Jump to content

Ülkede Şeriat İlan Edilirse


Recommended Posts

Ülke ilerde bölünürse ve şeriat ilan edilirse . Veya şeriata benzer bir yönetim  uygulanırsa ne yaparsınız ? Geleceğe dair planlarınızı ne yönde şekillendirmeye çalışırsınız?

 

 

Başka önemli bir soru şuandan itibaren geleceğe dair bu tarz kötü gidişata nasıl planlar yapıyorsunuz ?

Link to post
Sitelerde Paylaş
47 dakika önce, Charles dawkins yazdı:

Ülke ilerde bölünürse ve şeriat ilan edilirse . Veya şeriata benzer bir yönetim  uygulanırsa ne yaparsınız ? Geleceğe dair planlarınızı ne yönde şekillendirmeye çalışırsınız?

 

 

Başka önemli bir soru şuandan itibaren geleceğe dair bu tarz kötü gidişata nasıl planlar yapıyorsunuz ?

akp olduğu sürece şeriat olmaz. merak etmeyin. r.t.e. isteseydı şeriat çoktan gelmışti. çünku herşey onun elınde şu an. r.t.e. seriat karşıtı modern bir radıkal

 islamcıdır. bunu hala anlamadınızmı? 

adam istedıgını elde ettı.diğer partılerle anlaşarak!  baskan oldu. yargıyı kontrol ettı. herşeyi kontrol ettı. 

şeriatı isteyenler. azınlıkta kaldı bu ülkede. akpye oy verenlerde şeriatcı  değildir. modern islamcıdır. ve modern islamcılar türban takarlar. 

başörtüsü veye siyah giyinen kapalı kadınlarda seriatçıdır.. ama azınlıktadır. bakınız bu kadın şeriatmı? istiyor yoksa başka birşeymı? siz karar verın..  :D  

kıçı açık türbanlı ile ilgili görsel sonucu

 

 

 

tarihinde godofwar tarafından düzenlendi
Link to post
Sitelerde Paylaş
  • 3 weeks later...
  • 3 months later...

Şeriat'ın Eleştirisi

 

1) "Şeriat", sözlük anlamıyla -Arapçada- yol manasına gelmektedir. Müslümanlar arasındaki klasik ıstılah(terim) anlamı ise, Allah tarafından Peygamberlere -bilhassa ameli (pratik) konularda- vahyedilen kanunlar mecmuasıdır. Buna karşılık, tarihi bir realite olarak Şeriat, "fakih"(İslam hukukçusu) veya "müctehid" denen bir takım din alimlerinin belli bir muhakeme(hüküm çıkarma) usulü kullanarak esas itibariyle Ayet(Kuran metni) ve Hadislerden(Peygamber'in söz ve fiilleri hakkındaki rivayetlerden, haberlerden)
çıkardıkları hükümlerin mecmuudur; diğer tabirle klasik fıkıh külliyatıdır. Şeriatın -bu tarihi yönüyle- insan yapısı olduğu da apaçık bir gerçektir. İlham kaynakları ne olursa olsun, o, insanlar tarafından inşa olunmuştur.

 

2) Şeriatta esas olan taklit mantığıdır. Bu mantık Şeriatta "usul-i fıkıh" olarak sistemleştirilmiştir. Usul-i fıkıh, Şeriatın ruhu konumundadır. Fıkıh usulünde esas olan, "Kitap/Sünnet/ İcma-i Ümmet/ Kıyas-ı Fukaha" 'dır. Bütün fıkıh binası bu dört temel üzerinde yükselir. "Kıyas", kısaca, Ayet ve Hadislerdeki hükümlere mantıksal benzetmeler yaparak fıkhi(ameli-pratik) meseleleri halletme, yeni hükümlere ulaşma faaliyetidir ki buna "ictihad" da denir. Kıyas metodu karşısında müctehid fakihlerin tavrı da birbirinden bir hayli farklı olmuştur. Kıyasda esas itibariyle taklit ve benzetme mantığı geçerli olduğu halde yine de akli muhakeme etkin bir rol oynadığı için, bazı fakihler bu metodu Ayet ve Hadis hükümlerinin dışında kanun uydurma faaliyeti olarak görerek ona şu veya bu ölçüde muhalefet etmişler(fakat yine de onu reddettikleri zaman bile ondan tamamen uzak kalamamışlar) bazıları da onu adeta bayraklaştırarak, onu "istihsan" denilen en gelişmiş şekliyle bile kullanmakta bir mahzur görmemişlerdir. Bu yüzden fakihlerin kıyasa ağırlık verenleri "Ehl-i Rey", aksi tavır takınanları ise "Ehl-i Hadis" olarak anılmıştır.

 

Şeriatın doğuşundaki mantığı ise şu şekilde izah edebiliriz: Kuran'ın indiği iptidai ve yarı vahşi toplumun kendi kendine sağlam muhakeme yürütmekten aciz olan insanları için, önlerinde taklit edecekleri örneklerin olması kesin bir ihtiyaçtı. Onlar doğruyu ancak güvendikleri otoritelerden öğrenebilirlerdi. Bu da ilk kaynak olarak "Allah'ın Kitabı", ikinci derecede ise "Peygamber'in Sünneti" idi. İşte Ashab veya ilk müslümanlar da, hayatlarını, bu çerçevede, Kitabı ve Peygamberi taklit ederek tanzim ettiler ve karşılaştıkları
bireysel ve sosyal hemen her problemi bu kaynaklara başvurarak hallettiler. Derken sonrakiler de(Tabiyun) bunlara ek olarak Ashabı, ondan sonrakiler de(Tebe-i Tabiyun) bir öncekileri taklit edegeldiler ve taklit bayrağı onlardan Müctehidlerin eline geçti. Müctehidler de esas itibariyle bu taklit çizgisinde yürüdüler. Sonraki nesiller ise, sadece Kuran'ı, Peygamber'i, Ashab'ı ve "Asr-ı Saadet'i efsaneleştirmekle kalmadılar, ilklerden hemen sonraki nesilleri ve Müctehidleri de efsaneleştirdiler, ictihad kapısının kapandığını ilan
ettiler, dini tamamen taklitten ibaret hale getirip dondurdular.

 

3) Şeriat, çölde yarı göçebe, yarı kasaba hayatı yaşayan bir toplumda şekillenmeye başlayan ilkel bir hukuk sisteminin çok daha medeni bir hayat yaşayan imparatorluk toplumlarına adaptasyonunun ifadesi olduğu için, Orta Çağ şartlarında, devrinin belki en ileri hukuk sistemiydi. Fakat problem, onun bugünün her bakımdan çok daha gelişmiş bir dünyasında da geçerli olduğu iddiasından doğmaktadır. Halbuki, insanlığın bugünkü entellektüel ve sosyal noktasında Şeriatı, özellikle mantığı(yani usul-i fıkhı) ve bu
mantığın sonucu olan hükümleriyle bir kül(bütün) olarak benimsemek, yine bütün bir insanlık olarak ulaştığımız bugünkü tekamül noktası açısından, kelimenin tam anlamıyla İrtica(Gericilik) olur.

 

4) Şeriat, dar anlamda, daha ziyade klasik müslümanlık anlaşının hukuki ve şekli tarafını ifade etmekle beraber, o, daha geniş anlamıyla, Akaid(inanç ve iman esasları) hükümlerini de içermekte ve ayrıca Hadislere veya Peygamber'in sünnetine fevkalade önem vermesiyle (öyle ki Müslümanların büyük çoğunluğunu içine alan "Ehl-i Sünnet" tabiri bu tavrın ifadesi olarak ortaya çıkmıştır) bu kaynağın yoğurduğu ahlak, tarikat, efsaneler, hurafelerle de içiçe geçmektedir, Bu bakımdan, Şeriatın, topyekun geleneksel
İslam anlayışı olduğunu söylemek de mümkündür. Veya daha açık bir ifadeyle buna "Şeriatçı Müslümanlık" ta denebilir. 

 

İşte Şeriat veya Şeriatçı Müslümanlık, özündeki taklit mantığının, efsanevi zihniyetinin ve beslendiği hurafi kaynakların doğal bir sonucu olarak, başından itibaren daima hür tefekkür ve pozitif bilim zihniyetiyle bağdaşmaz bir yapı arzetmiştir. Bu yüzden de o, felsefeyi tekfir etmiş(küfür saymış), deneysel(tecrübi) bilimleri veya onlara benzeyen her şeyi de mahkum etmiş, bunları medreselerinden kovmuş, bunlarla uğraşanları bazen idama kadar varan ağır cezalara çarptırmış, kendi kurumlarında "şer'i ilimler" den başka birşeye hayat hakkı tanımamaya gayret etmiştir. 'Şer'i ilimler' ise akaid, kıraat, tefsir, fıkıh, tasavvuf vs. gibi "nakli" yani nakle dayanan ilimlerdir. Ve tabii bunlarla, serbest araştırma ve tefekkürde olduğu gibi, yaratıcı düşünce söz konusu değildir. 

 

Dolayısıyla İslam aleminde felsefe ve bilim, Şeriat sayesinde değil, Şeriate rağmen gelişmiş, bu iki farklı anlayış arasında bütün tarih boyunca daima ihtilaf(çekişme) olagelmiştir. İnsanlığın milyonlarca senelik tekamülü boyunca insanlık medeniyeti gitgide bir serbest düşünce ve pozitif bilim medeniyeti haline geldikçe, Şeriatçı zihniyet, Müslümanların bu medeniyete uyumlarında önlerindeki en büyük engel olmuştur. Bu bakımdan Şeriat, müslümanların bilimsel zihniyet ve İnsan Haklarına dayalı modern
medeniyet karşısındaki geriliklerinin başlıca sorumlusudur.

 

5) Şeriat, Temel İnsan Hak ve Hürriyetleriyle bağdaşmaz bir yapıdadır. O, totaliter bir idelojidir. İnsan hayatını A'dan Z'ye bütün ayrıntılarıyla bizzat düzenleyerek kişisel insiyatifi, özgürlüğü iptal etmekte, düşünceyi dondurmakta, mensubunu adeta robotlaştırmaktadır.

 

6 ) O'nu elbette Temel İnsan Hak ve Hürriyetlerine dayalı Plüralist Demokratik Rejimle de bağdaştırmak mümkün değildir.O, iktidarı, tek başına ve ebedi olarak istemekte, kendi dışındaki hiçbir siyasi cereyana veya inanç sistemine iktidarda söz hakkı tanımamakta, Bütün Gayr-i Müslimleri(müslüman olmayanları) ikinci sınıf vatandaş("Zımmi") statüsüne mahkum etmektedir. "Hilafet", bu Siyasi Totalitarizmin ismidir.

 

7) Şeriat'ta gerçek anlamda fikir, vicdan, din, ibadet, ilim özgürlüğü yoktur. Yalnız, o, bu konuda, yine de Ortaçağ Hristiyanlığı kadar ileri gitmemiş, insanlar üzerindeki baskısını, hiç olmazsa, aslen Gayr-i Müslim olan insanları fiziksel zorlamayla Müslüman yapmaya kadar vardırmamıştır. (Bununla birlikte, manevi baskı daima varolagelmiştir) 


Birey, İslam'a girerken bir dereceye kadar özgürdür ama İslam'dan çıkma hak ve hürriyetine sahip değildir. Müslüman ebeveynin hatta sadece Müslüman babanın çocukları da Müslüman olmak zorundadırlar; akılları erdikten sonra kendi özgür iradeleriyle bir başka dini seçme gibi bir hakka asla sahip değildirler. Müslüman bir bireyin İslam'dan vazgeçtiğini ilan etmesi veya bu yönde bir davranışta bulunmasının("İrtidad"ın) cezası doğrudan doğruya idamdır. Hatta bu idam, diri diri derisi yüzülmek, ateşte yakılmak gibi
şekillerde infaz edilebilir.

 

Şeriat'te insanın Küfrüne delalet eden bütün söz ve haller "Elfaz-ı Küfür" denilen bir listede tek tek sayılıp dökülmüştür. Değil tamamen İslam'dan vazgeçtiğini bildirmek, o listede yer alan herhangi bir sözü sarfetmenin veya bir eylemde bulunmanın cezası da yine "Mürteddin hükmü" gereğince, idamdır. Onun avaz avaz Müslümanlığını haykırması bile bu hükmü değiştirmez. Dolayısıyla, insanları fikir ve inançlarıyla yargılayan engizisyon mahkemeleri, İslam aleminde de, bütün bir tarih boyunca hiç eksik olmamıştır. Hatta değil Şer'i Akaid'e aykırı fikirlere sahip olmak, sadece farz olan bazı ibadetlerin terk edilmesinin cezası bile idamdır. Mesela bütün ısrarlı baskılara rağmen namaz kılmamayı sürdüren bir bireye, döve döve öldürme "haddi"(şer'i cezası) tatbik edilir.

 

? Şeriatın başlıca belirgin özelliği, insanlar arasında katiyen eşitliği kabul etmemesi, insanları dinsel açıdan kesin bir ayırıma tabi tutmasıdır. Şeriat, insanlığı, esas itibariyle, iki ana zümreye ayırır: "İslam Milleti" ve "Küfür Milleti"...Veya coğrafi olarak: "Darülislam" ve "Darülharp". Müslümanlar şerefli üstün insanlardır; Kafirler ise alçak, rezil, hayvan gibi mahluklardır. Şeriat, bütün Gayr-ı Müslimlere karşı kin ve nefret doludur. Onlar, Müslümanların -daima horlanması ve nefret edilmesi gereken- can düşmanlarıdır. Ve
Şeriat onları horlamak için de hiçbir fırsatı kaçırmaz.

 

Şeriat, bütün Gayr-ı Müslimlere karşı korkunç bir nefret duygusuyla dolu olduğu gibi, bunların arasında da sadece "Ehl-i Kitap" tabir edilen Hristiyan ve Musevi gibi dini zümrelere hayat hakkı tanır. Müşriklerin, Ateistlerin, Agnostiklerin, Komünistlerin vs. hakkı ise ancak ölümdür! Bununla beraber, Şeriat, -vatandaşlık statüsü açısından- "Zımmi" tabir ettiği bu Ehl-i Kitap Gayr-ı Müslimlere de, kendi toplumunda ancak "kerhen"(istemeyerek) tahammül eder. O, onların hak ve hürriyetlerini mümkün olduğunca kısıtlar ve
onları Müslümanlara nisbetle aşağı bir statüye mahkum eder. "Zımmi" hükmünde(yani İslam tebaası) olmayan Ehl-i Kitap ve diğer bütün Gayr-i Müslimler, genel kural olarak, "Harbi" yani kendileriyle savaşılan kimselerdir.

 

Şeriat, Ehl-i Kitap Gayr-ı Müslimleri, hayatlarını tehdit ederek Müslüman olmaya zorlamaz. Ama yine de onların hayatını, onu zindana çeviren öylesine hükümlerle kuşatmıştır ki onların: "Bari Müslüman olayım da kurtulayım!" dememeleri için büyük bir inanç ve irade gücü gerekir. Zımmilerin asla siyasal iktidara talip olma hakları yoktur. Hatta onlara, zorunlu kalınmadıkça, hiçbir idari mevki de verilmez. Onlar Müslümanlara emir veremezler! "İslam en üstündür; ona asla üstünlük olamaz" Hadisi gereğince, bir Müslüman,
Gayr-i Müslim bir patronun emri altında çalışamaz. Onlar, Müslümanlardan farklı tarzda giyinmek ve kıyafetleriyle hemen ayırılmak zorundadırlar. Ayrıca kıymetli, gösterişli elbiseler de giyemezler. Atla, deveyle dolaşamazlar ve şehir içinde kaldırımda yürüyemezler. Müslümanların binalarından daha yüksek bina inşa edemezler. Dinlerinin propagandasını yapmaları da kesinlikle yasaktır. Haç, vs. gibi "Küfür Alametleri"ni göze batacak şekilde sergileyemezler, çan çalamazlar. Alenen -mesela bir meydanda- bayramlarını kutlayıp eğlenemezler. Müslümanların önünde içki içemezler. Cenaze merasimlerini bile gizli yapmak, ölülerini gizlice defnetmek zorundadırlar. Nüfusları artıp ta mutlak gereksinim doğunca dahi, yeni mabet inşa edemezler, hatta mevcutlarını da genişletemezler. Zımmilerin müslümanlara karşı şehadetleri geçmez ve tabii ki müslümanları zımmiler yargılayamazlar. Ayrıca dünyaları birbirinden öylesine kesin çizgilerle ayrılmıştır ki birbirlerine varis olmaları da söz konusu değildir.

 

9) Şeriat'in Gayr-i Müslimlere karşı amansız düşmanlık ve sonsuz nefret tavrı, "Kıyamet Alametleri" cümlesinden olarak rivayet edilen ve bütün Sünni(ve Şii) Akaid kitaplarında mutlaka inanılması gereken inançlar cümlesinden olarak zikredilen "Mehdi'nin Zuhuru" ve onunla beraber "İsa'nın nüzulu(gökten tekrar yere inişi)" inancıyla da en son derecede kendisini göstermektedir. Bu inanca göre, İslam, kıyamete yakın bir zamanda, başlangıcındaki gibi tekrar garipleşecek(yalnızlaşacak), bütün yeryüzünü fesat
kaplayacak, "Deccal" ismi verilen insansı acaip bir mahluk insanları doğru yoldan saptıracak ve olmadık zulümler işleyecek, işte tam o sırada Peygamber sülalesinden "Mehdi" çıkacak ve hala göklerde yaşamakta olan İsa da yeryüzüne inip onunla birleşecek, bunlar büyük mucizeler gösterecekler, Deccal'i ve bütün Gayr-i Müslimleri mahvedip yeryüzünde müslümanlardan başkasını sağ bırakmayacak, böylece mutlak bir müslüman hakimiyeti kurulacak, hatta bu arada -Kafirler gibi- yeryüzünün bütün domuzlarını da
kırıp geçirerek bu hayvanın da neslini tüketeceklerdir. Böylece Şeriatta, istisnasız bütün "Küffar"a karşı amansız bir jenosid politikası, "en temel" bir dini inanç seviyesine yükseltilmektedir!

 

10) Şeriat'ın ayrım gözetmeksizin bütün Gayr-i Müslim dünyaya karşı o korkunç kini, "Küfre veya Batıl'a teşebbüh(benzeşme) hükmü" yle de yine olanca şiddetiyle tezahür etmektedir. Bu anlayışa göre, müslüman, mümkün olan her sahada "Kafir"e muhalefet edecek, ona benzememeye çalışacaktır. Böylece kılık-kıyafetinden yemek yeme tarzına kadar hemen her şeyde ondan farklılaşacak, öyle ki bir bakışta onun Müslüman mı, "Gavur" mu olduğu hemen belli olacaktır. Şeriatçılar, bugün de, "Batıla teşebbüh" meselesiyle ilgili Hadis ve Şer'i hükümlerden yola çıkarak, "Asr-ı Saadet'e dönmek", Peygamber devrindeki hayat tarzını, "Sünnet"i aynen ihya etmek istemektedirler. Bunun için de Avrupai "Gavur" kıyafetine, evlerin Avrupai tarzda döşenmesine, Avrupai tarzda(masada ve çatal-bıçakla) yemek yemeğe, Latin Alfabesine, Miladi Takvime, vs. şiddetle karşı çıkmaktadırlar. 

 

Hatta eskiden -aynı mantıkla veya "bid'at" hükmüyle- teknik icatlara ve bunun gibi her çeşit yeniliğe de karşı çıkıyorlardı. Ama "ezeli düşmanları" karşısındaki bitmek bilmeyen ağır hezimetlerden sonra nihayet "düşmana aynı silahla mukabele etmek" hükmüyle bu kabil teknik icatları benimsemeye karar verdiler. Ne ki, ideolojileriyle bağdaştırılması imkansız olan özgür düşünce ve ilmi zihniyeti benimseyemedikleri için, bu sahada da "düşmanlar"ını ancak çok geriden takip etmekten başka birşey yapamamaktadırlar...

 

11) Şeriat'ta manevi kardeşlik, münhasıran İslam kardeşliğidir; Müslümanlar asla "Kafirler"le kardeş olamazlar; bütün insanların kardeşliği katiyen mümkün değildir. Şeriat'a göre, Müslümanlar bütün Gayr-i Müslim dünyayla devamlı harp halindedirler; onlarla barış geçicidir. Gayr- i Müslimlerle maksimum on yıllık barış anlaşmaları yapılabilir. Bütün yeryüzü İslam'a aittir. Dünyada bir tek devlet olabilir; o da Şeriat Devletidir.

 

Hiç kimse İslami inancı kabule fiziksel olarak zorlanmadığı halde, İslami Hükmün(hakimiyetin), bütün dünyada her çeşit -şer'an meşru- araca başvurarak, ne pahasına olursa olsun, tesis edilmesi farzdır. Cihad, farz-ı kifayedir. Yani Müslümanların içinde kafi bir miktarı, bu şekilde her yıl yeni beldeler fethetmek üzere Kafirlerle savaşa gitmezse, bütün Müslümanlar günah-ı kebir(büyük günah) işlemiş olurlar... İslam Devleti'nin sınırları, bir gün bütün yeryüzünü içine alacak şekilde, mütemadiyen ve muntazaman
genişletilmek zorundadır. Ancak bütün dünya fethedilip hüküm Müslümanların tekeline geçincedir ki savaş bitmiş olacaktır. 

 

Müslümanlar, Gayr-ı Müslimlere ancak şu 3 şıkkı teklif ederler:

 

a) Müslüman olun; o zaman bizimle eşit statüye geçersiniz.
b) Bunu istemiyorsanız, o zaman bize cizye verip Zımmi hükmüyle boyunduruğumuz altına geçin.
c) Bu iki şıkkı da kabul etmezseniz, o zaman sizi mağlup edip ülkenizi fetih, sizi de esir edinceye kadar sizinle savaşırız!

 

Esir alınan Ehl-i Kitap savaşçılarının akıbeti ise tamamen peygamber varisi,vekili sayılan İslam İmamı'nın iradesine tabidir. İsterse onları toptan katlettirir, isterse köleleştirir, isterse Zımmi statüsüyle serbest bırakır.

 

Dünyanın fethi hususunda geriye gitmek asla kabul edilemez. Dün "Darülislam" olan bir belde, bugün "Darülküfür(veya Darülharp,Darürridde) halinde kalamaz.Dolayısıyle ne yapılıp edilmeli, yeryüzünün bütün müslümanları seferber edilerek o beldeler en kısa zamanda tekrar İslam'ın hükmüne geçirilmelidir. Her günleri bu amaçla maksimum "cehd"le geçmediği takdirde, Müslümanların tamamı, "anasıyla zina etmiş gibi" günah işlemiş olurlar...

 

İmam-ı Azam Ebu Hanife ve daha başka fakihlerin bazı fetvalarından, bir kısım Şeriatçılar, çifte ahlak standardı çıkarmışlardır. Böylece "Harbi"lere karşı(veya Darülharpte), Darülislamda haram olan(faiz vs. gibi) birçok muameleyi mübah(haram olmayan) addederler. Hatta bunlardan mesela Avrupa'da zinayı bile mübah addedenleri vardır. Allah'tan, fakihlerin çoğu, bu çifte ahlak standardı anlayışını şiddetle reddetmişlerdir.

 

Türkiye(ve emsali diğer ülkeler), Şeriatın lağvedilip "Küfür Ahkamı"nın icraı ile "Darürridde"(Mürtedler Beldesi) haline gelmiştir. Şimdi bu ülkenin "Küfr"ün hakimiyetinden kurtarılıp tekrar Şeriat Hükümetinin tesisi, "erkek-kadın, genç-yaşlı, sakat-sağlam, borçlu-borçsuz, hür-köle bütün müslümanların üzerine" en büyük farzdır.(farz-ı ayndır).


Müslümanlar "Türkiye'nin Küfür Düzeni"yle harp halindedirler ve burada harp halinde caiz olan her şeyi yapmak da caizdir. Müslümanların bu "Cihad" cephesinde yer almayan kim olursa olsun, o "Mürted"(dinden çıkmış) hükmüne tabidir. Dünya ve bütün nimetleri, o "murdar kafirler" için değil, Müslümanlar için yaratılmıştır. Dolayısıyla Müslüman olmayan bir dünya varsın yok olsun! Bu dünya ya Müslüman olacak veya hiç olmayacaktır!

 

İşte bütün bu hükümlerle ve temel esprisiyle katıksız totaliter bir rejim olan Şeriat'ın, bir İnsan Hakları rejimi olan Demokrasiyle bağdaştırılması elbette mümkün değildir. Demokraside insanlar, inançları, cinsiyetleri, ırkları ne olursa olsun, "bir tarağın dişleri gibi" birbirlerine eşittirler ve memleketin idaresinde aynı derecede söz sahibidirler. Demokrasi, bir uzlaşma ve barış düzenidir; plüralist bir cemiyet modelidir. Bu rejimde, her ideolojik zümre, İnsan Haklarına saygılı olmak şartıyla, iktidar mücadelesine katılır ve halkın çoğunluğunun rızasını kazanırsa, işbaşına geçip legal sınırlar içinde kendi hükümet programını uygular. Fakat ne azınlıkların haklarına tecavüz edebilir, ne de devri olarak yapılan seçimlerde çoğunluğun rızasını kaybetmesine rağmen iktidarda kalmaya kalkışabilir. Halbuki böyle bir durum, Şeriat için katiyen mümkün değildir.

 

12) Şeriat'taki hukuki cezaların birçoğu, işkence, yani bedene eziyet niteliğindedir. Bu mahiyette olan belli başlı cezalar, günümüze kadar sopa ve kırbaçla dövme, el ve ayak kesme, recm(taşlayarak öldürme), diri diri yakma, diri diri derisini yüzme gibi şekilleriyle uygulanagelmiştir. Bununla birlikte, bu cezaların hiç birisini Şeriat icat etmiş değildir. Bunlar, tarih boyunca, hemen hemen bütün medeniyetlerde mevcut olmuştur. İnsanlık, binlerce sene boyunca, adalet adına, insanlara işkence edilmesini genellikle normal
karşılamıştır. Ama insanlığın milyonlarca seneden beri devam eden tekamülü ilerleyip insan ruhu inceldikçe, İnsan Hakları düşüncesi geliştikçe, işkence türündeki bu cezalar artık insanların gözüne barbarlık olarak görünmeye başlamış ve bunlar yavaş yavaş terkedilerek, adaletin sağlanması için, bunların yerine daha insani cezalar ikame edilmiştir. Ne var ki, Şeriat'in kabahati, sinesinde doğduğu Cahili Arap toplumu ile diğer Orta Doğu toplumlarındaki geleneksel ceza hukukunu hemen hemen aynen devralması değil,
fakat bu sistemi "ilahi kanun" hükmüyle dondurup -hiçbir yumuşama kabul etmeden- her devirde aynen-tıpatıp takip etmesi, hatta İnsanlığın ulaşmış bulunduğu bugünkü tekamül noktasını hiç kaale almadan ve "ilahi kanundan taviz vermemek" sloganıyla, onu aynen tatbik etmeye çalışması, böylece insanlığı adeta tekrar vahşet devrine döndürmeye kalkışmasıdır.

 

13) İşkenceci ceza sistemini Şeriat icat etmediği gibi, kölelik müessesesi de ondan binlerce sene öncesinden beri mevcuttu. İnsanlar ilkin, harplerde esir aldıkları düşmanlarını hemen gaddarca öldürürlerdi. Sonradan, hem insani hisleri biraz daha geliştiği için hem de bunun menfaatlerine daha uygun olduğunu görerek esirlerini hayatta tutup kendi hizmetlerinde çalıştırmaya başladılar. Böylece kölelik, hemen her medeniyette, her kadim cemiyette büyük bir yer tuttu ve medeniyetin gelişmesinde büyük bir rol oynadı. Mesela Mezopotamya medeniyetlerinde veya bunların varisi olan kadim Yunan ve Roma medeniyetlerinde kölelik pek büyük bir yer tutmakta ve bilhassa Yunan ile Roma'da kölelere genellikle fevkalade kötü muamele edilmekteydi.Dolayısıyla kölelikten Şeriat'i sorumlu tutmak söz konusu değildir. İslam ülkelerinde kölelere, hemen hiçbir zaman, mesela ta 19.Asra kadar Avrupa müstemlekelerinde ve Amerika Kıtası'nda olduğu kadar zalimane davranılmamıştır. Ne var ki, bu pek olumlu tarafına rağmen, Şeriat'in kölelik konusundaki büyük ayıbı da, doğrudan doğruya köleliği lağvetmek için gerekli adımları atmaması, hatta aksine - kölelik hakkındaki hükümleri de değişmez "ilahi kanunlar" olarak ele alması sebebiyle- ona kalıcılık özelliği kazandırması, onu ebedileştirmesidir. Öyle ki müslüman ülkeler, köleliği ancak İnsan Haklarının bayraktarlığını yapan Avrupa-Amerika ülkelerinin zoruyla 19. ve 20. asırlarda lağvedebilmişlerdir. Osmanlı İmparatorluğu'nun köleliği lağvı, 1876'dadır. Köleliği en son lağveden devlet te, Moritanya İslam Cumhuriyeti'dir ve bunu resmen ancak 1980 yılında gerçekleştirmiştir. Buna rağmen, bugün bile, Afrika ve Orta Doğu'nun bazı ülkelerinde el altından köle ticareti yapıldığına dair haberler aksetmektedir.Daha da kötüsü; ben, Türkiye'de dahi, bazı
Şeriat alimlerinin köleliğin asla lağvolunamayacağını, çünkü fıkıh klasiklerimizin kölelik hükümleriyle dolu olduğunu dolayısıyla her devirde bu ilahi hükümlere göre hareket etmek zorunda olduğumuzu, öyle "çağdaşlık,insanilik vs." gerekçesiyle hiçbir kulun bunları ilga etmeye yetkisi olmadığını savunduklarına şahsen tanık olmuşumdur!

 

14) Şeriat'ın zamanımıza göre fevkalade irticai(gerici) bir cephesini de Kadın Hakları meselesi oluşturmaktadır. O, ortaya çıktığı zaman, kadınların Cahili Arap toplumundaki statüsüne nisbeten genellikle daha ileri bir adım teşkil etmekteydi. Ama değişen, ilerleyen, tekamül eden toplum yapısına rağmen "İlahi Kanun" sıfatıyla asırlarca önce vaz'ettiği hükümleri dondurduğu, onları her devirde aynen uygulamak istediği için, şimdi kadınlara karşı büyük bir zulüm kurumu haline gelmiş bulunmaktadır. Şeriat, kadınlar
ve kadın-erkek münasebetleri hakkındaki o ilkel-çağdışı anlayışıyla, toplum hayatını zehirlemekte, daha insani, adilane, dengeli, haysiyetli, üretken ve huzurlu bir toplum hedefi önünde mutlaka aşılması gereken büyük bir engel olarak durmaktadır.

 

Şeriat'ta kadın bir yarım insandır ve bu bakımdan bir nevi kölelik statüsüne sahiptir. Onun adeta bizatihi bir değeri, şahsiyeti, varlığı yoktur da ancak erkeğe olan hizmeti nisbetinde kıymet taşımaktadır. Şeriat'ın kadın meselesindeki temel esprisi budur. Kadın, Şeriat'ta, hemen hemen münhasıran anne sıfatıyla yüceltilmiştir. O, sanki erkeğe çocuk doğuran bir kuluçka makinesi hükmündedir. Cinsel planda bile o, kocasına kendini adeta satmaktadır. Şeriattaki "mehir" müessesesinin anlamı budur. Erkek kati surette
karısı üzerinde hakimdir ve onun efendisidir. Zaten kadın, bütün hayatı boyunca daima bir erkeğe tabi olarak yaşamaktadır. Çünkü o, kocasından önce de babasının mutlak otoritesi altındadır. Ve yine o, kocasının ölümünden sonra da oğlunun hakimiyeti altına girer...Baba, kız çocuk üzerinde o derece söz sahibidir ki birçok Şer'i Mezhebe göre, baba, onu, rızasını almadan dahi "kocaya verebilir". Hatta o daha büluğa ermeden de onu nikahlayabilir ve o, büluğa erdiğinde bu nikaha razı olmadığını bildirirse, kimse onu
dinlemez. Evlilikte bir de "velayet" şartı vardır. Kadının "veli"si; kendisine neseben en yakın olan erkektir.(oğul, erkek torun, baba, babanın babası, aynı babadan erkek kardeş vb. gibi) Şeriat'teki umumi kaideye göre, velisinin rızası yoksa, kadının nikahı sahih(geçerli) olmaz. Yani kadın, genel kural olarak, bir erkeğin izni olmadan evlenememektedir.


Diğerlerine nisbeten daha liberal olan Hanefi Mezhebinde bile kadın, kendi başına, dengi("küfv"ü) olmayan bir erkekle evlenirse, velinin onları ayırma hakkı vardır. Mesela Kureyşli bir kadın, bir Arapla veya bir Arap kadını bir Türkle evlenmişse, üstünlük Araplar içinde Kureyşte ve Müslümanlar içinde de Araplarda olup; Arap olmayan bütün Müslümanlar da ancak birbirinin dengi olduğu için, onun velisi bu evliliği feshettirebilir. 

 

Şeriat, işte bunun gibi daha birçok hükümle, Irkçılığa açıkca cevaz vermekte, hatta onu bizatihi bir hukuk sistemi haline getirmekte ve ona "İlahi Kanun" kılıfı giydirmektedir!
Kadın, kocasına, Şeriata ters düşmeyen her hususta mutlak surette itaat etmekle yükümlüdür. Buna dayanak olacak Hadis hazırdır: "Bir kimsenin bir kimseye secde etmesini emredecek olsaydım, kadının kocasına secde etmesini emrederdim!" Bu çerçevede, karısını kendisi için süslenmeye ve -onun isteği olsun veya olmasın- kendisiyle cinsel birleşmeye zorlayabilir. Kadın "serkeşlik" ettiği zaman ise, kocası onu dayakla("tazir") yola getirme("tedip") hakkına sahiptir. Kadın daha baştan kocasının böylesine kölece emri
altında olduğu için, teorik olarak kocasına karşı sahip olduğu hakları da , "fiilen" kullanamaz ve daima ezilir. 

 

Nitekim, Müslüman kadının durumu, günümüze kadar, genellikle, 14 asırlık bir mezalim tarihi olarak süregelmiştir. Bu uzun asırlar zarfında, kadınların toplum yaşamında iyi bir statüye sahip olmaları nadirdir ve bu da daha ziyade münferit vak'alar şeklinde ortaya çıkmıştır.

 

Şeriatte, kadının yarım insan veya bir nevi köle statüsü, hemen her sahada kendini gösterir. Nitekim o, diyet ve sair para cezalarında, mirasta hep yarım adam hükmündedir. Şeriatte kadını erkeğin oyuncağı haline getiren bir müessese de "talak" yani "boşama"dır. Şeriatte "boşanma" diye bir şey yoktur! Ancak erkeğin kadını "boşama"sı vardır. Kadıncağızın adeta bütün kaderi, onun iki dudağı arasındadır; üç defa "Boşsun!" dedi mi artık idam fermanı imzalanmış, yuvası başına yıkılmıştır! Tek taraflı olarak erkeğe tanınmış bu "boşama" hakkı, 14 asırlık Şeriatin kadınları esir statüsünde tutma politasının en önemli vasıtalarından biridir. Erkeğin tek başına ve keyfi "boşama" hakkına(veya "silahına") karşı kadının tabii ki boşama hakkı yoktur. Ama bazı çok sınırlı hallerde kadıya müracaat ederek boşama kararı verilmesini isteyebilir ve ancak kadı(erkek tabii) münasip görürse bu mümkün olur.

 

Şeriat, kadın-erkek münasebetlerinde alabildiğine ilkel bir zihniyeti temsil eder. O, her iki cinsin dünyasını en keskin çizgileriyle birbirinden ayırmıştır. Özellikle tesettür, haremlik-selamlık, kaç-göç müesseseleriyle kadını adeta surlar gerisine hapsetmiştir. Çünkü insana hiç mi hiç güveni yoktur. En zorlayıcı tedbirlerle her ikisinin dünyası birbirinden tamamen ayrılmadığı takdirde, her ikisinin de otomatikman hemen kötülüğe kayacaklarına inanmaktadır. Ona göre, kadın ve erkek, bir araya gelince derhal kimyevi
reaksiyona giren elemanlar gibidir. Kadın erkek için tepeden tırnağa "avret"tir; vücudunun her santimetrekaresiyle onun gözüne haramdır. Hatta çürümüş cesedinden geriye kalan kemikleri de!

 

Nitekim, bugün de çok okunan "Birgivi Vasiyetnamesi'nin Kadızade Şerhi" isimli 18.asra ait bir Osmanlı Şeriat kitabında şu korkunç satırlar yer almaktadır:
"Hz.Aişe'den(R.A.) bildirildi ki hür bir kadının bütün bedeni avrettir. Yalnız bir gözü avret değildir; çünkü bunda zaruret vardır(...) Kadın güzel olsun, çirkin olsun, yaşlı ve kocamış olsun, genç olsun, sağ olsun, hatta mezarda çürümüş kemiklerine bile bakmak caiz değildir, demişlerdir. Bakan genç olsun, ihtiyar olsun aynıdır."

 

Yine Osmanlıların son devir Şeriat alimlerinden M.Zihni'nin "Nimet-i İslam" isimli meşhur fıkıh(veya ilmihal) kitabında şöyle denmektedir: "Kadın, (namahrem) kimseye görünmemek üzere, yüzünü ve baştan ayağa kadar bütün endamını ve hatta elbisesini dahi örtmeli, gizlemelidir.(...)Yüzlerini ve ellerini ve hatta ayaklarını namazda açık bulundurabilirler. Ve lakin, zaruret olmadıkça, mahrem olmayana bunları dahi gösteremezler. Sokakta yüz açmak ve elbisesinin kolunu veya eteğini örtüden(çarşaftan) dışarı
çıkarmak Şeriatin emrine muhaliftir.(...) 'Yüz mahrem değildir' tabiri, namaz dışında doğru değildir.

 

Şeriat, kadını işte bu derece örtüp kapatarak, gizleyerek onun adeta varlığını ortadan kaldırmıştır. Bu dereceye düşürülmüş bir kadında artık şahsiyet ve kişisel insiyatif aramak ve ondan sosyal hayata etkin bir şekilde katılmasını beklemek beyhude olur. Yine böyle bir kadının tahsil, bilim, meslek edinme, çalışma gibi hak ve hürriyetlerinden bahsetmek de boş laftır, büyük bir samimiyetsizliktir.

 

Böylece kadın-erkek münasebetlerine hakim olan bu patalojik, bu anormal anlayış, iki cinsi birbirine adeta düşman etmiştir. Onların ömürleri birbirlerinden çekinmekle, birbirlerinden korkmakla geçmektedir. Kadın, erkeğin kendisine tecavüz etmesinden korkmakta, erkek te kadının kendisini baştan çıkarmasından...İnsanlarımız, küçüklüklerinden itibaren, Şeriat geleneği tarafından bu anlayışla terbiye edildiği, böyle şartlandırıldığı için, gerçekten de, tam Şeriatin tarifine uygun bir şekilde, karşı cinse, cinsi, şehevi olmaktan başka türlü bakamayan sapık insan tipi bizim adeta milli insan tipimiz haline gelmiştir. Bugün de, iki cins arasında, cinsiyet farkını ikinci plana atıp birbirlerini kişilikleriyle değerlendiren ve birbirleriyle ona göre münasebet kuran kaç kişi çıkar? 

 

Şeriat adına kadınların maruz kaldıkları büyük bir zulüm de sünnet uygulamasıdır. Bu uygulama, özellikle Müslüman Afrika ülkelerinde bugün de pek yaygın bir durumdadır. Kadınların sünneti (erkeğinkinden tamamen farklı olarak) düpedüz, kadının başlıca cinsel zevk organı olan klitorisin budanması manasına gelmekte, bu yüzden de onları ebediyen cinsi zevkten mahrum etmektedir. Kökü kadim devirlere kadar uzanan bu zalimane adet te, bazı Hadislere dayandırılarak değişmez bir ilahi hüküm haline
getirilmiştir.

 

Bütün bunlarla beraber poligamiyi (Çok eşlilik), odalık müessesesini, mut'a ikiyüzlülüğünü, "hülle" rezaletini, bir çeşit kümesi andıran aile hayatını da gözler önüne getirince, hala Şeriatte kadının haysiyetinden bahsetmek insana büyük bir ikiyüzlülük olarak görünmektedir. Bir sistemde kadın bundan daha fazla herhalde ancak fuhuş ve pornoyla alçaltılabilir!

 

15) Şeriat, birtakım dargörüşlü metafizik kaygılarla insanoğlunun neredeyse bütün sanat faaliyetlerini mahkum etmiş, insan ruhunu daracık bir kafese hapsetmeye kalkmıştır. Eğer 14 asır boyunca İslam aleminde birtakım sanatlar gelişmiş ve bunlar muhteşem eserlerle kendilerini göstermişlerse, bu, genellikle Şeriat'ın teşvikiyle değil, Şeriat'e rağmen olmuştur. Çünkü insan ruhu öylesine güçlü bir sanat itişine maruzdur ki Şeriat bile onu zaptetmekte başarılı olamamıştır. Hemen her sahada olduğu gibi güzel sanatlar
alanında da Şeriatte birbiriyle çatışma halinde pek çok görüş vardır ve işin enteresan tarafı, bunların hepsi de "Allah'ın Kanunu" olmak iddiasındadırlar! 

 

Şeriatte güzel sanatlarla ilgili görüşler, bunları "malayani" veya "abesle iştigal" ve "kerahat" derecesinde görmekten en şiddetli cezalar gerektiren büyük günahlar ve haramlar saymaya kadar değişmektedir. Hepsinin ortak paydası ise, en azından güzel sanatları teşvik etmemek ve bunlarla uğraşanları hoş görmemektir. Resim, heykeltraşlık, müzik, dans vs. Bunlar hep Şeriat nezdinde makbul olmayan ve tarih boyunca şu veya bu nisbette onun tarafından engellenmeye çalışılmış faaliyetlerdir.

 


Not: Tarafımdan bir miktar kısaltılmış olan bu yazı, "Yesevizade" takma adını kullanan Alparslan Yasa'nın "Süleyman Demirel veya Yalan Üzerine Kurulu Bir Politik Hayat" kitabının (1990) "Ekler" bölümünden alıntıdır.

Link to post
Sitelerde Paylaş
  • 3 weeks later...

Kime göre, neye göre demeden önce, bana kalırsa insanlık kuralları dışında davranan kişilerin ölmesinde hiçbir sakınca görmüyorum. Adam tecavüz ettiyse hadım edilecek. Hırsızlık yaptıysa bir parmağı kesilecek veya eli. Artık nasıl işlerse. İnsanları korku yönetir. Gayette güzel yönetir.

Link to post
Sitelerde Paylaş
5 saat önce, cihann yazdı:

Kime göre, neye göre demeden önce, bana kalırsa insanlık kuralları dışında davranan kişilerin ölmesinde hiçbir sakınca görmüyorum. Adam tecavüz ettiyse hadım edilecek. Hırsızlık yaptıysa bir parmağı kesilecek veya eli. Artık nasıl işlerse. İnsanları korku yönetir. Gayette güzel yönetir.

 

Bunları denenmemiş şeyler mi sanıyorsun? Suçları bitirmek öyle kolay değil.

Link to post
Sitelerde Paylaş
On 06.12.2018 at 15:19, Kenopsia yazdı:

 

Bunları denenmemiş şeyler mi sanıyorsun? Suçları bitirmek öyle kolay değil.

 

Suçları bitiremezsin. Azaltabilirsin. İnsanlar bir kişinin o suçtan dolayı hadım edildiğini görürse bir daha neye güvenerek yapabilecek o işi? En fazla hapse girerim diyemeyecek çünkü. Osmanlı'nın altın yıllarına bakarsan neyin ne olduğunu biraz daha net görürsün. Veya şu an şeriat işleyen bir ülkenin suç oranlarına. 

Link to post
Sitelerde Paylaş
  • 10 months later...

Türkiye'de şeriat ilan edilmesi nasıl mümkün olacak ki?

 

Eğer Tayyip'in bir gün şeriatı getireceği kastediliyorsa, bilinmelidir ki Tayyip'in arkasındaki halk desteği -en yüksek ihtimalle- sadece % 40'tır.

 

Kaldı ki bu % 40'ın içinde bile şeriat özlemcilerinin oranı çok da fazla değildir. AKP, bir merkez sağ partisi söylemi ve imajıyla ancak bu % 40 oyu alabilmektedir. Şeriat gibi aşırı uçtaki (faşist) bir ideolojiye meylettiği anda AKP'nin oy desteği % 20'leri bile bulamaz.

 

Sonuçta halkın % 60'ı Tayyip'e oy vermemektedir. Çoğunluğun hiç yüz vermediği, tasvip etmeyeceği faşist bir rejimin Türkiye'de tesis edilmesi teknik olarak mümkün değildir.

Link to post
Sitelerde Paylaş
  • Konuyu Görüntüleyenler   0 kullanıcı

    Sayfayı görüntüleyen kayıtlı kullanıcı bulunmuyor.

×
×
  • Yeni Oluştur...