Jump to content

Tarih ve Arkeoloji yazıları


Recommended Posts

Biraz da önceki yazıda sözünü ettiğimiz Süleyman Çelebi ve Musa Çelebi'ye bakalım, kısaca kendilerinden bahsedelim.

Her ikisi de Yıldırım Beyazıt'ın çocuğudur. Kendilerinden başka tam 10 tane daha erkek kardeşleri vardır. Tarihi kayıtlarda ikisi için de ayrıntılı bilgi bulunmamaktadır. Çelebi lakabı verildiğine göre, talim terbiye görmüş, okumuş yazmış oldukları düşünülmektedir, ama ne yazık ki fetret dönemine mensup olduklarından, diğer padişahlarda bulabildiğimiz ayrıntıları bu ikisi için bulamıyoruz.

Yıldırım Beyazıt, Timur ile Ankara'da savaşırken, Süleyman Çelebi de babası ile beraber savaşmakta, bir birliğe komuta etmektedir. Savaş sırasında Timur'un baskısına direnememiş ve geri çekilmiştir. Geri çekilmesi yüzünden Yıldırım Beyazıt'ın direnci düşmüş, Timur tarafından perişan edilip esir alınmıştır. Durumu gören Süleyman Çelebi babasını orada bırakıp, dönemin ünlü veziri Çandarlı Ali Paşa ile önce Bursa'ya uğramış daha sonra Trakya'ya kaçmıştır. Tarihçiler Bursa'ya uğramasının nedenini Osmanlı hazinesini almak olduğunu söyleseler de gerçek neden bilinmemektedir.

Süleyman Çelebi Trakya'ya geçtikten sonra onu takip eden Timur Bursa'ya girer, şehri yakıp yıkar. Takibi sürdüren Timur Süleyman Çelebi'nin Venedik ve Geneviz gemileriyle karşıya, Gelibolu'ya geçtiğini öğrenir ve müthiş sinirlenir. O sinirle, o dönemler bir Hıristiyan üssü olan İzmir'i kuşatır, bütün Hıristiyanları öldürüp kellelerinden piramitler yapar...

Süleyman Çelebi Rumeli'ye geçtikten sonra Bizans yetkilileri başta olmak üzere Venedik, Genova, Sırp, Rodos şövalyeleri ve diğer bazı Avrupalı ülkelerin liderleriyle görüşür, ya elindeki hazineleri saçar ya da bir çok taviz ve toprak vererek Osmanlı padişahı olduğunu onaylattırır. Ama ortalık karışıktır, Osmanlının bir başı kıçı yoktur, üstelik diğer erkek kardeşler de saltanattan pay istemektedirler. Birbirleriyle savaşmaya başlarlar, kim kimi bulursa yok etmeye başlar.

Süleyman Çelebi ordusuyla tekrar Anadolu'ya geçerek Bursa'yı ele geçirmiştir. İçkiye, eğlenceye ve kadına düşkündür. Bursa da işi gücü bırakıp kendini eğlenceye kaptırır. Bu sıra Rumeli'deki beyler Süleyman Çelebi'nin Anadoluya önem vermesi nedeniyle desteklerini çekerler. Durumu görüp bundan pay çıkartmayı düşünen Musa Çelebi Eflak üzerinden Rumeli'ye geçer. Beyleri de arkasına alarak güçlenir. Durumu öğrenen Süleyman Çelebi Bizans'a gider ve hangi tavizi verdiyse (ki bilinmez) Bizans'ın desteğini alır. Bu destekle birlikte Musa Çelebi'nin üzerine gider ve savaşı kazanır.

Süleyman Çelebi savaşı kazanmıştır, o halde Trakya'da alemlere, içki muhabbetlerine kaldığı yerden devam edebilir. Öyle de yapmış, günlerini vur patlasın, çal oynasın geçirmeye başlamıştır. Ama bir yandan da iyice güç kaybetmeye, itibarını yitirmeye başlamıştır. Kendisine destek verenler artık kardeşi Musa Çelebi ile birleşmektedir. Durumun vehameti kendisine anlatılsa da, Süleyman Çelebi iplememekte, şarap bardaklarını peş peşe devirmektedir. En sonunda bir hamamda alem yaparken kendisine kardeşinin geldiğini söylediler, nihayet durumun tehlikesini anladı ve atına atlayıp İstanbul'a Bizans'tan yardım istemeye koşturdu. Fakat Musa Çelebi yol üzerindeki köylere haber salmış, kardeşini yakalayıp öldürenlere kese kese altın vereceğini söylemiştir. Köylüler Süleyman Çelebi'yi yakalayıp kellesini keserler, kesik kelleyi Edirne'ye, Musa çelebi'ye gönderirler. Kesik baş Bursa'ya gönderilir, babası Beyazıt'ın yanına defnedilir.

Eski Türk geleneklerine göre Sultanlar ve onların soyundan gelenlerin kanları akıtılamaz, bu büyük bir suçtur. Onlar ancak kanları akıtılmadan boğularak ya da asılarak öldürülebilirler. Köylüler bu kurala uymayarak büyük bir hata yapmışlardır, bedelini de ağır öderler. Tüm köy Musa Çelebi'nin emriyle kılıçtan geçirilmiş, köyde yaşayanların soyu kurutulmuştur.

Link to post
Sitelerde Paylaş
  • İleti 82
  • Created
  • Son yanıt

Top Posters In This Topic

Süleyman Çelebi'den söz ettik, şimdi de çok kısa bir şekilde Musa Çelebi'yi anlatalım.

Musa Çelebi Kardeşi Süleyman Çelebi'yi öldürdükten sonra 1411'de Edirne'de sultanlığını ilan etti ve kendi sikkelerini bastırdı. Süleyman Çelebi'den daha aktif bir padişahlık sürmüş, Venedikle ticari ilişkilere girmiş, başsız olunan dönemlerde Sırp'ların aldıkları toprakları geri almıştır. Süleyman Çelebi'nin padişahlığını onaylatmak için Bizans'lılara rüşvet olarak verdiği Selanik'i ve Teselya bölgesini geri aldı. Bununla da yetinmeyen Musa Çelebi İstanbul'u kuşatma altına aldı, cılız donanması ve zayıf askeri gücü ile başarısız olsa da, Bizans'ın canını sıkmakta başarılı oldu.

Bu esnada Musa Çelebi'nin kardeşi Mehmet Çelebi de Bursa'yı ele geçirmiş, o da kendince bir padişahlık kurmuştu. Musa Çelebi'nin Bizans'a karşı yaptıklarına bozulan Bizans İmparatoru Manuel, Musa Çelebi'ye artık bir dur deme zamanı geldiğine karar verdi. Bursa'ya bir elçi gönderip Musa Çelebi'yi alaşağı etmesi için Mehmet Çelebi'ye destek sözü vererek gaza getirdi. Bunun üzerine Mehmet Çelebi Trakya'ya geçerek Bizans ve Sırp kralının verdiği destekle Musa Çelebi'ye saldırdı, ama başarısız oldu. Yılmadı, bir kaç ay sonra yeniden saldırdı, yine başarısız oldu. Musa Çelebi pek sevilen bir padişah değildi, oldukça despot ve çevresine kötü davranan biriydi. Bu nedenle zayıf düşmeye ve ihanetlerle karşılaşmaya başladı. Mehmet Çelebi yeniden güç toplayıp bir kere daha Musa Çelebi üzerine geldi ve bu sefer Musa Çelebi'yi mağlup etti. Yanındaki küçük birlikle kaçan Musa Çelebi uzun süre kardeşine yakalanmadı. Nihayet Mehmet Çelebi'nin askerleri Musa Çelebi'yi Bulgaristan'da kıstırdılar, direnen ve ağır yaralanan Musa Çelebi'yi hemen orada boğup cesedini Edirne'ye getirdiler. Naaşı Babasının yanına gömüldü.

Musa Çelebi, dönemin önemli şahsiyetlerinden olan Simavnalı Şeyh Bedrettin'i Kazasker olarak atamıştır. Ama kısa süren padişahlığından sonra (1411-1413) aykırı bulunan fikirleri nedeniyle Şeyh Bedrettin sürgüne yollanır. Bedrettin sürgündeyken Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal isyanları patlar. Her iki isyan da kanlı bastırılır ve fatura "her ikisi de Bedrettin'in mürididir" denilerek Şeyh Bedrettin'e çıkartılır. Gerçek nedir bilinmez, ama bütün askerler Bedrettin'in üzerine yollanır. Çaresiz kalan Şeyh Bedrettin bir süre direnir, ama daha sonra yakalanır ve idam edilir. Şeyh Bedrettin isyanını uzun uzun yazmamız mümkün değil, ama bilmeyenlerin bu konuda yazılmış onlarca kitaptan birini alıp okumalarını şiddetle öneriyorum.

Link to post
Sitelerde Paylaş

1946 yılında çok partili sisteme geçilmiştir. Çok partili döneme geçilirken seçimlerde çoğunluk esasına dayanan seçim sistemi benimsenmiştir. Bir kaç değişik uygulaması olan, çoğunluk esasına dayanan ve son derece adaletsiz olan bu sistem kısaca şu şekilde çalışır; ülke dar seçim bölgelerine bölünür, her bölge bir milletvekili çıkartır, çoğunluk oyu hangi parti alırsa milletvekilini o kazanır. Partilerin oylarının hemen hemen birbiriyle aynı olması neticeyi değiştirmez; sayısal üstünlüğü elde eden parti milletvekilini çıkartır, diğer partinin aldığı oylar doğrudan çöpe gider. Bu sistemde küçük partilerin mecliste temsil hakkı kazanması imkansızdır, sadece en yüksek oyu alan parti meclise girebilir. Örneğin 1954 seçimlerinde oyların yüzde 57'sini alan DP, 541 milletvekilliğinin 503'ünü almıştır. Sistem bugünkü yüzde onluk baraja bile rahmet okutacak kadar adaletsizdir, ama Türkiye'de uygulanmıştır.

Bu sistemle gayet kolay milletvekili çıkartabilen DP iktidar sarhoşluğuna kapılmış, akla gelmedik düzenlemeler ve baskılar uygulayarak Türkiye'ye tam bir faşizm dönemi yaşatmıştır. İktidara gelir gelmez onlarca antidemokratik yasa çıkartmış, kimseye danışmaya, fikir alışverişine (tıpkı günümüzde de aynı tarzı uygulayan AKP gibi) gerek görmemiştir. Gazetelere ağır sansür uygulanmış, beğenilmeyen yazıların basılması talimatla engellenmiştir. Radyodan propoganda yapılması muhalefete yasaklanmış, açıkça "muhalefetin rodyodan yararlanmak gibi bir hakkı yoktur" denilmiştir.

DP'nin yaptığı, kendi başını da yiyen rezillikleri tek tek sıralamak sayfalar doldurur, merak edenler araştırırsa hepsine ulaşabilir, ama burada sadece fütursuzluklarına ilginç bir örnek vereceğim. 1954 seçimlerinde DP iki vilayette birinci olamadı, bunlar Malatya ve Kırşehir idi. Bu duruma bozulan DP yönetimi bu iki vilayeti cezalandırma yoluna gitti. Malatya ikiye bölündü yarısı Adıyaman ismiyle Vilayet yapıldı. Kırşehir'in cezası ise daha sertti; "bölgede Nevşehir vilayeti tesis edileceğinden, ikinci bir vilayete gerek yoktur" şeklinde abuk bir açıklama ile Niğde iline bağlı bir ilçe olan Nevşehir vilayet yapıldı, vilayet olan Kırşehir ilçe durumuna düşürülüp Nevşehir'e bağlandı.

Link to post
Sitelerde Paylaş

Philadelphia nerededir desem, çoğunuz ABD'nin Pensilvanya eyaletindeki bir şehir olduğunu söylersiniz. Evet o da Philadelphia'dır, ama o kopyadır, işin doğrusu ilk ve gerçek Philadelphia Anadolu'dadır. Philadelphia, Manisa iline bağlı bir ilçe olan Alaşehir'in antik adıdır.

Philadelphia, Bergama kıralı 2.Attalos tarafından MÖ 150'li yıllarda bir kültür şehri olarak kurulmuştur. Attalos kendinden önce kral olan kardeşini çok sevdiğinden bu şehre "kardeş sevgisi" anlamına gelen Philadelphia adını vermiştir. Bu sevgiye ithafen kesilen sikkelerde de bu iki kardesin yüzlerinin kabartmaları kullanılmıştır.

Philadelphia, Gediz nehrinin bir kolu olan Alaşehir çayının geçtiği geniş Alaşehir ovası üzerine kurulmuştur. Alüvyonların taşındığı bu ova tarıma elverişli, verimli bir ovadır. Ova üzüm yetiştirmeye uygun bir ortama sahip olduğundan, Philadelphia'da üzüm yetiştirilmiş, ünlü şaraplar üretilmiştir. Bugün de Alaşehir'de hala geniş üzüm bağları bulunmaktadır.

Philadelphia, Bergama kırallığından sonra Lidya idaresine, daha sonra Yunan ve takiben Roma yönetimine geçmiştir. Philadelphia'nın bulunduğu bölge depremselliği yüksek bir bölgedir. Roma yönetimindeyken, MS17'de kayda geçen büyük depremde çevredeki pek çok antik kent gibi Philadelphia da yıkılmış, fakat Roma imparatoru Tiberius tarafından yeniden inşa edilmiştir. Tiberius inşadan sonra şehrin adını Neocaesaria olarak değiştirmiştir. Yıllar sonra başka bir imparator tarafından bir kere daha isim değişikliğine uğramış ve adı Filavya yapılmıştır. Bizans döneminde aynı zamanda bir askeri üs haline getirilen şehir Arap saldırılarına uğramış, bir kaç kere daha yıkılıp yeniden inşa edilmiştir. En sonunda 1391 yılında Yıldırım Beyazıt tarafından alınmış ve Osmanlı topraklarına dahil edilmiştir. Yıldırım Beyazıt şehrin adını Alaşehir olarak değiştirmiş ve ismi artık o şekilde kalmıştır.

Philadelphia'yı asıl önemli kılan, tümü Anadolu'da bulunan, vahiy almış ve isimleri İncil'de geçen (Yuhanna'nın Vahiyleri) 7 kiliseden birinin Philadelphia'da olmasıdır. Kilisenin adı Sn Jean kilisesidir ve havarilerden Ioannes adına yapılmıştır. Yedi kilisenin tamamı Hıristiyanların kutsal saydıkları mekanlardır ve hac ziyaretlerine dahildirler. (Diğer altı kilise ise şu antik kentlerdedir: Smyrna, Pergamon, Thyatira, Sardes, Laodicia ve Ephesus)

Link to post
Sitelerde Paylaş

Biraz da önceki yazıda sözünü ettiğimiz Süleyman Çelebi ve Musa Çelebi'ye bakalım, kısaca kendilerinden bahsedelim.

İsa Çelebi ve hatta Düzmece Mustafa'dan da söz etsen iyi olurdu.

https://tr.wikipedia.org/wiki/%C4%B0sa_%C3%87elebi

https://tr.wikipedia.org/wiki/Mustafa_%C3%87elebi_(I._Bayezid'in_o%C4%9Flu)

Link to post
Sitelerde Paylaş

Yok sayılan ve az bilinen bu iki padişahtan daha önce bahsettiğim için kısaca değinmeyi istedim. Yoksa amacım Osmanlı tarihini yazmak değil. Zaten buna zamanım da yetmez. Ayrıca bu Çelebi kardeşlerin toplam 12 erkek kardeş olduklarını yukarıda yazdım, hepsini tek tek anlatmak hem mümkün değil, hem de tarih sevmeyen bir toplumun fertleri için boşa yazmaktan başka bir anlam taşımaz.

Burada daha çok bilinmeyenleri, az bilinenleri ve ilginç olan tarihi bilgileri, özetin özeti halinde yazmaya çalışıyorum.

Link to post
Sitelerde Paylaş

Osmanlı imparatorluğu Birinci dünya savaşını kaybetmiş, itilaf devletleriyle Mondros anlaşmasını imzalamıştı. Mondros'tan sonra düşman kuvvetleri her an başkenti işgal edebilirler, savaş boyunca İmparatorluğu yöneten İttihat ve terakki liderlerinden hesap sorabilirlerdi. Hatta işkenceler, idamlar, sürgün veya benzeri uygulamalarla da karşılaşabilirlerdi. O halde düşman gelmeden, bu durumlarla karşılaşmamak için memleketten tüymek lazımdı. İttihat Terakki liderlerinin ihtirasları yüzünden memleket batmış, milyonlarca kilometrekare toprak kaybedilmiş, yüzbinlerce vatan çocuğu bile bile ölüme yollanmış, halk sefalet içinde inim inim inlemiş, şimdi de esaret altında inleyecekmiş, kimin umurunda? Gelinen şu noktada, delikanlı gibi hesap vermek veya ülkeyi kurtarmak için mücadele içine girmek yerine, bu neticenin birinci dereceden sorumlularının götü kurtarmaları daha önemliydi. Üstelik işgalcilerden sıyırsalar bile, vatana vermeleri gereken hesap ortada duruyordu. Her koşulda ülkeden tüymeleri gerekiyordu ve tüydüler.

Bu nadide aslanların memleketten tüymelerine yönelik hikayeler muhtelif olsa, bazı ayrıntılarda çelişki bulunsa da temelde birbirine benzer. İttihat Terakki liderleri 7 ya da 8 Kasım 1918 gecesi Boğaz kıyısında demirli, U-67 ismiyle kayıtlı bir Alman denizaltısına doluşup, memleketi başına sardıkları belayla yalnız bırakarak arkalarına bakmadan kaçtılar.

U-67'ye binen İttihat ve Terakki liderleri Talat Paşa, Enver Paşa, Cemal Paşa, Beyrut Valisi Azmi, Eski polis müdürü Bedri, Dr. Nazım, Dr. Bahattin Şekir ve Cemal Azmi'dir. Talat Paşa denizaltı'ya binmeden önce Arnavutköy'de yalısı olan bir arkadaşının evine geldi. Elinde içi belgelerle dolu kocaman bir valiz vardı. Bu valizdeki İttihat ve Terakki'ye ait önemli belgeler, evin ocağında yakılarak imha edildi. Diğer bazı kaynaklar bu valizin dışında diğer pek çok önemli belgenin de ayrıca imha edildiğini nakleder, çünkü İttihat Terakki dönemine ait evrakların bir bavuldan çok daha fazla olması gerekmektedir. Gerçekten de İttihat Terakki dönemine ait, ıvır zıvır evraklar dışında kalan önemli hiç bir evrak devlet arşivlerinde mevcut değildir. Olması gereken evraklar olmadığından, İttihat Terakki döneminde işlenilen suçların toplamı da bilinmemektedir.

Bu gürühun İstanbul'dan kaçarken hazineyi de boşalttıkları yönünde bilgiler vardır. Nakledilen bu bilgilere göre kaçaklar 40.000 altın gibi büyük miktarda bir parayı yanlarında götürmüşlerdir. Bu konuda kesin bir bilgi ve belge yoktur, ama Falih Rıfkı Atay, Cemal Paşa'nın bir konuşmada "Enver Paşa elindeki 40.000 altından biraz bana, biraz da Talat Paşa'ya verdi" dediğini aktarır. Hiç bir kayıt, hiç bir belge olmadığından gerçeği bilemeyeceğiz, ama kesin olan şu ki, sonu ne olacağı belli olmayan bu maceraya hiç biri cebi boş olarak gitmemiştir.

U-67 yağmurlu bir gecede, sessizce Karadeniz'e açıldı. Yaklaşık bir gün sonra Kırım'da, Sivastopol yakınlarındaki Evpatorya limanına vardı. Almanlar savaşı kaybetmiş olsalar da, henüz işgal ettikleri Evpatorya'yı terk etmemişlerdi. Bir gece Evpatorya'da (Türkçe adı Gözleve) otelde kaldılar, ertesi gün bir Alman askeri treni ile Berlin'e doğru hareket ettiler. Yola 8 kişi değil, 7 kişi devam ettiler. Çünkü otelde kaldıkları gece Enver Paşa gizlice otelden ayrılmış, başına türlü işler açacak başka bir maceranın peşine düşmüştü. Sabah kendisini epeyce arayıp sordular, ama bulamadılar, mecburen kalanlar yola devam etti.

Alman denizaltısıyla kaçan bu güruhtan Dr.Nazım dışında hiç biri vatana geri dönemedi. Enver Paşa yalın kılıç Sovyet mitralyözüne saldırırken biçildi, diğerleri ise Ermeni tetikçilerin kurşunlarıyla öldürüldü. Dr.Nazım ise 1926 yılında İzmir suikastından yargılandı, suçlu bulunup idam edildi.

(Not: denizaltıyla kaçan kişiler içinde bulunan eski polis müdürü Bedri ve Cemal Azmi son derece rezil insanlardır. Hikayeleri insanı çileden çıkarır. Ne yazık ki bu kişiler İttihat Terakki güruhunun lider kadrosundadır ve hep kollanmışlardır. Tarbzon valiliği de yapmış olan Cemal Azmi'nin yediği haltlar, özellikle Ermeni kızlarına yaptıkları son derece iğrençtir. Zaten bu şerefsizin lakabı da Ermeni kasabıdır. Bu aşşağılık herif Berlin'de hak ettiği gibi Ermeni kurşunuyla gebertilmiştir. Merak edenler bu iğrenç insanların hikayelerine ulaşabilirler...Ama inanın değmez...)

Link to post
Sitelerde Paylaş

Bu gürühun İstanbul'dan kaçarken hazineyi de boşalttıkları yönünde bilgiler vardır. Nakledilen bu bilgilere göre kaçaklar 40.000 altın gibi büyük miktarda bir parayı yanlarında götürmüşlerdir. Bu konuda kesin bir bilgi ve belge yoktur, ama Falih Rıfkı Atay, Cemal Paşa'nın bir konuşmada "Enver Paşa elindeki 40.000 altından biraz bana, biraz da Talat Paşa'ya verdi" dediğini aktarır. Hiç bir kayıt, hiç bir belge olmadığından gerçeği bilemeyeceğiz, ama kesin olan şu ki, sonu ne olacağı belli olmayan bu maceraya hiç biri cebi boş olarak gitmemiştir.

cebimiz boşken - sokağa bile çıkamıyoruz....bunlar ta bilmem nerelere kaçıyorlar....ceplerinin boş olduğunu düşünmek saflık olurdu zaten...

günümüzde de olası bir sıkıntıda yahut işgalde, birileri kaçacak olursa ne olur acaba ? yine o zamanlardaki gibi ellerini kollarını sallayıp cepler dolu kaçar giderler mi ? - yoksa bi şekilde engellenir yahut yakalanırlar mı ? paralar vs. geri alınabilir mi ?

Link to post
Sitelerde Paylaş

Bu seviyeye gelmişse ve eğer alnı da ak değilse, hiç bir insan geleceğini garanti altına almamak gibi bir kerizlik yapmaz. 6-7 yıl kadar önce İngiliz istihbarat teşkilatı MI5 yüz yıllık belgeleri açıklamış, bu belgelere göre Enver Paşa'nın Osmanlı İmparatorluğunu savaşa sokması karşılığında MI5'ten rüşvet verildiği söylenmişti. Gerçeği bilemeyiz ama, güce sahip insanların gücünü para karşılığında satmış olmaları sürpriz sayılmamalıdır. Hatırlarsanız Wiki leaks bir kaç yıl önce Tayyib'in İsviçre bankalarında 8 adet hesabı olduğunu iddia etmiş, muhterem bu işe pek kızmıştı. Ama ben bu hesapların doğru olduğu kanısındayım. Eve götürdükleri sıfırlaya sıfırlaya bitmiyor, en iyisi direk bankaya yatırmak değil mi?

Link to post
Sitelerde Paylaş

Bu seviyeye gelmişse ve eğer alnı da ak değilse, hiç bir insan geleceğini garanti altına almamak gibi bir kerizlik yapmaz. 6-7 yıl kadar önce İngiliz istihbarat teşkilatı MI5 yüz yıllık belgeleri açıklamış, bu belgelere göre Enver Paşa'nın Osmanlı İmparatorluğunu savaşa sokması karşılığında MI5'ten rüşvet verildiği söylenmişti. Gerçeği bilemeyiz ama, güce sahip insanların gücünü para karşılığında satmış olmaları sürpriz sayılmamalıdır. Hatırlarsanız Wiki leaks bir kaç yıl önce Tayyib'in İsviçre bankalarında 8 adet hesabı olduğunu iddia etmiş, muhterem bu işe pek kızmıştı. Ama ben bu hesapların doğru olduğu kanısındayım. Eve götürdükleri sıfırlaya sıfırlaya bitmiyor, en iyisi direk bankaya yatırmak değil mi?

yani doğru söylüyorsun....

desene gene olan halka olacak....yapan edenin yanına kar kalacak...

aah ah nerde zamanının ATTİLA ları...ROMAYA sığınan hainlerini topluca iade ettirmiş....sınırda da anında ÇARMIHA gerdirmişti.....hem de roma yetkililerinin gözü önünde...

gerçi onları sevmez bu halk....ne de olsa müslüman değil onlar !!!

Link to post
Sitelerde Paylaş

Geçmiş yazılardan birinde 3. Murat'ı anlatmıştım. Hani şu uçkuruna düşkün, gözü kadından kızdan başka bir şey görmeyen, saltanatı süresince haremden dışarı çıkmamış ve nihayetinde kendisini selamlamak için patlatılan kuru sıkı topun korkusu yüzünden ödü bokuna karışarak ölen 3.Murat... Hah şimdi bu 3. Murat öldükten sonra yerine gelen oğlunun hikayesini anlatacağım.

3.Murat'ın gözdesi Venedikli Safiye Sultan 3.Murat'ın ölümünü herkesten sır gibi sakladı. Çünkü yerine Manisa valiliği yapan kendi oğlu 3.Mehmet'in geçmesini istiyordu. Oğlu Manisa'dan gelene kadar zaman kazanmalıydı o nedenle 3.Murat'ın öldüğünü sakladı. Bu sırada 3.Mehmet'e haber saldı, haberi alan 3.Mehmet süratle İstanbul'a doğru yola çıktı. Türlü badireler atlattıktan sonra hızlı bir şekilde İstanbul'a varan 3.Mehmet hemen o gün cülusunu yaptı ve babası 3.Murat'ın yerine padişah oldu.

27 Ocak 1595'te 3.Murat'ın cenaze töreninden sonra Fatih'in koyduğu "nizam-ı alem" kuralını işleterek bütün erkek kardeşlerini boğdurdu ve önceden hazırlanmış tabutlara doldurdu. Öldürülen şehzadelerin toplamı tamı tamına 19 idi. Bu 19 cenazenin içinde sadece dört tanesi bıyığı henüz terlemiş geçler diğerleri ise emzirilen bebekler, oyun çocukları ve ana kucağındaki zavallılardı. Hiç birinin gözünün yaşına bakılmadı, analarının kucağından alınıp dilsiz saray cellatları tarafından yay kirişleriyle boğuldu ve dünyada tarihin gördüğü en büyük saltanat katliamı yapıldı. Tüm organizasyonu 3.Mehmet gelmeden önce annesi Safiye Sultan yaptırmış, tabutları bile hazırlatmıştı.

Yaşayan şehzadelerin ölümü Safiye ve oğlu 3.Mehmet'e yetmemişti. Uçkuru düşük babasının geride bıraktığı 10 civarında hamile cariye vardı. Bunların erkek doğruma ihtimalleri olduğundan yok edilmeleri gerekiyordu. Hepsinin ayağına taş bağlanıp kız kulesi önünden denize atılarak yok edildiler. Safiye Sultan muradına ermiş, tüm pürüzleri temizlemişti. Şimdi 3.Murat'ın yüz'ü aşkın kızından kurtulmak gerekiyordu, onları da yeni saraya sürüp kurtuldu. Artık sözünden dışarı çıkmayan, biraz da saf oğlu 3.Mehmet'in padişahlığı sırasında Osmanlı imparatorluğunu canının istediği gibi yönetebilirdi. Yönetti de... Dünya kadar entrika çeviren Safiye Sultan daha sonra bir söylentiye göre, oğlundan sonra yerine geçen torunu 1.Ahmet tarafından zehirlenerek gebertildi...

3.Mehmet annesi Safiye'nin ve çevresindekilerin gazına gelerek kendi öz oğlu Mahmut'u da boğrurup, kardeş katliamlarına bir de oğul katli ilave ederek, yaklaşık 9 yıl saltanattan sonra öldü gitti. Öldüğünde 39 yaşındaydı ve büyük bir ihtimalle eceliyle değil, birilerinin çevirdikleri dalavereyle öldü. Ölümü tarihi kayıtlara, öz oğlunu öldürttükten yaklaşık iki ay sonra öldü şeklinde geçmiştir.

Link to post
Sitelerde Paylaş
  • 3 weeks later...

İlgi görmese de bu başlığa yazmaya devam edeceğim... Bu günlerde aşırı sıcak yazmamı engelliyor, ama hava el vermeye başladığında yine yazmaya devam edeceğim.. Başlığı güncellemezsem, çok kısa sürede arka sayfalara gidip kayboluyor, bulmak için zaman harcıyorum. O nedenle ara sıra güncelleyeceğim, daha sonra bu güncelleme iletilerinin silinmesini isterim...

Link to post
Sitelerde Paylaş

Genç Osman meselesine gireceğim, ama mevzusu uzun... Ne kadar kısaltırsam kısaltayım yine de uzun bir yazı olacak. Uzun yazıları da bizim insanımız sevmiyor, sevmediğinden okumuyor... Bir bakayım, belki bölerek yazar, belki de vazgeçer başka bir konuya atlarım...

Link to post
Sitelerde Paylaş
  • 11 months later...

Yıllarca ülkenin en kudretli üç adamından birisi olan Talat paşa ailesine bir ev bile alamamış. Ölümünden sonra devlet aileye bir ev tahsis etmiş ve şehid aylığı bağlamıştır. Yurt dışına çıkarken de cep saati gibi şahsi eşyalarını rehinciye satmıştır. İttihatçıların diğer kudretli adamı Cemal Paşa Yurt dışında öldürüldüğünde yerde yatan cesedinin ayakkabısı deliktir.

Sadece son sayfaya göz attım. Yazdıklarınızda çok hata var. Hevesli olmanız güzel ama sanırım tek kaynaktan besleniyorsunuz.

 

Link to post
Sitelerde Paylaş

Talat Paşa alçak bir haindir. Koca imparatorluğu mahvedip, batan gemiyi terk eden fareler gibi ülkesinden kaçmıştır. Hangi kaynaktan bakarsanız bakın bu böyledir. Ayakkabısının tabanının delik olması bende ona karşı bir sempati, ya da acıma hissi doğurmaz... Toplamda onun ne olduğuna bakarım...

Ayrıca senin gibi, Talat paşanın ayakkabısının altının delik olduğunu bilmeyi tarih bilmek sananlara mutlaka öğretecek bir şeylerim vardır. Bilmediklerini sorabilirsin, öğretmek bizim görevimiz...

Link to post
Sitelerde Paylaş

4.Murat küçük yaşlardan beri kanlı bir dönem içinde yetişmişti. Yaşı büyük bir şehzade olmadığından, devleti annesi Mahpeyker kösem sultan yönetmiş, o devirde de türlü rezaletlerle kanlı bir dönem yaşanmıştı. Bu kötü dönemde yetişen 4.Murat dönemine uygun bir padişah olmuş, eli kandan kurumamıştı. 18 yaşında tahta geçince ilk iş olarak 3 kardeşini boğdurttu. 4. kardeşi İbrahim'in aklı biraz hafif olduğundan, annesinin de isteği ile onu bağışladı. Ama bir odaya hapsederek dışarı çıkmasını yasakladı.

4. Murat son derece zalim ve hiç sevilmeyen bir kişiydi. Tütün ve içki içmek cezası idam olan yasaklardandı. Gece casuslar evlerin bacalarını koklar, tütün içiliyor mu diye kontrol ederlerdi. Geceleri herkes elinde fenerle dolaşmak zorundaydı, fenersiz yakalananlar da nadiren canlarını kurtarırlardı. Hatta kaynaklar 4. Murat tebdil-i kıyafetle dolaşırken, sokakta elinde fener olmayan bir çocuk yakaladığını, hemen belinden çıkardığı hançerle çocuğu orada katlettiğini aktarırlar.

(Not: 4.Murat'ı bir başka yazıda anlatırız..)

Bu kadar sevimsiz, nefret toplamış bir padişahın uzun süre yaşaması mümkün değildir. Saray da dahil olmak üzere hiç bir yerde sevilmemiş bu şahıs, 1640 yılının Şubat ayında 28 yaşındayken ölmüştür. Her ne kadar tarihçiler içkiden öldü dedilerse de, ölümünün içkiden olmadığı açıktır. Pek çok diğer padişah gibi, 4.Murat da ölümüyle soru işaretleri bırakarak göçüp gitmiştir. Yerine aklı hafif kardeşi İbrahim geçecektir.


-Devam edecek-


 

Link to post
Sitelerde Paylaş
  • 2 weeks later...

4.Murat geberdikten sonra yerine geçecek kimse olmadığından, "devlet ve memleket sultan İbrahim'indir" denilerek harem'de bir odaya kilitli olan İbrahim'e yöneldiler. Kilidi açıp içeri girdiler, ama kendini boğmak için geldiklerini sandığından İbrahim'i odadan çıkartmak mümkün olmadı. İbrahim bir türlü 4.Murat'ın öldüğüne ikna olmuyor, "Murat beni boğdurmak için hile yapıyor, dışarı çıkınca beni boğduracak, ben saltanat-maltanat istemem" diyor dışarı çıkmamak için direniyordu. Dökülen diller fayda etmedi İbrahim dışarı çıkmadı. Daha sonra annesi Kösem Sultan'ı getirdiler, ama İbrahim annesine de inanamadı. Hiç bir şey İbrahim'i ikna edemediğinden koluna girdiler zorla dışarı çıkartıp Murat'ın ölüsünün başına kadar sürüklediler. Murat'ın yüzündeki örtüyü kaldırıp İbrahim'e gösterdiler, ama yine de inanmıyordu. Cesede defalarca baktı uzun uzun seyretti, kardeşini dürütükledi, hatta tahta oturmak için giderken yine geri döndü ve bir daha bakıp tamamen emin oldu.

İbrahim 24 yaşındaydı ve Osmanoğullarında ondan başka erkek kalmamıştı. İbrahim'in hemen bir erkek çocuğu olması gerekiyordu. O nedenle her gece koynuna farklı farklı, hepsi birbirinden güzel kızlar sokuluyor, kızların hamile kalması için sabahlara kadar dua ediliyordu. Bunca çabaya rağmen olmuyordu, kızların hiç biri hamile kalmıyordu.

Bu dönemde kızlarağası Sünbül ağa, padişahın koynuna sokmak üzere cariye pazarından emsalsiz güzellikteki bir gürcü kızını 450 kuruşa alarak hareme getirdi. Adı Zafire olan bu kız güya bakire olarak alınmıştı, ama bir süre sonra hamile olduğu anlaşıldı ve padişahın koynuna sokulamadan doğurup bir erkek çocuk dünyaya getirdi. Çocuğu çok seven Sünbül ağa evlatlık aldı ve adını Osman koydu. Fakat ona hiç kimse Osman demedi, onun adı "Kızlarağasının piçi" oldu.

Zafire'nin hamileliği esnasında cariyelerden Haseki Turhan Sultan da (kaynaklar Turhan Sultan'ın Ukrayna'dan getirilmiş bir cariye olduğunu nakletmekte) İbrahimden hamile kaldı, Osman'ın doğumundan bir süre sonra o da bir erkek çocuk dünyaya getirdi. Saray'da ve İstanbul'da yer yerinden oynadı, üç gün boyunca şölenler düzenlendi. (Bu çocuk daha sonra 19. padişah olarak tahta geçecek olan, Avcı Mehmet lakabıyla bilinen 4.Mehmet'tir.) 

Zafire Mehmet'e süt annelik eder. Padişah mekanına giderken oğlu Osman ile gitmektedir. Nedeni bilinmez, ama İbrahim kendi çocuğunu değil, Zafire'nin oğlu Osman'ı daha çok sevmektedir. Zafire'yi yanına oturtur, Osmanı da kucağına alarak büyük şevkat göstermektedir. Bu durum Turhan Sultan ile Kösem sultan'ın Zafire ve Osman'a nefret duymalarına neden olur. Tabi Zafire'yi sunan Sünbül ağa da aynı nefrete hedef olmaktadır. Bir gün İbrahim saraydaki Revan odasında bulunan havuzun mermerinin kenarına oturmuş Kızlarağasının piçi'ni kucağında severken Turhan sultan odaya gelir. Zafire'ye ağır sözler söyleyip odadan kovar. Zafire çocuğunu da alıp odadan gidince İbrahim aniden öfkelenir ve Turhan sultanın kucağından kendi oğlunu alır ve havuza fırlatır. Mehmet kafasını havuzdaki mermer fıskıyeye çarpar ve sonra havuzun sularına gömülür. İçoğlanlardan biri padişahın gazabını göze alarak havuza atlar ve suya gömülmüş Mehmet'i ölümden kurtarır. Şehzade Mehmet'in kafasında derin bir yarık açılmış, havuzun rengi şehzadenin kanıyla kırmızı bir renk almıştı.

Bu olay üzerine Zafire'nin sarayda kalması artık imkansızdı. Sünbül ağayı ise sarayda yaşatmayacakları açıktı. O nedenle Sünbül ağa Mısır'a gideceğim diye padişahın iznini isteyip görevinden ayrıldı ve süratle sarayı terk etti.

 

-devam edecek-
 

Link to post
Sitelerde Paylaş
On 21.04.2015 at 10:56, Kaunos yazdı:

Bu başlıkta bilinmeyen ya da az bilinen tarihi olayları...

Selçuklu sultanlarının arab ve acem(iranlı) halkların sultanları olduğuna dair yazı içeren- kanıt olan bin küsur yıllık selcuklu anıtı(antalya müzesi), Selcuklu devletinin türk degil irani bir devlet olduguna kanıt mıdır?  Ćok merak ettigim birşey. Osmanlı hanedanının da soyu kayı boyu değil 》》kaynak: Halil Inalcik... 

Link to post
Sitelerde Paylaş
On 29.07.2016 at 10:42, Kaunos said:

 Her ne kadar tarihçiler içkiden öldü dedilerse de, ölümünün içkiden olmadığı açıktır. Pek çok diğer padişah gibi, 4.Murat da ölümüyle soru işaretleri bırakarak göçüp gitmiştir. Yerine aklı hafif kardeşi İbrahim geçecektir.

zehirlenerek öldürüldüğü çok açık. günümüzdeki bilimciler bunu kolayca belirleyebilirler.
ama içkiden öldüğünü söyleyenler de tuhaf söylentiler yaymışlar.

4. murat bu topraklarda içkiyi yasaklıyorum diyormuş
 ama kendisi içkiyi "lehistan toprağı" üzerinde içiyormuş.

yani adam yurtdışından toprak getirtmiş. 
hatta bunun için lehistan'a harp açılmış.:lol:

tarihinde bosyinebos tarafından düzenlendi
Link to post
Sitelerde Paylaş
  • Konuyu Görüntüleyenler   0 kullanıcı

    Sayfayı görüntüleyen kayıtlı kullanıcı bulunmuyor.


Kitap

Yazar Ateistforum'un kurucularındandır. Kitabı edinme seçenekleri için: Kitabı edinme seçenekleri

Ateizmi Anlamak
Aydın Türk
Propaganda Yayınları; / Araştırma
ISBN: 978-0-9879366-7-7


×
×
  • Yeni Oluştur...