Jump to content

Recommended Posts

Tarihi bir konuşma olmuş. Hem teistlere hem de ateistlere hitap eden bir konuşma. Herkesin baştan sonra dinlemesini tavsiye ederim.

15-16-17 Şubat tarihlerinde ODTÜ'de yapılan 1.Teoloji Sempozyumu'nda konuşan Prof. Dr.Yasin Ceylan'ın "Din ve Dünya" başlıklı konuşması.

tarihinde mammal tarafından düzenlendi
Link to post
Sitelerde Paylaş

Bir meta-din olarak ataerkillik

“Kıllı,çirkin, abaza” ve benzeri sıfatlara alışmıştık da, son 24 saatte feministlere edilen hakaretlerin çeşitliliği karşısında büyülenmemek elde değil: “Kezban, orospu çocuğu, (sol görünümlü)faşist, bağnaz solcu, zorba, baskıcı, totaliter, saldırgan, feminazi…” Konumuz yine feminizm, sular yine alabildiğine sığ, kafalar başka hiçbir konuda olamayacak kadar karışık. Muhatabına değer verdiğimizden değil ama, ODTÜ’de yaşanan Sevan Nişanyan protestosunu yazmak/değerlendirmek, feminist siyasetin nasıl bir cenderede varolduğunu anlatmak açısından farz oldu.

Ankara’ya gitmeden, twitter hesabı üzerinden katılacağı paralı bir etkinliğin reklamını “Ankara yaşadı!” diyerek yapmaya başladı Nişanyan. Ankara’yı bilmiyoruz ama ODTÜ son zamanlarda gelen çok taraflı saldırılara karşı gitgide gelişen, derinleşen ve birleşik hale gelen bir direnişle yaşıyor. Hatırlanacağı gibi, eski eşine yaptığı akıllara ziyan fiziksel müdahalenin ardından kamuoyunun nefretine mazhar olan kahramanımız, yazdığı gazetede kendisini desteklemek üzere girişilen erkek dayanışmasının sonucunda gazeteden istifa etmek zorunda kalan bir meslektaşının arkasından “Feminizm çirkin bir ırkçılıktır” diyerek nefret suçu işlemişti. İşte bu nefret suçunun zanlısını kampüslerinde görmek istemeyen feminist kadın ve LGBTlerin birleşik eylemi, para verip de katıldıkları bir etkinlikte bu ahir zaman filozofunu dinlemek hakları ellerinden alınan erkekleri epeyce kızdırdı. Kendisine “ODTÜ’ye gelemezsin!” diyen bir kadın eylemciye, “Sike sike gelirim!” cevabını veren kahramanımız, bu sözünün akabinde salondan topladığı alkışın rüzgarını da arkasına alıp, feministlere karşı işlediği nefret suçuna boyut atlatmaya devam ediyor. Özel bir örnek olduğundan değil, tam tersine olağanın ve ortalamanın mükemmel bir tezahürü olduğundan, 2013 yılında feminist siyasetin ne türden toplumsal koşullar içinde varolduğu kayda geçsin diye zat-ı şahaneyi bahane ediyoruz yazımıza.

LGBT ve kadın haklarını daha önce defaatle savunduğu için kadınlara yönelik dilsel şiddetin öznesi olamayacağından hareket eden kahramanımızın savunma kisvesi altındaki saldırısı, ifade özgürlüğü hakkında eski ve köhne bir tartışmayı beraberinde getiriyor. Bir toplumsal paratoner misali, gerginliğe yol açma potansiyeli taşıyan çeşitli toplumsal meselelerle ilgili çıkışlarıyla dikkat çeken kahramanımız, mesele kişisel sorumluluk almaya geldiğinde, son derece liberal bir pozisyondan tanımladığı ifade özgürlüğünün arkasına sığınıp kendisini eleştirenlere ağız dolusu küfrediyor. Böylesi bir pozisyondan tarif edildiğinde ne hikmetse hep muktedirin elini güçlendiren ifade özgürlüğü, toplumsal ve kişisel histerilerin fikir kırıntıları olarak sunulmasında nasıl da işlevsel! Oysa, toplumsal ezen-ezilen ilişkisinin yeniden üretilmesine hizmet eden fikir ve ifade müsveddelerinin, dilsizleştirilerek baskı altına alınanlar üzerinde kurduğu tahakkümü anlamak için kitaplar devirip, ansiklopediler yazmaya hiç gerek yok. Tek bir şeye gerek var: daima kendine yontmaya, toplumsal olarak kazanmaya alışmış, erkekliğin sefasını sürerken bir taraftan herkesten daha muhalif, daha politik olmanın hazzıyla zehirlenmiş olmaya dair bir farkındalık geliştirmeye.

Sol liberalizmin temel meselelerinde giyindiği put kırıcı kimliğin sahibi, mevzu kadın meselesine gelince, daha önce kendisinin kavanoz kavanoz fırlattığı malzemenin çukurunda boğulmaya terkedilmedi tabi erkek yoldaşları tarafından. İronik olan, toplumsal yaşamın her alanında, her an yinelemekte oldukları şiddet görünür kılındığı noktada, erkeklerin bunu görünür kılan, ifşa eden unsurları şiddet uygulamakla suçlamaları. Tehlikeli olansa, bu söylemle sözde bir meşruiyet zemini sağlayıp saldırılarını daha da şiddetlendirmeleri. Tam da muktedirlerin ağzıyla feminizmin zorbalık ve ırkçılıkla damgalanmasına fikir özgürlüğü, bunun protesto edilmesineyse şiddet denmesi. Feminizmi ırkçılıkla, nefret ideolojisiyle özdeşleştiren bir yazarın feminist ve lgbtt gruplarca protesto edilmesi son derece meşru ve makul olmasına ragmen, protestoya maruz kalan kişinin protestoyu “[Odtü’ye] sike sike gelirim” diyerek karşılamasının salonda bulunanlarca alkışlarla karşılanması. (Bu noktada etkinliği organize eden öğrenci topluluğunun danışmanlığını yapan kadın öğretim üyesinin, bu alkışı eleştirirken düştüğü durumu, kadın dayanışması göstermek konusunda sınıfta kaldığımız anlarda bizi neyin beklediğinin bir örneği olarak analım). Biz feministleri stratejik olarak en çok düşündürmesi gereken noktaysa, herhangi bir tür solcu söylemin, erkeklerin, kadına karşı şiddet mevzunda her tür toplumsal sorumluluktan azade tutulması refleksini durup dinlenmeden görünür kılmak ve nihayetinde yok etmek.

Protestonun öne çıkan anlarına bakınca, klasik erkek tepkilerinin neredeyse kitabi bir anlatımıyla karşılaşıyoruz. Eylem sırasında önce güleryüzlü, anlayışlı, demokrat bir entellektüel pozu takınan erkek, bir süre sonra salondaki erkek dayanışmasından aldığı güçle yavaş yavaş kontrolü kaybedip küfretmeye başlıyor. Olayın sonrasında sosyal medya aracılığıyla kendisine yandaş toplamaya çalışan, kendisine gelen akıl fakiri tweetleri retweet ederken kendi takipçilerinin bile serzenişleriyle karşılaşan kahramanımız, size de büyüdüğünüz mahalledeki tek başına dayak aranıp sanki arkalarında bir erkek ordusu varmışcasına muhataplarının üstüne giden, sonra şamarı yiyince biraz altlarına sızdırarak korkup kaçan ama nihayetinde kendilerini sağlama aldıklarında küfrederek efelenmeye devam eden, sonunda becerebilirse erkek çeteleriyle muhatabına pusu kuran erkek çocuklarını hatırlatmıyor mu?

Provokatörlüğü kendinden menkul bir siyasi pozisyonmuşcasına allayıp pullayan, yıktıklarının yerine herhangi bir şey koymayı kendine dert edinmeyen bu kanaaat önderinin, dediğim dedik, çaldığım düdük, “tüm toplumsal kesimler eninde sonunda önümde eğilecekler” şiarını benimsemiş bu zamane peygamberinin bir dine mensup olmaması mümkün mü? Bir meta-din olarak ataerkilliğin, kendini biricik sanan milyonlarca peygamberinden birinin,bu dinin ezilmiş ve aşağılanmışları tarafından ifşa ve protesto edilmesini antikapitalist eylem olarak selamlıyoruz!

Görkem Akgöz, Gencay Ünsalan, 19 Şubat'13

Link to post
Sitelerde Paylaş
  • 8 months later...
  • Konuyu Görüntüleyenler   0 kullanıcı

    Sayfayı görüntüleyen kayıtlı kullanıcı bulunmuyor.

×
×
  • Yeni Oluştur...