Jump to content

Türkiyede gündemler


Recommended Posts

Nurcuların Atatürk düşmanlığının altında ne var

 

Uzun yıllar önceydi.

Elime bazı kâğıtlar geçti.

Kâğıtlarda yazanlar beni oldukça şaşırtmıştı.

Bunların, Nurculara ait çok önemli, çok gizli lahikalar* olduğunun farkına sonradan vardım.

Lahikanın adının “Sırr-ı İnnâ A’tayna” olduğunu ve araştırılmasının, yayılmasının Nurcular tarafından mahrem tutulduğunu öğrendim.

Mahrem tutulan bu belgenin bir kısmının Said Nursi’nin Risale-i Nur külliyatındaki “Rumuzat-ı Semaniye”nin içinde verildiğini de öğrendim.

 

İnnâ A’tayna’nın Sırrı lahikasının Said Nursi’ye aitliğini resmen kim nasıl kanıtlar bilemezdim ama cümlelerdeki üslup onun anlatım tarzını çağrıştırıyordu. Ayrıca Risale-i Nur’da da bu gizli lahikadan önemle söz edilmekteydi.

Lahikada Ebced/ Cifr hesabına göre, bazı Hicri veya Rumi tarihler çıkarılıyordu.

Ebced/ Cifir, Arapçadaki her bir harfe verilen sayıya göre, gelecek zamana dair haber verme uğraşısı olup Hurûfîliğe*, hatta Batınîliğe* yol açabilen bir anlayışı beraberinde getirmektedir.

Ebced hesabı, Yahudi Kabalacılarınca çok kullanılan bir gayp* öğrenme faaliyetidir.

Osmanlı sanatında, edebiyatında ve mimarisinde ebced hesabına uygun yazılar yazılırdı.

Arapçada bulunmayan ama Osmanlıcada kullanılan Pe, Çe, Je, Ge harfleri, sırasıyla; Be, Cim, Ze ve Kef harfleri ile eşit sayılırdı

EBCEDİN KAYNAĞI ALLAH'A DAYANMAKTADIR

Said Nursi, Ebced/ Cifr hesabıyla falcılık yapma işini şöyle savunmaktaydı: “(…) Hazret-i Ali’nin Kaside-i Celcelûtiyesi, baştan sona kadar bir nevi ebced ve cifir hesabı üzerine yayımlanmıştır. Ayrıca Cafer-i Sadık ve Muhyiddin-i Arabî gibi gaybi sırlarla uğraşan kişiler ve harf ilminin sırlarına çalışanlar, bu ebced hesabını bir anahtar gibi kabul etmişlerdir.”  (Risale-i Nur Külliyatı/Şualar, s.613.)

Nurculara göre Hz. Ali, bu ilim dalının özünü Hz. Muhammed’den almıştı.

Bu nedenle ebcedin kaynağı vahye, yani Kur’an gibi, Allah’a dayanmaktadır.

Hz. Ali aldığı bu sırları bazı kurallara bağlamıştır.

Özellikle Hz. Muhammed’in soyundan gelenlerin bildiği söylenen bu kuralları, ahir zamanda* geleceği müjdelenen Mehdi’nin çözeceği savunulmuştur. (Kâtip Çelebi, Keşfuzzunun (5 cilt), Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul, 2007, İlmu Cifir maddesi)

Bu açıklamayı dayanak gösteren Nurculara göre Mehdi*, Said Nursi’nin ta kendisidir.

Said Nursi lahikanın birinci sayfasında konuya şöyle bir giriş yapıyor:

“Bismihî Subhânehû.

Aziz, sadakatli, saf gönüllü, yılmayan, fedakâr olan kardeşlerim!

Öncelikle: Sırr-ı İnnâ A’taynâ’yı yanımda bulundurmuyorum ve başkalarına vermiyorum. Bunun nedeni, geçmişte iki hiss-i kablel-vukuumda* bir karışıklık olmuştu.

İkinci nedeni ise: 40 yıl önce ‘Bir nur (ışık) göreceğiz’ diye ısrarla söylemiş, büyük müjdeler vermiştim. O ışığın bütün vatanı kapsayacağını sanmıştım. Oysa o nur, Risale-i Nur’muş. Risale-i Nur öğrencilerinin bulunduğu alanı, Türkiye’nin sınırları ve memleketin siyasi platformu olarak öngörmüştüm ama tahminimde yanıldım.”

KIYAMETE KADAR UNUTULMAYACAK

Said Nursi devamla; tahminini “Münazarat Risalesi”nde “İslamiyete darbe vuranların başında öyle müthiş bir patlama olacak ki, kıyamete kadar unutulmayacak” şeklinde yaptığını belirtiyor.

Haber verdiği tarihte sosyalist, komünist veya Kemalist rejimlerin kurucusunun (Atatürk) dünyadan göçtüğünden ve kıyamete kadar bu rejimlerin kurucularının hepsinin kabirde acı çektiğinden söz ediyor.

Ona göre, semavi dinlere ve İslamiyete karşı yaptıkları haksızlıklardan dolayı cezalarını çekiyorlar. Çünkü onlar “Mimsiz Medeniyet”in* temsilcileridirler.

Said Nursi ayrıntısıyla Türkiye Cumhuriyeti’nin dört büyük şahsiyetine ait ebced/ cifr hesabı vermeden önce Arabî bir hitap yazmıştır.

Bu hitapta doğrudan doğruya Atatürk ile İsmet İnönü’ye duyduğu nefreti açığa çıkarmıştır.

Atatürk ile İsmet İnönü’ye hitaben yazılmış Arapça metnin çevirisi şöyledir:

“Ey münafık* ve ahmaklar (Mustafa Kemal ve İnönü),

Cesedimi param parça etseniz de hakkı konuşmaktan geri durmayacağım.

Dünyanın her bir köşesine sesimi işittirme imkânım olsa Kur'an'ın gerçek bir kitap olduğunu, onun, doğruyu yanlıştan ayıran güvenilir bir kaynak olduğunu, içinde kuşku bulunmayan bir Allah kelâmı olduğunu, Hz. Muhammed’in şüphe taşımayacak derecede Allah’ın elçisi olduğunu, Hz. Peygamberin (AS) getirdiği şeriatin*, Allah’ın bildirdiği bir mesaj olup tamamen adaleti temsil ettiğini, içinde zulmün bulunmadığını herkese haykıracağım.

Ey Mülhidler*,

Laiklik, İslam dininin üzerinde bir zulümdür*.

Laiklik’i getirmenizden dolayı Arş-ı azam öfkeden titriyor.

Yakında gelecek olan şiddetli ve kahredici ölümünüzü bekleyin bakalım!

O an geldiğinde arşın sahibi olan Allah, liderlerinizi yeryüzünden alır.

O liderler, Sekar adlı cehennemde, ağlayıp inleyerek cezalarını çeker.

Cehennemdekiler; ölü işkembesine benzeyen zakkumu yiyerek ve pis içecekleri içerek sonsuza kadar acı çekerler.

Siz dinsizler, bizi kötülüklerinizle zehirliyor ve sonra da bizi mürteci* diye isimlendiriyorsunuz.

Siz (Atatürk ve İnönü), kâfirlerin en pisi, vahşilerin en vahşisi, dinden çıkan iki mürtedsiniz.

İsimlerinizdeki 'Elif' ve 'Be' harfleri, sizin iki Süfyan* tarzı Deccal* olduğunuzu gösteriyor.

Din aleyhine faaliyet yapanların liderisiniz.

Yahudilerin en iğrenci ve zalimlerin en zalimisiniz (…)”

HARFLERDEN FAL BAKIP TARİHLER ÇIKARIYOR

Konuya, metnin son paragrafındaki seslenişin açıklamasıyla giriş yapacağım.

Arapçadaki “Elif” ve “Be” harfleri yan yana geldiğinde “Ebu” yani “baba, ata” sözcüğü oluşur. Said Nursi, Mustafa Kemal’in soyadı olan, ama onun en çok bilinen Atatürk ismindeki “Ata” sözcüğüne atıfta bulunuyor. Ata ifadesiyle, İslam tarihinde isimlerinin önünde bunu kullanan Ebu Cehil ve Ebu Leheb gibi zalim önderleri çağrıştırarak Atatürk’ün de çağımızın firavunu ve kötülük önderi olduğunu söylüyor.

Ayrıca Atatürk ve İnönü’nün Yahudi olduğunu ifade ediyor, Atatürk’ün neslen yani soy olarak Türk olmadığını iddia ediyor.

Lahikanın devamında Said Nursi, Kevser Suresi’ndeki ayetleri teker teker vererek harflerinden fal bakıp tarihler çıkarıyor.

Mustafa Kemal Atatürk ile İsmet İnönü’nün, iki Süfyan Deccal olarak verildiğini, diğer Süfyan’ın ise Mareşal Fevzi Çakmak olarak verileceğini göreceğiz.

Ancak cemaate göre Deccallığın dört sütunu vardır.

Deccallığın dört sütunundan üçünün bu kişilerden oluştuğunu görürken, dördüncüsünden ise söz edilmemektedir.

Said Nursi’nin talebelerinden Bayram Yüksel’in yakınlarına, bu dördüncü kişinin ilk Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Rifat Börekçi olduğunu söylemiştir.

***

Konulara, güya kendisine sorulmuş bir soruyla başlayan Said Nursi, yanıtlarını da bize ağır gelen uzun cümlelerle veriyor.

Ben, olabildiğince sadeleştirerek size sunacağım.

Sadeleştirmeyi olduğu gibi değil, Nurculuğa ait genel ifadeleri ve yaklaşımları göz önüne alarak yapacağım.

Kendisine, “Üstadım, sen bir Arapça yazında, zındık* komitesinin başkanı, İslam dünyasının Deccalı ve aynı zamanda münafık olan Mustafa Kemal’e İnnâ A’taynâ Suresi’nde işaret ediliyor’ diyorsun. Açıklama yapar mısın?” sorusunun sorulduğunu iddia eden Said Nursi, aşağıdaki yanıtları vermekteydi:

Kıyametin kopmasından önce bir “Büyük Deccal” gelecektir.

O Büyük deccaldan önce ona zemin hazırlayan daha küçük deccallar çıkacaktır. Tarihte Cengiz Han ve Hülâgü gibi deccallar çıkmıştır.

İslam şeriatı ile diğer tüm dinî sembollerin kaldırılmasına çalışan ve kendisine verilen ismine, anlamından ötürü layık olmayan Menhus* Mason lider Mustafa Kemal, o deccallardan biridir.

Cumhuriyet kurulduğunda kalbime bir fikir doğdu.

SEÇKİN OLMAYAN KİMSE

Ben de Cifir bilimindeki (!) ebced hesabıyla hesaplar yaptım.

Mustafa Kemal* ismiyle, "Süfyan olan Deccal" ifadesindeki harflerin matematiksel karşılığının iki sayı farkla tuttuğunu gördüm.

Mustafa Kemal adına yakışmadığı için, bazı harflerde oynama yaptım ve onun adı "Mâ istafâ/ Mâ ustufiye bi Kemâl" yani "olgun ve seçilmemiş, seçkin olmayan kimse" anlamında değişti.

‘Mâ istafâ/ Mâ ustufiye bi Kemâl’ ile ‘Süfyan olan Deccal’ isimleri tam tamına aynı sayıyı yani 1017’yi tutuyordu.

Demek ki Mustafa Kemal ‘Yalancı Deccal’dır, dedim.

Bir süre sonra yine Kur’an’a başvurdum.

“Şânieke hüvel ebter”* cümlesi sadece Mustafa Kemal’e değil, zındık komitesinin “Üç Reisi”ne işaret ediyordu.

Hz. Muhammed’in en büyük düşmanı ise “Gazi Herif” olan “Mustafa Kemal”dir.

Not: Said Nursi’ye göre Mustafa Kemal’in dışında, çoluk çocuğu olmayan tüm Türkiye Cumhuriyeti siyasetçileri bir tür “Şânieke hüvel ebter” ifadesinin kapsamı içindedir. Süleyman Demirel, Bülent Ecevit ve Devlet Bahçeli vb. fark etmez.

Tabii ki, siyasete bilfiil girmese bile, siyasi mesajlar verip evlenmeyen Said Nursi de bu ifade içine girer.

Said Nursi tam bir basiretsizlikle kendine çelme takmış, aynı zamanda çocuğu olmayan aileleri küçümsemiş ve adeta lanetlemiştir.

Kaldı ki, yukarıda sayılan kişilerden İsmet İnönü’nün çoluk çocuğu da vardı.

Üstelik “Soyun tükenmesi” ifadesi, çoluk çocukluk olarak değil, deccallığın sürmemesi anlamında ise burada da bir çelişki oluşur, çünkü deccalların gelişi kesilmeyecek, devam edecektir.

Öyleyse Said’in “Şânieke hüvel ebter” yakıştırması, zorlama radikal bir anlayışın sonucudur.

Said Nursi devam ediyor…

“Şânieke hüvel ebter” ile “Gazi” sözcüğünün matematiksel karşılıkları da 1017’dir.

Atatürk’ün Gazi kelimesine de layık olmadığını düşünen Said Nursi, elif harfini Gazi sözcüğünden ayırarak, Mustafa Kemal’in lakabını “Gezâ” olarak veriyor ki, bunun anlamı “ısırandır yani köpek”tir.

Not: Radikal dindarlar, devrim manasında kullanılan “inkılâb” sözcüğünü de “inkilâb” (köpeğe dönüştürmek, köpekleştirmek) şeklinde telaffuz ederek yukarıdaki anlayışla paralellik göstermektedirler. TBMM çatısı altında dinci parti tarafından şımartılan inkilâblaşmış Ömer Tuğrul İnançer bu tespitimi haklı çıkardı. Şunu da kabul etmemiz gerekir ki “Atatürk inkılâblarına muhalefet edip inkilâblaşan çok kişi olmuştur”.

Said Nursi “Küffârı (Hristiyan, Musevi vb.) kesmeyen ve asmayan, ama gerçek Müslümanları ve tarikat şeyhlerini asıp kesen Mustafa Kemal 'Gazi' rütbesini hak etmemektedir” demiş, ama İngilizlere çalışan Şeyh Said’i de savunmaktan geri durmamıştır. Risale-i Nur’un bazı yerlerinde Şeyh Said’in idamına dair yakınmalar bulunmaktadır:

Said Nursi devam ediyor…

Mason komitesinin üç lideri olan; Mustafa Kemal Atatürk, İsmet İnönü ve Mareşal Fevzi Çakmak’ın yaptığı yanlışlıkların ne oranda olduğunu, adlarının harflerindeki sayılar göstermektedir. Şöyle ki;

"İsmet adındaki harflerin karşılığı: 600’dür.

Fevzi adındaki harflerin karşılığı 103’tür.

İkisinin toplamı: 703 olur.

Mustafa Kemal yerine kullanılan ‘Mâ İstafâ/ Mâ ustufiye bi kemâl’ adının harf toplamı ise 314’tür.

Hepsini topladığında karşımıza çıkan sayı 1017’tür.

Bu hesap tutması, bu üç herifin, Araplara ve Hz. Muhammed’e karşı düşmanlıklarının kanıtıdır.

Bunlardan iki tanesi (İsmet ve Fevzi) küçük Deccal, birisi (Atatürk) Süfyan ruhundadır.

Ayrıca ‘Deccâlânî Süfyânî (iki Deccal ve bir Süfyan)’ ibaresinin karşılığı da 1017’dir.”

YUNANLILAR YENİLİNCE MASONLARIN DA YENİLDİĞİNİ VURGULUYOR

Alttaki dipnotta Said Nursi, Mustafa isminin türediği “İstafâ” kelimesini Arapça meçhul çekimiyle alıyor ve Atatürk’ü bu kez “Mustafa Kemal” (seçkin, olgun) yerine, “Yustafâ bi deccal (seçilmiş Deccal)” diye tanıtmaktadır.

Said Nursi, 1314 (1897) tarihinde Osmanlı ile Yunanlılar arasındaki savaşı Osmanlılar kaybetseydi “İttihad ve Terakki Cemiyeti” içinde bulunan masonların tamamen ülkeye hâkim olacaklarını iddia etmektedir. Yunanlılar yenilince masonların da yenildiğini vurguluyor:

Rumi 1324’te (Miladi 1908) İkinci Meşrutiyet’in ilanı ve takip eden yıllarda ‘31 Mart Olayında’ ayaklanmalara karşı Hareket Ordusu’nun isyancıları ezmesine kadar, sonra 1342 (1922) yani ‘Osmanlı Devleti’nin kaldırılması’na kadar ve en sonunda 1344 (1924)’teki ‘Halifeliğin kaldırılmasına kadar masonların sesinin ve etkilerinin kalmadığını, masonluğun bazen yenilgilere uğradığını vurgulayan Said Nursi devam ediyor:

‘İnnâ a’taynâ kel-Kevser’ ayeti, İstanbul’un Fatih Sultan Mehmet tarafından kuşatılması ve fetih tarihine denk düşüyor.

‘Fesalli lirabbike’ ifadesinin karşılığı 484’tür. Bu sayı miktarınca yani 484 sene Osmanlı’nın halifelik merkezindeki liderliğine işaret ediyor.

‘Şânieke hüvelebter’ ise 484 senenin sonunda 1924 yılında halifeliğin kaldırılıp ‘dinsizlik anlamındaki laik Cumhuriyet’in temellerinin atılması tarihini veriyor.

Not: Ancak daha sonra göreceğiz ki, Said Nursi “dinsizlik” ifadesinden vazgeçecektir.

Said Nursi devam ediyor…

Atatürk, İsmet İnönü ve Mareşal Fevzi Çakmak, Hz. Muhammed zamanındaki önde gelen din düşmanları olan Ebu Cehil, Ebu Leheb ve Ümeyye bin Halef hükmündedirler.

Bu gizli bilgilerin Kur’an tarafından verilmesi, Kur’an’ın mucizesidir.

Verdiğim örnekler sağlam kaynak gibi gözükmese de, olaylar ve denk düşen sayılar iddiamı güçlendiriyor.

Cumhuriyet’in üç önemli kişiliğinin Kur’an’da hedef gösterildiğini iddia etmemin beş nedeni vardır;

1- Hilafetin kaldırılma tarihinin ‘Fesalli lirabbike’deki sayıyla tutması.

2- Mason teşkilatının lideri Mustafa Kemal’le paralel olan İttihad ve Terakki Cemiyeti’nin ‘Özgürlük’ parolasıyla hareket edip 1324’te (1908) ilan ettirdiği İkinci Meşrutiyet’in ilan tarihiyle ‘Süfyânî bi deccâleyn’deki 342 sayısının örtüşmesi. (?)

3- Türk ve Arap kardeşliğini, Hz. Muhammed’e düşmanlığından ötürü bozup İslama saldırmaları nedeniyle, Kur’an’ın onlara ‘Şânieke hüvel ebter’ şeklinde seslenmesi anlamlıdır.

4- Mason lideri Mustafa Kemal’e hak etmediği halde takılan ‘Atatürk’ [Said Nursi’nin versiyonuyla ‘Ebu Türk’] lakabının da ebced karşılığı 1017’dir. Öyleyse Mustafa Kemal ve onun destekçileri Kur’an’ın hedefindedir.

5- Alçaklık, düşmanlık ve İslam’a gizlice ihanet eden bu üç kişinin isimlerinin karşılığının 1017 olması, 1350 sene önce inen Kur’an’ın en kısa suresi olan ‘Kevser Suresi’nin mucizesidir.

Bütün bunlardan başka, surenin ‘Venhar, inne’ kısmı 1222 (1807) tarihine kadar ‘kâfirlerin' Osmanlılarca boğazlanmasına işaret eder. Bu tarihte, şimdiki Mason liderlerinin bir anlamda ataları ve esinlendikleri kişiler olan yeniçeri içindeki fesatçı/ kışkırtıcı komite bulunuyordu.

İSYANIN DEVAMI...

Not: İsyanın başında Kabakçı Mustafa vardı.

Kabakçı Mustafa İsyanı’yla Mayıs1807 tarihinde halifeliğe başkaldırı başlamıştı ve III. Selim tahttan indirilerek yerine IV. Mustafa geçirilmişti.

Bu isyanın devamı 1224’e (1809) kadar sürmüştü.

Daha sonra Alemdar Mustafa Paşa, II. Mahmut’u tahta çıkarttı ve ‘Sened-i İttifak’ belgesini imzalattı.

1324 (1908)’te İkinci Meşrutiyet’i ilan ettiren İttihatçı liderlerden Enver Paşa ve Cemal Paşa 1341’de (1922) ölmüş/ öldürülmüştür.

Said Nursi devam ediyor…

‘Venhar, inne’ye ‘Kef’ harfi eklendiğinde 1241 (1826) çıkıyor karşımıza.

‘Kef’ harfi bulunduğu yer bakımından zamir olup Hz. Muhammed’i ve onun makamı olan hilafeti gösteriyor.

Not: 15 Haziran 1826‘da isyancı Yeniçeri Ocağı kaldırıldı ve bu olay tarihe ‘Vak’a-i Hayriyye’ (hayırlı olay) olarak geçti. Yüzyıl sonra, 1922 ile 1923 tarihleri arasında da İttihad ve Terakki’nin liderleri ortadan kaldırılıp Cumhuriyet’e geçildi.

Said Nursi lahikada başka bir soruya cevap veriyor.

Soru:Bu zorba ve hesap vermeyen kâfirce askeri düzen (Türk Silahlı Kuvvetleri) ne zaman sona erecektir?”

Cevap: “Benim gibi birine böyle bir soru sorulacağını öngöremezdim. Fakat ‘Sen Kur’an’ın seslendiricisi olduğundan dolayı, Kur’an adına (?) bu sorunun yanıtını istiyoruz’ dediler.”

12, 13, 14 ve 16 sayılarından çeşitli tarihler çıkaran Said Nursi, Atatürk’ün, Cumhuriyet’in ilanından sonra 16 yıl yaşayacağını öne sürüyor. Bedir’deki müşrikler 13 veya 14 yılda ortadan kalktığı gibi, Atatürk’ün “Firavunca yönetim”inin de bu kadar süreceğini savunuyor.

Not: 13 sayısından da çeşitli anlamlar çıkarıp, aslında 13 sayısı ile “kâfir” sözcüğünün 1300 olmasına gönderi yapıyor. Hicri 1300 tarihinin ise 1881 yani Atatürk’ün doğum tarihine karşılık geldiğini ima ediyor. Ayrıca kâfir sözcüğündeki dört harfin, Deccallık idaresinin yukarıda saydığım dört önemli Cumhuriyet şahsiyetini gösterdiği Nurcu cemaat içinde dillendirilebiliyor:

“Kef harfi” Kemal, “Elif harfi” İnönü, “Fe harfi” Fevzi, “Ra harfi” Rifat ismini sembolize etmektedir.

Evrakın yedinci sayfasında “Bir Hâtime” başlığında, özetle birlikte konu toparlanıyor, daha önce geçen kimi ifadeler tekrarlanıyor.

GÜLÜNÇ BİR HAL ALIYOR

Ben en çarpıcı taraflarıyla sadeleştirmeye devam edeceğim

“İlginç olan nokta şu ki, zorba ve hesap vermeyen kâfirce askeri düzeninin başındaki bu üç Mason liderine ait yanlışlıklar ile şeriata karşı ihanetleri aynı ölçüde değil. Bunların isimlerinin harflerindeki sayı, yaptıkları fiillerin oranını veriyor.

Bunların toplam sayısı 1017 idi.

Şeytani fikirli Atatürk’ün ismi 321.

Atatürk’ün fikirlerini yayıp icraatını yaptığı için en büyük vebale sahip İsmet İnönü’nün ismi 600.

Mareşal Fevzi Çakmak’ın ise yaptıklarının karşılığı, İsmet’in altıda biri oranındadır, yani 103’tür.

Önemli Notum: Ben burada bir hesap hatasına dikkat çekmek istiyorum. Atatürk’e bu bölümde 321 rakamını veren Said Nursi, daha önce 314 sayısını vermişti. Şimdi yukarıdaki hesap 1017 değil, 1024 çıkıyor. Cemaatin, sayılara fazla anlam yüklemeye çalışması da gülünç bir hal alıyor, kafaları karışmış!

Said Nursi devam ediyor…

Mareşal Fevzi Çakmak, görünüşte Müslüman ve bir derece inançlı gibi zannediliyor.

Sağlam inançlı diğer Müslümanlar da onu referans alarak diğer liderlerin inançlı olduğunu düşünüp deccallık yönetimlerine ses çıkarmıyorlar. Bundan dolayı Mareşal, Müslümanları yanıltarak ilk iki kişiye suç ortağı oluyor. Benim söylediklerime itiraz eden, beni eleştirenler oluyor. Diyorlar ki, 'Bu İslamî Cumhuriyet’in bazı liderlerine ‘Küçük Deccallar’ diyorsun. Oysa Diyanet Başkanlığındaki görevlilerle birlikte, birçok İslam bilgini, bu kişilere hayır dua ediyor'.

Eleştiriyi şöyle yanıtlayabilirim; Hz. Muhammed’in öğrencisi ve ondan Kur’an’ın gizemini öğrenen kişi Hz. Ali’dir. Hz. Ali kendisine ait ünlü bir kasidede ‘Arap harfleri Acem (Latin) harfleriyle değiştirildiği zaman Deccal’ı bekleyin!’ diyor.”

AŞAĞILIK EŞEK HÜKMÜNDEDİR

Said Nursi, aşağıdaki dipnotta, Fransız/ Frankî/ Batılının harflerini öğretmek için Ramazan gecelerinde çoluk çocuğa, fakire-zengine zor şartlarda ders verildiğinden söz ediyor:

Said Nursi’ye göre, deccalların zamanındaki en kötü insanlar, İslam bilginlerinin en kötüsü demek olan ‘Ulemâ-i sû’dur, kötü bilginlerdir. Bunlar, çıkarları için dinlerini dünyaya satmış kişilerdir. Ezan’ın değiştirip yerine Türkçe şarkı okunmasına onay veren bu hoca takımı ‘aşağılık eşek’ hükmündedir.

Harf devrimini yapanlar ‘Küçük Deccallardır ve gelecekteki ‘Büyük Deccalın ileri karakollarıdır.

Sekizinci sayfada “Kader İnancına Ait Bir Mesele” başlığının altında, Said Nursi’nin daha çok gelecek zamana dair yaptığı yorumların neye dayandığı ve kader bakımından nasıl anlaşılması gerektiği noktasında hatırlatmaları bulunuyor:

“Geleceğe ait haber vermenin birtakım özellikleri vardır. Haber verilen bazı şeyler, Allah gerçekleşmesini istediği için gerçekleşmiştir. Fakat bazıları ise şartlarından dolayı gerçekleşmeyebilir. Hadislerde sadaka ve benzeri iyiliklerin gelebilecek belaları önlediğinden söz edilir. Allah’ın kader sayfası demek olan ‘Levh-i Mahfuz’da bile değişiklik olmaktadır.

Geleceğe ait yapılan yorumlar değişebilir. ‘Sırr-ı İnnâA’tayna’ belgesinde adı geçenler için yorumlar yapıldı. Onların ilerideki durumlarına dair sözler söylendi. Fakat Allah, bu tahminleri çıkartmayabilir. Mesela o liderlerden birisi, diğerleri öldükten sonra dinsizlikten dolayı pişman olsa, o kişi için söylediklerimiz ve onun durumu hakkında söylenen ağır ifadeler de değişir. Böyle bir sonuçta, kötü dediklerimiz o anda kötü olmuş olur, ama ilerisi için yanıldığımız kimseler olabilir. Ben o kişilerin görünen kötü yönlerini söylesem bile o kişiler daha sonra iyi insan olabilir.

Geleceği tam olarak tahmin edip bilemememizin nedeni, Allah’ı unutmamak içindir. Bu yüzden ileriye dair haberleri yalnızca peygamberler verebilir, bize düşen şu ayettir: ‘Gaybı sadece Allah bilir!’ (Neml Suresi, Ayet 65.) Çünkü Allah’ın dilemesini bizler bilemeyiz, kaderi kendimize mahkûm edemeyiz.”

“En özel Nurculara Ait” başlığıyla yer alan sekiz ve dokuzuncu sayfalarda, Said Nursi’nin hapisteki öğrencisi Abdürrezzak’ın Nurcular adına yazdığı yazı bulunuyor. Dersim Olayını abartılı veren Abdürrezzak adlı kişi, Said Nursi’nin ‘Ömrünü Türk vatanını içten ve dıştan gelebilecek her türlü saldırılara adayan, hem Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu hem de Türk istiklalinin ve istikbalinin fedakâr hizmetçisi olan Atatürk’ü; Süfyan, İslam Deccalı, tâğut, dalâletli zındıka komitesinin firavun ruhlu lideri, sapkınlığın dehşetli şahsı diye nitelendirdi. Böylece Türk’ün kalbinde kökleşen Atatürk sevgisini sarstı!’ iddiasıyla mahkum edilmesine itiraz ediyor. Atatürk’ün, Türk milletinin istikbal ve istiklalini mahvetmiştiğini, İslam birliğini ve düşmana karşı duruşu yok ettiğini savunmaktadır.

Daha sonra Selahaddin adlı Nurcunun bir ayetten çıkardığı anlamlar ve ebced hesapları veriliyor. Mesela, medrese ve tekkelerin kapatılmasının, sarıkların kaldırılması kanununun kötülüğü vurgulanıyor. Risale-i Nur’a yönelmenin erdemi üzerinde duruluyor.

Sırr-ı İnnâA'taynâ ile İlgili Tespit ve Yorumlarım

Şimdiye kadar okuduklarından herkesin kendine göre birtakım anlamlar ve sonuçlar çıkardığına inanıyorum.

Kaynağı artık saklı olmayan bu evraktaki ifadelerin ne demek olduğuna dair kimseye akıl veremem, ama hepimize manidar görünen noktaları veya bana çağrıştırdıklarını paylaşmak isterim.

Aslında bu lahikada keramet gibi verilen gelecek zamana ait tahminlerin, belli zaman aralıklarında yazıldığını, hatta belki de sözünü ettiği tarihlerden sonra yazıldığını fark etmişsinizdir.

Mesela, Hâtime/ sonuç kısmında, Cumhuriyet’ten “İslamî Cumhuriyet” diye söz etmesi, bu lahikanın değişik tarihlerde kaleme alındığını düşündürüyor.

Olaylar olup bittikten sonra Said Nursi, sanki olaylardan önce olacakları haber veriyormuşçasına keramet sergiliyor.

Zaten bu lahikanın gizli olması, bir resmi belge özelliği ve ciddiyet taşımaması; sağlam kaynak olma durumunu ortadan kaldırıyor.

Bu gayri ciddi belgeyi niçin önünüze koyduğuma gelince, gizliden gizliye dönen dolaplardan haberinizin olması içindir.

Şimdi konuya göre yaptığımız tespit ve yorumlarıma geçelim.

Yedinci sayfada geçen “Ezan’ın Türkçe okutulmasıyla, Şarkı kabul edildi” sözüne cevap vermemiz gerekir:

1- Ezan’a kimse müdahale etmemelidir, isteyen Arapça orjinalini, isteyen Türkçesini okuyabilmelidir.

2- Bugün ezan daha çok yetkisiz kimselerce ve kötü seslilerce çirkin bir tarzda okunmaktadır. Hoparlör denilen ve sesi yükselten bir alet/ düzenek varken, o berbat ses tonuyla avazı çıktığı kadar bağıran, kimi müezzinlerin oyuncağı olmuştur ezan.

3- Kimi zaman iki cami müezzininin, ezanda “düet yapma” şarlatanlığı, acaba günümüzün şarkısı değil midir?

4- Ezan okuyana, haklı olarak mizahi dokunan Fazıl Say gibi dünya ölçeğinde büyük bir değere, ellerinin altındaki yargıyla hücum eden dinciler Mustafa Kemal’e dil uzatamaz.

AHLAKSIZ AHLAKI

Avrupa’da ezanın hoparlörden yasaklanması, normal insan tepkisi bakımından haklı gerekçelere dayanmaktadır. Avaz avaz bağıran ve müzikalitesi olmayan ezan okuyuşlarına Avrupa’nın tavır alması kadar doğru bir karar olamaz. Ayrıca Avrupa’daki mescitlerin kir pas içindeki zavallı hali, Müslümanların medeniyet ölçüsünü göstermektedir.

Ezanın Türkçe okunmasını ve Atatürk’ün birçok devrimini Bid’at yani dinin özünü bozan uygulama olarak veren radikal dindarların, hırsızlık üzerine yükselen İslamcı politikaları nasıl onayladıklarını, en azından ses çıkartmadıklarını görüyoruz. İbadet ritüelinde değişikliğe katlanamayan radikal dindarlar “ahlaksızlık ahlakı”nda yaşanan bid’atı görmezden gelebilmektedir.

Said Nursi ile öğrencileri; hain, bölücü ve ırkçılara sahip çıkmışlardır. Şeyh Said ve İngilizlere mektup yazdığı ortaya çıkan Dersimli Seyit Rıza bunlardandır. Nurculuğun damarında, hainlik ve dışarıdan beslenenlere hamilik bulunmakta olduğu anlaşılmaktadır.

Yukarıda “Ebu” kavramına dair; “Arapçadaki ‘elif ve be’ harfleri yan yana geldiğinde ‘baba, ata’ sözcüğü oluşur. Said Nursi, Mustafa Kemal’in soyadı olan ve onun en çok bilinen ismine yani ‘Atatürk’ lakabındaki ‘ata’ sözcüğüne atıfta bulunuyor. Ata ifadesiyle, tarihte isimlerinin önünde bunu kullanan zalim önderleri (Ebu Cehil, Ebu Lehebvb) çağrıştırıyor ve Atatürk’ün de çağımızın firavunu, kötülük önderi olduğunu söylemeye çalışıyor” demiştim.

Fakat AB’nin (Avrupa Birliği) Arapça yazılışında da karşımıza “Ebu” çıkar. “AB’nin, Türkiye gibi ülkelerin sömürü babası ve gelişmişlik seviyesini engellemek anlamında kısırlaştırıcısı” olduğu yorumunu yapamaz mıyız?

Said Nursi, Meşrutiyet’e ve Cumhuriyet’e karşı tavır almaktadır.

Oysa Risale-i Nur’daki birçok yerde, kendisinin de Cumhuriyet’çi olduğunu iddia etmektedir. (Risale-i Nur Külliyatı/ Şualar, s.317.)

Kendisi laik Cumhuriyet karşıtı idiyse, niye bunu diğer risalelerde açıkça ifade etmiyor? Kuruluş yılına, laikliğin kabul edildiği tarih diye vermesi büyük bir çelişkidir. Laikliğin kabul tarihi 1922 veya 1923 değildir. “Türk devletinin dini İslam’dır” hükmü 1928’de kaldırılmış, 1937’de ise laiklik, Anayasa’ya girmiştir.

Laikliğe dinsizlik diyen Said Nursi, yine yukarıdaki eserinde kanaatinin tam tersine olarak; “Eğer laik Cumhuriyet’i soruyorsanız, ben biliyorum ki laik manası, bitaraf kalmak yani hürriyet-i vicdan düsturuyla dinsizlere ve sefahetçilere ilişmediği gibi dindarlara ve takvacılara da ilişmez bir hükümet telakki ederim” diyor. (Risale-i Nur Külliyatı/ Şualar, s.317.)

Demek ki neymiş, Said Nursi’ye göre laiklik dinsizlik değilmiş, eşit davranmakmış!

Said Nursi, Sırr-ı İnnâ A'taynâ’daki tüm hiddetiyle yaptığı ileri geri yorumlarını bizzat kendisi yalanlamaktadır.

Said’in, Cumhuriyet’in karşısına halifeliğin koyması zavallı bir durumdur. Çünkü yine Risale’de de kabul edilen bir hadise göre “Halifelik benim vefatından sonra otuz yıldır, ondan sonraki halifelik yönetimleri azgın/ kudurmuş krallıktır” (Ahmed bin Hanbel, Müsned, c.V, s.220-221.) denilerek, bu yüzyıllardaki halifeliğin pisliği Hz. Muhammed tarafından asırlar öncesinden haber verilmektedir.

Cumhuriyet’in kuruluşu, hem deccallık hem de önceki deccalların yok edilmesi olarak verilmektedir.

Bu durumda Cumhuriyet’i kuranlar, hem Mehdi’dir hem de Deccaldır.

Bu çelişkili ifadeler, konuların Said Nursi’nin kafasında çok netleşmediğini gösteriyor.

Said Nursi, “Venhar” ifadesini açıklarken “Osmanlılarca kâfirlerin boğazlanması” şeklinde, radikallere özgü dille ve acımasızlığı çağrıştıran bir tanımlamayla tefsir ediyor. Bu itici, insan haklarına saldıran ve ötekileştirici yorum, bize bugünkü katil Işid’in, El Kaide’nin, Boko Haram’ın kendi inançlarından olmayanlara uyguladığı vahşeti ve kullandığı dili hatırlatıyor.

ATATÜRK'E SALDIRAN SOFTA TAKIMI DAMGASINI HAK EDİYOR

“En özel Nurculara Ait” başlığındaki son bölümde Nur talebesi Abdürrezzak ve arkadaşlarının Atatürk hakkında yakışıksız, dayanaksız ve terbiyesizce hakarete varan ifadelerini onaylamak mümkün değildir. Atatürk’ün yaptıklarını, hiçbir tatmin edici kanıt göstermeksizin inkâr etmek, hem vicdana hem de bilimselliğe aykırıdır. Dersim faciası diye verdiği olaydan başka hiçbir kanıt göstermeksizin Atatürk’e saldıran softa takımı damgasını hak ediyorlar. Uzun cümle züppeliğine, buna benzer birçok metinde de tanık olmak mümkündür.

Kişi bazen inanmak istediğine istediği ölçülerde inanabilir ama inanmadığını istediği gibi değiştirip ret edemez.

Tuhaf tutarsızlıklardan biri de, Said Nursi’nin Sırr-ı İnnâ A'taynâ konusunun sonunda her şeyi kader inancına bağlamasıdır. Tahminde bulunduğu hususlar ilerdeki tarihlerde çıkmazsa, savunma altyapısı hazırda tutuluyor ve “İlahi kader bunun gerçekleşmesine izin vermedi” deniliyor.

Sonuç olarak…

Said Nursi bir sözünde, Deccal ve Süfyan gibi etkili kişilerin, kendileri kim olduklarını bilmediklerinden söz etmiş (Risale-i Nur Külliyatı/Şualar, s.498.), dolayısıyla kimin neye göre hareket ettiğini bilmediğini ve bu çeşit ithamların da objektif olamayacağını itiraf etmiştir.

Baştan sona kadar Deccallık ve diğer konuların, Said Nursi ve cemaatinde tam da netleşmediği görülmektedir.

Nitekim Atatürk’e ve milli kahramanlarımıza “Deccal” diyenlerin kendilerinde deccallık bulunduğunu tüm kitaplarımda kanıtlamıştım.

 

Yazar: Nazif Ay

 

Bu konudaki diğer bazı kaynaklar:

http://www.risaleajans.com/nur-alemi/said-nursiye-gore-mustafa-kemal-yahudidir, linkinde Prof. Dr. Ahmet Akgündüz’den alıntı yapılarak benim tezim destekleniyor.

http://www.risalehaber.com/said-nursinin-gizli-mahrem-risalesini-niye-yayinladik-257484h.htm, linkinde Sırrı İnnâA’tayna’nın Derin Tarih adlı dergide, 46. Sayısında Ocak 2016 (yani benim ilk kitabım olan Deccal Dindarmış’ta belgeleri yayımladıktan tam bir yıl sonra) tarihinde yayımlanması üzerine Mustafa Armağan ile yapılan bir röportaja yer verilmiştir. 13.01.2016 tarihli Odatv haberinde de “O kitapta Atatürk için neler yazıyor” başlığıyla bu konu işlendi.

http://www.tevhidhaber.com/bediuzzaman-ataturk-rakiya-muptela-olup-105235h.htm, linkinde 11.11.2014 tarihinde bu konuyu işlemiştir.

Ayrıca, http://www.geocities.ws/sinamiorhanupto/maksinnur.htm linkinde Sırrı İnnâA’taynâ açıklanarak İBDA-C lideri Salih İzzet Mirzabeyoğlu’nun Mehdi olduğuna dair ebced/ Cifr hesabı ile sayılar veriliyor. "RİSÂLE-İ NUR”DAKİ BAZI “TÂRİH”LERLE İ B D A M İ S Y O N U N U N ALÂKASINA DÂİR BİR TETKİK” başlığıyla Sinami ORHAN, hem Mirzabeyoğlu’nun kutlu liderliğini müjdeliyor hem de 28 Şubat kararlarını eleştirirken Fethullah Gülen cemaatine de olumsuz göndermede bulunuyor. Ancak Mirzabeyoğlu’nun güdümündeki İMH (İnsan ve Medeniyet Hareketi) sohbetlerinde, bir zamanlar eleştirilmesini istemedikleri Fethullah Gülen’in, bu linkte adeta lanetlendiğini görmek ilginç bir paradoks olarak önümüzde.

Kavram ve Sözcükler

Lahika: Cemaat içi yazışma

Hurûfîlik: Harflerle fal bakma, inanç oluşturma

Batınîlik: Marjinal tuhaf yorumla her şeyin görünmez yönüne ait inaç oluşturma ve bu yöntemi/ yönelimi savunma

Gayp: Bilinmeyen, özellikle gelecek zamana ait bilinmeyen

Mehdi: Dünyanın yok olacağı kıyametten önce geleceğine inanılan iyilik önderi

Hiss-i kablel-vukuu: Olacakları önceden hissetmek

Mimsiz Medeniyet: Medeniyet sözcüğünden Mim harfi alınırsa, geriye “Deniyet”, yani “Alçaklık” sözcüğü kalır.

Münafık: İkiyüzlü din düşmanı. Dindar gibi gözüken dinsiz

Şeriat: Her peygamberln getirdiği özel kurallar

Mülhid: Dinden çıkmış kişi

Zulüm: Haksızlık, sapıklık, karanlık

Arş-ı azam: Allah’ın göklerdeki yüce ilahi katları

Mürteci: Gerici, yeniliklere kapalı, geleneksel dinden güç almaya çalışan

Süfyan: Müslümanların arasından çıkacak bir kötülük temsilcisi ve din düşmanı

Deccal: Dünyanın yok olacağı kıyametten önce geleceğine inanılan kötülük önderi

Zındık: Dinsiz, imansız

Menhus: Uğursuz

Mustafa Kemal: Olgun, kemâle ermiş, seçkin kişi

Şânieke hüvel-ebter: Soyu sopu kurumuş, çocuğu olmayan, kısır

 

Link to post
Sitelerde Paylaş
  • 5 months later...

Türkiye'de muhafazakar gençlik dinden uzaklaşıyor mu?

Selin Girit BBC Türkçe, İstanbul
 
 
 

Merve bir Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi öğretmeni. 20'li yaşlarının sonlarında. Kendisini agnostik olarak tanımlıyor. "Tanrı var mı yok mu bilmiyorum, beni çok da ilgilendirmiyor artık" diyor.

Merve'yle ilk olarak Beyoğlu'nda bir kafede buluşuyoruz. Kırmızı bir başörtüsü takıyor. "Beni Müslüman olarak tanımlayan tek şey bu başörtüsü artık," diyor. Gerek ailevi nedenlerle gerekse yaptığı işten ötürü başörtüsünü çıkarmadığını söylüyor. "Belki 1-2 yıla başörtümle de vedalaşabilirim ama şimdi buna gerek duymuyorum" diyor.

Merve'nin babası imam. Muhafazakar bir aileden geliyor. İmam-Hatip lisesi mezunu. İlahiyat Fakültesi'nde okumak istemediği için, bari öğretmen olayım diyerek Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi öğretmenliği üzerine eğitim almaya karar vermiş. Dinle ilgili araştırmalarının ve kendi tabiriyle "bilinçlenmesinin" de o döneme denk geldiğini söylüyor:

"Benim radikale kaçan bir Müslümanlığım vardı. Daha birkaç yıl öncesine kadar erkeklerle tokalaşmazdım bile. Kendimi Müslüman olarak tanımlıyor, hayatımı o şekilde yaşamaya çalışıyordum.

"Beş vakit namazımı kılıyordum. Nafileleri yerine getirmeye çalışıyordum. Orucumu tutuyor, Kuran okuyor, ilmihal bilgileri olsun, hadis olsun o tarz şeyleri tamamlamaya çalışıyordum. Tefsir, hadis derslerine gidiyordum."

'Benim için sığınacak en büyük şeydi Tanrı'

Merve dinle ilişkisinin yıllar süren bir sorgulama sonucunda değiştiğini, belli başlı kırılma noktaları yaşadığını -zaman zaman gözyaşları içinde- anlatıyor:

"Ben öğretmen olmak hiç istemedim. Ama bir şekilde öğretmen oldum, atandım. O beni çok yıktı. Millet sevinçten ağlar, ben üzüntüden ağlamıştım. Tercihleri yaparken ağlıyordum ve dua ediyordum öğretmen olarak atanmayayım diye. Tamamen Allah'a bırakmıştım.

"Atanmayacağıma o kadar yürekten inanmıştım ki, olduğunda beni tepetaklak etti. Hayatım altüst oldu. Güvendiğim, inandığım o ilahi konumdaki şey sarsıldı. İlk şüphelerim öyle başladı açıkçası.

"Benim için sığınacak en büyük şeydi Tanrı, ama artık sığınamayacağımı, dualarımın ne kadar istesem de kabul olmayacağını net bir şekilde görmek düşüncelerimi çok sarstı."

Bütün bu süreç Merve için hiç de kolay geçmemiş. Çevresinden, arkadaşlarından uzaklaşmış. Dertlerini, kafasını kurcalayan soruları ailesiyle konuşamamış. Giderek yalnızlaşmış. Bir sabah, büyük bir depresyonun kucağında uyanmış. Saatlerce ağlamış. Bari dua edeyim demiş. Sonrasını şöyle anlatıyor:

"İçimden Tanrı'yla konuşmaya başladım. 'Bak ben bu haldeyim, bana bir çıkış yolu ver.' Ama onu söylerken fark ettim. Dua ettiğimde bir muhatabım var mı yok mu şüphedeyim, diye düşündüm. Dedim ben bugün ya delireceğim ya intihar edeceğim.

"Sabah uyandım. Sanki o gün, o gece hiç yaşanmamış gibi. Sonra oturdum düşündüm. Dedim ben artık inanmıyorum resmen. İmanın şartlarını düşündüm. Dedim, ben inanmıyorum ya cennete cehenneme."

Merve ilk önce dua etmeyi bırakmış. Ardından namaz kılmayı. Oruç tutmaya ise daha bu yıl son vermiş. Ailesi hala bu yaşadıklarını bilmiyor.

'Bir erkeğin karşısına ilk kez başörtüsüz çıktığımda hem çok rahat hissettim, hem de çok tuhaf'

Merve'yle evinde yeniden buluştuğumuzda bizi başı açık bir şekilde karşılıyor. Aramızda "namahrem" tabir edilebilecek bir erkek de var. Artık evde başörtüsü takmamaya karar vermiş. O süreci de şöyle anlatıyor:

"Dedim ki ben Tanrı'yı, dini inkar edeceksem bu örtüyü de çıkarmam lazım. Ama bunu yapamayacağımı fark ettim. Din kültürü öğretmeniyim. Bu yapılabilir belki ama ben yapamam. Ya öğretmenliği bırak ya da bu konuyu hallet. Şu an başımı açamayacağım dedim.

"Sonra dedim benim evime sucu geliyor, tamirci geliyor, yemek siparişini getiren adam geliyor ve ben onların karşısına çıkarken de başıma ufacık da olsa bir şey alıyorum. Niye bunu yapıyorum? Artık bunu yapmamaya karar verdim.

"Bir erkeğin karşısına bilinçli bir şekilde ilk kez başörtüsüz çıktığımda hem çok rahat hissettim, hem de çok tuhaf. Ama şimdi çok rahatım. Çünkü ben kendimi artık böyle tanımlıyorum.

"Ders verirken bazen çocuklar sorular soruyorlar. Öğretmenim başörtüsü takmak gerçekten gerekir mi, ben büyüdüğümde saçım görünürse günah olur mu? Şu an ona karar vereceğiniz bir durum yok, 18 yaşına gelin ne isterseniz yaparsınız diyorum. Böyle cevap vermek beni rahatlatıyor."

  Telif hakkı Getty Images Image caption Devlet Bahçeli: Türk gençliğine ateizmin bir önceki istasyonu olan deizm karası çalanlar, yüzleri varsa utansınlar

Bahçeli 'utansınlar', Erbaş 'sapık' demişti

Türkiye son birkaç haftadır muhafazakar gençliğin dinden uzaklaşıp uzaklaşmadığını, deizme ya da ateizme bir yöneliş olup olmadığını tartışıyor.

Tartışma, İstanbul Medeniyet Üniversitesi Öğretim Görevlisi Prof. İhsan Fazlıoğlu'nun bir panelde yaptığı konuşma üzerine alevlenmişti.

Fazlıoğlu, "15 Temmuz'dan bu yana benim odama 17 tane başörtülü, deist bile değil tanrı tanımaz (ateist) öğrenci gelip benimle bu konuları konuştular" demişti.

Bunun üzerine Mart ayında Konya'da yapılan bir çalıştay haberi yeniden gündeme gelmişti.

Haberde, Konya Milli Eğitim Müdürlüğü'nün "Gençlik ve İnanç" konulu bir çalıştay düzenlediği, imam hatip öğrencilerinin dini bilgilerdeki tutarsızlıklar nedeniyle deizme kaydığı ve ders materyallerinin çocuklara uygun olmadığı sonucuna ulaşıldığı yazılmıştı.

MHP lideri Devlet Bahçeli bu tespiti eleştirmiş, "Türk gençliğine ateizmin bir önceki istasyonu olan deizm karası çalanlar, yüzleri varsa utansınlar" diye konuşmuştu.

Ardından Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın, partisinin grup toplantısındaki konuşmasının sonunda Milli Eğitim Bakanı İsmet Yılmaz'ı kürsüye çağırdığı görülmüş ve burada bu haberlere yönelik tepkisini dile getirdiği ileri sürülmüştü.

Bakan Yılmaz, daha sonra söz konusu çalıştayın bilimsel olmadığını belirtmiş, bakanlık da çalıştayın kendi bünyelerinde değil İKDAM Eğitim Derneği ve Uluslararası Öncü Eğitimciler Derneği tarafından gerçekleştirildiğini belirtmişti.

İKDAM'ın internet sitesinde yapılan açıklamada ise çalıştay sonrası hazırlanan bildiride iddia edildiği gibi gerek İmam Hatip Liseleri'nde gerek diğer liselerde deizmin yayıldığı ifadesinin yer almadığı savunulmuştu.

Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş da gençlerde deizm ve ateizmin yaygınlaştığı iddialarına ilişkin, "Bizim milletimizin hiçbir ferdi böyle sapık, batıl bir anlayışa asla prim vermez. Milletimize, gençlerimize kimse iftira atmasın," diye konuşmuştu.

  Telif hakkı Getty Images Image caption İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi'nden Prof. Hidayet Aydar: Diyanet İşleri Başkanı ne desin?

"'Allah var ama etkisizdir' anlayışı İslam kültüründe de ortaya çıktı"

BBC Türkçe'nin sorularını yanıtlayan İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi'nden Prof. Hidayet Aydar, deizmin bir felsefi akım olduğunu, ön plana çıkışının 17'inci yüzyıla denk gelmesine karşın kökenlerinin Yunan felsefesine dayandığını söylüyor.

"Deizmde şöyle bir Tanrı anlayışı var: Tanrı var ama hayata karışmaz. Yaratan biri var, her şeyi yaratmıştır ama yarattıklarına karışmaz. İnsanlar kendi hayatlarını kendileri düzenlerler.

"Mesela İslam kültüründe de şunlar tartışılmış: Tanrı var ama Tanrı'nın durumu nedir? Tanrı neye benzer, bir varlığa benzer mi? Kuran-ı Kerim diyor ki Allah hiçbir şeye benzemez, hiçbir şey de Allah'a benzemez.

"Ancak 'Allah var ama etkisiz bir varlıktır, her şeyi insan kendisi yapar,' düşüncesi İslam kültüründe de ortaya çıkmış. Bunların ortaya çıkışı da hicri ikinci asra kadar, yani miladi sekizinci asra kadar gidebiliyor."

Aydar, Diyanet İşleri Başkanı'nın deizmle ilgili yaptığı açıklamanın da yanlış anlaşıldığı görüşünde:

"Deizm İslam'ın pek çok değerini reddediyor. Kitabı, peygamberi reddediyor. Ölümden sonra dirilmeyi, cenneti, cehennemi, meleği reddediyor. Bunlar imanın esasları. İmanın altı esası var. Deizm sadece birini kabul ediyor. O da Allah'ın varlığı. Geri kalan esasların tamamını inkar ediyor. Diyanet İşleri Başkanı ne desin?

"Sapkınlık derken, İslam'ın çizgisinden sapma anlamında. Yani kast ettiği şey İslam bir çizgiyse, deizm, ateizm ve benzeri bazı düşünceler o çizgiden sapmadır, o anlamda. Yoksa hakaret anlamında sapkınlık veya sapıklık diye değerlendirmek doğru olmaz."

Prof. Aydar, muhafazakar gençlik nezdinde deizme kayış olduğu yönündeki değerlendirmelere ise kendi gözlemlerine dayanarak katılmadığını söylüyor:

"Bugün dünya eski dünya değil. ABD'de biri öksürse sesini biz burada duyuyoruz. Avrupa'nın uzak bir beldesinde bir kuş uçsa biz bunu hissediyoruz. Tabii ki küresel bir etkileşim var. Ama emin olun ki bizim gençliğimizde, ilahiyat gençliğinde, en azından ben kendi üniversitemi söyleyebilirim, öyle bir şey asla söz konusu değildir."

Ateizm Derneği'nden Atik: Ateist imamlar ve müezzinler var

Ancak Türkiye'nin ilk ve tek ateizm derneği, bu tespite katılmıyor. Ateizm Derneği'nin yönetim kurulu üyelerinden Şaner Atik, ateistler arasında imamlar ve müezzinler de olduğunu söylüyor. Ancak bu insanların farklı nedenlerle açıkça ateist olduklarını söyleyemediklerini savunuyor:

"Türkiye'de bugün 'ateistleri ne yapmak lazım' diye bazı televizyon kanallarında programlar yapılıyor. Hemen keseceksin bunları falan diyorlar. İzleseniz kanınız donar. 'Yaşatmayacaksın bunları, bunlar insan değil' diyorlar. 'Çocuğum ateist olsa evlatlıktan reddederim, doktora götürürüm' diyenler var. Hal böyleyken ben ateistim demek cesaret isteyen bir şey.

"Bizim görüştüğümüz ateist imamlar, müezzinler var. Kara çarşaflı olan insanlar var ateist, deist türbanlılar var. Neden böyle olmak zorundasın, neden takmak zorundasın türbanı, diye soruyoruz. Mahalle baskısı, aile baskısı diyorlar. İfade edemiyorum ben kendimi diyorlar.

"Ateist imamlar, 'Ben işimi değiştirmeliyim ama bunu nasıl yapacağım bilmiyorum,' diyorlar. Ben her gün acı çekiyorum, ıstırap çekiyorum diyorlar. Ama bir yandan da para kazanmaları, ailelerini geçindirmeleri gerek. Çok büyük sıkıntılar yaşayan insanlar var."

  Telif hakkı Getty Images

Ateizm Derneği üyesi Okan Akyüz de internet ve sosyal medya kullanımının yaygınlaşmasıyla, kendi tabiriyle "aydınlanan" insanların sayısının da arttığını söylüyor.

"Bizim kuşağımız yeterince kaynaklara ulaşabiliyor. Ne kadar yasaklansa da, kitaplardan kaldırılsa da Darwinizm'i gidip internetten okuyabilirsiniz. Kişisel aydınlanmanız önünde bir engel yok.

"Zaten sadece Türkiye'de değil, dünya genelinde de açıkça ateist olduğunu söyleyen insanların sayısı düşük. Ateist cemaatlerde bir araya gelen arkadaşlar dünya genelinde yüzde 5 gibi bir oranda."

Bugün Türkiye'de ateizm derneğinin 200-210 civarında kayıtlı üyesi bulunuyor. Ancak Şaner Atik, tanrı tanımazlığın çok daha büyük kitlelere yayıldığı kanaatinde.

Atik, bunda 16 yıldır iktidarda olan hükümetin yüzlerce imam-hatip okulu açarak, bu şekilde kendi dindar gençliğini yaratma çabasının da etkili olduğunu savunuyor.

"İnsanları neye zorlarsanız, insanlar ondan kaçar. Ondan soğur. O baskı gençleri bana neyi dayatıyorlar, neymiş bu diye sorgulamaya itiyor. Bunun etkisi çok büyük.

"Önce Tevrat deşifre oldu, sonra İncil deşifre oldu. Şimdi de Kuran deşifre oluyor. Deşifre oluyor dinler. Bunların masal, hikaye, rivayetten oluştuğu, tarihsel olduğu, sadece kendi dönemine hitap ettiği, belli bir bölgeye hitap ettiği, o bölgede bir yönetim oluşturma çabasıyla ortaya atılan fikirler olduğu artık iyice deşifre oldu."

IŞİD sempatizanlığından ateizme giden yol

Anadolu'da bir kentte bulunan Bekir, muhafazakar yapıdaki bir üniversitede bir ilahiyat fakültesi öğrencisi.

20'li yaşlarının başındaki Bekir, imam-hatip lisesi mezunu ve aynı zamanda medrese eğitimi diye tabir edilen dini eğitimi de almış. Yakın bir tarihe kadar radikal İslamcı akımları, IŞİD ve El Kaide benzeri örgütleri sempatiyle izliyormuş.

  Telif hakkı Getty Images Image caption Pakistan'da bir medresede eğitim gören çocuklar

Bekir bugün kendisini ateist olarak tanımlıyor.

"Lise 3'te medrese eğitimi de alıyorduk ve medresede olan bir arkadaşım vasıtasıyla girdim ben deizm ve ateizm muhabbetine. O da aynı şekilde radikal İslam'dan yana olan bir insandı, kendi çabalarıyla, yabancı kitapları okumaya başladı.

"Deizmi ilk o anlattı bize. İslam Peygamberinin insanlara davranışlarını, kendisine salavat getirtmesini, çok sayıda kadınla evliliklerini, Yahudileri öldürmesini, bir sürü konuyu daha eleştirmeye başladı arkadaş. Yavaş yavaş benim de kafama takılmaya başladı.

"Önce İslamiyet'i mantığa dayandırmak istiyorduk. İttire kaktıra baktık olmuyor. Sonra mantık olarak yorumlamaktan çıkarttık, Tanrı'ya inanmaya başladık sadece, deist olduk yani."

Bekir, ilahiyat fakültesine geldiğinde hala deist olduğunu, namazı, orucu bıraktığını, ancak daha sonra Tanrı'nın varlığını da sorgulamaya başladığını ve ateizme yöneldiğini söylüyor. Bekir'in ailesi halen bu düşüncelerini bilmiyor:

"Aileme ben ateist olduğumu söyleyemem. Babam başında takkeyle gezen bir adam. Annem günde yedi vakit namaz kılar. Beş vakit, üzerine kuşluk namazı, bir de gece namazı. Gerçekten muhafazakar bir aile yapımız var. Söyleyemem. Söylesem soğuma olur.

"Dinden uzaklaşmaya başlayınca depresyona sürüklendim. Çünkü çevreye karşı yabancılaşma duygusu oluşuyor. Ben medrese ortamındaydım. Namaz kılarken ya da her Muhammed'in ismi anıldığında salavat getirilirken kendi kendime şüphe duymaya başladım. Ne oluyor bana diyordum ben bazen, nereye gidiyoruz?"

Bekir, dine yüz çevirmesinde mevcut hükümetin ve icraatlarının da etkisi olduğunu söylüyor.

"Ben bu hükümete destek veren bir insandım. Hükümete desteğimin nedeni biraz daha hümanist davranmasıydı o zaman. Ama her baskı kendi isyancısını doğurur. Bizim üzerimizde baskı kurmaya çalıştıkları zaman biz de ister istemez tepki veriyoruz.

"Bugünkü dünya sisteminde çoğunlukla sağ partiler iktidarda. Daha çok dini savunan, din kisvesi altında insanları yolan sistemler var. Türkiye için değil başka ülkeler için de geçerli. Hükümetler dini sömürüyor. Örneğin, Diyanet İşleri Başkanlığı geçen sene en çok bütçe ayrılan ikinci kurumdu sanırım."

  Telif hakkı Getty Images Image caption Çocukları başlarını örtmeye zorlamak tartışmalara yol açan bir konu. Fotoğraf 2004 yılında, Saddam sonra Bağdat'tan

'Başımı kapatınca herkes beni kadın zannediyordu'

Leyla, 20'li yaşlarının sonunda. Muhafazakar ailesini geride bırakmak ve 11 yaşındaki kızına kendi yaşadıklarını yaşatmamak için Avrupa'da bir ülkeye yerleşmiş. Leyla hiçbir dine inanmadığını, kendisini deist olarak ifade ettiğini söylüyor.

Leyla'nın ailesi o beş yaşındayken keskin bir dönüşüm geçirmiş. Liberal bir aileyken, radikal bir dönüşle İslamcı bir aileye evrilmişler. Ailesi, 11 yaşındayken başını kapamasını istemiş. Bu Leyla'da yıllar sürecek bir travmaya yol açmış.

"Başımı kapatınca herkes beni kadın zannediyordu. Sokakta öyle davranıyorlar, hanımefendi diyorlardı. Ama ben daha bir çocuğum ve bana çocuk diye seslenmelerini istiyorum.

"Bir gün dışarı çıkmak istemiyorum çünkü paten kayacağız. Paten kaymaktan utanıyorum, tuhaf görünüyorum çünkü. Küçük bir çocuğa büyük bir elbise giydirilmiş gibi, cüce gibi hissediyorum kendimi.

"Sadece başörtüsü takmamı da istemiyorlar. Uzun ceket giydiriyorlar. Ben karşı çıkmıştım. Babam da 'Sen örtünden utanıyor musun, kimliğinden utanıyor musun?' diye feci bir kavga etmişti benimle."

Leyla, 17-18 yaşına geldiğinde dini yumuşatarak yaşamaya başlamış. Özellikle kadınlara yüklenen sorumluluk ile erkeklere yüklenen sorumluluğun farklı olması kafasını çok kurcalamış. "Bir yaratıcı varsa nasıl olur da yarattığı her canlıya eşit hak tanımaz?" diye sorgulamaya başlamış.

Önce pardesüyü çıkarmış, sonra kot pantolon giyip başını örtmüş, sona örtü biraz biraz arkaya kaymaya başlamış ve nihayetinde de üniversite okumak için gittiği Avrupa'da bir gün bakkala giderken başını açıvermiş. Ondan sonra da bir daha başörtüsü takmamış.

Leyla'nın babası halen kendisinin deizme kaydığını bilmiyor. Babası öğrenirse, "Ablan üniversiteye gitti de açıldı, sen de açılırsın" diyerek kız kardeşini üniversiteye yollamamasından endişe ediyor. "Ben kendi yoluma gittim diye kardeşime baskı yapmasını istemem" diyor.

Leyla bugünkü düşüncelerini şöyle açıklıyor:

"Bence dünya deizme kayıyor. Semavi dinler yürürlüğünü benim neslimde kaybettiler. Ne Hristiyanlık ne Yahudilik ne Müslümanlık götüremiyor kendini artık. İnsanlar bir dine bağlı olmak istemiyorlar.

"Ama Tanrı'yla da bir kavgaları yok. Tanrının varlığı ya da yokluğu onları rahatsız etmiyor. Bir yaratanın olması beni rahatsız etmiyor. Birçok arkadaşım için de durum böyle. Ama dinin varlığı sana bir sorumluluk yüklüyor. İbadet etmeni istiyor. Bazı şeyleri yapmamanı istiyor. Senin doğru insan anlayışının dışında bir kimlik sunuyor sana. Ama Tanrı'nın varlığı sana bunu sunmuyor.

"Bence deizme kaymanın asıl sebebi bu: İnsanlar artık bireysel. Toplum adına şekillenmiyor, kendi bireyselliğiyle şekilleniyorlar. Deizm sana bireyselliğini veriyor, ama din bireyselliğini alıyor.

"Ben Tanrı'dan beni yaratmasını talep etmedim. Tanrı da benden varlığımın karşılığında hiçbir şey talep edemez. Kuşlar ağaçlar gibi yaşama hakkım var. Tek sorumluluğum diğer hiçbir canlıyı taciz etmemek."

"Sartre'nın Bulantı romanında yaşananlara benzetiyorum yaşadığım süreci"

Ömer, 30'lu yaşlarının başında. 15 Temmuz'dan birkaç ay sonra KHK'yla görevinden ihraç edilen bir kamu çalışanı. Evli ve çocuklu. Halen çalışmıyor.

Ömer Sünni, dindar, muhafazakar ve siyasi olarak da önceleri Milli Görüş, sonra AKP çizgisinde konumlanan bir ailede büyümüş.

Kendisini birkaç yıl öncesine kadar dindar olarak tanımladığını, dini cemaatlerle bir ilişkisi olmamasına karşın onlara sempatiyle baktığını, şu an ise hepsinden nefret ettiğini söylüyor.

Kendisini deist olarak tanımlamıyor, ama inancını kademeli olarak yitirmeye başladığını anlatıyor.

Kendisinden dinleyelim:

"Okumayı seven bir çocuktum; evde bulunan ve kimsenin okumadığı 'Peygamberler Tarihi', 'İslam Tarihi', 'Peygamberimizin Şemaili' gibi pek çok koca koca ciltli kitapları ortaokul döneminde okuduğumu hatırlıyorum.

"Bu atmosferde namaz, oruç gibi ibadetlerini aksatmayan, günahlardan uzak durmaya çalışan, eğitim hayatında da başarılı olan bir genç olarak büyüdüm.

"Birkaç yıl önce dindar siyasi iktidarın bazı uygulamalarının doğru olmadığını düşünmeye, olaylara eleştirel yaklaşmaya başladım. Bu eleştirel tutumumun dozajı sürekli arttı. Zamanla kendiliğimden İslamcı yaklaşımla arama mesafe koymuş oldum.

"Yanlış hatırlamıyorsam namaz kılmayı 2014 ya da 2015'te, pek de üzerinde düşünmeden bıraktım. Oruç ya da Cuma namazı gibi ibadetlerimi bir süre daha devam ettirdim.

"15 Temmuz'un ardından görevimden ihraç edilmem ve çevremdeki dindar bildiğim insanların umursamazlığı ise benim için tam bir kırılma noktası oldu.

"Tanrı'yla ilgili, hareket tarzıyla ilgili düşünmeye başladım. Ciddi bir yabancılaşma yaşadım. Aslında Jean Paul Sartre'nın Bulantı romanında yaşananlara benzetiyorum yaşadığım süreci.

"Son bir yıldır, eskiden ezberlerime uygun olarak peşinen reddettiğim evrim teorisi gibi hususlar üzerine okumalar yapıyorum ve büyük bir pişmanlıkla bu içi boş dindarlığımı terk ediyorum.

"Kendimi deist olarak tanımlamıyorum. Böyle demek istemiyorum. Bir Müslümanım. Gelecekte, Allah ile olan ilişkimi İslam'ın özü temelinde doğru bir şekilde inşa etmeyi planlıyorum; tabii mümkün olursa.

"Arkadaş çevrem benimle çok benzer süreçler yaşıyor. Kayınpederim, ateist olmadan hayatını tamamlamak istemediğini ifade ediyor ki kendisi halen beş vakit namazlarını kılan bir hacıdır."

 

BBC


Bu haber için görüştüğümüz tüm deist, ateist ya da agnostiklerin isimleri kişisel tercihleri ya da güvenlik gerekçeleriyle değiştirilmişti

Link to post
Sitelerde Paylaş
  • Konuyu Görüntüleyenler   0 kullanıcı

    Sayfayı görüntüleyen kayıtlı kullanıcı bulunmuyor.

×
×
  • Yeni Oluştur...