Jump to content

Spekülatif olan


Recommended Posts

Çağdaş düşünce spekülatif olanı felsefenin koynundan kovabildi mi? yoksa çağdaş düşüncenin arkaplanında, görünürdeki anti-spekülatif eğilimine karşın, işlemeye devam eden bir spekülasyon mu vardır? adı geçen spekülasyonu doğru yerde aramak kaydıyla bu soruya bir cevap bulmak mümkündür.

anti-spekülatif düşünce, üzerine düşündüğü pür alanın doğuşuna nasıl tanıklık etmektedir buna bakmak gerekir.örnek olsun diye burada fenomenolojiyi ele alalım. yönelimsel analiz, fink'in de daha önce sormuş olduğu gibi, açık bir şekilde tüm fenomenolojiye havasını kazandıran dinamizmini nasıl elde etmiştir?

bize beliren her herşey fenomen olarak verilmiştir.ama fenomenin fenomenalliği, belirenin beliriş edimi, verilmiş değildir. belirmenin kendisi bir fenomen yerine geçmez. ama yönelimsel analiz bize belirenin belirmesine ilişkin bir analiz sunar. verilmişliğin dinamizmini açıklamaya yarayan yönelimselliği bir fenomen olarak verili bulmam karşımda. işte burada, sıklıkla düşünülenin aksine, fenomenolojinin spekülasyona olan ihtiyacı baş gösterir. bu ihtiyacı vurguladığı için eugen fink'e çok şey borçluyuz.

elbette spekülasyondan anlamamız gereken keyfi bir konuşma değil, hakikatin sergilenmesidir fink için. heidegger'in bariz bir etkisiyle,fink burada, husserl'den öteye bir adım atıp her düşüncede içerilen varlık önkavrayışına değinir.ama heidegger'den de farklı olarak bu önkavrayışın açığa çıkması spekülasyona bağlıdır. varlığın önceliği, spekülasyonun varlığı da öncelemesiyle mümkündür. bu yüzden ancak spekülasyon tarafından öncelendiği müddetçe felsefe ontolojinin imtiyazlı konumunu keşfeder.felsefenin ilkin ontoloji olması, bundan bile evvel spekülasyona bağlı bulunmasındandır.

fink'in geç ontolojik düşüncesine yolu hazırlayan bu aralıkda bile, hala meontolojinin etkileri sürmektedir. illa bir ontolojik yol olacaksa, heidegger'in ontolojisiyle kesişecektir muhakkak bu yol. ama bu ontolojiye erişme imkanı, meontolojik bir spekülasyon edimine, erken dönemindeki fink'in ağzıyla söylersek, transandantal öznenin seyretme faaliyetine dayanır.

Spekülatif özdeşlik, hegel muhalifleri kadar, hegel'i yeniden gündeme getirmeye uğraşan son dönem hegel'cilerin de hakkını yediği bir kavramdır. bütünlüğün kendini hedeflenir gösterdiği bir sistem inşa etmiş olmakla itham edilen hegel'i, işte böyle, en malum eksikliğiyle mimlemiş olmak bana göre pek kolaycı bir tutumdur.hatta buna misilleme olarak, bir takım hegelcilerin aslında hegel'in bunu demek istemediğine lafı getirmeleri de ayrıca vahimdir bana kalırsa.

öyle görünüyor ki spekülatif özdeşliği yeterince dikkatlice okurlarsa, bu, saydığım kimselerden hiçbirinin hoşuna gitmeyecek. kendilerini uyanık sanan bazı düşünürlerin, ilk bakışta, içine düşülen katı determinizmi muhafazakarlık adıyla etiketleyip mahkum etmeleri, düştükleri yolu kıymetlendirmenin bir taktiği gibi duruyor eninde sonunda. peki bu kadar kolay mı işler? hayır elbette.

bir kere şunu bilmeliyiz ki spekülatif özdeşlik varsayılı, ve öncel bir terim değildir hegel sistemi içinde. kendisi de zamana tabidir. bu özdeşlik 'yakalanır', yoksa 'onaylanmaz'. iki farkli yada çelişik momenti bir arabulucu orta'da kaynaştıran manzara sadece üçlü yapısıyla öne çıkmaz böylelikle. işin aslı bu aldatıcı bir sonuç olur. çünkü işlem sürmektedir,varoluş üçe ayrılamaz. ama bununla birlikte arabulucu orta'yı gözden hiçbir zaman yitirmeyiz. hep önümüzdedir. fakat bunu, zamanın kendisine borçluyuzdur.

altüst oluş deneyiminin kendisi spekülatif özdeşliğe içkindir. bahsettiğimiz özdeşliği en tabanda, şahısların özdeşliği olarak anlamayı denersek, bunu daha iyi görebiliriz. ben bir özdeşlik düzlemindeyim, daha doğrusu, koşullar beni belli bir görünüm altında dışlaştırıyor, özel bir sahnenin aktörü oluyorum.ete ve kemiğe bürünmüş haldeyim. ama sonra sahne değişiyor, görünümü başka ve öncekiyle aykırı bir görünüm takip ediyor.şimdi yalın özdeşlik burada yok olup gitmiştir artık. ben artık başka biri olmalıyım.

gelgelelim, yeni bir sahnede yeni bir aktör, dolayısyla bir başka kimse olmama rağmen, bu değişimden hayret duyabileceğim bir gözlem kulesi de var "ben" içre. nasıl oluyor bu? kesinlikle bir mucize(bazıları bunu, güdümleyici bir ilke kisvesinde, sonradan dayatılmıiş bir faraziye olarak görmeyi tercih ediyor ki kesinlikle katılmıyorum buna)

bu gözlemci, ben içredir diyorum, ama bu ben artık öncekiyle aynı değil. o zaman şöyle geçiyor aklımdan; bende öyle bir ben daha var ki, değiştiğimi görebiliyor. aksi takdirde, ben kendimi hep aynı ben olarak duyacaktım. her ne kadar çoktan önceki halimden kopup ayrışmış olsam da...(bir anlamıyla şizofreni de bu değil midir?)

kulağa mucizevi gelen denklem budur işte. artık değiştim diye bir ifade kullanıyorum. ama bunu söyleyen de kim? değişmiş olan yeni ben mi söylüyor? şöyle bir bakalım, yalın özdeşlik anlayışına göre 'burada ve şimdi'de, görünüş ve gerçek, sahnelenen ben ile ben'in içselliği örtüşür. bu demektir ki, sahne değiştiğinde, dolayısıyla ben başkalaştığında, bu özdeşlik, ger dönmemecesine yitirilecektir elden. ama bu yeni seferde de, kendi hakkını talep eden bir yalın özdeşlik durumu belirecektir. sanki hiç öncesi yokmuş gibi, yeni koşullar altında, yine görünüş ile gerçek çakışma iddiasında olacaktır. yani sahne yeni ben'i kendine sorunsuz bir şekilde entegre etmiş görünecektir. öyleyse gerçekten garip bir deveran geçerlidir burada.bu yönüyle de islam'daki her an yokolup ve yeniden yaratılan änlardan, yıkılıp yıkılıp tekrar ayağa dikilen bir alemden bahseden inanışa benzer bu. ne var ki bu mistik görüş, bizi, arızalı ve dokunaklı bir skeptisizme terkeder.

mucize'nin yakasından bakarsak, meseleyi şöyle kavramak daha uygundur; nasıl oluyor da olumsallğı görebiliyorum? birbirine çivilenmiş bir zaman ve mekandan, ayrım gözetilmeden örtüşen bir görünüş ve gerçekten müteşekkil birimleri değil de, oluşun kendisini, zamanın akıp gidişini, değişip dönüştüğümü, görebiliyorum? bu üçüncü göz nerede?nasıl oluyor da, herseferinde yokolan ve sonra tekrar varlığa gelen, bir ölüp bir dirilse de sabit kalan yalın özdeşliğin tersine, oluşu devamlılığı içinde görebiliyorum? ben içinde olduğum sürece, paramparca ve dağınık deneyimlerden başka bir şey ifade etmezken, ne yapıyorum da dünyayı, doğum halinde yakalayabiliyorum?

spekülatif özdeşliği, transandantal mutlak benle benzeşir kılan bu nitelik sayesindedir ki bir nebze olsun anlayabiliyoruz sorularımızın muhtemel cevabını. ama unutmamak grekir ki ne spekülatif özdeşlik ne de mutlak transandantal ben, bir prensip, bir arkhe, bir kurucu ilkedir, ikisinin de zamana ve dünyaya içkin birer genesis'i mevcuttur. ve gene de ortaya çıkışları mucizevi kalır her koşulda.

Tadzio

tarihinde Rexino tarafından düzenlendi
Link to post
Sitelerde Paylaş

Yukarıdaki ile biraz ilgili olan ikinci bir tadzio metni, keyfini çıkarın:

transandantal ben nedir? diye sorarsanız bir cevap alamazsınız, keza kimdir diye sorsanız da öyle..."kim" ya da "ne" onu vermez bize. aslını isterseniz o verilmez. donasyonu yoktur. başka türlü söyleyelim; transandantal ben "yoktur".. olumlu anlamda bir yokluktur onunkisi.. yoksunluk olmayan bir meon - varlığın ötesinde...

peki onu hayalimdeki bir kurmacadan ayıran ne? felsefe niçin trasandantal ben'e ihtiyaç duymalı? bu çok zor bir soru.üstelik çoğu kez hor görülen bir soru.

transandantal ben bir alay konusudur günümüzde. çünkü insanın yaşamsal deneyimlerini doğrudanlık temelinde betimlemeyi yeğliyoruz.örneğin bedenimizin reflekslerine anlamlı bir ilişki gözüyle bakıyoruz.böylelikle onların anlamlarını kuran ikinci derece bir edime tüm gereksinim ortadan kalkıyor.

sorunu böyle koyduğumuzda, yani transandantal beni, öz-farkındalık ile çürüteceğimize inandığımızda derin bir yanılgı içinde buluyoruz kendimizi.mesele bilincinde olmamak değil, bilincinde olduğunun bilincinde olmamaktır. bu son söylediğime başka bir itiraz getirilbilir; x'in bilincinde olduğumu bilmeyi, bilincinde olma edimimin tabanı olarak koymanın gene öz-farkındalığı inkar etmek olduğu itirazıdır bu. ama kim burada bilmekten bahsediyor ki? kabul; görüsel verilmişliğin ötesindedir bilincin kendiyle ilişkisi. entellektüeldir buna da itiraz yok. ama kim demiş bilişseldir diye? alman idealistlerinin -kant'a rağmen- geliştirmeye çalıştığı bir terimi, entellektüel görü terimini niye fenomenolojik bir gözle takrar ele almayalım? entellektüel bir duygulanımsallığın pekiştirici gücüne niye müracaat etmeyelim? o halde ilk işimiz, klasik temsil teorilerinden olmayan bir entelektüel görü farz etmek olmalı.bu görünün mahareti, fenomenal olmayanı, fenomenalize etmek, ve onu seyretmek olarak belirlenmeli. işte transandantal ben'in motivasyonlarından biri...

farketmeksizin farketmekten ya da bilmeksizin bilmekten bahsettiğimizde, saçma sapan ifadelerin ötesine geçemeyiz. elimizde, en fazla buradaki bilincin açık'tan ziyade bulanık olduğuna ilişkin bir izlenim kalır. "farketmiyoruz" diyene, "yo hayır aslında farkediyoruz ama farketmeden farkediyoruz" diye cevap verilir."farkediyoruz" diyene, "yo hayır tam olarak öyle değil, çünkü farkerken farketmiyoruz da aslında" denir. bu söylenenleri, şairane bir retorikten başka nasıl değerlendirebiliriz anlamıyorum.

önemli bir şey daha; şizofreni ile transandantal ben arasında garip bir ilişki vardır. benlik parçalanması, çoklu benlik teması üzerinden okursak, bir manada transandantal ben, şizofrenik bir durumdur.çünkü onun sayesinde benlerin sayısı artar, benin birliği yarılır. ama başka bir taraftan bakarsanız, bu yarılma özdeşliği kurmak adınadır. ben kendime başka oluyorum. ve diyorum ki "değişiyorum".alın işte "oluş" budur. tutarsızlıklarımı yakalayıp parçalandığımı seziyorum, ama alın işte, tam da bu noktada, artık bir bütün değil miyim? beni izleyen bir ben daha var bende.tüm olumsallığımı birlik içinde tutuyor.beni kendine özdeş, bir organizma olarak -varlıktan farklı bir mode geçtiği yerden(daha doğrusu, yer-olmayandan) seyrediyor.

şimdi başka bir şizofren tipi daha tarif etmeyi deneyeceğim.bu kişi, noktasal anlarda yaşıyor, zaman onun için akmıyor.çünkü akış bir ardışıklık değildir.zamanın dinamik seyri, kendinde bir özdeşlik imkanını barındırır. bir genleşme gibi. musluktan taşan suyun, zeminde yılansı patikalar açarak, adeta bir kuyruk gibi uzadıkça uzayarak yayılması gibi.böylece o bütünlük korunur akışta.ama bahsettiğimiz şizofren mutlak ânlarda varoluyor ancak. bir ândan diğerine, hiçbir sürekliliği kuramadığını düşünelim.ampirik varoluşu, her yeni ânda, onu başka bir benlik olarak yeniden vaazediyor.ve kendisi, bu değişen benlikleri takip ederek onların bütünlüğünü kuran bir başka bene sahip değil asla.kısacası bu kişi "ben değiştim" diyemiyor.ona sorarsanız hep aynı kalmakta.

bu söylediklerime son bir itiraz daha gelebilir elbette; genetik fenomenoloji algının, ve dünyasal varoluşumuzun hiç de ampirik teorilerdeki gibi kesik kesik olmadığını, ontolojik bir düzen ve motivasyon ilişkisi içinde, ta baştan itibaren bir süreklilik ihtiva ettiğini göstermedi mi? "motivasyon" mefhumunun yalnızca öznenin içselliğine has bir terim değil, ama daha da fazlası, yani ontolojik bir korelasyonun açığa çıkma tarzı olduğunu anlaşılır kılmadı mı?

pek yerinde bir itirazdır bu. doğal tavrımızı, yeniden düşünmeyi öneren düşünürlerin itirazıdır ayrıca. kabul, doğal dünya, tam olarak husserl'in düşündüğü gibi teorik nesnelerin toplamı değildir. yaşadığım dünyadır.nesneleştirmeden kullandığım şeylerin dünyasıdır.çevremdir.ama çevremi örgütleyen toplumsal ilişkiler ne kadar pür ve otantiktir orası tartışmalı. ne ölçüde teorize edilmemiştir hayatım? bir düşünürsek, heidegger'in niye geç döneminde teknoloji eleştirisi yaptığını daha iyi anlarız bu örnek ışığında. çevremizle ilişkimizi, bizim yerimize, teoretize eder çünkü teknoloji..ama sorarım size, günümüzde doğal çevremiz haline gelmemiş midir bu teknolojik dünya? bir bakıma şeyleri, onları kullanmadan önce bilmekte değil miyim artık? örneğin soğuktan beni koruyan bir palto değil, ama ince ve kullanışsız da olsa şu ünlü markanın amblemini üzerinde taşıyan nesne-palto değil midir gereksindiğim?

doğal tavır, ona nasıl bakarsak bakalım, hala bir parça teorikir. üstelik öyle olmasa bile, fink'in terimiyle dünyaya esir düşmüş, ona gömülmüş ve körleşmişimdir(weltbefangenheit). kendisini garip ve komik gösteren tikinden vazgeçmeye çalıştığı halde kurtulamayan biri, nasıl ki o otomatik hareketi yapmaya gene başlamişsa, ve etraftan biri uyarmasa, farkında bile olmadığı o hareketin esaretinden kurtulamayacağı malumsa, doğal tavrı ilk yakaladığımız anda da, onun içine gömülmüş ve körü körüne ona dalmışlığımızdan sıyrılmışızdır artık. ama bu sıyrılma durumunda, ben yarılmış da olmuyor muyum böylelikle? bir taraftan kendimi bu yarılmada, dünyaya gömülmüş bir ben, öbür taraftan da dünyaya gömülmüşlüğümü seyreden ben olarak ele almıyor muyum? diyeceksiniz ki, tamam da şimdi bu benleri ayrı ayrı ele aldığını söylerken, bunu dillendiren bir ben daha vardır.ve onu da diğerleri gibi ayrı ele alırsan, bu, bir başka ben yoluyla mümkün olacaktır ancak.. peki sonsuzca geriye gidiş paradoksuna yolaçmaz mı bu? hayır, açmayabilir.çünkü ne demiştik en başta? transadantal ben meondur.varlık zincirinin bir halkasi gibi ele alınıp nesneleştirilemez.bununla birlikte formel de değildir. biz ancak ontik şeyleri zamansal ardışıklıkta düşünebiliriz. yani, olan şeyleri... yoksunluk olmayan, radikal bir meon ise ontik birşey değildir. o yüzden transandantal benin, kendi ikizini, yani dünyadaki ampirik beni seyredişi zamanda olup bitmez, o zamandan modal açıdan farklıdır. öyle bir fark ki bu, aynı zamanda ampirik benle aynılığı da içerir ayrıksı bir biçimde. özdeşlik içinde bir farktır bu. to on ve to meon arasında modal bir fark vardır sadece. ama gene de uzlaştırılamaz bir farktır bu.transandantal ben ile dünyadaki ben hala aynı bendir. ama muazzam bir kopuş gerçekleşmiştir çoktan. varlıkta varlıksal-olmayan kendini göstermiştir. tıpkı heidegger'deki ontik ile ontolojik olan ayrımı, olan ile olma ayrımı, olmanın ontik bir varlığın fenomenal yapısına sahip olmayışı, bu anlamda, görüsel donasyonunun olmayışı gibi düşünülmelidir transandantal beninin transandantalliği de.fakat heidegger aşkınlığı dünya üzerinde düşünmeyi, yani yatay ve ufuksal düşünmeyi yeğlemiştir herhalükarda.ufuklar nasıl kurulmuştur sorusunu sormayı geri çevirmiştir.zira ona göre zaten ufuk kendi kendini kurmaktadır. zaman zamansal olan herşeyi kendinden salgılamaktadır adeta , başka bir deyişle, zaman zamansallar(die zeit zeitigt). ..ama diyor fink, zaman zamansallarsa, zamanda olan ile zamanı aynı kefeye koymuş olmaz mıyız? zamanda olan ile zamansallığın kendisi arasındaki fark, ontik ile ontolojik olan arasındaki farkla analojik bir biçmide değerlendirilmelidir. ontolojik fark kadar önemli bir meontolojik fark da vardır. madem olma, nesneleştirilemez, heidegger'in varlığı ontik olanla karıştırılmamalı.bunu kimi zaman heidegger bile yapmaktadır ne var ki. peki böyle bakarsak varlığın kendisi nasıl dünyasal olur? olmanın aşkınlığının hareketi, ontik bir şekilde ele alınmadığı sürece ufukta yer alamaz..ufuğun kendisi bir ufukta değildir.dünya dünyada bulunmaz. başka bir deyişle olmanın özü, ontik olmasa bile ontikleştirilebilir her varlığın, yani tam olarak dünyadaki varlığın ötesindedir(epekeina tes ousias)

Tadzio

tarihinde Rexino tarafından düzenlendi
Link to post
Sitelerde Paylaş
  • 3 weeks later...
  • Konuyu Görüntüleyenler   0 kullanıcı

    Sayfayı görüntüleyen kayıtlı kullanıcı bulunmuyor.

×
×
  • Yeni Oluştur...