Jump to content

Demokrasiye artık inanmıyorum


Recommended Posts

100 yıl öncesinin yönetimini, liderlerini bugünün standartları ile yargılamak yanlış olur.

Bugünün standartlarıyla bakarsanız, Atatürk belki diktatör gibi görünür, ama o zamanın en ileri demokrasileri de günümüzün Tayyip demokrasisi gibi olur zaten. Daha bile beter hatta.

Monarşiden yeni çıkış yapmış bir ülkede ne bekliyordunuz? O zamanın ortamında demokrasiyi bugününkine benzer şekilde uygulamaya kalkarsanız, bu zayıflık gibi görünür, kendi kuyunuzu kazarsınız. Bu ipleri gevşetmek olur, ve daha demokrasinin d'si uygulanamadan biri isyan çıkarır, Padişahlığını ilan eder, vs, daha başlamadan eskiye dönersiniz.

Yapılanların ne maksatla yapıldığına ve neyin amaçlandığına bakmak lazım. Atatürk başından beri Batılı tarzda bir demokrasi kurmak istiyordu ve uğurda uğraştı. Fakat içinde bulunduğu ortam, ve çalışmak zorunda olduğu koşullar malum. O durumdaki birine bugünün merceğinden bakıp diktatör demek sadece yanlış olmaz, haksızlık olur.

Yani haci da, leonardo18 de haklı aslında. Ama odaklandıkları konular farklı.

Link to post
Sitelerde Paylaş
  • İleti 119
  • Created
  • Son yanıt

Top Posters In This Topic

Tekrar başlığın asıl konusuna dönersek, özetle benim dediğim şu:

Demokrasiden geri dönüş yok artık. Hiçbir ülke kalkıp padişahlığa dönmez bu devirde. Günümüzün tehlikesi diktatörlükler ve faşizm. Çünkü bu eğilim hiçbir zaman tamamen ortadan kalkmadı dünyada aslında. Dünyanın geneline bakıp konuşursak yani. Batı ülkelerinde terkedilebildi sadece diktatörlükler. Başka bazı ülkeler ise onlara yaklaşmaya, onlara benzemeye çalıştı sadece. Bunu değişik düzeylerde becerebildiler. Batılılarınki bile ideal bir sistem değil, ve amaçlananı, yani halkın seçim sistemi ile kendi kendini yönetmesi idealini %100 gerçekleştiremedi. Orada da insanların çoğunun hissettiği, tepedeki yönetici kesiminin kendilerinden kopuk olduğu, ve zengileri, ya da belli çıkar gruplarını koruduğu şeklinde. Yani Batı'daki bile işlemiyor, ama dünyanın geri kalanına göre amacına daha fazla yaklaşıyor. Daha ileri yani. Ortada bir düzey farkı sorunu var sadece.

Demokrasinin amacı güzel. Bulduğu yöntem de fena değil. (Seçim sistemi ve temsili demokrasi). Ama bunun istendiği gibi işlemesinin önünde engeller var. Bunların düzeltilmesi lazım. Sistemin bu yönlerde geliştirilmesi lazım.

Bahsedilen tüm unsurların (basın özgürlüğü, azınlığın haklarının korunması, vs) hakkıyla yerine getirilmesinin tek yolu karar verenlerin eğitim düzeyi. Herkese karar verme hakkı veriyorsanız, herkesin bu konularla ilgili en az belli bir asgari eğitim düzeyine ve anlayış düzeyine ulaşmış olması gerekir önce. Platon'un bile dediği gibi, cahil halkla demokrasi olmaz çünkü. Eğer bunu yapamıyorsanız, bu pratik değilse, o zaman tek çıkar yol, bu yapılana kadar karar verme hakkını kısıtlamak, ve sadece bu konudaki ehliyetini kanıtlayanlara vermektir bana göre. Onun için seçmenlik sınav sistemi deyip duruyorum.

Fakat bunun ayrıcalıklı bir seçmen sınıfı oluşturmaması için, ve halkın her kesiminin temsilini tamamen engelleyecek bir durum ortaya çıkarmaması için, çok dikkatli uygulanması gerekir. Her kesimden yeteri eğitimi alıp, gerekli serifikayı kazanabilecek kişilerin çıkacağından emin olmak lazım. Bunu sağlamak lazım. Yani kırsal kesimde yaşayanların, çiftçilerin, vs bile içinden kendilerini seçimlerde temsil edecek kişilerin çıkmasını sağlamak lazım mesela. Orada doğup büyümüş kişi, sırf zihinsel olarak kendini biraz daha fazla geliştirdi diye çıktığı ortamın ihtiyaçlarını, sorunlarını unutacak değil. Sadece, bunlara daha bir eğitimli perspektiften bakacak, bu sorunlara nasıl yaklaşılması gerektiğini ve ne tür çözümlerin uygun olduğunu daha iyi muhakeme edebilecek. Din yoluyla manipüle edilmeye daha dirençli olacak mesela, çıktığı ortamdakilerin çoğuna göre. Ya da kuvvetler ayrılığı prensibini terketmeye niyetli politikacıları daha kolay tespit edebilecek. Daha doğru kararlar verebilecek.

En ideali, buna gerek kalmaması, ve herkesin bu konularda karar vermeye ehliyetlerinin olması elbette. Ama dünya ideal değil. Bu istenen durum kısa vadede mümkün değil. Nüfus kontrol altına alınıp, tüm toplum istenilen düzeyde eğitime sahip olduğunda ancak demokrasi istenen şekilde işleyecek. Bu duruma ulaşılana kadar ise, tek çözüm oy verme hakkını kısıtlamak ve seçmenlik hakkını süzgeçten geçirerek vermek olur bence.

Link to post
Sitelerde Paylaş
4 saat önce, haci yazdı:

Herşeyin bir başlangıcı vardır. Atatürk demokrasiyi başlatmıştır ama şimdiki anlamda bu başlangıç ilkeldir. Demokrasiyi başlatmasına rağmen Atatürk şimdiki anlamda demokratik değildir yani. Bunu da normal karşılamak gerekiyor.

Freud modern psikoloji ve psikiyatrinin babasıdır. Onları başlatmıştır ama, o konularda ileri sürdüğü teorilerinden hiç birinin doğru olmadığı anlaşılmıştır. Freud'un bilimsel yazılarının hepsi fiktiftir. Romandır yani.. Bilimsel değildir.

Başlangıçlar bizi yanıltmasın. Onlar her zaman ilkel ve basittir. Ama bir kavram olarak ileriye dönük oldukları söylenebilir. Atatürk'ün kurduğu demokrasi sadece kavram bazında değerlendirilmelidir. Yaklaşık 100 yıl önce temeli atılan bu demokrasi hala yeterince gelişmemiştir. Atatürk kendi zamanında tam anlamı ile bir diktatör değildi belki. Çünkü o zamanın kavramları farklı anlamlar içeriyor. 100 yıl önce demokrasi ile yönetilen ülkelerin hiç biri şimdiki kadar demokratik değildi. Özgürlük anlayışı farklı idi ve insan hakları yoktu.. Atatürk'ü eleştirirken bu gerçekleri de dikkate almamız gerekiyor.

 

1.Meşrutiyet

2.Meşrutiyet

Kanuni Esasi

Meclis-i Mebusan

Seçim

Siyasi partiler

M.Kemal Atatürk'ten önce de yok muydu?

Vardı.

Hatta bazı şartları onun döneminden çok çok ilerideydi.

Yönetim biçiminin adının "Meşruti monarşi"den "Cumhuriyet" e geçirmekle 

Demokrat olunmuyor.

Olunsaydı.

Bugünkü Küba, Suriye, İran, Çin v.b "cumhuriyet" ile yönetilen ülkeler demokrat olurdu...

İngiltere, İsveç, Japonya, İspanya, Hollanda v.b "monarşi" ile yönetilen ülkeler diktatörlük olurdu.

Kavramlar işin sadece göz boyama kısmıdır.

Yoksa içeriği boş olduktan sonra hiçbir anlam ifade etmez...

Link to post
Sitelerde Paylaş
54 dakika önce, mantik yazdı:

100 yıl öncesinin yönetimini, liderlerini bugünün standartları ile yargılamak yanlış olur.

Bugünün standartlarıyla bakarsanız, Atatürk belki diktatör gibi görünür, ama o zamanın en ileri demokrasileri de günümüzün Tayyip demokrasisi gibi olur zaten. Daha bile beter hatta.

Monarşiden yeni çıkış yapmış bir ülkede ne bekliyordunuz? O zamanın ortamında demokrasiyi bugününkine benzer şekilde uygulamaya kalkarsanız, bu zayıflık gibi görünür, kendi kuyunuzu kazarsınız. Bu ipleri gevşetmek olur, ve daha demokrasinin d'si uygulanamadan biri isyan çıkarır, Padişahlığını ilan eder, vs, daha başlamadan eskiye dönersiniz.

Yapılanların ne maksatla yapıldığına ve neyin amaçlandığına bakmak lazım. Atatürk başından beri Batılı tarzda bir demokrasi kurmak istiyordu ve uğurda uğraştı. Fakat içinde bulunduğu ortam, ve çalışmak zorunda olduğu koşullar malum. O durumdaki birine bugünün merceğinden bakıp diktatör demek sadece yanlış olmaz, haksızlık olur.

Yani haci da, leonardo18 de haklı aslında. Ama odaklandıkları konular farklı.

 

Osmanlı Devleti'nde "Meşruti Monarşi" vardı.

Padişahın yetkileri budanmış, hattı 2. Meşrutiyet ile meclisini bile altında kalmıştı.

Sadece halkın gözünde ve İslam dünyasında teokratik anlamda bir gücü mevcut idi...

Onun haricinden çoğu yetkisi(Sultan Vahdettin Han)'ın maneviydi...

M.Kemal Paşa'dan çok çok az yetkilere sahipti...

Yani uzun lafın kısası, adının "Cumhuriyet" olması onu demokrat yapmaz...

Adının "monarşi" olması onu asla antidemokratik bir rejim yapmaz...

 

Link to post
Sitelerde Paylaş

Evet, Osmanlının son dönemi Meşrutiyet idi. Milletvekili seçimleri bile yapılıyordu. Yani seçimler Cumhuriyet döneminde değil, Osmanlı döneminde başlamıştır.

Ama nasıl olduğuna bir bakalım.

1876'da ilk anayasa Kanun-i Esasi ilan edilmiş ve bu anayasa bir seçim sistemi tanımlamıştı. İki dereceli olması gereken, ve bazı kuralları olan bu seçimler, bu anayasada bahsedilen şekilde yapılmamış, 1877'de yapılan ilk seçimler zaman yetersizliği bahane edilerek, henüz anayasanın şart koştuğu seçim kanunu ortaya çıkarılmadan, birinci derecesi es geçilerek yapılmış, ve belediye meclisi üyelerini seçenler birinci seçmenler sayılmış, böylece ikinci seçmenlerin seçilmesi için zaman kaybedilmemiştir. Böylece ilk milletvekili seçiminde, belediye meclisi üyeleri ikinci seçmen sıfatıyla milletvekili seçilmişler.

Bu seçimde anayasaya aykırı olan birbaşka uygulama da milletvekili sayısının nüfusa göre belirlenmesi şartının es geçilmesiydi.

Yani anlayacağınız, uyduruk bir seçim yapılmış, seçilen meclis ise daha sonra iş bile yapamadan kapatılmış.

1877-78 Osmanlı-Rus savaşını bahane eden  Sultan II. Abdülhamit, Meclis-i Mebusan'ı 30 yıl boyunca tatil etmiş, ve meclis tekrar 1908 yılında açılmıştır.

Abdülhamit bu tatil için birbaşka gerekçe olarak da halkın cahilliğini göstermiş. (Aynen benim de bu başlıkta dediğim türde şeyler yani).

1908 seçimi, anayasaya ve 1877 tarihinde hazırlanmış fakat kanunlaşmamış geçici seçim kanununa göre yapılmış, ve tarihimizin ilk çok partili seçimi sayılır. Çünkü İttihat ve Terakki'nin yanısıra Ahrar Fırkası da katılmış bu seçime. Ama Ahrar Fırkası bu seçimde henüz doğru dürüst teşkilatlanmamış bir durumda olduğundan başarılı olamamış, ve 1 milletvekili hariç, tüm milletvekillerini İttihat ve Terakki çıkarmıştır.

Bu meclis, "hakimiyet-i milliye", yani millet egemenliği için anayasal düzenlemeler yapmış, ve Padişah'ın egemenliği yerine halkın egemenliğini getirmeye çalışmıştır. Ancak, 1910'dan sonra yaşananlar, millet egemenliğinin, parti egemenliğine dönüştüğünü gösteriyor.

Türk demokrasi tarihi açısından 1912 seçimlerine gerçek anlamda çok partili ilk seçim denilebilir. Çünkü 1908 seçimlerine katılan Ahrar, henüz tam olarak teşkilatlanamamış, her yerde seçime katılamamıştır. İttihat ve Terakki karşısında yer alan Hürriyet ve İtilaf Fırkası ise, büyük bir muhalefeti temsil etmekte, 1910 yılından itibaren kurulan partilerin neredeyse tamamını tek çatı altında toplamakta idi. İttihat ve Terakki karşısında güçlü bir konuma gelen Hürriyet ve İtilaf’ın daha fazla güçlenmemesi için 1908 meclisi normal süresinden önce fesih yoluyla kapatılmıştır. Aslında 1911 yılı içinde Meclis-i Mebusan’da “millet egemenliği” adı altında yaşanan iktidar kavgasının incelenmesi bize parti mi-millet mi konusunda çok önemli ipuçları vermektedir. Millet bu olayların farkında bile değildir. Zaten Balkan Savaşı’nın kaybedilmesindeki önemli etkenlerin başında parti kavgaları gelmektedir.

Çok partili ilk seçim olma özelliğinin yanı sıra, ilk erken genel seçim olma özelliğine de sahip olan 1912 seçimleri, tarihte “sopalı seçimler” adıyla da anılır. Seçimlerde sopadan ziyade bazı ince taktikler kullanan iktidar partisi İttihat ve Terakki, muhalefetin meclise girmesine izin vermemiştir.

İttihat ve Terakki Fırkası, her ne kadar tek başına iktidar olsa da, ve meclise muhalefetin girmemesi için büyük çaba sarf etmiş olsa da, bu defa muhalefet meclis dışından özellikle subaylardan gelmiştir. Kendilerine “kurtarıcı subaylar” adını veren Halaskar Zabitan Grubu’nun da etkisiyle 4 yıl için seçildiklerini iddia eden milletvekilleri, meclisin açılışının henüz 3. ayında pes etmişlerdir. 18 Nisan’da açılan Meclis-i Mebusan’daki milletvekilleri, 5 Ağustos tarihinde daha önceki düşüncelerinden vazgeçerek 1908 meclisinin devamı olduklarını iddia ederek sürelerinin sona erdiğini söylemişlerdir. 1912 dönemi siyasi çekişmelerin doruğa çıktığı yıl olmuş, Meclis-i Mebusan’ın kapatılması ve 23 Ocak 1913 hükümet darbesi gibi şeyler yaşanmıştır.

1912 Meclisinin kapatılması üzerine yeni seçimler araya Balkan Savaşlarının girmesi nedeniyle ancak 1914 yılında yapılabilmiştir. Ocak-Nisan 1914 tarihleri arasında yapılan bu seçimlere tek parti İttihat ve Terakki katılmıştır. 23 Ocak hükümet darbesi sonrası iktidarını kuvvetlendiren İttihat ve Terakki, karşısında hiçbir muhalefet bırakmamış, Hürriyet ve İtilaf Fırkası’nı tasfiye etmiştir. Böylece 1914 seçimleri ile demokrasi tarihimizde uzun yıllar sürecek olan “tek partili seçimler” devri başlamıştır. Bu durum 1946 seçimlerine kadar devam edecek, 1946 seçimleri ile yeniden çok partili hayata geçilecektir.

Tabi ondan önce, Atatürk döneminde de var çok partili hayata geçiş denemeleri. Ama fazla sürmemişler. Yine de, onlara da değineyim.

Örneğin, 1924'te Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası kuruldu (1924-1925). TBMM’de Müdafaa-i Hukuk grubunun karşısında yer alan II.Grup önde gelenleri tarafından Cumhuriyet Halk Fırkası’nın uygulamalarına ve yapılan devrimlere karşı oluşturulan bu partinin kurucuları arasında Kurtuluş Savaşı komutanlarından Kazım Karabekir, Rauf Orbay, Ali Fuat Cebesoy, Refet Bele, Adnan Adıvar gibi önemli isimler yer alıyordu. Bu partinin programında yer alan “Partimiz dini inançlara saygılıdır” ilkesi, Cumhuriyet Halk Fırkası’nın dini inançlara saygılı olmadığı anlayışını körüklemiş ve devrimlerden zarar görenlerin ve eski teokratik yapının devam etmesini isteyenlerin bir araya gelerek örgütlendikleri bir partiye dönüşmüştür.

Bunun sonucunda 1925'te Şeyh Sait isyanı çıkmış, ve isyanın bastırılmasının ardından, bu isyana sebep olduğu gerekçesiyle bu parti kapatılmıştır.

Atatürk döneminde daha sonra bir de 1930 yılında çok partili rejime geçiş için bir deneme daha yapılmış, ve Serbest Cumhuriyet Fırkası kurulmuştur. Atatürk bu partinin kurulması için doğrudan harekete geçerek bu sırada Paris Büyükelçisi olarak görev yapan Fethi Okyar’ı serbest Cumhuriyet Fırkası’nın kurmakla görevlendirdi. Rejim karşıtları bu sefer bu parti bünyesinde toplandılar. Önceleri aktivitelerini gizli sürdüren bu kesim, bir süre sonra parti içinde etkin olmaya başladı.  Fethi Okyar'ın yurt gezileri rejim karşıtları tarafından kısa bir süre içinde cumhuriyete ve devrimlere karşı bir gövde gösterisi haline getirilmeye başlandı. Bunun üzerine Fethi Bey, Parti’yi kontrol edemeyince, 18 Aralık 1930’da Partinin kapatıldığını ilan etti.

Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın kapatılmasından sonra iyice denetimden çıkan rejim karşıtları Nakşibendi şeyhlerinden Derviş Mehmet ve arkadaşları tarafından Menemen’de bir isyan çıkardı. (1930, Menemen Olayı). Kubilay'ın şeriatçılar tarafından başının kesildiği olay.

Bu isyan da bastırıldı, ve sorumlular cezalandırıldı. Daha sonra da memleket 1946'ya kadar tekrar çok partili rejime geçmeyi denemedi bile.

Yani anlayacağınız, demokrasi denemeleri gerçekten de Osmanlı döneminde başlamış olsa da, bunun doğru dürüst bir demokrasi olduğu söylenemez. O dönemde başlayan bu eğilim, ve tek partili dönem, Atatürk döneminde, ve sonra İsmet İnönü dönemide de devam etmiş, ve ancak ikinci dünya savaşının bitişinden sonra doğru dürüst çok partili döneme geçilmiş.

Tabi o da bilindiği gibi askeri darbelerle, vs sürekli kesintiye uğradı her 10 yılda bir. Yani bizim millet demokrasiyi doğru dürüst hiç öğrenemedi, hiç hakkıyla ugulayamadı. 1990'lı yıllarda, artık bu işi öğrendik derken, 2000'li yıllarda bu sefer AKP ve Tayyip diktası başa geçti, ve bu yıl yine bir darbe girişimi oldu. Yani anlayacağınız, bu ülkede bu işler hala aynı tas, aynı hamam. Aradan 100 küsur yıl geçmiş, ancak bir arpa boyu yol katetmişiz.

Gerçi haksızlık etmemek lazım, en azından halk artık seçim nedir biliyor. Osmanlı dönemindeki seçimleri halk bir eğlence olarak görürmüş çünkü. Ne anlama geldiğinin de farkında değiller, o seçimlerin kendilerine verdiği gücün de.

Hiç olmazsa işin bu kısmını öğrendi bizim millet artık diyebiliriz. Ama demokrasimiz hala oturmuş durumda değil. Bu milletle ancak bu kadar oluyor. İslamın olduğu yerde demokrasi olmuyor.

Link to post
Sitelerde Paylaş

Bir siyasal sistemin meşruluğu konusunda anlaşma  oranı ne derece yüksek olursa, rejim o derece sağlam bir temel üzerine oturmuş demektir.Anlaşma oranı=consencus...

Meşruluk göstergesinde anlaşma ibresi yüzde 50 çizgisine doğru düştüğü zaman “consensus” da ortadan kalkar. Ancak burada iki ayrı hususu birbirine karıştırmamak lazımdır. Toplumun bir kısım üyeleri (ki bu hayli geniş bir kitleyi kapsayabilir), belli bir zamanda siyasal iktidarı ellerinde bulunduran kişilere veya partiye karşı olabilirler. Fakat bu mutlaka onların siyasal sisteme karşı oldukları anlamına gelmez. İktidarı kullananların tutumlarına ve izledikleri politikaya karşı olmak başka şey, doğrudan doğruya iktidar tipine (siyasal sisteme) karşı olmak ve onun meşruluğuna güvenmemek başka şeydir.Birinci hâlde , rejim içinde bir siyasal mücadele söz konusu olur;ikinci hâlde hâlde ;mücadele artık rejim üzerinde olmaktadır.

Toplumda, vatandaşların büyük çoğunluğu tarafından paylaşılan bir meşruluk anlayışı yerine, birden fazla meşruluk inancı arasında bir çatışma başladığı zaman, temel anlaşmada bir çatlama, bir bölünme meydana gelmiş demektir. Bu çatlama, aslında toplumun sosyal yapısındaki bir çatlamayı hiç değilse bir rahatsızlığı ve bunalımı yansıtır: Sosyal güçler dengesinde bir değişme olmuş, yeni güçler yeni isteklerle ve yeni bir İdeoloji ile ortaya çıkmıştır. Yerleşmiş sistemin karşısına çıkan bu yeni hareket halk arasında kendisine geniş bir destek sağlayabildiği takdirde toplum ihtilal ortamına girmiş sayılır. Atatürk, zamanın en büyük desteğini almış liderlerden biridir ve onun iktidarı meşrudur. Demokrasi kavramının algılanması kişiden kişiye değiştiği gibi toplumdan topluma da uygulanması değişir.Çünkü hem sosyolojik hem de siyasi bir kavramdır... 

 
Link to post
Sitelerde Paylaş
19 saat önce, mantik yazdı:

Evet, Osmanlının son dönemi Meşrutiyet idi. Milletvekili seçimleri bile yapılıyordu. Yani seçimler Cumhuriyet döneminde değil, Osmanlı döneminde başlamıştır.

Ama nasıl olduğuna bir bakalım.

1876'da ilk anayasa Kanun-i Esasi ilan edilmiş ve bu anayasa bir seçim sistemi tanımlamıştı. İki dereceli olması gereken, ve bazı kuralları olan bu seçimler, bu anayasada bahsedilen şekilde yapılmamış, 1877'de yapılan ilk seçimler zaman yetersizliği bahane edilerek, henüz anayasanın şart koştuğu seçim kanunu ortaya çıkarılmadan, birinci derecesi es geçilerek yapılmış, ve belediye meclisi üyelerini seçenler birinci seçmenler sayılmış, böylece ikinci seçmenlerin seçilmesi için zaman kaybedilmemiştir. Böylece ilk milletvekili seçiminde, belediye meclisi üyeleri ikinci seçmen sıfatıyla milletvekili seçilmişler.

Bu seçimde anayasaya aykırı olan birbaşka uygulama da milletvekili sayısının nüfusa göre belirlenmesi şartının es geçilmesiydi.

Yani anlayacağınız, uyduruk bir seçim yapılmış, seçilen meclis ise daha sonra iş bile yapamadan kapatılmış.

1877-78 Osmanlı-Rus savaşını bahane eden  Sultan II. Abdülhamit, Meclis-i Mebusan'ı 30 yıl boyunca tatil etmiş, ve meclis tekrar 1908 yılında açılmıştır.

Abdülhamit bu tatil için birbaşka gerekçe olarak da halkın cahilliğini göstermiş. (Aynen benim de bu başlıkta dediğim türde şeyler yani).

1908 seçimi, anayasaya ve 1877 tarihinde hazırlanmış fakat kanunlaşmamış geçici seçim kanununa göre yapılmış, ve tarihimizin ilk çok partili seçimi sayılır. Çünkü İttihat ve Terakki'nin yanısıra Ahrar Fırkası da katılmış bu seçime. Ama Ahrar Fırkası bu seçimde henüz doğru dürüst teşkilatlanmamış bir durumda olduğundan başarılı olamamış, ve 1 milletvekili hariç, tüm milletvekillerini İttihat ve Terakki çıkarmıştır.

Bu meclis, "hakimiyet-i milliye", yani millet egemenliği için anayasal düzenlemeler yapmış, ve Padişah'ın egemenliği yerine halkın egemenliğini getirmeye çalışmıştır. Ancak, 1910'dan sonra yaşananlar, millet egemenliğinin, parti egemenliğine dönüştüğünü gösteriyor.

Türk demokrasi tarihi açısından 1912 seçimlerine gerçek anlamda çok partili ilk seçim denilebilir. Çünkü 1908 seçimlerine katılan Ahrar, henüz tam olarak teşkilatlanamamış, her yerde seçime katılamamıştır. İttihat ve Terakki karşısında yer alan Hürriyet ve İtilaf Fırkası ise, büyük bir muhalefeti temsil etmekte, 1910 yılından itibaren kurulan partilerin neredeyse tamamını tek çatı altında toplamakta idi. İttihat ve Terakki karşısında güçlü bir konuma gelen Hürriyet ve İtilaf’ın daha fazla güçlenmemesi için 1908 meclisi normal süresinden önce fesih yoluyla kapatılmıştır. Aslında 1911 yılı içinde Meclis-i Mebusan’da “millet egemenliği” adı altında yaşanan iktidar kavgasının incelenmesi bize parti mi-millet mi konusunda çok önemli ipuçları vermektedir. Millet bu olayların farkında bile değildir. Zaten Balkan Savaşı’nın kaybedilmesindeki önemli etkenlerin başında parti kavgaları gelmektedir.

Çok partili ilk seçim olma özelliğinin yanı sıra, ilk erken genel seçim olma özelliğine de sahip olan 1912 seçimleri, tarihte “sopalı seçimler” adıyla da anılır. Seçimlerde sopadan ziyade bazı ince taktikler kullanan iktidar partisi İttihat ve Terakki, muhalefetin meclise girmesine izin vermemiştir.

İttihat ve Terakki Fırkası, her ne kadar tek başına iktidar olsa da, ve meclise muhalefetin girmemesi için büyük çaba sarf etmiş olsa da, bu defa muhalefet meclis dışından özellikle subaylardan gelmiştir. Kendilerine “kurtarıcı subaylar” adını veren Halaskar Zabitan Grubu’nun da etkisiyle 4 yıl için seçildiklerini iddia eden milletvekilleri, meclisin açılışının henüz 3. ayında pes etmişlerdir. 18 Nisan’da açılan Meclis-i Mebusan’daki milletvekilleri, 5 Ağustos tarihinde daha önceki düşüncelerinden vazgeçerek 1908 meclisinin devamı olduklarını iddia ederek sürelerinin sona erdiğini söylemişlerdir. 1912 dönemi siyasi çekişmelerin doruğa çıktığı yıl olmuş, Meclis-i Mebusan’ın kapatılması ve 23 Ocak 1913 hükümet darbesi gibi şeyler yaşanmıştır.

1912 Meclisinin kapatılması üzerine yeni seçimler araya Balkan Savaşlarının girmesi nedeniyle ancak 1914 yılında yapılabilmiştir. Ocak-Nisan 1914 tarihleri arasında yapılan bu seçimlere tek parti İttihat ve Terakki katılmıştır. 23 Ocak hükümet darbesi sonrası iktidarını kuvvetlendiren İttihat ve Terakki, karşısında hiçbir muhalefet bırakmamış, Hürriyet ve İtilaf Fırkası’nı tasfiye etmiştir. Böylece 1914 seçimleri ile demokrasi tarihimizde uzun yıllar sürecek olan “tek partili seçimler” devri başlamıştır. Bu durum 1946 seçimlerine kadar devam edecek, 1946 seçimleri ile yeniden çok partili hayata geçilecektir.

Tabi ondan önce, Atatürk döneminde de var çok partili hayata geçiş denemeleri. Ama fazla sürmemişler. Yine de, onlara da değineyim.

Örneğin, 1924'te Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası kuruldu (1924-1925). TBMM’de Müdafaa-i Hukuk grubunun karşısında yer alan II.Grup önde gelenleri tarafından Cumhuriyet Halk Fırkası’nın uygulamalarına ve yapılan devrimlere karşı oluşturulan bu partinin kurucuları arasında Kurtuluş Savaşı komutanlarından Kazım Karabekir, Rauf Orbay, Ali Fuat Cebesoy, Refet Bele, Adnan Adıvar gibi önemli isimler yer alıyordu. Bu partinin programında yer alan “Partimiz dini inançlara saygılıdır” ilkesi, Cumhuriyet Halk Fırkası’nın dini inançlara saygılı olmadığı anlayışını körüklemiş ve devrimlerden zarar görenlerin ve eski teokratik yapının devam etmesini isteyenlerin bir araya gelerek örgütlendikleri bir partiye dönüşmüştür.

Bunun sonucunda 1925'te Şeyh Sait isyanı çıkmış, ve isyanın bastırılmasının ardından, bu isyana sebep olduğu gerekçesiyle bu parti kapatılmıştır.

Atatürk döneminde daha sonra bir de 1930 yılında çok partili rejime geçiş için bir deneme daha yapılmış, ve Serbest Cumhuriyet Fırkası kurulmuştur. Atatürk bu partinin kurulması için doğrudan harekete geçerek bu sırada Paris Büyükelçisi olarak görev yapan Fethi Okyar’ı serbest Cumhuriyet Fırkası’nın kurmakla görevlendirdi. Rejim karşıtları bu sefer bu parti bünyesinde toplandılar. Önceleri aktivitelerini gizli sürdüren bu kesim, bir süre sonra parti içinde etkin olmaya başladı.  Fethi Okyar'ın yurt gezileri rejim karşıtları tarafından kısa bir süre içinde cumhuriyete ve devrimlere karşı bir gövde gösterisi haline getirilmeye başlandı. Bunun üzerine Fethi Bey, Parti’yi kontrol edemeyince, 18 Aralık 1930’da Partinin kapatıldığını ilan etti.

Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın kapatılmasından sonra iyice denetimden çıkan rejim karşıtları Nakşibendi şeyhlerinden Derviş Mehmet ve arkadaşları tarafından Menemen’de bir isyan çıkardı. (1930, Menemen Olayı). Kubilay'ın şeriatçılar tarafından başının kesildiği olay.

Bu isyan da bastırıldı, ve sorumlular cezalandırıldı. Daha sonra da memleket 1946'ya kadar tekrar çok partili rejime geçmeyi denemedi bile.

Yani anlayacağınız, demokrasi denemeleri gerçekten de Osmanlı döneminde başlamış olsa da, bunun doğru dürüst bir demokrasi olduğu söylenemez. O dönemde başlayan bu eğilim, ve tek partili dönem, Atatürk döneminde, ve sonra İsmet İnönü dönemide de devam etmiş, ve ancak ikinci dünya savaşının bitişinden sonra doğru dürüst çok partili döneme geçilmiş.

Tabi o da bilindiği gibi askeri darbelerle, vs sürekli kesintiye uğradı her 10 yılda bir. Yani bizim millet demokrasiyi doğru dürüst hiç öğrenemedi, hiç hakkıyla ugulayamadı. 1990'lı yıllarda, artık bu işi öğrendik derken, 2000'li yıllarda bu sefer AKP ve Tayyip diktası başa geçti, ve bu yıl yine bir darbe girişimi oldu. Yani anlayacağınız, bu ülkede bu işler hala aynı tas, aynı hamam. Aradan 100 küsur yıl geçmiş, ancak bir arpa boyu yol katetmişiz.

Gerçi haksızlık etmemek lazım, en azından halk artık seçim nedir biliyor. Osmanlı dönemindeki seçimleri halk bir eğlence olarak görürmüş çünkü. Ne anlama geldiğinin de farkında değiller, o seçimlerin kendilerine verdiği gücün de.

Hiç olmazsa işin bu kısmını öğrendi bizim millet artık diyebiliriz. Ama demokrasimiz hala oturmuş durumda değil. Bu milletle ancak bu kadar oluyor. İslamın olduğu yerde demokrasi olmuyor.

 

Birader 

Hakikaten kafayı sıyırmışsınız.

M.Kemal ve İsmet dönemleri için"O dönemde başlayan eğilim, Atatürk ve İsmet İnönü devrinde" diyorsun.

Recep Tayyip Erdoğan için ise "Akp ve Tayyip diktası" diyorsun.

Ne kadar da yansız birşeyler anlatmaya çalışıyorsun canım..

Seçimle iş başına geçene diktatör de...

Açıkca iktidarı kimseyle paylaşmayan ve bunun emareleri bile olmayanlara "eski dönemin izinin devamı" de...

Padişahın yetkileri mi daha fazlaydı yoksa M.Kemal ve İsmet'in mi/

İnsanlar senin ve senin gibilerin işine gelmeyenini başa getirdikleri zaman hemen "diktatör" yaftalaması kolay oluyor değil mi?

Klasik Chp ve türevlerinin ağzıdır...

Yeni Türkiye'de bu ağızlara da yer yoktur...

Bu ağız yakın bir zamanda tarihin çöplüğünü boylayacaktır..

Ha bu arada birşeyler anlatmaya çalışırken Kemal Tahir'in "İnkilap Tarihi" kitabını bizimle paylaştığın için

Teşekkür ediyorum...

Link to post
Sitelerde Paylaş

reloaded1789,

Evet, Atatürk ve İsmet İnönü'ye eski dönemin izinin devamı, ama 2000'li yıllara AKP ve Tayyip diktası deme hakkım var.

Çünkü Atatürk ve İsmet İnönü olan birşeyi daha kötü hale getirmediler. Tam tersi, ilerletmeye çalıştılar.

Ama AKP ve Tayyip Erdoğan, tam biz artık memleket demokrasiyi öğrendi, demokrasimiz yerleşti ve oturdu derken, bizi alıp bir dikta yönetimine taşıdılar.

Varolanı bozdular, geriye götürdüler yani.

Kuvvetler ayrılığı prensibini çiğnediler.

Basın özgürlüğünü 20 yıl önceki durumundan daha beter hale getirdiler.

Azınlıkların ve kendilerine oy vermeyenlerin haklarını umursamadılar.

Önce Balyoz, Ergenekon, şimdi de FETÖ, vs diyerek, kendi adamları olmayan herkesi cadı avıyla tasfiye ettiler.

Aynen Hitler'in, Mussolini'nin yaptığı şeyler bunlar.

Atatürk ise o dönemde bile iki kere çok partili sisteme geçişi deniyor. Demokrasiyi getirmeye, ülkeyi daha ilerletmeye çalışıyor.

Utanmadan Atatürk'e diktatör, ama Tayyip'e demokrat diyorsunuz. Ayıptır. İnsan dediğinden utanır.

 

Link to post
Sitelerde Paylaş
2 saat önce, reloaded1789 yazdı:

 

Birader 

Hakikaten kafayı sıyırmışsınız.

M.Kemal ve İsmet dönemleri için"O dönemde başlayan eğilim, Atatürk ve İsmet İnönü devrinde" diyorsun.

Recep Tayyip Erdoğan için ise "Akp ve Tayyip diktası" diyorsun.

Ne kadar da yansız birşeyler anlatmaya çalışıyorsun canım..

Seçimle iş başına geçene diktatör de...

Açıkca iktidarı kimseyle paylaşmayan ve bunun emareleri bile olmayanlara "eski dönemin izinin devamı" de...

Padişahın yetkileri mi daha fazlaydı yoksa M.Kemal ve İsmet'in mi/

İnsanlar senin ve senin gibilerin işine gelmeyenini başa getirdikleri zaman hemen "diktatör" yaftalaması kolay oluyor değil mi?

Klasik Chp ve türevlerinin ağzıdır...

Yeni Türkiye'de bu ağızlara da yer yoktur...

Bu ağız yakın bir zamanda tarihin çöplüğünü boylayacaktır..

Ha bu arada birşeyler anlatmaya çalışırken Kemal Tahir'in "İnkilap Tarihi" kitabını bizimle paylaştığın için

Teşekkür ediyorum...

Sende sıyıracak bir kafa yok. Sen sosyal olguları statik sanacak kadar kafasızsın. Olayı sana Mantık biraz açıklamaya çalışmış. Onu bir kere daha oku. Ama sanırım yine anlamayacaksın. Anlamaya da çalışmayacaksın. Çünkü kötü niyetlisin. Yazılanları anlamayarak bu iddialarında israr etmek işine gelecek ve  inatçılığın için bir mazeret olacak. Ama o mazeret meşru olmayacak. Mantık sana içinde yaşadığımız durumu açıklayan güzel ve veciz bir ileti ile cevap vermiş. Uzun uzun açıklamaya gerek duymamış.

Link to post
Sitelerde Paylaş
1 hour ago, mantik said:

reloaded1789,

Evet, Atatürk ve İsmet İnönü'ye eski dönemin izinin devamı, ama 2000'li yıllara AKP ve Tayyip diktası deme hakkım var.

Çünkü Atatürk ve İsmet İnönü olan birşeyi daha kötü hale getirmediler. Tam tersi, ilerletmeye çalıştılar.

Ama AKP ve Tayyip Erdoğan, tam biz artık memleket demokrasiyi öğrendi, demokrasimiz yerleşti ve oturdu derken, bizi alıp bir dikta yönetimine taşıdılar.

Varolanı bozdular, geriye götürdüler yani.

Kuvvetler ayrılığı prensibini çiğnediler.

Basın özgürlüğünü 20 yıl önceki durumundan daha beter hale getirdiler.

Azınlıkların ve kendilerine oy vermeyenlerin haklarını umursamadılar.

Önce Balyoz, Ergenekon, şimdi de FETÖ, vs diyerek, kendi adamları olmayan herkesi cadı avıyla tasfiye ettiler.

Aynen Hitler'in, Mussolini'nin yaptığı şeyler bunlar.

Atatürk ise o dönemde bile iki kere çok partili sisteme geçişi deniyor. Demokrasiyi getirmeye, ülkeyi daha ilerletmeye çalışıyor.

Utanmadan Atatürk'e diktatör, ama Tayyip'e demokrat diyorsunuz. Ayıptır. İnsan dediğinden utanır.

 

 

Mantık, boşuna uğraşma bu tipler de zaman ve mekan düşüncesi yoktur. Anakronik kafalarla tartışma yapılmaz. Biraz daha üstelersen, "Atatürk bilgisayar kullanmayı bile bilmiyordu" diyebilir.

 

Link to post
Sitelerde Paylaş
15 dakika önce, NoOneCares yazdı:

"Eskiden iphone 6s yoktu. Akparti ve rte, yüce rabbimin yardımı ile iphone 6s i ülkemize getirdi. iphone 6s bile gelmiş ülkeye fakat siz haaaalaaa Gelişmiyoruz diyorsunuz. Bu gelişimi görmemek için Kalp Gözünüzün kapalı olması gerekiyor"

Diyebilecek kapasitede milyonlarca akp li olduğuna inanıyorum "tonla karşılaşmışlığım var fakat milyon mu, milyonlarca mı bilemeyece"

 

Başlığa cevaben= Demomrasiye inansa idin sende bir problem olduğunu söylerdin. 

Demokrasiye inanmak ne demek. Aynen şeriata inanmak gibi bişey. Aha görüyoruz işte demokrasi sonucunda olanları. Bi problem var ama sebebi demokrasi. Bu Nasıl aşılabilir onu konuşmak lazım. Bence dünyadaki sorunların kaynağı rejimlerden ziyade yeryüzündeki her insanın tek tek ataerkil olmasından kaynaklanıyor. Ama bana da biraz iddialı geliyor:)) bence ne olmamız gerektiğinden çok artık ne olmamamız gerektiği önemli. Ataerkil olmamalıyız bence. Toplum değiştikçe sistemler de değişir. 

Link to post
Sitelerde Paylaş
On 15.09.2016 at 22:38, mantik yazdı:

reloaded1789,

Evet, Atatürk ve İsmet İnönü'ye eski dönemin izinin devamı, ama 2000'li yıllara AKP ve Tayyip diktası deme hakkım var.

Çünkü Atatürk ve İsmet İnönü olan birşeyi daha kötü hale getirmediler. Tam tersi, ilerletmeye çalıştılar.

Ama AKP ve Tayyip Erdoğan, tam biz artık memleket demokrasiyi öğrendi, demokrasimiz yerleşti ve oturdu derken, bizi alıp bir dikta yönetimine taşıdılar.

Varolanı bozdular, geriye götürdüler yani.

Kuvvetler ayrılığı prensibini çiğnediler.

Basın özgürlüğünü 20 yıl önceki durumundan daha beter hale getirdiler.

Azınlıkların ve kendilerine oy vermeyenlerin haklarını umursamadılar.

Önce Balyoz, Ergenekon, şimdi de FETÖ, vs diyerek, kendi adamları olmayan herkesi cadı avıyla tasfiye ettiler.

Aynen Hitler'in, Mussolini'nin yaptığı şeyler bunlar.

Atatürk ise o dönemde bile iki kere çok partili sisteme geçişi deniyor. Demokrasiyi getirmeye, ülkeyi daha ilerletmeye çalışıyor.

Utanmadan Atatürk'e diktatör, ama Tayyip'e demokrat diyorsunuz. Ayıptır. İnsan dediğinden utanır.

 

100 kere değil, 1000 kere söylemişimdir bunu..

Bir rejimin adının "Monarşi" den "Cumhuriyet" e evrilmesi

Onu asla ama asla ileriye gittiğini göstermez...

Evet M.Kemal Paşa ve arkadaşları Cumhuriyet rejimini kurmuşlardır.

Ama kurdukları bu rejim, cumhursuz bir cumhuriyettir...

M.Kemal Paşa hem Chp Lideriydi hemde Cumhurbaşkanı...

Resmiyette böyleydi...

Hatta belli süre ,bütün illerde parti il başkanlığı valilikle birleştirildi ve içişleri bakanı resmen, parti genel sekreterliği sıfatını üstlendi

Çok demokratik bir sistemmiş değil mi?

Sultan Vahdettin'in mi yetkileri daha fazlaydı yoksa M.Kemal Paşa'nın mı?

Bunun cevabı demokratik olarak ileriye mi gittiğimizin yoksa geriye mi gittiğimizin de cevabı olacaktır..

Eleştirdiğin, basın hürriyeti, kuvvetler ayrılığı v.b gibi tatavaları saymıyorum bile...

 

Link to post
Sitelerde Paylaş

Atatürk'ün yetkileri padişahtan daha fazlaydı denemez. Belki yakındı denebilir. Ama yukarıda da anlattım, Padişah canı istiyor, 30 yıl boyunca meclisi kapatıyor. Atatürk bunu yapamaz. Kuruluşuna kendisinin önayak olduğu meclisi kaldırsa, her türlü meşruiyetini kaybeder çünkü. Kendisine olan direnç artar. Padişah için öyle değil. Onun doğuştan o hakkı var çünkü halkın gözünde. Aynı zamanda da halife zaten. Meclisi falan takmıyorum deyip kapatsa, kimsenin gıkı çıkmaz. Nitekim Abdülhamit yaptı da bunu zaten.

Yukarıdaki uzun yazımı oku. Orada anlatıyorum Osmanlı'nın son dönemindeki "demokrasi"nin nasıl bir demokrasi olduğunu.

Atatürk ve arkadaşları demokratik birşeyi alıp antidemokratik hale getirmediler. Aynı tür bir ortamı alıp devam ettirdiler, hatta daha iyileştirmeye, ve demokratik hale getirmeye çalıştılar.

Tayyip ve AKP ise yürüyen demokrasiyi bozdu. Bunun savunulabilecek bir tarafı yok. Cevap bile vermemem gerek aslında.

Link to post
Sitelerde Paylaş
30 dakika önce, reloaded1789 yazdı:

100 kere değil, 1000 kere söylemişimdir bunu..

Bir rejimin adının "Monarşi" den "Cumhuriyet" e evrilmesi

Onu asla ama asla ileriye gittiğini göstermez...

Evet M.Kemal Paşa ve arkadaşları Cumhuriyet rejimini kurmuşlardır.

Ama kurdukları bu rejim, cumhursuz bir cumhuriyettir...

M.Kemal Paşa hem Chp Lideriydi hemde Cumhurbaşkanı...

Resmiyette böyleydi...

Hatta belli süre ,bütün illerde parti il başkanlığı valilikle birleştirildi ve içişleri bakanı resmen, parti genel sekreterliği sıfatını üstlendi

Çok demokratik bir sistemmiş değil mi?

Sultan Vahdettin'in mi yetkileri daha fazlaydı yoksa M.Kemal Paşa'nın mı?

Bunun cevabı demokratik olarak ileriye mi gittiğimizin yoksa geriye mi gittiğimizin de cevabı olacaktır..

Eleştirdiğin, basın hürriyeti, kuvvetler ayrılığı v.b gibi tatavaları saymıyorum bile...

 

Vahdettin yetkisizdi çünkü tüm yetkileri hanedanının kendi eliyle ingilizlere devredilmişti.

Demokratik olarak ileriye gitmekse etkin siyasal makamların seçimle mi yoksa veraset usulüne göre mi belirlendiğiyle kıyaslanabilir, bu açıdan bakarsak cumhurbaşkanını meclis seçiyordu meclis üyelerinide halk, yani cumhurbaşkanını halk dolaylı yoldan seçiyordu. Padişahlıksa bir monarşi makamı olduğu için seçimle değil veraet usulüyle devrediliyordu.

Link to post
Sitelerde Paylaş
11 saat önce, mantik yazdı:

Atatürk'ün yetkileri padişahtan daha fazlaydı denemez. Belki yakındı denebilir. Ama yukarıda da anlattım, Padişah canı istiyor, 30 yıl boyunca meclisi kapatıyor. Atatürk bunu yapamaz. Kuruluşuna kendisinin önayak olduğu meclisi kaldırsa, her türlü meşruiyetini kaybeder çünkü. Kendisine olan direnç artar. Padişah için öyle değil. Onun doğuştan o hakkı var çünkü halkın gözünde. Aynı zamanda da halife zaten. Meclisi falan takmıyorum deyip kapatsa, kimsenin gıkı çıkmaz. Nitekim Abdülhamit yaptı da bunu zaten.

Yukarıdaki uzun yazımı oku. Orada anlatıyorum Osmanlı'nın son dönemindeki "demokrasi"nin nasıl bir demokrasi olduğunu.

Atatürk ve arkadaşları demokratik birşeyi alıp antidemokratik hale getirmediler. Aynı tür bir ortamı alıp devam ettirdiler, hatta daha iyileştirmeye, ve demokratik hale getirmeye çalıştılar.

Tayyip ve AKP ise yürüyen demokrasiyi bozdu. Bunun savunulabilecek bir tarafı yok. Cevap bile vermemem gerek aslında.

Ben diyorum Sultan Vahdettin, sen diyorsun II. Abdülhamid han döneminde, meclisi kapattığını söylüyorsun..

Arkadaş, Sultan II.Abdülhamid ile M.Kemal Paşa arasında kaç tane Osmanlı padişahı var?

Ya da bu anlattığın şeyler I.Meşrutiyet döneminde mi oluyor yoksa, değişişiklik yapılan II.Meşrutiyet döneminde mi?

Yukarıda anlattığın olaya gelirsek Sultan II.Abdülhamid Han, meclisi canı istediği için değil, 93 Harbinden dolayı kapatmıştır...

Bu savaşta hem içeride hem de dışarıdaki hainlere karşı beraber mücadele etmek zor olduğu için...

Meclisi kapatmıştır...

Sana göre keyfi olan, bana göre gerekli olan meclisi kapatması...

II.Meşrutiyet ile padişahın ellerinde alınmamış mıdır?

Yani Sultan II.Abdülhamid döneminden direkt dediğin gibi M.Kemal Paşa dönemine geçilseydi karşılaştırma yapabilirdik...

Fakat arada değişik padişahlar ve kanunlarda yönetimde değişiklik olduğu için karşılaştırma yapmamız yanlış olur...

 

Link to post
Sitelerde Paylaş
On 15.09.2016 at 21:55, reloaded1789 yazdı:

 

Birader 

Hakikaten kafayı sıyırmışsınız.

M.Kemal ve İsmet dönemleri için"O dönemde başlayan eğilim, Atatürk ve İsmet İnönü devrinde" diyorsun.

Recep Tayyip Erdoğan için ise "Akp ve Tayyip diktası" diyorsun.

Ne kadar da yansız birşeyler anlatmaya çalışıyorsun canım..

Seçimle iş başına geçene diktatör de...

Açıkca iktidarı kimseyle paylaşmayan ve bunun emareleri bile olmayanlara "eski dönemin izinin devamı" de...

Padişahın yetkileri mi daha fazlaydı yoksa M.Kemal ve İsmet'in mi/

İnsanlar senin ve senin gibilerin işine gelmeyenini başa getirdikleri zaman hemen "diktatör" yaftalaması kolay oluyor değil mi?

Klasik Chp ve türevlerinin ağzıdır...

Yeni Türkiye'de bu ağızlara da yer yoktur...

Bu ağız yakın bir zamanda tarihin çöplüğünü boylayacaktır..

Ha bu arada birşeyler anlatmaya çalışırken Kemal Tahir'in "İnkilap Tarihi" kitabını bizimle paylaştığın için

Teşekkür ediyorum...

O inandığın ortaçağ masalları tarihin çöplüğüne atılacak haberin yok.

Link to post
Sitelerde Paylaş
5 saat önce, reloaded1789 yazdı:

Ben diyorum Sultan Vahdettin, sen diyorsun II. Abdülhamid han döneminde, meclisi kapattığını söylüyorsun..

Arkadaş, Sultan II.Abdülhamid ile M.Kemal Paşa arasında kaç tane Osmanlı padişahı var?

Ya da bu anlattığın şeyler I.Meşrutiyet döneminde mi oluyor yoksa, değişişiklik yapılan II.Meşrutiyet döneminde mi?

Yukarıda anlattığın olaya gelirsek Sultan II.Abdülhamid Han, meclisi canı istediği için değil, 93 Harbinden dolayı kapatmıştır...

Bu savaşta hem içeride hem de dışarıdaki hainlere karşı beraber mücadele etmek zor olduğu için...

Meclisi kapatmıştır...

Sana göre keyfi olan, bana göre gerekli olan meclisi kapatması...

II.Meşrutiyet ile padişahın ellerinde alınmamış mıdır?

Yani Sultan II.Abdülhamid döneminden direkt dediğin gibi M.Kemal Paşa dönemine geçilseydi karşılaştırma yapabilirdik...

Fakat arada değişik padişahlar ve kanunlarda yönetimde değişiklik olduğu için karşılaştırma yapmamız yanlış olur...

 

Sen Vahdettin diyorsun tabi, farkındayım. Vahdettin'i yukarıda anlatmışlar. Yetkileri yoktu, çünkü ülke işgal altındaydı zaten.

Ben Abdülhamit'i örnek veriyorum, çünkü normal durumda, o dönemde bir padişahın davranacağı şekil o. Ya da diyelim ki, canı isterse, o şekilde davranabilir en azından. Atatürk, canı istese de öyle davranamaz.

Ben ikinci Meşrutiyet döneminde yaşanan seçim ve demokrasi denemelerini de anlatıyorum yukarıdaki yazdımda. Herşey açık. Ortada Atatürk'ün ve İsmet İnönü'nün alıp bozduğu doğru dürüst bir demokrasi yok.

Denemeler var sadece. Ki onların döneminde de var denemeler.

Yani anlayacağın, Atatürk'ü falan karalayarak bir yere varamazsınız. Hele de Tayyip'i kesinlikle masum çıkaramazsınız. Bunların yaptıkları belli. Savunulur, elle tutulur hiçbir tarafı yok. Bunları savunmak için kör olmak, at gözlüğüyle bakmak gerek. Ya da cahil ve islamcı olmak.

Bir dahaki sefere cevap da vermeyi düşünmüyorum sana, eğer hala bu konuda yazıp AKP'yi ve Tayyip'i savunursan.

Link to post
Sitelerde Paylaş
On ‎9‎/‎16‎/‎2016 at 01:22, Hiçkimse... yazdı:

Demokrasiye inanmak ne demek. Aynen şeriata inanmak gibi bişey. Aha görüyoruz işte demokrasi sonucunda olanları. Bi problem var ama sebebi demokrasi. Bu Nasıl aşılabilir onu konuşmak lazım. Bence dünyadaki sorunların kaynağı rejimlerden ziyade yeryüzündeki her insanın tek tek ataerkil olmasından kaynaklanıyor. Ama bana da biraz iddialı geliyor:)) bence ne olmamız gerektiğinden çok artık ne olmamamız gerektiği önemli. Ataerkil olmamalıyız bence. Toplum değiştikçe sistemler de değişir. 

Çok yanlış bir tanımlama. Türkiye'nin AB'ye alınmamasının tek sebebi yıllardır demokrasinin zayıf olması. Mafya-Ordu-Devlet ilişkileri, göz altına alınan öldürülen yazarlar, etnik/dini hoşgörüsüzlük eskiden beri var. Bir noktada demokrasiye güvenmeme seçimi çok eski zamanlarda yapılmış durumda zaten. Yani AKP'ye yıkamayız.

- Sağlam demokrasi olsa AKP

1) siyasetin içinde izole edilir. Liberaller, sol kesim vs. çeşitli unsurlar birleşir ve bu hareket hızını kaybedinceye kadar diğer partiler tarafından izole edilir.

2) Kapatılır ve bugün Feto'ya yapılanların aynısı kendisine yapılır.

3- Bu tür girişimler hukuku defalarca ihlal etmişlerdir. Örneğin fakirlere iş, tencere-tava dağıtmak, devlet olanakları ile onlara rüşvet vermek suçtur. "Siyasi rüşvet" demektir. Sınıf başkanı seçiminde aday olan kişi her öğrenciye 5 TL dağıtabilir mi?

 

Türkiye siyasete, demokrasiye güvenmeyi öğrenememiş bir ülkedir. Zihniyet değişimi şarttır.

Link to post
Sitelerde Paylaş

Leonardo'ya katılıyorum.

Demokrasiye artık inanmıyorum diye başlığı ben açtım elbette. Ama karamsar bir ruh haliyle, canım sıkkınken açtım.

Burada önerdiğim o seçmen sınavı sistemi bence hala iyi bir fikir. Tabi bu başlıkta değiştirdiğim şekliyle öyle sadece girenlerin %10'unun, %20'sinin geçeceği kazık bir sınav değil, ehliyet sınavı gibi, girenlerin çoğunun ilkinde değilse bile eninde sonunda geçeceği bir sınav olarak tasarlanmalı.

O durumda, en azından ufak da olsa bir filtreleme yapılmış olur, ama demokrasinin temel prensipleri ve maksadı zedelenmemiş olur.

Bence ileri ülkeler de dahil, herkes denemeli bunu.

O konu bir yana, bu devirde artık demokrasi öncesine falan dönülemez, dönülmemeli. İstense de mümkün değil bu zaten.

Olaya sosyolojik açıdan bakmak lazım. Bu memleket son 100 yıldır doğru dürüst olmasa da bir demokrasi ile yönetildi. En azından demokrasiyi amaç edindi. Bu dönemin önemli bir bölümünde de laik olarak yaşadı. Bence bu memleketin insanı AKP'nin şu anda empoze ettiğinden daha koyu bir islamı kaldırmaz, kaldıramaz zaten.

Yani belki de uzun vadede boşuna korkuyoruz.

Ama şu anki endişemiz daha çok kısa vade zaten. Korkunç şeyler oluyor ülkede. Bu konuda elden birşey gelmiyor. Tek umut ya darbe (yani demokrasiden vazgeçmek), ya da en azından artık bu yaptıklarından sonra belki insanlar AKP'yi desteklemekten vazgeçerler demek.

Bunu gerçi sürekli diyoruz. Artık bu kadarı da olmaz, bundan sonra herhalde millet AKP'ye oy vermez dediğimiz kaç olay yaşadık. 17 Aralık'tan sonra bile desteklemeye devam ettiler. Bu yüzden, bu konuda yaşadığımız karamsarlık da boş değil.

Ama tüm tarih açısından bakıldığında, tüm bunlar kısa ve geçici bir dönem aslında.

Olay karizmatik bir liderin gelip, ortalığı kasıp kavurması. Tayyip'in dönemi bittiğinde, AKP'nin de pili bitecek. Tayyip olmazsa AKP oy alamaz artık. Belkide sabredip, bu adamın iki döneminin bitmesini, ya da adamın ölmesini beklememiz gerek, kimbilir.

Link to post
Sitelerde Paylaş
  • Konuyu Görüntüleyenler   0 kullanıcı

    Sayfayı görüntüleyen kayıtlı kullanıcı bulunmuyor.


Kitap

Yazar Ateistforum'un kurucularındandır. Kitabı edinme seçenekleri için: Kitabı edinme seçenekleri

Ateizmi Anlamak
Aydın Türk
Propaganda Yayınları; / Araştırma
ISBN: 978-0-9879366-7-7


×
×
  • Yeni Oluştur...