratıklar yaratmamakta, yeni bir kanunla kendisini serbest kılamaz mıydı? Önceden bilmesinin eseri olarak, sonraki bir yasayı mutluluğa ayırmasının onun için ne önemi vardır? İradelerinin düzenlenmesi mutsuz yaratıklarının durumunda bir şey değiştirir mi? Kendilerini gözyaşları içinde bıraktığı için, adaletinin kendisini er geç cezalandırmak zorunda bırakacağını pekala bildiği yaratıkları başlangıçta yokluktan çekip çıkaran Allahlarından, mutsuzlar, yine şikayette haklı olmazlar mı?

66. İLK GÜNAH VE ŞEYTAN HAKKINDA DİNİ HİKAYELERİN SAÇMALIĞI

Diyorsunuz ki, "insan Allah'ın elinden çıktığı zaman saf, masum ve iyiydi; ancak günahının cezası olarak tabiatı bozuldu".

İnsan günah işleyebildiyse, Allah'ın yaratıcı elinden çıktığı zaman bile mükemmel değildi demektir!

Allah, insanın günah işlemesine ve tabiatının bozulmasına neden izin verdi? Baştan çıkarılmaya (yani şeytanın insanı yanıltmasına) direnemeyecek kadar zayıf olduğunu bildiği halde, insanı baştan çıkarması için şeytana neden izin verdi? Bu alçak, kötü ruhlu azdırıcı ve baştan çıkarıcı olan şeytanı, Allah niye yarattı? insan türü için bu kadar iyilik isteyen Allah, yaratılışları gereği mutluluğumuzun düşmanı olan birçok kötü ruhu kökünden neden çıkarıp atmadı. Ya da daha doğrusu, bütün insan türü üzerinde üstünlük sağlayacaklarını ve müthiş etkilerini önceden görmüş olması gereken kötü ruhları niye yarattı? Sözün kısası, hangi zorunluluk, hangi uğursuzluk eseridir ki, dünyanın bütün dinlerinde kötü "ilke", iyi "ilke" üzerinde ya da tanrısallık üzerinde bu kadar açık bir üstünlük göstermektedir?

67. ŞEYTAN DA DİNLER GİBİ RAHİPLERİ ZENGİN ETMEK İÇİN İCAT EDİLMİŞTİR

Bir İtalyan rahibinin temiz kalbine onur veren safça bir hikaye anlatılır. Kolayca aldatılan bu safdil adam dini konuşma yaparken, sürekli olarak fikir üretir. Tanrının lütfuyla bütün insanları mutlu edecek güvenilir bir araç bulduğunu söylemek zorunda kalır. Şöyle der: "Cehennemde kendisine felaket arkadaşı edinmek tek amacıyla, şeytan, insanları baştan çıkarır, ayağını kaydırır. Dolayısıyla, cennetin ve cehennemin anahtarlarına sahip olan Papa'ya başvuralım; bütün kilisenin başında, Allah'a yalvarmasını isteyelim, Allah'ın şeytanla uyuşmasını, tekrar teveccüh ve iltifatına mazhar etmesini, eski mertebesine çıkarmasını Allah'tan Papa istirham etsin. Bu hareket tarzı şeytanın insan türüne karşı kötü projelerine mutlaka son verecektir."

Bu safdil rahip galiba görmüyordu ki, şeytan semavi din için, en azından Allah kadar gereklidir. Semavi dinler; rahipler, hocalar, hahamlar vb; Allah'la şeytan arasındaki bozukluktan çok hoşnutturlar; iki düşman arasında bir uzlaşmaya aracılık etmeyecek ölçüde hoşnutturlar. Varlıkları ve gelirleri bu iki düşmanın çatışmaları, düşmanlıkları üzerine kurulmuştur. İnsanlar baştan çıkarmaya ve günah işlemeye yöneltilmezse, rahiplerin yönetimi ve gücü, insanlar için gereksiz olur. Manicheisme (Manicilik)* bütün dinlerin, kuşkusuz eksenidir; ancak ne çare ki, tanrısallığı, kötülük kuruntusunda haklı çıkarmak için icat edilen şeytan, göksel düşmanının aczini ya da beceriksizliğini bize her an her dakika kanıtlar.

* İran'da doğmuş ve 270 yılına doğru ölmüş olan Manes ya da Manchee tarafından icat edilmiş bir dindir. Bir güzellikler Allahı, bir de kötülükler Allahı kabul eder. İyilik ve nur Allahı olarak "Hürmüz"ü, kötülük ve karanlık Allahı olarak "Ehrimen"i gösteren bu din "Zerdüştî" dininden alınmadır. (A.C.)

68. ALLAH İNSANOĞLUNU HATA YAPMAZ NİTELİKTE YARATMADIYSA CEZALANDIRMAYA HAKKI YOKTUR

Diyorlar ki; "İnsanın tabiatı ister istemez (yani Allah'ın ilgisi olmaksızın) bozulmuştur; Allah, tanrısal yüceliğinin ayrılmaz bir parçası olan yanılmazlığını insana bırakamamıştır." Ancak o durumda, tabiatı ister istemez bozulacak ve bu yüzden

Allah'a tecavüzde bulunacak olan insanı yaratmak zahmetini Allah neden seçti? Öte yandan, bizzat Allah, insanı hata yapmaz kılamadıysa; hata yapmaz, yanılmaz olmadığı için, insanı, Allah ne hakla cezalandırıyor? Bu cezalandırma, ancak güçlü olanın "güçlü olması"ndan aldığı hakla olabilir. En güçlünün bu hakkına "saldırganlık" denir. Saldırganlık ise, varlıkların en adiline yakışmaz. Tanrısallığın yüceliğine katılmadıkları yada kendisi gibi tanrılar olmadıkları için insanları cezalandıran Allah, son derece haksız ve adaletsiz olur.

Allah, hiç olmazsa niteliklerinin mümkün olan olgunluk türünü bütün insanlara bırakamaz mıydı? Bazı insanlar iyiyse ya da Allah'ın emirlerini öğreniyorsa, bu Tanrı aynı lütfu, aynı yetenekleri türümüzün bütün bireylerine neden vermedi?

Kötülerin sayısı, iyilik ve güzellik erbabının sayısından ne kadar üstünlük gösterir? Niçin kötüler, iyilerden bu kadar fazladır? Temiz ve doğru insanlar yerleştirmekten başka bir şey istemediği bu dünyada, Allah, neden bir dosta karşılık on bin düşman bulmaktadır? Allah'ın ahirette, Allah korkusuyla günah işlemekten çekinenlerden, meleklerden, ya da dünyada Allah'ın emir ve arzularına uygun bir hayat yaşamış olanlardan kurulu bir mabeyn, bir yakınlar, yardımcılar heyeti oluşturmak isteği doğruysa; bütün insanları yaratırken mutluluğu sonsuzluğa eriştirmenin gerektirdiği erdemlerle süslenmiş olarak yaratmış olsaydı, daha kalabalık, daha parlak, kendisi için daha onurlu bir mabeyn, daha şerefli ve daha büyük yakın bir çevre oluşturmuş olmaz mıydı? Sözün kısası, eksikliklerle dolu, yaratıcısına asi, zorunlu bir kötüye kullanma yüzünden özgürlüğünün hüsrana uğramasına maruz bir yaratık yapmak yerine, insanı başlangıcında yoktan çıkarmamak, hiç yaratmamak daha kısa bir yol olmaz mıydı?

Eksiksiz bir Allah'ın, insanlar yerine yalnızca çok mülayim, çok itaatkar melekler yaratması gerekirdi. Meleklerin serbest olduğu söyleniyor; bunlardan bazıları günah işlemişlerdi, isyan etmişlerdi. Ancak hiç olmazsa tanrılarına karşı birlikte ayaklanmak için özgürlüklerini kötüye kullanmamışlardır; Allah, yalnız iyi türden, hiç isyan etmeyecek soydan melekler yaratamaz mıydı? Yanlış yapmayacak, ya da özgürlüklerini hiçbir zaman kötüye kullanmayacak insanlar yaratamaz mıydı? Melekler semada günah işleme yeteneğinden uzaktır; yeryüzünde de günah işleyebilme durumundan uzak, yanlış yapmaz nitelikte insanlar yapamaz mıydı?

69. "TANRININ İSTEĞİ İNSAN İÇİN TANRISAL BİR SIRDIR, İNSANIN BU SIRRI İNCELEME VE BU KONUDA BİR KARAR VERME HAKKI YOKTUR" DEMEK SAÇMADIR

Bize sürekli olarak; "İnsanları Allah'tan ayıran muazzam boyut, bu Allah'ın isteğinin bizim için bir sır kalmasını zorunlu kılar ve Allahımızı sorguya çekmek hakkına sahip olamayız" diyorlar. Size göre, bu cevap inandırıcı mıdır? Değil mi ki, benim sonsuz mutluluğum söz konusu oluyor, bizzat Tanrının isteğini, durumunu incelemek hakkım değil midir? İnsanlar, Allah'tan umdukları mutluluk nedeniyledir ki, ilahi saltanatına boyun eğmişlerdir. İnsanların ancak korku etkisiyle boyun eğecekleri bir zorba, kendisinden açıklama isteminde bulunulamayacak bir hüdavent, kesinlikle yanına varılamayan, görülemeyen, tanınamayan bir hükümdar; akıllı, anlayışlı insanların saygısını kazanamaz. Eğer, Tanrının isteği benim için bir sır ise, bu, benim için hiç

çekici değildir. Her şeyin anlaşılamaz olduğu ya da kendisinden çoğu kez isyan ettirici fikirler edinilebilen bir gidişata, bir isteğe, içyüzü bilinmeyen kimseye insan ne tapabilir, ne hayran olabilir, ne saygılı olabilir, ne de onu taklit edebilir. Meğer ki, bilmemeye, cahili olmaya zorunluluk duyulan her şeye ibadet etme gereği ve her anlaşılmaz şeyin bu anlaşılmazlık nedeniyle hayranlığa değer olduğu öne sürülsün.

Ey rahipler! Bize sürekli olarak bağırıyor; "Tanrısallığın isteği anlaşılamazdır ve onun yolları bizim yollarımız değildir; içyüzü bizce hiç bilinmeyen yönetiminden şikayette bulunmak deliliktir; Allah'ın hükümlerini adaletsizlikle suçlamak haksız bir harekettir, çünkü bizim için anlaşılması mümkün değildir" diyorsunuz. Ancak bu konuda hoşa gidecek sözler söylerken görmüyor musunuz ki, tek konusu, nüfuz edilemez ve anlaşılmaz dediğiniz tanrısallık yollarını bize açıklamak olan din sistemlerinizi kendi elinizle yıkıyorsunuz. Peki bu hükümleri, bu yolları, bu mukadderatı siz kavradınız mı? Bunların köküne inerek baktınız mı? Gördünüz mü? Bunu söylemeye cesaretiniz yok. Gerçi vicdanınızın herkese kapalı yerinde bunu düşünmekten geri kalmıyorsunuz, bunları bizlerden çok anlamıyorsunuz. Bizi kendisine hayran etmek istediğiniz Allah'ın "planı" hakkında, birçok kimsenin adil, iyi, anlayışlı, insaflı bir varlığa layık bulmadığı planı hakkında, tesadüfen ilgili iseniz, şu halde artık "Allah'ın planı anlaşılamaz, bilinemezdir" demeyiniz. Eğer Allah'ın planını, amacını siz de bizim gibi bilmiyorsanız, hiçbir şey anlamadıklarını, ya da bu istekte tanrısal bir şey anlamadıklarını itiraf edenler hakkında koruyucu, acıyıcı, insaflı davranınız. Kendiniz de bir şey anlamadığınız fikirler için herkese sataşmaktan, herkesi baskı yaparak üzmekten vazgeçiniz. Her şeyin reddettiği ve yalanladığı uyku hayalleri için birbirinizin etini yemekten, boğaz boğaza gelmekten vazgeçiniz; bize anlaşılır ve gerçekten insana yararlı şeylerden söz ediniz. Hakkında yalnız kekelediğiniz ve söylediklerinizin tümü birbirini yalanlayan, bir Allah'ın "nüfuz edilemeyen" ve "anlaşılamayan" yollarından artık söz etmeyi bırakınız!

Büyük Allah'ın bilinmeyen gizli derinliğinden bize sürekli olarak söz ederek, girdapları araştırmaktan bizi yasaklayarak, Allah'ı cılız akıl ve muhakememize getirmenin küstahlık olduğunu söyleyerek, hüdavendimiz hakkında hüküm vermeyi cinayet sayarak, ilahiyatçılar, kendilerinin de bir şey anlama imkansızlığı içinde bulundukları, şaşırtıcı buldukları bir Allah'ın eylem ye davranışları söz konusu olunca, içinde bulundukları şaşkınlıktan başka bir şey öğretmiyorlar.

70. İYİLER, KÖTÜLER, MASUMLAR, SUÇLULAR ÜZERİNE "AYIRMAKSIZIN" BELA VE SIKINTI DÜŞÜREN BİR VARLIĞI, "ADALET VE İYİLİK ALLAHI" OLARAK ADLANDIRMAK SAÇMADIR; FELAKETLERİNİN TEK NEDENİNİN KUCAĞINDA, FELAKETLERİYLE AVUNMALARINI İNSANLARDAN İSTEMEK PEK GARİPTİR

Bedensel acı ve bedensel zarar, bedensel günahın cezası sayılır. Büyük sıkıntılar, hastalıklar, kıtlıklar, savaşlar, depremler, ahlak bozuklukları, insanları cezalandırmak için Allah'ın genel olarak kullandığı araçlardır. Bu yolla, bu kötülükleri, adil ve iyi bir Allah'ın sertliğine bağlamakta pek zorluk çekilmez. Bununla birlikte, sıkıntıların, bu felaketlerin, iyiler ve kötüler, dinsizler ve sofular, masumlar ve suçlular üzerine "ayırt etmeksizin" düştüğünü görmüyor muyuz? Bu hareket tarzında, fikri, birçok

felaketzedelere bu kadar avutucu görünen bir varlığın adaletine ve iyiliğine bizim hayran olmamız nasıl istenir? Madem Allahlarının olayların hakimi olduğunu, bu dünyanın olaylarının tek düzenleyicisi ve dağıtıcısının Allah olduğunu unutuyorlar, bu bedbahtların dimağının karışmış olması gerekir. Bu durumda, tesellisini kucağında bulmak istedikleri sıkıntılardan dolayı bizzat Allah'a sataşmaları, Allah'ı kınamaları gerekmez midir?

Zavallı baba! Sevgili bir çocuğunu ya da mutluluğunun dayanağı olan eşini yitirmenin tesellisini iyiliksever Tanrının kucağında arıyorsun. Heyhat! Görmüyor musun, onları senin Allah'ın öldürdü? Senin Allah'ın seni sefil ve perişan etti. Sen ise istiyorsun ki, sana yönelttiği iğrenç darbelerden dolayı Allah seni avutsun, teselli etsin!

Teolojinin tuhaf ve metafizik görüşleri insan ruhundaki en basit, en açık, en doğal düşünceleri o derece alt üst etmeyi başarmıştır ki, Allah'ı kötülükçülükle suçlayamayan sofular, talihin en kötü darbelerine dahi, iyilikçi Allah'ın bir kesin kanıtı olarak bakmaya alışmışlardır. Sıkıntı ve keder içinde bulundukları zaman, Tanrının kendilerini sevdiğine, Tanrının kendilerini yokladığına, Tanrının kendilerini sınamak istediğine inanmaları bunlara emredilir. Bu yolla, din, kötülüğü iyiliğe dönüştürmeyi başarmıştır! Bir inançsız, çok haklı olarak, "Tanrı sevdiklerine böyle davranıyorsa, beni hatırına getirmemesini kendisinden pek ziyade rica ederim" diyebilir.

En müthiş sıkıntıların, en tüyler ürpertici hüzün ve kederin, ilahi alametlerin teveccühü olduğuna inanmak için, çok iyi olduğunu söyledikleri Tanrıları hakkında, insanların çok zalimce, çok kötü fikirler edinmeleri gerekli oldu! Bu durumda, düşmanlarına acı çektiren kötü ruhlu bir şeytan, en sevgili dostlarına sık sık şiddetli sıkıntılar hissettirmekle meşgul olan iyilik Allahından bazen daha usta, daha tertipli mi olacak? (Kötü ruhun düşmanlarını sıkıntıya sokması, kerim ve rahman adlarını taşıyan Allah'ın sevdiklerini zulüm etmekle meşgul olmasından elbette daha anlaşılır bir hareket olur.)

"Allah sevdiklerine dert verir" inancı bilinir. Bu ne yıkıcı, ne kadar bozucu ve ne kadar kokuşmuş bir inançtır. (A.C.)

71. YASAKLAMAYA MUKTEDİR OLDUĞU HATALARI SUÇLAYAN VE CEZALANDIRAN BİR ALLAH, BENLİĞİNDE BUDALALIKLA ZULMÜ BİRLEŞTİRMİŞ BİR DELİDİR

Zayıf ve korumasız çocuklarını kolladığı bize sürekli olarak temin olunan ve bununla birlikte bu çocukları kayalar, uçurumlar, sular arasında başıboş dolaşmakta serbest bırakan; yanlış ve zararlı arzularına ender olarak engel olan; ihtiyatsız, tehlikeli silahlarla oynamalarına ve yaralanma tehlikesine maruz kalmalarına izin veren bir baba hakkında ne deriz? Zavallı çocuklarına olacak kötülükten kendi kendisini sorumlu tutması gerekirken, yanlışlarından dolayı çocuklara en zalimce ceza veren bu aynı baba hakkında ne düşünürüz? Haklı olarak; bu baba, benliğinde zulüm ve alıklığı toplamış bir delidir deriz.

Oluşmasını yasaklayabileceği kabahatleri suçlayan bir Allah, insafı, iyiliği ve doğruluğu olmayan bir varlıktır. Öngörülü bir Allah, kabahatin önüne geçer ve

böylece kendisini kabahati suçlama sıkıntısından da uzak tutar. Kerim bir Allah insan tabiatının gereği olduğunu bildiği zayıflıkları, günahları cezalandırmaz. Adil bir Allah, eğer insanı yaratmışsa, gelip geçici isteklerine direnecek derecede metin olarak yaratmamış olduğu için, yarattığını cezalandırmaz. Zayıflıkları suç saymak, zorba yönetimlerin en zalim olanıdır. Yaşadığımız dünyada bile insanları kusurlarından dolayı cezalandırıyor demek, adil bir Allah'a iftira etmek değil midir? İyileştirilmeleri özellikle kendisine ait olan ve inayeti ulaşmadıkça başka türlü hareket edemeyen yaratıkları, "adil" bir Allah nasıl cezalandırır?

Bizzat ilahiyatçıların ilkelerine göre, insan şimdiki bozuk ahlakıyla kötülükten başka bir şey yapamaz; çünkü tanrısal lütuf olmaksızın iyilik yapmak için asla bir kuvvete sahip olamaz. Oysa kendi haline terk edilen ya da tanrısal yardımlardan yoksun bırakılan insanı, insan yaratılışı ister istemez kötülük yapmaya yöneltir, ya da iyilik yapmaya yeteneksiz kılarsa, insanın kendi iradesi nerede kalır? Bu ilkelere göre, insan ne haklı ne haksız olur; yaptığı güzelliklerden dolayı bir insanı ödüllendiren Allah, "kendi kendisine" ödül vermiş olur. Yaptığı hatadan, işlediği günahtan dolayı bir insanı cezalandırmakla, Allah, bu güce eriştirmediği için daha iyisini yapması olanaksız olan insanı cezalandırmış olur.

72. İNSAN İRADESİ BİR HAM HAYALDİR

İlahiyatçılar bize hep; insan özgürdür derler. Oysa bunların bütün ilkeleri insanın özgürlüğünün yıkımı ve yok edilmesinde birleşir. Tanrısallığı, haklı çıkarmak isteyerek, alçakça, en kara, en karanlık zulümlerle suçlarlar. Tanrının lütfu olmaksızın insanın kötülük yapmakta zorunlu olduğunu kabul ederler ve iyilik yapmak nimetini asla vermemiş olduğundan dolayı Tanrının insanı cezalandıracağını temin ederler.

Biraz düşünülürse teslim etmek zorunlu olur ki, insan bütün eylemlerinde özgür değildir ve insan iradesi ilahiyatçıların sisteminde bile bir ham hayaldir. İnsan filan ya da falan ana babadan doğmakta ya da doğmamakta özgür müdür? Ana ve babanın ya da eğiticilerinin görüşlerini, fikirlerini almak ya da almamak insanın elinde midir? Ben putperest ya da Muhammedi ana babadan doğmuş olsaydım, İsevi olmak elimde olur muydu? Bununla birlikte, haşin dinbilimciler bize temin ediyorlar ki, Allah, nasranilerin dinini tanıtmak çabası göstermeyenlerin tümünü, acımasızca cezalandıracaktır!

İnsanın doğması hiçbir şekilde kendi seçimi ve arzusu sonucu olmaz, dünyaya gelmek isteyip istemediği insana sorulmamıştır. Doğa, ona verdiği ana, baba ve ülke hakkında kendisinin oyunu almamıştır. İnsanın edindiği düşünceleri, görüşleri; yanlış, doğru bütün bilgileri aldığı ve üzerinde asla hakimiyet kuramadığı eğitiminin ürünüdür. İhtirasları, özlemleri, doğanın kendisine vermiş olduğu yaratılışın, kendisine telkin edilmiş olan düşüncelerin zorunlu sonucudur. Hayatı boyunca istekleri, eylemleri hep insanın ilişkisinin, alışkanlıklarının, işlerinin, haz duyduğu şeylerin, konuşmalarının, elinde olmayarak bir kelimede kendini gösteren düşüncelerin, üzerinde hiçbir türlü hüküm ve nüfuzu olmadığı birçok olayın eseridir. Geleceği önceden görmeye gücü yetmediğinden, insan, yaşadığı anı izleyen anda ne isteyeceğini ve ne yapacağını

bilmez. İnsan doğduğu andan yaşamının son nefesine kadar bir an özgür olmaksızın yaşamının sonuna varır.

Diyeceksiniz ki; insan isterse danışır, seçer, karar verir. Bundan da, eylemlerinde özgür olduğunu çıkaracaksınız. İnsanın arzu ettiği, istediği doğrudur. Ancak insan, iradeleri ya da arzuları üzerinde hakim değildir. İnsan ancak benliğine, kendine yararlı olduğuna karar verdiği şeyi arzu edebilir. Ne acıyı sevebilme, ne hoşlandığı şeylerden tiksinme özgürlüğü vardır.

Tutkunu olduğu güzel anı, sevgilisinin yüz çizgilerine veren, aşık değildir. Dolayısıyla aşk ve muhabbetinin konusu olan sevgiliyi sevmekte ya da sevmemekte aşık özgür değildir. Kendisine hakim olan hayalgücü ve mizaç, insanın hüküm ve tasarrufunda değildir. Bundan zorunlu olarak şu sonuç çıkar: İnsan, ruhunda kendiliğinden yükselen iradelerin, arzuların hakimi değildir. Ancak diyeceksiniz ki, "İnsan arzularına direnebilir; bunun için insan özgürdür". Bir şeyden vazgeçiren nedenler, o şeye yönelten nedenlerden daha güçlü olduğunda, ancak o zaman, insan arzularına direnir. Ancak o zaman direnmesi zorunludur, isteğe bağlı değildir. Namussuz olarak tanınmak, itibar kaybetmek ve ceza korkusu duygusu, paraya düşkünlük duygusuna üstün gelen kimse, bir başkasının parasını zorla almak ya da çalmak arzusuna zorunlu olarak direnir.

Danıştığımız zaman özgür değil miyiz, özerk değil miyiz? Ancak bilmekte ve bilmemekte, kuşkulu ya da emin olmakta insan özgür müdür? Danışma; eylemimizin sonuçları hakkındaki tereddütlerimizin, kararsızlığımızın zorunlu bir sonucudur. Bu sonuçtan emin olur olmaz, ya da emin olduğumuz inancı bizde doğar doğmaz zorunlu olarak karar alırız; o zaman iyi ya da kötü karar vermiş olmamıza göre, zorunlu olarak eylem ve uygulamada bulunuruz. Yanlış, doğru kararlanmız isteğe bağlı değildir; kararlanmız, zorunlu olarak aldığımız ya da zekamızın bizzat oluşturduğu fikirlerin zorunlu olarak tayin ettiği kararlardır.

İnsan seçmekte özgür değildir; insan kendisine en yararlı ya da hoş gördüğünü seçmekte, açıkça zorunludur. Seçimini ertelerken de özgür değildir. Karşılaştığı konuların niteliğini öğreninceye, ya da öğrendiğine inanıncaya, ya da işlerinin sonucunu iyice tartıncaya, hesaplayıncaya kadar seçimini ertelemeye zorunludur. "İnsan, kendisine zararlı olduğunu bildiği eylemin uygulanması kararını her an alır; bundan dolayı insan özgürdür, eylemlerinde serbesttir; insan bazen kendi kendisini öldürür; bundan dolayı insan özgürdür" diyeceksiniz. Bunu reddederim: İnsan iyi ya da kötü düşünmekte, doğru ya da yanlış akıl yürütmekte, muhakemede bulunmakta özgür müdür? Akıl ve anlayışı, edindiği görüşlere ya da organlarının yapısıa bağlı değil midir? Ne bu görüşler, ne de bu yapı insanın özgürlüğünü kanıtlayamaz. Çünkü insanın elinde olmayarak oluşmuşlardır.

"Bir işi yapmak ya da yapmamak için bahis tutsam, bu işi yapmakta ya da yapmamakta özgür değil miyim? Bu işi yapmak ya da yapmamak elimde değil midir?" diyorsunuz. Size, hayır diye cevap vereceğim. Bahsi kazanmak arzusu sözü edilen şeyi yapmaya ya da yapmamaya sizi zorunlu olarak yöneltir. "Ya bahsi kaybetmeye razı olursam?" O zaman da, özgür olduğunuzu bana kanıtlama arzunuz, bahsi kazanma arzunuzdan daha kuvvetli bir neden olur!

Ancak diyeceksiniz ki, kendimi özgür hissediyorum. Bu, masaldaki sineği hatırlatan bir kuruntu, bir illüzyondur. Ağır bir arabanın oku üzerine konmuş olan bu sinek, üzerinde götürülmekte bulunduğu arabayı kendisinin çekip götürmekte ve sevk ve idare etmekte olduğu zannıyla kendi kendini alkışlıyordu. Özgür olduğu zannında bulunan insan da, haberi olmaksızın götürüldüğü halde, evrenin makinesini sevk ve hareketlendirmekte kendisinin serbest olduğunu sanan bir sinektir.

Bir şeyi yapmakta ya da yapmamakta özgür olduğumuzu zannettiren iç duygu, yalnızca katıksız hayalden başka bir şey değildir.

Eylemlerimizin gerçek başlangıcına baktığımızda, anlarız ki, bu eylem ve işler asla hükmümüz altında bulunmayan isteklerimizin, arzularımızın kaçınılmaz sonucudur. Kendi kendinizi özgür sanıyorsunuz, çünkü istediğinizi yapıyorsunuz. Ancak istemekte ve istememekte, arzu etmekte ve arzu etmemekte özgür müsünüz? İstekleriniz ve arzularınız; elinizde olmayan ve tasarrufunuzda bulunmayan eşya ya da sıfatlar; ya da yaratılıştan gelen özellikler tarafından kaçınılmaz olarak ve isteğe bağlı olmaksızın harekete geçirilmiyor mu?

Link to post
Sitelerde Paylaş

73. İNSAN İRADESİNİN (TANRI TARAFINDAN İNSANA BIRAKILMIŞ İRADE) VAR OLMAMASINDAN, TOPLUMUN KÖTÜ ADAMLARI CEZALANDIRMAYA HAKKI OLMADIĞI SONUCU ÇIKARILMAMALIDIR

"İnsanların eylemleri zorunluysa, insanlar istediğini yapmakta özgür değillerse, toplum ne hakla, toplumu kirleten kötü adamları cezalandırıyor? Başka türlü hareket edememiş olan kimseleri cezalandırmak adaletsizlik değil midir?"

Eğer kötü adamlar kötü tabiatlarının zorunluluklarına göre zorunlu olarak eylemde bulunuyorsa, toplum da bunları cezalandırarak meşru müdafaa arzusuyla eylem ve davranışta bulunmuş olur. Bazı şeyler (objeler) bizde zorunlu olarak acı duygusu oluşturur. Bundan dolayı yaratılışımız, bizi bu şeylerden iğrenmek zorunda bırakır, bizi bunlardan kaçınmaya davet eder. Açlıktan kıvranan bir kaplan parçalamak, yemek istediği insanın üzerine atılır; ancak insan kaplandan korkmamakta özgür değildir ve kaplanı öldürme çarelerini, zorunlu olarak arar.

74. İNSAN İRADESİNE GÖSTERİLEN KANITLARIN REDDİ

"Eğer her şey zorunluysa, insanların yanlışları, görüşleri ve düşünceleri de zorunludur; o halde, insanları iyileştirmek iddiasında nasıl ve niçin bulunulabilir?"

İnsanların hata ve kusurları, bilgisizliklerinin zorunlu sonuçlarıdır. Bilgisizlikleri, inatçılıkları, kolay aldatılmaları da tecrübesizliklerinin, ihmalkarlıklarının, az düşünmelerinin zorunlu sonucudur. Nitekim beyne kan toplanması bazı hastalıkların zorunlu sonucudur. Gerçek, deney, düşünce, akıl; bunlar bilgisizliği, bağnazlığı ve budalalıkları iyileştirmeye yarayan çarelerdir. Fasat (kan alma, hacamat), dimağa

hücum eden kanı yatıştırmaya özgüdür. Ancak diyeceksiniz ki, gerçek, birçok hasta kafalara niçin bu iyileştirici etkiyi yapmıyor? Çünkü bütün çarelere direnen hastalıklar vardır, çünkü kendilerine verilen ilaçları almayan inatçı hastaları iyileştirmek mümkün değildir; şundan dolayı ki, bazı kimselerin çıkarları, bazılarının da beyinsizlikleri, gerçeğin kabulüne doğal olarak karşı koyar.

Bir etken, etkisini ancak, bu etkiyi zayıflatan ya da sonuçsuz kılan öteki etkenler tarafından asla kesintiye uğratılmadığı zaman oluşturur. Doğru yoldan sapmada şiddetle çıkarı olan; doğru yoldan sapanın yanında yer alan ve düşünceden, muhakemeden çekinen insanlara, en iyi kanıtları, en iyi tanıkları dahi kabul ettiremezsiniz.

Ancak gerçek, kendisini içten bir doğrulukla arayan temiz ruhları, kesinlikle saçmalıklardan kurtaracaktır. Gerçek, bir etkendir; araya, etkilerini durduran başka etkenler girmezse, gerçek mutlaka eylem ve etkisini oluşturur.

Bize diyorlar ki, "insandan insan iradesini kaldırmak, onu yalnızca bir makine, bir otomat düzeyine indirmektir; özgürlüksüz, seçeneksiz olunca artık onda ne değer ne erdem kalır". İnsanda değer nedir? Hemcinsinin bireyleri gözünde, insanı saygıdeğer kılan bir hareket tarzıdır. Erdem nedir? Bizi başkalarına iyilik etmeye yönelten bir eğilim, bir ruhsal durumdur. Bu kadar arzu edilen eserler oluşturmaya yetenekli makinelerin ya da "otomat"ların neresi aşağılamaya değer olur? Marc-Aurele, Roma İmparatorluğu'nun yaygın makinesinde yararlı bir hareket ettirici, bir zemberek oldu. Zemberekleri bizzat kendi hareketlerini kolaylaştıran bir makineyi aşağılamaya, bir makinenin ne hakkı vardır? Güzellik erbabı; mutluluğa doğru eğiliminde, topluma belli hareketleri yaptıranlar, zembereklerdir. Kötü adamlar, kötü konulmuş, iyi yerleştirilmemiş zembereklerdir; toplumun düzenini, işleyişini, ahengini bozarlar. Kendi çıkarı için, toplum iyileri sever ve ödüllendirirse; kötüleri de sevmez, aşağılar ve yararsız ya da zararlı zemberekler, yaylar gibi söker atar.

75. EĞER OLSAYDI ALLAH DA ÖZGÜR VE ÖZERK OLMAZDI; BÜTÜN DİNLERİN YARARSIZLIĞI İŞTE BUNDANDIR

Dünya bir etkenin zorunlu sonucudur. Dünyayı birleştiren cansız ya da canlı bütün varlıklar birbirine bağlıdır. Aynı etkenler tarafından hareketlendirildikleri ve aynı özelliklere sahip bulundukları sürece, bu varlıkların, ne hal ve harekette iseler o hal ve harekette devam etmeleri zorunludur. Özelliklerini yitirince zorunlu ve kaçınılmaz olarak başka türlü eylem ve harekette bulunurlar.

Varlığı bir an için kabul edilse, Tanrı bile asla yapmak istediğini yapmakta özgür olarak görülemez. Eğer bir Allah var olsaydı, hareket tarzı, ister istemez yaratılışında bulunan özelliğe, niteliğe bağlı olurdu. Öncesiz, sonsuz olan bu zatın, öncesiz ve sonsuz bir niteliği ve yaratılışı olur ve bu nitelik ve yaratılışın egemenliğine göre hareket etmekte Tanrı zorunlu olurdu. Hiçbir şey isteklerini durdurmak ya da değiştirmek yeteneğinde olmazdı. Bir kez bu böyle olunca, ne bizim çabamız, ne dualarımız, ne kurbanlanmız onun değişmez seyrini ve asla değişmeyen isteğini

durduramaz ya da değiştiremezdi. Bundan şu sonucu çıkarmak zorunluluğu vardır ki; eğer bir "Tanrı" olsaydı bile dinlerin hepsi tümüyle yararsız olurdu.

76. BİZZAT TEOLOJİNİN İLKELERİNE GÖRE İNSAN TEK BİR AN BİLE ÖZGÜR DEĞİLDİR

Eğer ilahiyatçılar, kendi kendileriyle sürekli olarak çelişki halinde bulunmasalardı, yine kendi varsayımlarına göre, insana bir an olsun özgür ve özerk gözüyle bakılamayacağını teslim ederlerdi.

İnsanın Tanrıyla sürekli bir bağlılık içinde bulunduğu, Tanrının iradesi olmadıkça tek bir nefes bile alamayacağı farz ve iddia olunmuyor mu? Allahsız var olmayan, Allahsız özel varlığını koruyamayan ve eceliyle ilgili olarak Allah'ın iradesi gerçekleşince, hayatı terk eden bir kimse özgür müdür, özerk midir? Eğer Allah, insanı "adem"den çıkardıysa, eğer insanın varlığını sürdürmesi yaratılmanın sürmesiyse, eğer Allah yarattığını bir an gözünden ayırmazsa ve insanın başına gelen her şey Tanrının iradesi sonucuysa, eğer insan kendiliğinden hiçbir şeye güç yetiremezse, eğer insanın uğradığı sıkıntılar, Tanrının isteği eseriyse ve kendisine Tanrının lütfü yönelmeksizin hiçbir iyilik yapamazsa; insanın hayatı boyunca bir an olsun özgürlüğe kavuştuğu nasıl öne sürülebilir? Günah işleyen insanı Allah korumasaydı, insan nasıl günah işleyebilirdi? Eğer günah işlediği sırada, Allah insanı koruyorsa, onu günah işlemeye devam etmesi için yaşamak zorunda bırakıyor demektir.

77. HER KÖTÜLÜK, HER BOZUKLUK, HER GÜNAH ANCAK ALLAH'A ATFEDİLEBİLİR; DOLAYISIYLA ALLAH'IN CEZALANDIRMA VE ÖDÜLLENDİRME HAKKI YOKTUR

Allah hep, adamlarının çoğu asi uyruğundan olan bir hükümdara benzetilir; ve iddia edilir ki, kendisine itaat eden uyruğu ödüllendirmek ve isyan edenleri de cezalandırmak hakkına sahiptir. Bu benzetmenin hiçbir kısmı doğru değildir. Allah, bütün yaylarını, zincirlerini yaratmış olduğu bir makinenin başındadır. Bu yaylar, ancak Allah'ın düzenlediği biçimde çalışır. Eğer bu yaylar iyi çalışmıyorsa, Allah, kusuru kendi beceriksizliğinde bulmalıdır. Allah; hiç yoktan kendine uyruk yaratmış ve bunlan kendi keyif ve arzusuna göre oluşturmuş, iradesine karşı çıkma ve direnme gücü kimsede bulunmayan yaratıcı bir hükümdardır. Allah'ın ülkesinde asi uyruğu varsa, bu, ülkesinde asi uyruk bulunmasını Allah'ın istemiş olmasındandır. İnsanların günahları dünyanın düzenini bozuyorsa, bu, Allah'ın dünyanın düzenini bozmak istemiş olmasındandır.

Hiç kimse Allah'ın adaleti hakkında kuşkuya düşmeye cesaret etmiyor; bununla birlikte adil bir Allah'ın hakimiyeti altında adaletsizlikten, zulümden başka bir şey görülmüyor. Kuvvet, kavimlerin alın yazısına hakim oluyor; hakkaniyet dünyadan sürülmüş gibi görünüyor; birkaç kişi bütün insanların rahatını, mallarını, özgürlüğünü

ve hayatını cezaya çarpılmaksızın kendine oyuncak ediyor. "Allah tarafından yönetilen" bu alemde her şey bozuk ve karmakarışıktır.

78. İNSANLARIN YAKARIŞLARI ALLAH'IN YÖNETİMİNDEN HOŞNUT OLMADIKLARINI KANITLAR

İnsanlar Tanrının olgunluğuna, erdemine, iyiliğine, adaletine, güzel düzenine hayran olmaktan geri durmuyorlar. Gerçekte ise, Allah'tan asla hoşnut değildirler. Sürekli olarak semaya gönderdikleri dualar, Tanrının yönetiminden hiçbir şekilde hoşnut olmadıklarını bize göstermez mi? Allah'tan bir iyilik istemek için Allah'a yakarışta bulunmak, onun özenli iyilikseverliğine güvensizlik göstermektir.

Bir kötülükten vazgeçirmek ya da kötülüğü durdurmak için Allah'a yalvarmak; planının, siyasetinin devamına engel olmaya çalışmaktır. Felaketlere uğrayan insanın Allah'tan yardım rica ve istirhamında bulunması, çıkarımıza asla uymayan planını, lehimize düzeltmesi için, bu felaketlerin yapıcısına başvurmak demektir.

Bir iyimserin, başka bir deyişle bu dünyada her şeyi iyi bulan, olanakların en iyisinde yaşadığımızı bize söyleyen kimsenin, eğer mantıklı olsaydı, asla dua etmemesi gerekirdi. Dahası var: İnsanın daha mutlu olacağı başka bir alemi beklememesi gerekirdi. Mümkün olan en iyi dünyadan daha iyi alem bulunabilir mi?

Bazı ilahiyatçılar, içinde bulunduğumuz alemden daha iyi bir alem yaratamamış olduğunu düşündükleri için iyimserlere (optimistlere) kafir gözüyle baktılar. Bu ilahiyatçılara göre, iyimser olmak, yani bu dünyayı eksiksiz ve en iyi görmek. Tanrının kudretini sınırlamaktır; Allah'ın bu alemden daha iyi (ya da daha az kötü) bir alem yapmaya güçlü olmadığını kabul etmek suretiyle küfretmektir. Ancak bu ilahiyatçılar, şunu görmüyorlar mı: Dünyayı yarattığı zaman elinden geldiğince iyi yaptığını iddia etmek, daha iyisini yaratabileceği halde çok kötü bir dünya oluşturmak şeytanlığında bulunduğunu iddia etmekten daha az hakaret içerir. Eğer iyimser, kendi sistemiyle tanrısal büyüklüğe zarar veriyorsa, ona kafir gözüyle bakan ilahiyatçı da her şeye gücü yeterliğini savunayım derken, ilahi zatın asalet ve lütfunu yaralayarak "kafir" olur.

79. BU DÜNYANIN ZULÜM VE SEFALETLERİNİN BAŞKA BİR ALEMDE (AHİRETTE) ONARILACAĞI, BOŞ BİR İNANÇ, ABES BİR VARSAYIMDIR

Dünyamızın oluşuna sahne olduğu kötülüklerden şikayet ettiğimizde, bizi öteki dünyaya (yani ahirete) havale ediyorlar. Bize denilmek isteniyor ki, bu dünyada çıkmasına bir süre için izin verdiği zulüm ve sefaletleri Allah, ahirette onaracak... Bununla birlikte, madem Allah oldukça uzun bir süre adaletini uykuda bırakarak bu yerküresinin hayatı boyunca kötülüğün egemen olmasına razı olmuştur; başka bir kürenin, başka bir dünyanın hayatı boyunca da sakinlerinin felaketleri üzerinde ilahi adaletin aynı şekilde uykuya dalmayacağını bize kim ve ne temin eder?

Allah'ın çok sabırlı olduğu ve adaleti çok yavaş olsa da hiç de az olmadığı söylenerek, sıkıntı ve acılarımız avutulur. Adil, değişmez, her şeye gücü yeten bir zata sabrın yakışamayacağını görmüyorlar mı? Allah zulme, diyelim ki bir an bile, göz yumabilir mi? Bilinen bir kötülüğe göz yummak ya zayıflık ya kararsızlık ya da danışıklılık belirtisidir. Yasaklamak gücüne sahip olduğu bir kötülüğe göz yummak, kötülüğün yapılmasına razı olmaktır.*

* Şeyh Sadi: "Kuyuyu ve körü görürsen ve bu durumda sessiz ve ilgisiz kalırsan (yani kazanın ve musibetin önüne, körü uyararak ve doğru yolu göstererek geçmezsen) günah işlemiş olursun" demektedir. Bir kötülüğün olmasına engel olabilirken, engel olmayan, o kötülüğü doğrudan doğruya yapmış olur. Bu nedenledir ki, İçtihat'ın hakim fikirlerinden biri de şudur ki, tekrar hatırlanabilir: İnsan yalnız yaptığı kötülükten değil, yapabildiği halde yapamadığı iyilikten de sorumludur.

80. İLAHİYAT, ANCAK, ALLAH'INA GÜÇLÜLÜK HAKKI YANİ BÜTÜN HAKLARA TECAVÜZ HAKKI VEREREK YA DA İNSANLARA AHMAKÇA BİR İTAAT EMREDEREK, ALLAH TARAFINDAN İZİN VERİLEN KÖTÜLÜĞÜ VE ADALETSİZLİKLERİ HAKLI GÖSTERİR

Birçok dinbilimcinin her taraftan bana şöyle bağırdığını duyarım: "Allah sonsuz adildir ancak adaleti asla insanların adaleti gibi değildir." Bu durumda, bu tanrısal adalet ne türden ya da ne içerikte bir adalettir? Çoğu kez insanın adaletsizliğine, haksızlığına bu kadar çok benzeyen bu tanrısal "adalet" hakkında ne fikir edinebilirim? "Allah için haklı olan şey yaratıklarına göre zalimcedir" demek, adil ve adaletsiz, haklı ve haksız konusundaki bütün fikirlerimizi karmakarışık etmek değil midir? Tanrısal olgunluğu, insanlığın olgunluğuna tümüyle zıt olan bir zat nasıl örnek, nasıl model olarak alınabilir?

Diyorsunuz ki, "Allah, mukadderatımızın hakimidir, hükümranıdır; hiçbir şeyin sınırlayamadığı yüksek gücü, ona yarattıklarını kendi eliyle istediği gibi yapma hakkını verir; bir toprak solucanının da, bir insanın da şikayet için ağzını açmaya aynı derecede hakları yoktur". Bu zorbaca açıklama tarzı, hiç kuşku yok, zulüm ve şiddetinden muzdarip olanları susturmak, sözlerini kesmek isteyen hükümdarların, nazırların (bakanların) kullandığı dilden ödünç alınmıştır. Dolayısıyla, övülen bir Allah'ın vekillerinin kullanacağı dil, bu dil olamaz; düşünen, muhakeme eden bir insana Allah'ı kabul ettiremez. Ey adil bir Allah'ın vekili, nazırı, elçisi! Sana diyeceğim ki, en büyük kudret, en büyük yücelik, bizzat Allahınıza, yaratıkların en küçüğü, en aşağılığı konusunda bile haksız olmak hakkını veremez. Bir zorba, hiçbir zaman bir Allah değildir (zorba olan Allah olamaz), kendisine haksızlık etmek, kötülük yapmak hakkını veren bir Allah, zorbadır. Bir zorba, insanlar için bir model değildir. Bir zorba, insanların gözünde bir tiksinti konusudur, düşmanlık etmeye ve nefrete değer bir konudur.

Tanrısallığı haklı çıkarmak için, Allah'ı her an varlıkların en haksızı, en adaletsizi yapmak garip değil midir? Allah'ın eylemlerinden, yaratılışından şikayet edilir edilmez, "Allah, mutlak hüdavenddir" denilerek bizim susturulabildiğimiz sanılıyor. Allah mutlak hüdavenddir demek, Allah en güçlü olduğundan sıradan kurallarla sınırlı değildir demektir. Ancak en güçlü hak, bütün hakların gaspı demektir. Bu "en güçlü hak" mağlup ettiği mutsuzlara istediğini yapabileceğini düşünen vahşi bir fatihin,

vahşi bir muzafferin hakkı ve ancak onun gözünde bir hak olabilir. Bu barbar hak, ancak o esirlere meşru görünebilir ki; direnemeyecek ve karşı koyamayacak ölçüde kendilerini zayıf hissettiklerinden, zorbalar her şeyi, her zulmü yapmanın sakıncası olmadığını, mubah olduğunu sanacak kadar kör olmuşlardır. En büyük felaketlerin ortasında ve daha doğrusu, deyimlerin hissedilen tutarsızlığı içinde, sofuların "iyi Allah mutlak hüdavenddir, her istediğine kadirdir" diye bağırdıklarını görmüyor muyuz? Ey, böyle mantıksız düşünenler! Ey muhakemelerinde mantık bağlantısı bulunmayanlar! Demek ki, siz "iyi Allah"ın size veba gönderdiğine, "iyi Allah"ın size savaş verdiğine, "iyi Allah"ın kıtlık nedeni olduğuna, sözün kısası "iyi Allah"ın iyi olmaktan "rahmanürrahim" olmaktan geri durmaksızın uğrayacağınız kötülüklerin en büyüklerini yapmak istek ve gücüne sahip bulunduğuna gönülden inanıyorsunuz! Hiç olmazsa size kötülük yaptığı zaman Allah'ınızı "iyi Allah", "rahmanürrahim Allah" diye adlandırmaktan vazgeçiniz. O zaman olsun, "Allah adildir" demeyiniz; en çok "güçlüdür" deyiniz ve onun gönderdiği darbelere karşı koymanın sizin için mümkün olmadığını söyleyiniz.

Diyeceksiniz ki, Allah bizi, ancak en büyük iyiliğimiz için cezalandırır. Yani cezalandırması bize en büyük çıkarı sağlar. Ancak; bulaşıcı hastalıklar yüzünden mahvolmaktan, savaşlarda boğazlanmaktan, ahlaksız efendilerine uyarak bozuk ahlaklı olmaktan, bir sürü zalim ve zorbanın demir asasının eziyet ve baskısı altında ezilmekten, çoğu kez milletler üzerine yıkıcı etkilerini yüzyıllarca hissettiren kötü hükümetlerin zulüm ve eziyeti altında yok olmaktan, söyleyin, kavimlerin hangi gerçek çıkarı vardır? Türümüzün bu kadar zalimce lokması olduğu en yürek paralayıcı sefaletlerde, en sürekli eziyetlerde, ahlak bozukluklarında, çılgınlıklarında "yararlar" ve "çıkarlar" gören imanın gözleri, ne tuhaf gözlerdir!

81. İNCİL'DE "YEHOVA"YA ATFEDİLEN SÜREKLİ KURTARMA VE İMHALAR HEP ZALİM VE BARBAR BİR TANRI GEREKTİREN TUHAF VE GÜLÜNÇ UYDURMALARDIR

Babalarının işlediği isyan ve günahlardan dolayı, haberleri olmaksızın suçlanan insan türüyle barışması için suçsuz ve günah işleme gücü olmayan öz oğlunu öldürten bir Allah'a inanmaları kendilerine önerilen Hıristiyanlar, tanrısal adalet hakkında ne tuhaf fikirler edindiler! Uyruğunun isyan etmesinden sonra kendi öfkesini yumuşatmak için, isyanla hiçbir ilgisi bulunmayan veliahtını öldürmekten başka çare bulamayan bir hükümdar hakkında ne deriz? Hıristiyan diyecek ki, "ilahi adaletini bizzat hoşnut edemeyen uyruğu hakkındaki iyiliklerinin sonucu olarak, Allah, öz oğlunun ölmesine razı oldu". Ancak bir babanın yabancılar için iyiliği, evladı için gaddar ve barbar olma hakkını kendisine vermez, ilahiyatın Allah'ına yüklediği özellikler ve nitelikler, her an birbirini ortadan kaldırmaktan, her an birbirini bozmaktan başka bir şey yapmıyor. Tanrının olgunluklarından, özelliklerinden birinin uygulanması hep öteki olgunluğunun, öteki özelliğinin zararına oluyor.

Tanrısal adalet hakkında Musevi, İseviden daha doğru fikirlere sahip midir? Musevinin Yehova'sı suçsuz kavmi üzerine vebayı musallat eder. Allah'ın esirgemek istediği mutlak bir hükümdarın günahlarını bağışlatmak için uyruğundan 70 bin kişi yok edildi!

82. ÇOCUKLARINI ANCAK MUTSUZ ETMEK İÇİN DÜNYAYA GETİREN BİR KİMSEYE SEVECEN, CÖMERT VE ADİL BİR BABA DENİLEBİLİR Mİ?

Bütün dinlerin tanrısallığa alabildiğine sürdüğü kara zulüm ve gaddar lekelerine rağmen, insanlar tanrısallığı gaddarlıkla suçlamaya razı olmaz. Bu dünyanın zorbaları için olduğu gibi, gerçeğin onları kızdırmasından, bunun sonucu olarak üzerlerindeki baskı ve keyfi idareyi en azından iki kat artırmasından korkarlar. Kendilerine "Allah sevecen bir babadır; amacı, bu dünyada uyruğunun sevgisini, saygısını ve itaatini sağlamaktır, bu iyiliksever Allah ancak sonsuz mutluluğa hak kazanmak için ve ancak bunun için uyruğuna hareket serbestisi verir" diyen rahipleri dinlerler. Çocuklarının büyük çoğunluğunu yeryüzünde yalnızca eziyetli, sıkıntılı ve acılarla dolu bir yaşam sürmesi için dünyaya getiren bu babanın sevecenliği nasıl ve hangi belirtiyle anlaşılır?

İnsanı, suistimal edebilecek bir mevkiye koyduğu ve bu suretle sonsuz cezalara uğrattığı söylenen bu sözde hareket özgürlüğünden daha kötü bir ihsan var mıdır?

83. İNSANLARIN BÜTÜN YAŞAMI VE DÜNYADA OLUP BİTEN HER ŞEY, İNSAN ÖZGÜRLÜĞÜ VE VÜCUDU OLDUĞU ÖNE SÜRÜLEN BİR ALLAH'IN İYİLİĞİ VE ADALETİ ALEYHİNDE KANITTIR

İnsanları yaşama davet ederek, Allah, onları çok zalim ve tehlikeli bir oyun oynamak zorunda bırakmıyor mu? Kendi rızaları olmaksızın, koruyamadıkları ve tasarruf edemedikleri bir mizaç ile, tehlikeli, yaratılışlarına bağlı ihtiras ve arzularla hareket eden, düşmekten kurtulamayacakları tuzaklara maruz, çıkmasına ihtimal vermedikleri ve önünü almaya kadir olmadıkları olayların sürüklediği mutsuz, ölümlü "insan"lar, şiddeti ve süresi bakımından müthiş işkence ve cezalara sevk edebilen bir yola düşmeye zorunlu bulunurlar.

Gezginler, Asya'nın bir ülkesinde fantazilerle dolu ve pek tuhaf, isteklerinde pek zorba bir sultanın egemen olduğunu anlatır. Bu hükümdar, zamanını üzerine üç zar ve bir zar kutusu konmuş bir masa önünde geçirir. Masanın bir ucunda sultanı kuşatan mabeyincilerin ve ahalinin açgözlülüğünü çeken altın yığınları vardır. Sultan, uyruğunun zayıflıklarını bildiğinden onlara şöyle sözler eder:

"Esirler, köleler! Size iyilik yapmak istiyorum. Lütuf ve keremim sizi zengin etmek ve tümünüzü mutlu kılmak istiyor. Bu hazineleri, bu altınları görüyor musunuz? Haydi bakalım, işte bunlar sizin içindir, bunu kazanmaya çalışınız. Her biriniz sırayla bu zarları ve kutuyu eline alsın. Zarları altı kez çift getirmek mutluluğuna erişen, hazineye sahip olacaktır. Ancak sizi haberdar edeyim ki, istenen sayıyı elde edemeyen, ömürboyu karanlık bir zindana atılacak. Ve adaletim, onun yavaş yanan bir ateş üzerinde yakılmasını istiyor."

Hükümdarın bu konuşması üzerine, orada bulunanlar hayret ve şaşkınlık içinde birbirinin yüzüne bakar. Hiçbiri bu kadar tehlikeli bir şansı denemek istemez. O zaman öfkelenen sultan şöyle der:

"Acayip! Oynamak, zar atmak için kimse gelmiyor mu? Bu benim hesabıma gelmez. Benim şanım ve büyüklüğüm ister ki, oynansın. Dolayısıyla oynayacaksınız! Emrediyorum. Cevap vermeksizin itaat ediniz!"

Şu nokta dikkate alınmalıdır: Zorbanın zarları öyle yapılmıştı ki, yüz bin kez atılsa ancak bir kez çift gelebilir. Bu nedenle, alicenap hükümdar, zindanının dolduğunu ve servetinin elinde kaldığını görmekten zevk alır.

Ey ölümlüler! Bu sultan, sizin Allah'ınızdır; hazinesi cennettir; zindanı cehennemdir; zarlar da sizdedir; sizler de bu zarlarla oynamak zorunda bırakılanlarsınız!

84. TANRININ YARATMA GÜCÜ YA DA TANRININ LÜTFÜ DENİLEN ŞEYE MİNNETTAR OLMAMIZ GEREKTİĞİ DOĞRU DEĞİLDİR

Bizi sayısız nimet, iyilik ve bağışa boğan Tanrının lütfuna sonsuz şükran borçlu olduğumuz her an tekrarlanır. Özellikle yaşamak mutluluğu övülür. Ama heyhat! Hayatından hoşnut olan kaç kişi vardır? Eğer hayat bize bazı tatlar veriyorsa, bu tatlar birçok acıyla karışmış değil midir? Yakıcı tek bir acı, en sessiz, en mutlu bir hayatı birdenbire zehirlemeye yetmez mi? Ellerinde olsaydı, talihinin görüşünü almaksızın içine attığı sıkıntılı hayat mesleğine tekrar girmeye, tekrar yaşamaya istekli olacak çok kimse var mıdır?

Diyorsunuz ki, hayat yalnız başına çok büyük bir nimettir. Ancak bu hayat, çoğu kez acılarla, korkularla, çoğu kez zalim olan ve çok az hak ettiğimiz hastalıklarla sürekli olarak tedirgin edilmiyor mu? Böylece birçok taraftan tehdit edilen bu hayat her an elimizden alınamaz mı? Bir süre yaşadıktan sonra sevgili eşinden, sevgili bir evlattan, avutucu bir dosttan ayrılmamış olan; veya bunlardan ayrılık ve acıların düşünce gücünü istila etmediği kim vardır?

Zehir gibi acı felaket bardağını başına dikmek zorunda kalmamış çok az kimse vardır. Çok az kimse vardır ki, hayatın son bulmasını çoğu kez istemesin. Sözün kısası, dünyaya gelmek ya da gelmemek, görüş ve isteğimize bağlı olmamıştır. Bir süre kendisiyle eğlendikten sonra, kesip yemek üzere tutsak ederek kümesine koyduğundan dolayı, kuşun, avcısına çok duygusal şükran ve gönül borcu mu beslemesi gerekir?

85. "İNSAN, YARATICI KUDRETİN SEVGİLİ ÇUCUĞUDUR, ALLAH'IN GÖZDESİDİR, MESAİSİNİN TEK AMACIDIR, DOĞANIN KRALIDIR" İDDİASINDA BULUNMAK, BİR DELİLİKTİR

Bu dünyada çekmek zorunda olduğu acılar ve sakatlıklarla birlikte, dehşetli hayalgücünün öteki dünyada (ahiret aleminde) kendisine yarattığı tehlikelere rağmen, insan, kendisini Allahının gözdesi, bütün özenlerinin konusu, bütün çalışmasının tek amacı sanmak deliliğinde bulunur. Bütün dünyanın kendisi için yapılmış olduğunu sanır; kendisine küstahça "doğanın kralı" adını verir ve kendisini öteki canlıların, öteki bütün hayvanların pek çok üstüne koyar. Zavallı insan! Bu büyüklük iddialarını neye dayandırabiliyorsun? Ruhunun, erişmiş olduğu aklın, çevrendeki yaratıklar üzerinde bir hakimiyet uygulamaya elverişli olan yüce yetilerine mi dayandırıyorsun? Ancak, ey dünyanın zayıf hükümdarı (ey insan), gösterişli yaşayışının süreceğinden bir an emin misin? Aşağıladığın maddenin en değersiz, önemsiz zerreleri, tahtını elinden almaya ve seni hayattan yoksun etmeye yetmez mi? Sözün kısası, hayvanların kralı (yani insan), en sonunda mutlaka solucanların, kurtların gıdası, yemi olmuyor mu?

Bize ruhundan dem vuruyorsun! Ancak bir ruh nedir bilir misin? Görmüyor musun ki, bu ruh, bileşkesi hayat olan organların faaliyetteki bütün toplamından, bunların halen çalışmakta olmasından başka bir şey değildir. Yaşayan, düşünen, muhakeme eden, anlayan, senin gibi hazzı arayan, acıdan kaçan ve çoğunlukla kendilerine senin organından daha çok yarayan organa sahip bulunan öteki hayvanlar için bir ruh kabul etmeyecek misin? Bize aklının yetisini övüyorsun. Ancak, sahibi olduğundan dolayı bu kadar övündüğün bu yatkınlık, seni öteki yaratıklardan daha çok mutlu ediyor mu? Şan ve şerefinden onur duyduğun, saydığın ve kendisine asla kulak asmamayı dinin emrettiği aklını sıkça kullanıyor musun? Ya senden daha zayıf ya da senden az kurnaz oldukları için aşağıladığın bu hayvanlar, senin yüreğinin daima lokması olduğu acılara, ruhsal eziyetlere, binlerce değersiz isteğe, binlerce hayali ihtiyaca maruz mudur? Senin gibi geçmişi anmakla acılı ve gelecek endişesiyle kuşkulu ve kararsızlar mı? Bugünkü durumla sınırlı olduklarından, senin "içgüdü" dediğin şey, benliklerini korumak, savunmak ve bütün muhtaç oldukları şeyleri aramak için kendilerine yetmiyor mu? Senin aşağılayarak söz ettiğin bu içgüdü, işlerine senin şaşırtıcı zekandan daha çok yaramıyor mu? Hayvanların barışsever cehaletleri, seni bedbaht eden düşüncelerden, beyhude inceleme ve araştırmalarından ve hemcinsini çılgınca kılıçtan geçirmeye kadar ileri götürdüğün bütün bu şeylerden daha yararlı değil midir? Özet olarak, bu hayvanların, birçok insan gibi kendi kendilerini yalnız ölüm korkusuyla değil, ölümü izleyeceğine inandıkları sonsuz ceza ve eziyet korkusuyla da tedirgin edecek derecede bozuk hayalgüçleri var mıdır?

Judee kralı, Herode'un oğullarını öldürdüğünü öğrendiğinde, "Auguste Herode'un oğulları olmaktansa, domuzları olmak bin kez daha iyidir" diye bağırdı. İnsan hakkında da aynı şey söylenebilir. Tanrının yaratma kudretinin bu sevgili evladı (ileri yaratık dediğimiz insan) bütün öteki hayvanlardan daha büyük tehlikelere maruzdur. İnsan, bu dünyada pek çok sıkıntı çektikten sonra başka bir dünyada da sonsuza dek azap ve eziyet çekme tehlikesine açık olduğuna inanmıyor mu? (Hayvanda ahiret azabı endişesi var mıdır? Sonsuz eziyet korkusunun verdiği sıkıntı var mıdır?)

86. İNSANLA HAYVANLARI KARŞILAŞTIRMA

İnsanla, öteki hayvanlar arasında açık ve kesin ayırıcı çizgi nedir? İnsan hayvanlardan esas olarak ne farkla ayrılır? "Zekasıyla, ruhunun yetisiyle, aklı iledir ki; insan, fiziksel

zorlamalarla hareket eden ve aklın hiçbir etkisi olmadığı bütün öteki hayvanlardan üstündür" denilecek. Ancak hayvanların ihtiyaçları, insanların ihtiyaçlarına oranla sınırlı olduğundan, kendi hayatlarına göre tümüyle yararsız olacağından, hayvanlar, insanların yetilerinden pekala vazgeçebilirler; onların içgüdüleri kendileri için yeterlidir. Oysa, hayatını dayanıklı kılmak ve hayalgücünün, batıl inançlarının büyüklüğünün ve yapısının kendisine eziyet etmesi için ürettiği ihtiyaçları doyurmaya insanın bütün yetileri zar zor yetişiyor. Hayvan, insanın maruz olduğu aynı şeylere asla maruz değildir. Onun ne aynı ihtiyaçları vardır, ne aynı arzuları, ne aynı fantezileri. Hayvan olgunluk durumuna oldukça çabuk erişir. Oysa insanın, ruh ve yetisinin tümüyle varlık içinde olduğu, bu yetileri serbestçe uyguladığı ve mutluluğu için bunları akıllıca, doğru kullandığı pek ender görülür.

87. DÜNYADA ZORBALARDAN DAHA İĞRENÇ HAYVAN YOKTUR

Bize temin ederler ki; insan ruhu basit bir cevherdir.

Ancak ruh bu kadar basit olsaydı, insan türünün tüm bireylerinde tümüyle aynı içerikte ortaya çıkması gerekirdi; bu bireylerin aynı akıl yetisine sahip olması gerekirdi. Bununla birlikte, iş böyle olmuyor; insanlar, yüz çizgileri kadar düşünce ve anlayış nitelikleriyle de birbirlerine benzemezler. İnsan türü arasında, bir at ya da itle bir insan arasındaki fark kadar farklar gösteren bireyler vardır. Bazı kimseler arasında hangi uyumu ya da hangi benzerliği buluyoruz? Bir Locke'nin, bir Newton'un dehasıyla bir köylünün, bir "Hotanto"nun, bir "Lapon"un kafası arasında pek çok ve adeta sonsuz fark ve uzaklık bulmuyor muyuz? İnsan, öteki hayvanlardan, ancak organlarının farkıyla ayrılır ve bu organizasyon farkı, hayvanların yapamadığı bazı şeyleri oluşturmaya, insanı yetenekli kılar. İnsan türü bireylerinin organları arasında gözle gördüğümüz fark, akıl yetisi olarak adlandırdığımız farkı bize açıklamaya yeterlidir. Bu organlardaki çeşitli düzeylerdeki inceliğin, kan sıcaklığının, akıcı sıvıların hızının, telciklerin ve sinirlerin yumuşaklık ve sertliğinin, insanların ruhları arasında görülen sonsuz çeşitliliği zorunlu olarak oluşturması gerekir.

Pratik, alışkanlık ve eğitim sayesindedir ki, insan zekası gelişir ve kendisini çevreleyen yaratıkların üstüne çıkmayı başarır. Kültürsüz ve deneysiz insan, hayvan kadar akıl ve beceriden yoksun bir yaratıktır. Bir ahmak; organını güçlükle harekete geçiren, dimağı zorlukla harekete geçirilen, kanı yavaş dolaşan bir insandır. Zeki bir adam; organı uysal olan, kolay işleyen, hızla hisseden, dimağı çabuk harekete geçen bir adamdır; organları ve dimağı, birçok bilgiyle kendisini meşgul eden konular üzerinde uzun süre çalışmış bir kimsedir.

88. İNSANIN KUSURSUZLUĞUNUN REDDİ

İnsandan çıkan delilikler ve garabetler; insanın öteki hayvanlar üzerindeki üstünlüğünü, insanın kendisine bedavadan verdiği bu üstünlük sıfatını aklın gözünde yok ediyor. Ne kadar çok hayvan, kendi kendine son derece akıllı ve doğru sıfatını

veren hayvandan (yani insandan) daha çok yumuşaklık, daha çok temkin ve insaf gösterir! Çoğu kez esaret, zulüm ve baskı altında bulunan insanlar arasında karıncaların, arıların ya da kunduzların toplulukları kadar iyi oluşturulmuş topluluklar var mıdır? Aynı türden yırtıcı hayvanların, yararsız olarak birbirini parçalamak, birbirini yok etmek için sahralarda, ovalarda, birbirlerine "randevu" verdikleri görülmüş müdür? Yırtıcı hayvanlar arasında din savaşları görülüyor mu? Hayvanların öteki türlere karşı zulüm ve saldırganlıklarının nedeni açlık ve beslenme ihtiyacıdır. İnsanın insana karşı zulüm ve saldırganlığının nedeni ise, efendilerinin kavga çıkarmak isteğinden, açgözlülüğünden ve saygısız, batıl inançlarının azgınlığından başka bir şey değildir!

Dünyada her şeyin insan için yapıldığını sananlara ya da bunun böyle olduğuna bizi inandırmak isteyen teologlara; evimizi hep zarara uğratan, zarar veren bunca hayvanın, insanın refahına, bolluk içinde yaşamasına ne gibi bir hizmeti olduğu sorulduğunda, çok şaşkın ve telaşlı bir hale düşerler. Bir engerek yılanı tarafından sokulmasında, bir sivrisinek tarafından ısırılmasında, bit, pire, tahtakurusu gibi böceklerin lokması olmasında, bir kaplan tarafından parçalanmasında vb. tanrıların sevgilisi (yani insan) için bilinen ne "yarar"lar vardır?

İnsanların kendileri için yapılmış olduğu iddiasında bulunsalardı, bütün bu hayvanlar, ancak bizim ilahiyatçılarımız kadar doğru düşünmüş olmazlar mıydı?

89. DOĞU MASALI

Bağdat'a yakın bir yerde, evliya olmakla tanınmış bir derviş gönlündeki yalnızlık köşesinde sessiz bir hayat sürüyordu. Çevre halkı, duasını almak için ona her gün erzak ve hediye taşımakta can atıyordu. Kutsal adam, kendisini her gün nimet ve iyiliklerine boğan Tanrının lütfuna teşekkürden geri kalmıyordu. "Ey Allahım, insan kullarına senin sevecenliğin ve iyiliğin, dil ile anlatılmayacak kadar çoktur! Vücut ve varlığının bana her gün verdiği nimetlere hak kazanmak için ben ne yaptım? Ey yerin ve göğün padişahı, ey evrenin sevecen yaradanı! Hangi yüceltici kelimeyle senin lütuf ve iyiliklerinin şükranını hakkıyla yerine getirebilirim? Ya rab! İnsan evladı için senin iyiliklerin, lütuflarin ne kadar büyüktür!" diyordu.

Allah'a karşı şükran duygusuyla coşkulu olan, yalnızlığı seven bu kutsal kişi, yedinci kez hacca gitmeye niyet etti. O sırada Türklerle İranlılar arasında sürmekte olan savaş, Allah korkusundan kaynaklanan niyetinin uygulanmasını erteleyemedi. Allah'a tam güvenle yola çıktı. Herkesi kendisine hürmet ettiren kıyafetinin saldırıdan koruması ve himayesi altında, bir engelle karşılaşmaksızın askeri birlikler arasından geçti. Herhangi bir şekilde rahatsız edilmek şöyle dursun, her adımda iki düşman tarafın askerinden saygı görüyor ve yüceltiliyordu. Sonunda yorgunluktan bitkin düştü, güneşin yakıcı ışığına karşı sığınacak bir yer aramak zorunda kaldı. Yanı başında berrak bir su akan hurma ağaçlarının gölgesini buldu. Huzur ve sessizliği ancak suların hışıltısı ve kuşların cıvıltısıyla bozulan bu ücra yerde, veliyullah, yalnızca cennet gibi bir sığınak bulmakla kalmamış, leziz bir yiyecek de bulmuştu. Hurmaları ve başka leziz meyveleri toplamak için elini kaldırması yeterliydi. Irmaktaki saf, berrak ve serin

suyla susuzluğunu gideriyordu. Yeşil çimen, onda, hoş bir dinlenme uykusuna yatma isteği uyandırdı.

Uyandığında abdest aldı ve kendinden geçecek ölçüde heyecan ve sevinçle, "Ya rab! insan evladı için senin nimetlerin ne kadar büyük ve sayısızdır!" dedi. Karnı doymuş, dinç ve şen olarak yine yola koyuldu. Gözüne, dalları meyvelerle dolu ağaçlar, çiçeklerle bezenmiş yamaçlar, zümrüt gibi yeşil çayırlar sunan güzel bir diyarda yoluna bir süre devam etti. Bu manzaraya hayran olan veliyullah, insan türünün mutluluk nedeni ve refahıyla her yerde ilgileniyor görünen cenabı Allah'ın cömertliğini övmekten ve yüceltmekten bir an geri kalmıyordu.

Biraz ilerde, aşılması zor dağlara rastgeldi. Ancak dağların en yüksek noktasına varınca önünde korkunç bir manzara buldu. Ruhu dehşet ve korku içinde harap olduğu halde, ateşin ve kılıcın yıkıcı etkisiyle dolu, ıssız bir ova gördü ve gözden geçirdi. Ova birkaç gün önceki kanlı savaşın eseri olarak yüz binden çok insan cesediyle örtülüydü! Toprağın üstüne serpilmiş insan ölülerini kartallar, akbabalar, kargalar, kurtlar, alabildiğine yiyor, parçalıyorlardı. Bu manzara, bizim hacı efendiyi ezilmiş, boynu bükük düşünceye boğdu.

Allah ona, özel bir lütuf olarak, hayvanların dilini anlamayı bağışlamıştı. İnsan etiyle karnını iyice doyurmuş olan bir kurdun sevinçle söylediği sözleri işitti. Kurt şöyle diyordu: "Ey Allahım! Kurtoğluna senin güzel nimetlerin, iyiliklerin ne kadar büyük ve sayısızdır! Bizim için pek tehlikeli olan bu iğrenç insan evladına, senin basiretli, hikmet ve iyiliğin bir çılgınlık, bir delilik öfkesi göndermek özeni ve lütfunda bulunur. Yarattıklarının bekçisi olan tanrısal iyiliklerinin bir eseri olarak, bu insan evladı, ırkımızın bu yıkıcıları, birbirlerini boğazlar, bu suretle bize gösterişli yemekler hazırlar. Ey Tanrı, senin nimetlerin kurt soyu için ne kadar büyük ve sayısızdır!"

90. DÜNYADA ALLAH'IN NİMET VE İHSANINDAN BAŞKA BİR ŞEY GÖRMEMEK VE BU DÜNYANIN ÖZELLİKLE İNSAN İÇİN YARATILMIŞ OLDUĞUNA İNANMAK BUDALALIKTIR

Sarhoş bir hayalgücü, dünyada Allah'ın nimet ve armağanından başka bir şey görmez. Daha sakin, daha mantıklı bir zeka ise, dünyada iyilik ve kötülükler görür. Bize şöyle diyeceksiniz: "Sizi aydınlatan şu güneşi, sizin için ürünler ve yeşilliklerle örtülü olan yerküreyi, bakışlarınızı eğlendirmek, güzel koku sunmak için açan bu çiçekleri, leziz meyveler altında eğilen bu ağaçları, susuzluğunuzu gidermek için akan bu saf ve duru suları, ticaretinizi, ilişkinizi kolaylaştırmak için dünyayı kaplayan bu denizleri, basiretli bir doğanın sizin kullanmanız için ürettiği bu hayvanları görünüz".

Evet, bütün bu şeyleri görüyorum ve elimden geldiğince bunlardan yararlanıyorum. Ancak bu pek güzel güneş, birçok iklimde benim için hep örtülüdür. Öteki bazı iklimlerde şiddetli sıcaklığı tedirgin eder, kasırgalar çıkarır, korkunç hastalıklar yapar. Tarlaları kavurur. çayırların yeşilliği yoktur, ağaçlar meyvesizdir, ürünler yanmıştır, kaynaklar, pınarlar kurumuştur. Ancak zorlukla yaşayabilirim ve sizin hep iyiliksever, hep nimet verir, yedirir içirir bulduğunuz doğanın şiddetli acı ve sıkıntısından inlerim.

Eğer bu denizler, bana baharat, ziynet ve yararsız meta getiriyorsa, bunları almaya gidecek kadar aymaz birçok insanı da boğup yok etmiyor mu?

İnsanın densizliği, kendisini evrenin tek merkezi olduğuna inandırır; yalnız kendisi için bir alem ve bir Allah yapar; kendisini doğayı istediği gibi değiştirebilecek kadar önemli zanneder. Ancak öteki hayvanlar konusu açılınca, Allahsızca düşünür. Kendi türünden başka türlerin ve bireylerin Tanrının dünya çapında yaratma gücüne az layık otomatlar (fikirsiz, duygusuz, iradesizler) oldukları ve hayvanların, bu Tanrı gücünün adaletine ya da nimetine konu olmayacakları düşüncesinde bulunur. İnsanlar mutlu ya da felaketli olaylara, sağlığa ya da hastalığa, hayata ya da ölüme, bolluk, bereket ya da kıtlığa; varlığını bedavadan varsaydıkları özgürlüklerini güzel ya da kötü kullanmalarının ödülü ya da cezası gözüyle bakarlar. Peki hayvanlar konusu açılınca, aynı şekilde muhakemede bulunurlar mı? Hayır; gerçi adil bir Allah'ın hükmünün emri altında, bunların da haz ve acı duyduklarını, sağlıklı ya da hasta olduklarını, insanlar gibi yaşadıklarını ve öldüklerini görürler; bu hayvanların hangi suç ve cinayetlerinden dolayı, doğanın mutlak hakiminin gözünden düşmüş olduklarını sormak hatırlarından geçmez. Teolojik batıl düşüncelerle sınırlı bazı kör insanlar, işin içinden çıkmak, güçlükten kurtulmak için, deliliklerini, hayvanların "hissetmediğini" iddiaya kadar vardırmamışlar mıdır? Bu durumda insanlar, delice iddialarından asla vazgeçmeyecekler mi? Doğanın kendileri için yapılmış olmadığını kabul etmeyecekler mi? Doğanın, oluşturduğu bütün yaratıklara eşit davrandığını, yani doğanın gözünde bütün yaratıkların eşit olduğunu görmeyecekler mi? Organlara sahip tüm yaratıkların aynı düzeyde yaşamak ve ölmek, hazzı ve acıyı duymak için yapılmış olduklarını görmeyecekler mi? Sözün kısası, anlayış ve kavrayış yetileriyle, yersiz övünen olacaklarına, bu yetilerin kendilerini çoğu kez hayvanlardan daha mutsuz ettiğini; kendilerinde ne düşünce, ne batıl inanç, ne gurur, ne de insanın mutluluk ve refahını her an tehlikeye atan delilikler bulabildiğimiz hayvanlardan daha mutsuz ettiğini kabul etmek zorunluluğunu hissedip görmeyecekler mi?

91. RUH NEDİR? KİMSENİN BUNDAN HABERİ YOKTUR. BU RUH, MADDEDEN BAŞKA BİR CEVHERDEN OLSAYDI, BUNLARIN BİRLEŞTİRİLMESİ MÜMKÜN OLMAZDI

Öteki hayvanlar üzerinde üstün olmaları hakkını, insanlar, esas olarak, kendilerinin sonsuz bir ruha sahip oldukları görüşüne dayandırır. Ancak bu ruhun neden ibaret olduğu sorulunca apıştıklarını, dillerinin dolaştığını, kekelediklerini görürsünüz. Bu meçhul bir cevherdir; maddeden ayrı, gizli bir kuvvettir; hakkında hiçbir fikir bulunmayan bir ruhtur. Onlara, Allah'ları gibi mekandan tümüyle arınmış varsaydıkları ruhun, mekan ile var olan cisimleriyle nasıl birleşebilmiş olduğunu sorunuz. Size cevap olarak, bu konuda hiçbir şey bilmediklerini, bunun bir sır olduğunu, bu bileşim ve uzlaştırmanın tanrısallığın bütün gücünün eseri olduğunu söylerler. Bütün eylem ve işlerinin hareket ettiricisi yaptıkları gizli, daha doğrusu hayali cevher hakkında insanların edindikleri "açık" fikirler işte böyledir!

Ruh, maddeden esasen ayrı bir cevherse ve maddeyle hiçbir ilişkisi olamazsa, bunların birleşmesi bir sır değil, hayali bir emir olur. Ayrıca bu ruh, maddeden ayrı bir kökenden geldiği için, ister istemez maddeden farklı bir eylemde bulunması gerekir.

Bununla birlikte, görüyoruz ki, maddenin hareketleri, bu sözü geçen ruha kendini hissettiriyor ve bu iki cevher hep birbirine uyumlu, hep ahenkli olarak eylemde bulunuyorlar. Bize bu ahenk ve uyumun bir sır olduğunu söyleyeceksiniz. Size derim ki; ben ruhumu görmüyorum, ben ancak cismimi biliyorum ve hissediyorum. Düşünen, hükmeden, sıkıntıyı ve hazzı duyan bu cisimdir ve bütün yetileri, kendisine özel mekanizmasının, başka bir deyişle, organlara sahip olmasının sonucudur.

92. BİR RUHUN VARLIĞI SAÇMA BİR VARSAYIMDIR. ÖLMEZ BİR RUHUN VARLIĞI DAHA SAÇMA BİR VARSAYIMDIR

İnsanlar her ne kadar ruhları, ya da kendilerine hayat verdiğini sandıkları hayat üfürüğü hakkında en küçük bir fikir edinmek imkansızlığında bulunsalar da, yine bu meçhul ruhun ölümsüzlüğüne kendi kendilerini inandırırlar. Her şey onlara kanıtlar ki; onlar, ancak cismin maddi olan kuvvet ve duyguları ya da maddi organları aracılığıyla hisseder, düşünür, fikirler kazanır, haz ve acı duyarlar. Bu ruhun mevcudiyetini varsayarak dahi, bunun tümüyle cisme bağlı olduğunu ve cismin uğradığı bütün değişikliği, rüzgarların sıcak ve soğuğunu birlikte çektiğini onamaktan kaçınılamaz. Bununla birlikte yaratılış ve içeriği bakımından, maddeyle hiçbir benzerliği olmadığı sanılır. İstenir ki, ruh bu maddenin yardımı olmaksızın hareket edebilsin ve hissedebilsin. Sözün kısası, iddia edilir ki; maddeden yoksun ve duygulardan uzak bir ruh da yaşayabilir; mutluluk ya da şiddetli acılar hissedebilir. İşte böyle, aşağı yukarı böyle varsayımlara dayanan boş, işe yaramaz şeyler dokusu üzerinedir ki, "ruhun sonsuzluğu" dilber fikri inşa edilir.*

Hangi nedenlere dayanılarak ruhun sonsuzluğunun varsayıldığını sorsam, bana hemen "insan yaratılışı gereği olarak ölmez olmak, başka bir deyişle, hep yaşamak istiyor" cevabı verilir. Ancak, karşılık olarak derim ki; bir şeyi şiddetle istiyor olmamız, isteğimizin yerine getirileceğini, bu şiddetli istekten sonuç alınacağını çıkarmak için yeterli midir? Olması şiddetle istendiği için bir şeyin olmamasının kesinlikle mümkün olmayacağına karar verme cesareti hangi tuhaf mantıkla gösterilir?! İnsanların hayalgücünün doğurduğu istekler, gerçeğin ölçüsü mudur? "Ahiret hayatının cazip ümitlerinden yoksun olan tanrısızlar yok olmayı istiyor" diyorsunuz. Pekala. Hep var olacağınızı çıkarmakta ne kadar yetkiliyseniz, bu arzuya göre, tanrıtanımazlar da yok olmayı isterken, yok olacaklarını çıkarmakta o kadar yetkilidir.

* Fransız hekimlerinden biri, "L'immortalite de l'ame est trop belle pour etre crue" der. Anlamı şöyledir: "Sonsuz ruh fikri, inanılmayacak kadar çok güzeldir." (A.C.)

93. APAÇIKTIR Kİ, İNSAN TÜMÜYLE ÖLÜR YANİ İNSANIN ÖLÜMÜ TAM VE KESİNDİR

İnsan tümüyle ölür. Deli olmayan kimse için bundan daha apaçık bir şey yoktur. Ölümden sonra insan vücudu, tümü yaşamı vareden hareketleri yerine getirmeye yeteneksiz bir kütleden başka bir şey değildir. Onda artık ne kanın dolaşımı, ne

solunum, ne sindirim, ne konuşma, ne düşünme görünür. İddia edilir ki, bilinmediği söylenen ruh, o zaman bedenden ayrılmıştır. Ancak hakkında hiçbir şey bilinmeyen bu ruha hayat cevheridir demek; bilinmeyen bir kuvvettir, bilinmeyen ve hissedilmeyen hareketlerin gizli esasıdır demekten başka bir şey dememiş olmaktır. Ölen adamın artık yaşamadığına inanmaktan daha olağan ve daha sade bir şey yoktur. Ölen adamın yine sağ olduğuna inanmaktan da daha aykırı, daha tuhaf bir şey yoktur. Ahiret hayatında kendilerine yararlı ve gerekli olur düşüncesiyle, ölülerle birlikte mezara erzak gömme gelenekleri olan kavimlerin safdilliklerine güleriz. İnsanların öldükten sonra yemek yiyeceklerine inanmaktan, organları bir kez dağıldıktan ve toprağa dönüştükten sonra, iyi ya da iyi olmayan fikirlere sahip olacaklarını ve hoşlanacaklarını, tat alacaklarını, acı duyacaklarını, pişmanlık ya da sevinç hissedeceklerini düşünmekten daha gülünç, daha abes bir şey yoktur. Ölümünden sonra insanların ruhlarının "mutlu" ya da "mutsuz" olacaklarını iddia etmek; gözsüz görebileceklerini, kulaksız işitebileceklerini, burunsuz koku alabileceklerini, elsiz ve tensiz dokunabileceklerini iddia etmektir. Kendilerinin pek akıllı olduğuna inanan bazı milletlerle birlikte böyle fikirler de bulunuyor.

94. RUHUN MANEVİYATINA KARŞI İTİRAZ KABUL ETMEZ KANITLAR

Ruhun sonsuzluğu inanışı, onun basit bir cevher, bir kelimeyle söylemek gerekirse bir ruh olmasını gerektirir. Ancak, yine sorarım: Ruh nedir? "Ruh mekansız, yani mekandan arınmış, fesattan ve maddeyle her türlü ilişkiden uzak bir cevher, bir özdür" diyorsunuz. Ancak, eğer böyleyse, ruhunuz nasıl doğuyor? Nasıl büyüyor? Nasıl kuvvetleniyor? Nasıl zayıflıyor? Nasıl bozuluyor? Cisminizle aynı oranda nasıl ihtiyarlıyor?

Bizim bütün bu sorularımıza karşılık olarak diyorsunuz ki, bunlar sırdır. Ancak, eğer bunlar gizli şeylerse, bundan hiçbir şey anlamazsınız. Eğer bir şey anlamıyorsanız, hiçbir fikir edinemediğiniz bir şey hakkında doğrulayıcı bir kararı nasıl verebilirsiniz? Bir şeye inanmak ya da bir şeyi onaylamak için, hiç olmazsa insanların, inanılan ve onaylanan şeyin "ne" olduğunu bilmesi gerekir. Ölmez ruhunuzun varlığına inanmanız, hakkında hiçbir doğru düşünce edinmek mümkün olmayan bir şeyin varlığına ikna olmanız demektir. Bu ise, hiçbir anlam katmaksızın kelimelere inanmaktır. İşin, sizin dediğiniz merkezde olmasını onaylamak ise, deliliğin ya da densizliğin, boş şeylerle övünmenin daniskasıdır.

95. İLAHİYATÇILARIN HEP SIĞINDIĞI DOĞAÜSTÜ NEDENLERİN SAÇMALIĞI

İlahiyatçılar, tuhaf itirazcılar değil midir? Eşyanın doğal nedenlerini bulamadıklarını görür görmez, "doğaüstü" dedikleri nedenler icat ederler. Ruhları, gizli nedenleri, açıklanması mümkün olmayan nedenleri açıklamaya uğraşırken daha karanlık kelimeler düşünürler... Doğa olaylarını anlamak istiyorsak, doğanın içinde kalalım, doğanın dışına çıkmayalım; organlanmızın kavrayamayacağı derecede ince

nedenlerini göz önüne almayalım ve bilelim ki, doğa dışına çıkarak doğanın bize sunduğu sorunların çözümünü asla bulamayız.

Teolojinin varsayımında da, yani maddenin her şeye gücü yeten bir hareket ettiricisini varsayarken de, dinbilimciler, Allahlarının bu maddeye düşünme yetisi verme gücünü de ne hakla kabul etmiyorlar? Kendisinden sonuç olarak düşünce üretme yetisi ortaya çıkacak biçimde bileşik madde oluşturmak, Allah için, düşünen ruhlar yaratmaktan daha mı güç olurdu?

Düşünen bir madde varsaymakla, hiç olmazsa düşüncenin konusu hakkında bizde fiili düşünceyi uygulayan organ hakkında bazı fikirlerimiz bulunur. Oysa, düşünceyi maddesi olmayan bir varlığa dayandırmakla, konusu düşünce üretmek olan bu "maddi olmayan" varlık hakkında en küçük bir fikrimizin bulunması bizim için mümkün değildir.

96. MATERYALİZMİN İNSAN TÜRÜ İÇİN ONUR BOZUCU OLDUĞU DOĞRU DEĞİLDİR

Bize yapılan itirazda, materyalizmin insandan tam bir makine yaptığı söylenir, bu da bütün insan türü için pek onur kırıcı sayılır. Ancak insan, bir ruhun ya da nasıl olduğu bilinmeksizin, onun hayatta kalmasına yarayan "bilmem ne"nin gizli zorlamasıyla düşündüğü, hareket ettiği söylendiğinde, insan türü daha çok mu yüceltilmiş olur?!

Anlaşılması, görülmesi kolaydır ki; maddeye ya da cisme karşılık ruha ya da cana atfedilen üstünlük, bu ruh hakkındaki cehalet üzerine kurulmuştur. Oysa, bilindiği tasavvur edilen ve zembereklerinin ayırt edildiği şeklinde abartılan madde ya da cisimle daha çok kaynaşılmıştır; ancak cisimlerimizin en sade hareketleri bile, bunları düşünen her insan için, sezilmesi, anlaşılması ve çözülmesi zor muammalardır.

Ruhun cevheri hakkında bunca kimsenin beslediği saygının nedeni, ruhun cevherini anlaşılır bir şekilde tanımlama olanaksızlığı olsa gerektir. Metafizikçilerimizin maddeyi aşağılaması, ancak şundan ileri gelir ki; tanımak, mahrumiyet saygısızlığı doğurur ve bize; "ruh, cisimden daha şerefli, daha temizdir" dediklerinde, hakkında hiçbir fikir olmayan bir şeyin, hakkında bazı zayıf fikirler bulunan şeyden daha iyi ve daha güzel olması gerektiğini söylemekten başka bir şey yapmazlar.

97. AHİRET HAYATI İNANIŞI ANCAK HALKIN SAFLIĞI ARACILIĞIYLA BUNU SÖMÜRENLER İÇİN YARARLIDIR

Ahiret hayatı inanışının yararı, bize sürekli olarak övülür; asılsız bir kuruntu ve hayalden bile ibaret olsa, ahiret hayatı inanışının yararlı olduğu, çünkü insanlara bu inanışın hakim bulunduğu ve kendilerini erdeme yönelttiği iddia edilir. Ancak bu inanışın insanları daha olgun, daha erdemli kıldığı doğru mudur? Bu efsanenin etkili olduğu uluslar gelenek ve görenekleriyle, tabiatlarıyla seçkin midir? Görünen alem,

görünmeyen aleme hep üstün gelmiyor mu? İnsanları eğitmek ve yönetmekle görevli kimseler, kendileri ışığa ve erdeme sahip olsaydı, insanları ham hayaller yerine, gerçeklerle yönetmeleri daha iyi olurdu. Ancak, kurnaz, açgözlü ve bozuk ahlaklı yasa koyucular, dünyanın her yerinde milletleri boş masallarla uyutmayı, onlara gerçekleri öğretmekten, akıl ve zihinlerini geliştirmekten, özel ve gerçek nedenlerle erdeme yöneltmekten, onları doğru bir şekilde yönetmekten daha kolay buldular.

Ruhu madde dışı yapmak için, ilahiyatçıların nedenleri vardı. Ahiret hayatında keşfettikleri hayali ülkeleri yurtlandırmak için, ruhlara ve ham hayallere ihtiyaçları vardı. Maddi ruhlar, bütün cisimler gibi dağılıp giderdi. Oysa, insanlar kendileriyle birlikte her şeyin kötü olacağına, her şeyin biteceğine inansalardı, öteki dünyanın coğrafyacıları, ruhlarını bu bilinmeyen meskene gönderme haklarını yitirirlerdi. Bu ruhları otlattıkları umut ve hülya çayırından ve onları altında ezmeye özen gösterdikleri cehennem dehşederinden hiçbir yarar sağlayamazlardı. Yani ahiret aleminin insan türü için gerçek hiçbir yararı olmasa da, insan türünü oraya göndermeyi üstlenenler (yani ilahiyatçılar) için yararı büyüktür!

98. AHİRET HAYATI İNANIŞININ AVUTUCULUĞU GERÇEĞE AYKIRIDIR; AVUTUCU OLSA BİLE, BUNDAN İNANIŞIN DOĞRULUĞUNUN ÇIKARILMASI GEREKMEZ

Denilecek ki; "Ruhun sonsuzluğuna inanış, bu dünyada çoğu kez pek mutsuz olan kimseler için avutucu değil midir? Bu bir kuruntu ve hayal olsa da, tatlı ve hoş değil midir? İnsan için ölümden sonra yaşamak ve yeryüzünde kendisine verilmesinden sakınılan bir mutluluğa birkaç gün erişmek, bir nimet değil midir?" Zavallı faniler! Bu şekilde, arzularınızdan, gerçeğin ölçüsünü imal ediyorsunuz! Çünkü siz hep yaşamak ve daha çok mutlu olmak istersiniz. Bu istekten hemen, hep yaşayacağınızı ve bilinmeyen bir dünyada, size çoğu kez sıkıntılar nasip eden bir dünyadan daha mutlu olacağınız sonucunu çıkarıyorsunuz. O halde, büyük çoğunluğunuz için zevk ve hazlarınızdan çok zorluk ve sıkıntıları gerektiren bu dünyayı, tasalanmadan terk etmeye razı olunuz. Bütün yaratıklar gibi sizin de kalıcı olmamanızı isteyen talihin iradesine katlanınız. "Ancak ben ne olacağım?" diye bana soruyorsunuz. Ey insan! Milyonlarca yıl önce ne idiysen, o olacaksın; o zaman "bilmem ne" idin; her an bile, yine o zaman olduğun bu "bilmem ne" olmaya karar ver. Haberin olmaksızın, bu biçiminle çıkmış olduğun kainat evine yeniden gir ve seni çevreleyen öteki bütün yaratıklar gibi, serzenişte bulunmadan, geç...

Din fikrinin mutsuzlara sonsuz teselli sunduğu, bize aralıksız yinelenir; ruhun sonsuzluğu ve daha mutlu bir yaşam düşüncesinin insanın kalbini yüceltmeye ve kuvvet vermeye, yeryüzü üzerinde sakıncasını gördüğü zorluklara karşı cesaret vermeye, gayrete getirmeye çok yaradığını iddia ederler. "Materyalizm ise, tersine, insanı dört ayaklı hayvan mertebesine koyan, onurunu yok eden, cesaretini kıran, gelecek olarak korkunç ve bu dünyada sıkıntıya düşer düşmez intihara yöneltmeye yetenekli bir yokluktan başka şey göstermeyen hüzün verici bir sistemdir" derler. Din imamlarının büyük sanatı, soğuk ve sıcak üzerine üflemektir; üzmek, avutmak, korkutmak ve cesaretlendirmektir.

İlahiyatçıların efsanelerine göre, öteki dünyanın mutluluk ve işkence ülkeleri vardır. İnsanın mutluluk ülkesine gitmeyi hak etmesi kadar güç bir şey yoktur; ezeli acı ve sıkıntılarının lokması olan bedbahtlar için, Allah'ın hazırladığı azap ülkesinde, yani cehennemde bir makam elde etmekten daha kolay bir şey yoktur. Ahiret hayatı fikrini pek okşayıcı ve tatlı bulanlar, unutuyorlar mı ki, yine kendi açıklamalarına göre, insanların çoğunluğu için bu ahiret hayatının işkence ve cezalar getirmesi gerekir. Tümüyle yok olma fikri; işkenceler ve diş gıcırdatmalarıyla birleştirilen varlığın sonsuzluğu fikrine, sonsuz işkence hayatı fikrine, sonsuz kere yeğlenmez mi? Daima var olmamak korkusu, hiç var olmamış olmak korkusundan daha etkili midir? Artık var olmamak (hayatı terk etmek) korkusu, ancak bir ahiret hayatı inanışı içindeki hayalgücü için, yalnızca bu hayalgücü için gerçek bir acıdır.

Ey Hıristiyan din imamları! Diyorsunuz ki; "Daha mutlu bir hayat fikri hoştur, güzeldir; bu dünyadaki yaşayıştan daha mutlu, daha sağlam bir yaşayış istemeyen kimse olmadığı kabul edilir". Ancak cennet cazipse, kabul edersiniz ki, cehennem de korkunçtur. Cennete layık olmak çok güç, cehenneme layık olmak ise pek kolaydır. Cennete giden yolun dar, zahmetli ve zor bir yol; cehenneme giden yolun ise geniş bir yol olduğunu söylemiyor musunuz? Allah'ın güzidelerinin sayısının pek az, ve azap çektirenlerin sayısının pek çok olduğunu hep söylemiyor musunuz? Kurtuluşa erişmek için Tanrınızın az sayıda kimseye ihsan ettiği merhameti ve bağışlaması gerekmiyor mu? Pekala, size diyeceğim ki; bu fikirler hiçbir şekilde avutucu değildir. Size derim ki; hayvanların sonları, azap çektirilen insanların sonlarından daha çok arzuya değer görünür. Size derim ki; bu dünyada beni ezici korkulardan kurtaran görüş, bana, kendi elindeki bağışlayıcılığını ancak sevgililerine veren ve bütün diğer insanların kendilerini sonsuz cezalara müstahak kılmalarına izin veren bir Allah fikrinin beni içinde bıraktığı kuşku ve tereddütten daha hoş, daha iç açıcı gelir. Tereddütler ve insanı üzüntü ve bezginliğe düşürücü korkularla bir arada olan gerçekleşmesi imkansız kuşkuları, huzur rahatlığı ve güvenlik veren belli bir düzene, belli bir bilim ve düşünce manzumesine tercih ettirecek, aşırı dini heyecandan ya da delilikten başka bir şey yoktur.

99. BÜTÜN DİNİ İLKELER HEP HAYALİDİR. SEZGİ, KÖKLEŞMİŞ BİR ALIŞKANLIK ESERİDİR. ALLAH BİR KURUNTUDUR VE ONA VERİLEN SIFATLAR BİRBİRİNİ ORTADAN KALDIRIR, BİRBİRİNİ YIKIMA UĞRATIRLAR

Bütün dini ilkeler, içinde tecrübe ve muhakemenin asla bir etki payının olmadığı, yalnız hayal işidir. Dini ilkeleri çürütmekte, yok etmekte ve yenmekte çok zorluğa rastlanır. Çünkü kendisini hayrette bırakan ya da tahrik eden kavramlarla bir kez işgal edilen hayalgücü, akıl yürütmeye ve muhakemede bulunmaya yeteneksiz olur. Dini ve dinin korkularını, karanlık hayallerini, dinin kavramlarını akıl ve muhakeme silahıyla çürütmeye, yok etmeye çalışan kimse, küçük sinekleri öldürmek için kılıç kullanan bir adama benzer. Sinekler ve kuruntular, bir an için kaçarlar, ancak darbenin indiği yerde uçuşmaya yeniden başlarlar ve ruhta uzaklaştırılmış oldukları yeri yeniden tutarlar.

Bir Allah'ın varlığına ilişkin, ilahiyatın söylediği oluşma nedenleri kabul edilmeyince, Allah'ın varlığı fikrini zayıflatan kanıtlanmıza karşı bir "sezgi" duygusunu, Allah'ın

vücudunu duyan, her insandan asla ayrılmayan ve ister istemez ona, her şeye gücü yeten bir Allah'ın varlığını gösteren sezgiyi ileri sürerler. Ancak bu kadar önem verilen bu sezgi tahlil edilirse bulunacaktır ki, en doğru deliller, ispatlara gözlerini kapatmakla insanların pek çoğunu ve hatta en aydınlarını, çocukluğun batıl inançlarına inandıran bu duygu, kökleşmiş bir alışkanlığın eserinden başka bir şey değildir. Çelişkiyi içeren bir şeyin var olamayacağını bize gösteren açıklığa karşı, bu sezgi ya da bu "tam olarak bilme-bilinme" nedir?

Pek büyüklenerek bize deniliyor ki; Allah'ın var olmadığı kanıtlanmamıştır. Oysa, insanların şimdiye kadar söylediği şeylere göre, varlığı mümkün olmayan bu Allah'ın bir ham hayalden başka bir şey olmadığının sabit olduğu kadar, hiçbir şey sabit değildir. Zira, bir varlık, bu kadar çeşitli, yüryüzündeki bütün dinlerin tanrısallığa atfettikleri niteliklerin birbiriyle birleştirilmesi mümkün olmayan, bu kadar çelişkili niteliği kendisinde toplayamaz. İlahiyatçının Allah'ı, kendisine atfedilen eserlerle birleştirilmesi mümkün olmayan bir etken değil midir? Ne yapılırsa yapılsın, ya başka bir Allah icat etmek ya da insanların yüzyıllardır koruduğu Allah'ın aynı zamanda pek iyi ve pek kötü, pek güçlü ve pek zayıf, değişmeyen ve değişen, mükemmel olarak zeki ve mükemmel olarak akıldan, plandan, araçtan yoksun, dostluğun düzenine ve düzensizliğine izin veren, çok adil ve çok adaletsiz, çok usta ve çok beceriksiz bir Allah olduğunu kabul etmek gerekir! Sözün kısası, insan itiraf etmek zorunda değil midir ki; en açık çelişkilere düşmeksizin, hakkında bir kelime söylenilmeyen bir varlık üzerine yığılan birbirine zıt sıfatları birleştirmek mümkün değildir. Tanrısallığa gelişigüzel bir sıfat atfedilsin; sıfat söylenir söylenmez, bu etkenin eserleri tarafından hemen yalanlanacaktır.

100. HER DİN, ÇELİŞKİLERİ SIR ARACIYLA BİRLEŞTİRMEK İÇİN HAYAL EDİLMİŞ BİR SİSTEMDEN BAŞKA BİR ŞEY DEĞİLDİR

Teoloji, gerçekten çelişkiler bilimi olarak adlandırılabilir. Her din birleştirilmesi mümkün olmayan fikirleri birleştirmeye yarayan hayali bir sistemden başka bir şey değildir. Alışkanlıklar ve terör yardımıyla en büyük saçmalıklarda direnilebilir; bu saçmalıklar en açık biçimde gösterilse de, yine direnilmesi mümkün olur. Dinlerin tümünün çürütülmesi kolaydır; ancak, bunların sökülmeleri, kökünden koparılıp atılmaları çok zordur. Dedikleri gibi, ikinci bir tabiat olan alışkanlığa karşı aklın hiçbir hükmü ve etkisi yoktur. Birçok zevat vardır ki, inançlarının temellerinin yıkıldığını gördükten sonra bile en açık gerçekleri çiğneyerek yine inançlarına dönerler.

Dinden bir şey anlaşılmadığından, her adımda tiksinilen saçmalıklara rastlandığından, dinde olmayacak şeylerden başka şey görülmediğinden şikayet eder etmez, bize şöyle denir: "Dinin ileri sürdüğü gerçekleri anlayacak güçte değiliz. Akıl, yolunu kaybeder ve akıl bizi yok olmaya götürebilen, sadakatsiz bir yol göstericidir". Gereğinden fazla bize temin olunur ki, insanların gözünde delilik olan şey, Allah'ın gözünde, zihin açıklığıdır. Sözün kısası, ilahiyatın bize hep sunduğu; yapılan itirazları ve zorluğu bir tek kelimeyle kesip atmak için, "Bunlar sırdır, bunlar ilahi sırdır, insanın bunlara aklı ermez" diyerek işin içinden çıkmaktır.

Link to post
Sitelerde Paylaş

35-36-37-38 ve 39 numaralı itirazlarını okuduktan sonra bu adamın ciddiye alınmayacak biri olduğuna kanaat getirdim.

Bir sanatla yapılmış uydurma bir şey değildir. O asla yoktan var edilmemiştir. Evren hep var olmuştur; varlığı zorunlu ve gerekli bir varlıktır. Etkeni kendisindedir. Kendi kendisinin yaratıcısıdır. İçyüzü hareket etmek ve oluşturmak olan doğa, gözlerinizin önünde yaptığı gibi, görevini yapmak için yürürlükte bulunmayan ve kendisinden daha fazla bilinmeyen bir harekete geçiriciye, iticiye muhtaç değildir. Madde, kendi enerjisiyle, bir tür heterojenliğin zorunlu sonucu olarak, hareket eder. Hareketlerin ya da eylem ve etkilerin çeşitliliği, maddelerin çeşitliliğini oluşturur. Varlıkları birbirlerinden ancak organlarımıza ulaştırdıkları izlenim ya da hareketler sayesinde ayırır ve seçeriz.

Şurada bir sürü iddiada bulunmuş ama tek bir delil sunmamış. Herhalde o da imanını anlatmak istemiş.

İnsan nereden geliyor? Kaynağı, başlangıcı nedir? Zerrelerin gelişigüzel bir rastlantı ve birbiri arkasından gelip birleşmesi sonucu mudur? İlk insan yerkürenin balçığından tümüyle, bugünkü halinde oluşmuş olarak mı çıkmıştır? Bilmiyorum. İnsan hep, doğanın diğer ürünleri gibi, doğanın bir ürünü görünmektedir. İlk taşların, ilk ağaçların, ilk aslanların, ilk fillerin, ilk karıncaların vb. nereden geldiklerini söylemek istersem, insanın kaynağını açıklarken düştüğüm ölçüde güçlük içinde bulunurum.

Yine bomboş bir iddia, sanırımı bu adam evrimden bi haber yaşayan ya da evrimi reddeden biriki en kolay soruya "Bilmiyorum" cevabını vermiş... :lol:

Bu durumda; "İnsan, evren ve bütün içeriği rastlantının eseri midir?" diyeceksiniz. Hayır, size tekrar ediyorum: Evren asla bir eser değildir; evren bütün eserlerin etkenidir, kapsadığı varlıkların tümü bu etkenin zorunlu eserleridir ki bazen onun hareket biçimini bize gösterir, ancak seyrini çoğunlukla gizli tutar. Gerçek etkenler hakkındaki bilgisizliklerini örtmek için, insanlar "rastlantı" kelimesini kullanırlar. Her ne kadar insanlar tarafından bilinmeseler de, bu etkenler kesin kurallara göre eylem ve etkide bulunmanın asla dışında kalmazlar; etkensiz asla bir eser yoktur.

İyi, güzel, hoşta, İlk canlıyı mecburen oluşturan şu yasaları bi anlat bakayım. "Doğal yasalar sonucu oluştu" demek ile "Ol dedi oldu" demek arasındaki fark nekiş bu hali ile?

Bla bla bla bla...

Link to post
Sitelerde Paylaş
  • Konuyu Görüntüleyenler   0 kullanıcı

    Sayfayı görüntüleyen kayıtlı kullanıcı bulunmuyor.

×
×
  • Yeni Oluştur...