Jump to content

Erdoğan Menderes'in düştüğü tuzağa düşmemeli


Recommended Posts

 

Erdoğan Menderes'in düştüğü tuzağa düşmemeli


Osman Başıbüyük yazdı


26.12.2018

Türkiye’de birçok cemaat ve tarikatta çok ciddi bir Mustafa Kemal Atatürk, İsmet İnönü ve Lozan düşmanlığı var. Acaba neden? Bu cevreler düşmanlıklarının gerçek nedenini bilmezler.Gelinanlatalım.


LOZAN’IN KİLİT CÜMLESİ


İsmet İnönü, Lozan görüşmelerinde Türk heyetinin başkanıydı. İngiltere’yi temsil eden Dışişleri Bakanı Lord Curzon ile aralarında çok çetin pazarlıklar geçiyordu. İnönü’yü kandırmak mümkün değildi; Türkiye’nin kırmızı çizgilerinden hiç taviz vermiyordu. Birgün çok sinirlenen Lord Curzon’un ağzından şu sözler döküldü:


“…Hiçbir sözümüzü kabul etmiyorsunuz, hepsini reddediyorsunuz. Hepsini cebimize atıyoruz. Yarın harap bir memleketi imar etmek için önümüzde diz çökecekseniz. Bizden yardım istediğiniz zaman bugün reddettiklerinizi birer birer çıkarıp önünüze koyacağım…”


Bu sözler İnönü’nün hafızasına bıçakla kazınır gibi kazındı. O sözleri ömrü boyunca unutmayacak ve ülkenin en sıkıntılı anında bile 1 kuruş borç için müttefiklerin kapısını çalmayacaktı(1). Atatürk,İnönü ve Lozan düşmanlığını, dinde imanda değil Lord Curzon’un yukarıdaki sözlerinde aramak gerek.


ABD’YE BAĞLANAN KALKINMA UMUTLARI


2. Dünya Savaşı bittiğinde Türkiye’nin hazinesinde İnönü’nün biriktirdiği 245 milyon dolar değerinde o zaman için çok ciddi bir rezerv duruyordu. Savaş sonrasında Türkiye üzerinde Sovyet tehdidinin artması, İnönü’nün bu rezervi kullanamamasına sebep oldu.


1950 seçimlerini kazanan Adnan Menderes’in ilk işi bu rezervi bol keseden harcamaktı. Ülkede her şey birden bollaşıvermişti. Güçlü ekonomi imajının sürmesi için devletin harcama yapmaya devam etmesi gerekiyordu. Harcamaları karşılamak amacıyla 1951 yılı itibariyle iç borçlanma yolu seçildi. Bu arada Amerika’dan gelen Marshall yardımları artmıştı. Menderes, ülkenin ihtiyaç duyduğu ekonomik kalkınmanın ABD desteğiyle gerçekleşebileceğini zannediyordu. Türkiye’nin önde gelen girişimcilerinin, bazı Amerikan şirketlerinin mümessilliklerini almasıyla Amerikan malları ülkeye girmeye başladı. Tarımı geliştirecek olan 10 binlerce traktörün yanında bir o kadar da Amerikan otomobili ülkeye geliyordu. Demiryolu yapımını bırakmış, petrol tüketecek otomobiller için asfalt yol yapmaya başlamıştık. 3-4 yıl içerisinde ülkede gözle görülür bir kalkınma oldu; artık insanlar daha mutluydu. Ama bu rüya kısa sürecekti.


Bu arada Amerika’nın hibe ettiği hurda silahları idame ettirmek için ciddi paralar harcıyorduk. Ülkeyi saran Amerikan traktör ve otomobillerin, hatta beyaz eşyaların bile yedek parçası ciddi paralar tutmaya başlamıştı. Ülkenin dış ticaret dengesi bozulmuş, döviz ihtiyacı inanılmaz ölçüde artmıştı. Artık Amerikan dış yardımları yetmez olmuştu. Menderes’in en önemli seçim kazanma araçlarından biri olan güçlü ekonomi algısı, giderek bozulmaya başlamıştı. Mart ve Haziran 1954’te sırasıyla Cumhurbaşkanı Celal Bayar ve Başbakan Menderes, ABD’ye ziyaretlerde bulunarak ekonomik yardımın arttırılmasını istediler.


Bu dönemde Türk dış politikasının yürütülmesinde İnönü’nün sürdürdüğü, imparatorluk geleneğinin devamı olan gurur, boyun eğmeme, dik durma ve inatçılık ruhu artık ölmüş, yerini dilencilik almıştı. Döviz ihtiyacını karşılamak için düşünülen tek çare dış borç bulmaktı(2).


MENDERES KÜRESEL BARONLARIN KUCAĞINA DÜŞÜYOR


O dönemde Nelson Rockefeller, ABD Başkanı Dwight David Eisenhower’ın önemli danışmanlarından biriydi. Rockefeller’in asli görevi, komünizmle mücadele kapsamında Sovyetler Birliği’ni kuşatmak, komünizmin yayılmasını önlemek maksadıyla ekonomik sıkıntı çeken ülkeleri dış yardım ve borçlandırma yoluyla kapitalizme ve dolayısıyla ABD’ye göbeğinden bağlamaktı(3). Rockefeller, dönemin ABD Başkanı Eisenhower’a 1956 yılında bir mektup yazarak, “Türkiye’nin oltaya takılmış bir balık olduğunu, bu nedenle de daha fazla yeme gereksinim duymadığını” yazarak, Türkiye’ye verilen kredilerin kesilmesini tavsiye etti(4).


Paranın kesilmesiyle birlikte Türk ekonomisi ciddi bir krizin içine girdi. Menderes hükümetleri döneminde ülkeyi Amerikalı ekonomi danışmanları sarmıştı. İstanbul’da bu uzmanlarla toplantılar yapılıyor, ABD’nin şarta bağladığı krediler, yine bu uzmanların taleplerinin yerine getirilmesiyle ödeniyordu.Menderes, 18 Ocak 1954’te Amerikalı iş adamları ve iktisatçıların önerileri doğrultusunda hazırlanan 6224 sayılı Yabancı Sermayeyi Teşvik Kanunu’nu yürürlüğe koymak zorunda kaldı. Bu yasa o dönem için dünyadaki en liberal yasaydı. Kapitülasyonlar geri gelmeye başlamıştı(5). Doğal olarak yabancıların verdiği tavsiyelerin hiçbiri, ekonomiyi kurtarmak için yeterli oymayıp, tam tersi planlandığı üzere batırdı.


1958 yılına gelindiğinde artık ekonomi dibe vurmuştu. Dış borca şiddetle ihtiyaç duyan Menderes, daha fazla dayanamadı, ABD’nin dayatmalarına boyun eğerek ve IMF (Uluslararası Para Fonu) tavsiyesine uyarak 3 Ağustos 1958’de devalüasyon yaptı.Böylece ABD, Dünya Bankası, IMF ve Avrupa Ödemeler Birliği’nden toplam 359 milyon dolar borç alınarak, küresel baronların kucağına düşülmüş oldu(6).


KOMÜNİZMLE MÜCADELE KANDIRMACASI


Lord Curzon, Lozan’da İnönü’nden istediklerini alamamıştı. Ama Rockefeller, Menderes’e diz çöktürerek yeni kapitülasyonların yolunu açmayı başarmıştı. Bu dönemde muhalefet partisi CHP’den, “kapitülasyonlar yeniden hortluyor” şeklinde cılız sesler duyuluyordu. Hatta CHP, 1954 seçim kampanyasını bu tema üzerine kurmuştu. Fakat bu yakarmaları duyan olmadı. Çünkü milletin kulağını tıkayan güçlü bir afyonlama projesi el altından devam ediyordu.


1952 yılında ABD Başkanı olan Eisenhower, yükselen komünizm tehdidine karşılık “Yeni Bakış Stratejisi” isimli Ulusal Güvenlik Konseyi kararlarını yürürlüğe koymuştu. Bu stratejinin en temel unsuru, psikolojik savaş faaliyetleriyle bağlantılı olarak, komünist tehdit altındaki ülkelerde CIA’nin gizli operasyonlar yürütecek olmasıydı(7). Strateji gereği bütün dünyada, hangisi olursa olsun, dini inançlar teşvik edilecek, şoven milliyetçilik desteklenecekti. Bu şekilde komünizmin yayılmasının önüne geçilebilirdi.


TÜRKİYE’NİN KOMÜNİZLE MÜCADELESİ


Bu strateji, Menderes’in 1950 tarihinde iktidara gelmesiyle hemen karşılığını bulmuştu. 1950 yılından itibaren Türkiye’de “komünizmle mücadele dernekleri” kurulmaya başladı. Komünizmle mücadele derneklerini aynı amaç için kurulmuş başka isimdeki dernek, vakıf ve talebe birlikleri takip etti. Bunlardan bir tanesi de bu günkü iktidar kadrolarının içinde yetiştiği Milli Türk Talebe Birliği idi. O dönemde dini ve milliyetçi yayınlarda patlama yaşanmaya başladı.


Menderes döneminde, ABD ile şu an sayı ve içeriğini halen bilmediğimiz bir sürü ikili anlaşma yapıldı. Muhtemelen bu anlaşmaların biri veya birkaçı kapsamında devlet, komünizmle mücadelenin destekçisi ve finansörü olmuştu. Millî İstihbarat Teşkilâtı da (MİT) bu işin içindeydi. Bugün açığa çıktığı üzere, Fetullah Gülen ve Mehmet Şevki Eygi gibi daha nicesini öğreneceğimiz isimler Özel Harp Dairesi’nin elemanıydı(8).Ayrıca bu iş için doğrudan Menderes’ten para alan Necip Fazıl Kısakürek, Orhan Seyfi Orhon, Yusuf Ziya Ortaç, Peyami Safa gibi yazarlar da vardı(9).


KOMÜNİZMLE MÜCADELE KANDIRMACASI İSLAM İNANCINI NASIL KİRLETTİ


Devletin radikal ve bazısı yanlış laiklik uygulamaları,halkınyürütülen modernleşme çalışmalarına mesafeli durmasına neden oldu. Bu arada bazı tarikat ve cemaatler, halkın bu memnuniyetsizliğini istismar ediyordu. 1950’de Menderes iktidarı ile yürürlüğe konulan Amerika’nın komünizmle mücadele planı, devletin eski sahipleri tarikat ve cemaatlerin imdadına yetişmişti. Hemen hemen hepsi var güçleriyle iktidar mücadelesine tutuştu. Asıl bu durumdan siyaseten faydalan Menderes’ti. Menderes, halkın radikal laiklik uygulamalarından kaynaklanan hoşnutsuzluğu istismar ederek kendini daha dindar ve daha milliyetçi bir yönetimmiş gibi göstererek oy devşiriyordu.


Konuyu daha iyi anlatabilmek için bir örnek verelim. Said-i Nursi, 1959 yılı Aralık ayının sonunda dini propaganda yapmak ve Menderes Hükümeti’ne destek vermek için başladığı yurt gezisi kapsamında Ankara’ya gelmişti. Bu duruma çok sinirlenen İnönü, 8 Ocak 1960’ta Meclis’te yaptığı konuşmada, Menderes hükümetine şu sözlerle yüklendi(10):


“…Sizler Said-i Kürdi’yi neden Türkiye’de şehir şehir dolaştırıyorsunuz? İrticayı seçim kazanmak için mi hortlatıyorsunuz? Atatürkçüleri bilerek mi hiddete getiriyorsunuz? Amacınız nedir?... Dinin siyasete en yaldızlı şekilde alet edilmesi yüzünden memleketin iki defa battığını görmüş benim gibi bir adamın, din istismarcılarının zararı karşısında duyduğu heyecanlı hassasiyeti paylaşmanızı istiyorum…”


Kürsüye gelen Menderes, İnönü’nün sözlerine şöyle cevap verdi(11):


“…Vatandaşların bir kısmı medeni, terakkiperver velhasıl ne kadar makbul sıfatlar varsa hepsi onlarda mevcut, diğer kısım vatandaşlar ise geri, zararlı ve her manası ile fena vatandaşlar. Hatta bu kısım vatandaşlar vaktiyle iki defa devleti batırmışlar ve bu defa yine batırabilirlermiş. Demek oluyor ki, Halk Partisi’ne rey verecek olanlar ileri, faydalı, iyi vatandaşlar, diğerleri, yani iktidarın lehine reyini kullanacaklar devleti batıran kişilerdir. Vatandaşların milyonlarcasını içine alan muazzam bir topluluğa hatta büyük ekseriyete bu kötü sıfatları takmak, vatandaşları böyle iki zıt karargâha bölmek kimin haddine? Bu cüret nereden geliyor?... Laikliğin manası maalesef bu memlekette yanlış anlaşılmış, yanlış anlatılmış, tatbik ve tezahüratı da bir din düşmanlığı şeklinde tecelli etmiştir…


Burada bir noktaya dikkatinizi çekmek isterim. O günlerde mecliste memleketin çöken ekonomisi, ABD ve Batı’ya verilen tavizler konuşulmuyor böylece kapitülasyonların, yeniden ülkeyi avcunun içine almakta olduğu halkın gözünden kaçıyordu. Bu arada yabancı istihbarat boş durmuyor devşirdiği sözde din adamları ile masum halkın temiz İslam inancının içine sızıyordu.


TÜRKLERİN İNANCINA SIZMAK İÇİN KULLANILAN GUGUK KUŞU TAKTİĞİ


Anglo-Amerikan istihbaratı tarafından 1962 yılında, Suudi Arabistan Liderliğinde Rabıta (Dünya İslam Birliği) örgütü kuruldu. Yeşil Kuşak Projesi kapsamında kurulan Rabıta, kısa süre sonra Türkiye’de de etkili olmaya başladı.


Örneğin, bugün ismi tartışmaya açılan Mehmet Şevki Eygi’nin Bugün Gazetesi, Suudi Arabistan kökenli din inancının propaganda araçlarından birisiydi. Salih Özcan’ın sahip olduğu İttihat gazetesi bu işin merkezinde yer alıyordu. Aynı şekilde Topbaş ailesinin sahip olduğu Sabah gazetesi de aynı istikamette çalışıyordu. İlim Yayma Cemiyeti ve Bereket Vakfı gibi kuruluşlar Müslüman Kardeşler Örgütünün inançları doğrultusunda yayın yapıyorlar ve bu sayede Rabıta’dan destek alıyorlardı. O yıllarda Milli Türk Talebe Birliği (MTTB) de, milliyetçi çizgiden hızla “Suudi İslam”ı çizgisine kaydı. MTTB, “düşman evimize girmiştir” bildirileriyle anti-komünizmin bayraktarlığını yapıyordu. Bugün iktidarda olan kadroların MTTB’de yetişmiş olduğunun altını çizelim. Bu dönemin kilit oyuncusu Nurcu Sahil Özcan, Suudi sermayesinin desteğiyle Müslüman Kardeşler'in ideologları Hasan el Benna, SeyyidKutub, Mevdudi’nin eserlerini Türkçeye çevirerek yayımlıyordu. Bu operasyon kapsamında Anglo-Amerikan istihbaratı tarafından seçilmiş bu kitaplar zamanla Elmalılı, Babanzade, Çantay gibi Osmanlı ilim insanlarının klasiklerinin yerini almaya başladı(12).


Aslında yapılan operasyon çok basitti. Yabancı istihbarat “guguk kuşu” taktiğini uyguluyordu. Guguk kuşu kendisi kuluçkaya yatmaz. Başka bir kuşun yumurtalarını yuvadan atarak kendi yumurtaları onların yerine yerleştirir. Böylece yavrularına bedavadan başkasının bakmasını sağlar. Kandırılarak başkasının yavrularına bakan annenin halini düşünün!


Türkiye’de tepeden inme şekilde birdenbire laik düzene geçmenin sıkıntıları vardı. Halk, daha laikliğin kıymetini anlayamamıştı. Bu arada tarikatlar ve cemaatler eski güçlerine kavuşmak istiyordu. Bütün bu hisler bir çeşit eskiye dönüş özlemi yaratmış, yıkılan Osmanlının sanki boşuna yıkılmış olduğu gibi bir hava doğmuştu. İşte bu havadan Anglo-Amerikan istihbaratı çok iyi faydalandı. Bizim Osmanlı’dan kalmış dini kitaplarımızı, Arap ideologlarının kitaplarıyla değiştirdiler. Böylece bir süre sonra yumurtadan çıkan civcivler bize benzememeye başladı. İşin kötüsü onlar kendilerini Osmanlı zannediyor, diğerlerini Batı taklitçisi olarak suçluyordu. Aslında kendilerinin de Osmanlı ile pek alakası yoktu. Artık mutasyon geçirmiş yeni bir İslamcı kuşak piyasaya çıkmıştı. Bu operasyon nedeniyle, 600 yıl İslam’a önderlik etmiş, Türklerin İslam inancı hızla değişmeye başladı. Genç beyinler Arap Sabunuyla yıkanıyor, Türkiye, hızla Araplaşma yolunda ilerliyordu.


KOMÜNİZLE MÜCADELEDEN ATATÜRK, İNÖNÜ VE LOZAN DÜŞMANLIĞINA


Menderes’in yürüklüğe konmasına sebep olduğu “Arap İslam anlayışı”, ondan sonra da tüm hızıyla yoluna devam etti. Günümüzde de devam ediyor. Yabancı istihbaratın amacı, Batı’ya olan kızgınlığı içeri döndürerek, tarafları dinci-laik çatışmasında birbirlerine boynuzundan bağlarken Türk milletinin başına gelenlere uyanmasını önlemekti.


Takvimler 1964’ü gösterdiğinde Fesli Kadir, “Lozan Zafer mi hezimet mi”kitabının ilk cildini piyasaya çıkardı. Ona göre Lozan Anlaşması bir hezimetti. Misak-ı Millî’nin hedeflerine ulaşılamamış, Batum’u, Antakya’yı, Adaları, Batı Trakya’yı alamamış; Kıbrıs’ı, Mısır’ı ve Sudan’ı İngilizlere bırakmıştık. Fesli Kadir, Lozan’a sadece sınırları belirleyen bir anlaşma olarak bakıyordu. Oysa ki Lozan, ekonomik ve hukuki temelli bir bağımsızlık anlaşmasıydı.


Yabancı istihbaratın amacı, Lozan’ı sadece bir sınır anlaşmasına indirgeyerek, kapitülasyonların tekrar gelmiş olduğunu, Türkiye’nin bağımsızlığını yeniden kaybetmeye başladığını, inançlı insanların fark etmesini önlemekti. Bugün küçücük İsrail’in bütün dünyada sözü geçiyor. ABD’nin hiç kimsenin toprağında gözü yok ama dünyanın her yerinde askeri üssü var. Türkiye’deki otomobillerin neredeyse yarısı Alman malı. Taşımızı, toprağımızı, yaylalarımızı, derelerimizi, madenlerimizi, bütün şirketlerimizi yabancılara satmışız, borç para bulamasak ekmek yapacak buğday alamayacağız. Durum bu kadar vahimken, oturmuş hâlâ “Lozan’da şu adaları keşke kaybetmeseydik” tartışması yapıyoruz! Başımıza neler geldiğinden haberimiz yok. Gücünüz varsa, Musul-Kerkük petrollerini sizin şirketleriniz çıkartır; dünya, sizin cep telefonlarınızla konuşur; Avrupa, sizin tarım ürünlerinizle karnını doyurur. Artık savaşın boyutu değişti; dünyada hiçbir ülke toprak kazanmanın peşinde değil. Hepsi halklarının refahını sağlamak için teknoloji yarışından kopmamaya çalışıyor.


Operasyonun devamında Fesli Kadir’in “Hatıratım” kitabı piyasaya sürüldü. Hikâyeye göre, Lozan görüşmelerine 2’nci delege olarak katılan Rıza Nur, Atatürk’e suikast ile suçlanınca 1926 yılında Fransa’ya kaçmıştı. Yurt dışında yaşarken, 1935 yılında hatıralarını kaleme alarak, 1960 yılına kadar yayınlanmamak kaydıyla “British Museum”a göndermişti. Her nasılsa 1968 yılında Rıza Nur’un British Museum’a teslim ettiği hatıralarının mikro filmleri Fesli Kadir’in eline geçti!


Rıza Nur, hatıralarını birilerinin etkisi altında mı kaleme almıştı veya kafası yerinde miydi ya da İngilizler uydurma Ermeni soykırımı iddialarını içeren kendi yazdıkları Mavi Kiptap’daki gibi Rıza Nur’un hatıralarında da oynamalar mı yapmıştı? Bilemiyoruz. Fesli Kadir’e bu mikro filmleri kim ne amaçla verdi? O da meçhul!


Atatürk ve İnönü’ye inanılmaz iftiralar atan bu kitap yayınlanınca büyük ses getirdi. “2 Ayyaşın kirli çamaşırları ortaya dökülmüştü!” Bu cümleyi mecazi anlamda kullanıyorum. Bu kitap sayesinde dini çevreler, Atatürk’ün emperyalizme karşı verdiği mücadeleyi unuttu; yok içki içerdi, yok kadına düşkündü, yok dinsizdi gibi hurafelerin peşinde güncelden ve dünya meselelerinden koptu.


Atatürk’ün özel hayatından bize ne? Bizim bakmamız gereken onun devlet hayatında yaptığı icraatlardı. Dindar insanlar, kendi geleceklerini şekillendirecek Atatürk’ün yaptığı örnek icraatları unutmuş, o günkü politik durumla hiç ilgisi olmayan, fuzuli düşüncelerin içine dalmıştı. Bu kitap Türkiye’ye yapılan sömürgeleştirme operasyonunun en önemli parçasıydı. Türk milletinin dini duyguları istismar edilerek, bağımsızlık fikrini unutturmak için yazılmıştı. Atatürk ve onun yolunu devam ettiren İnönü’nün ne yapmaya çalıştığı, dindar çevreler tarafından o zaman anlaşılmış olsaydı, yabancı istihbaratın Türkiye’yi bu günkü durma getirmesi mümkün olmazdı.


BOP TUZAĞINA UŞAKLIK ETMEK MÜSLÜMANLIK MIDIR?


Şimdi yavaş yavaş günümüze gelelim. 12 Eylül darbesi tüm partilerle birlikte Milli Selamet Partisi’ni kapatınca, Necmettin Erbakan dahil, bugün Saadet Partisinin lideri olan Temel Karamollaoğlu gibi partinin birçok yöneticisi hapse girerken Fesli Kadir, yurt dışına kaçtı. Önce Almanya’ya gitti sonra 1983 yılında İngiltere’ye iltica etti. Oradaki koruyucusu Şeyh Nazım Kıbrısi’idi. Kıbrısi’nin MİT ve Genelkurmay arşivlerinde “İngiliz casusu” belgesi vardı(13).


Bakın bu şeyh Arap Baharı (Müslüman ülkeleri istikrarsızlaştırma operasyonu) başlamadan önce,20 Eylül 2010 tarihinde www.osmanli.de internet sitesinde Osmanlı Dergâhı New Yorkbaşlığıyla yayınlanan röportajında şöyle diyordu:


“…Bu muharremden gelen muharreme kadar bize olan, bir haber olduğu da, Türk çökecek, Şam çökecek, Bağdat çökecek, İran çökecek, Mısır çökecek Libya çökecek, Hicaz çökecek Yemen çökecek, Sudan çökecek, Somali çökecek, Pakistan çökecek, Afganistan çökecek, Kafkaslar çökecek. Bitti bu rejimler yürümez. İnişi bulduğu için böyleydi. Bütün memleketlerde demokrasi dediğin berbat şey; bitecek. Çünkü yokuşa geldi, çıkamadı. Şimdiye kadar inişi buldu gidiyor. Şimdi millet birbirini yiyor. İki parti var Türk’te mesela. Biri, o birini beğenmiyor. Öteki o birini beğenmiyor. E bunun getireceği nizam da aynıdır, öbürünün üstünde durduğu nizam da aynıdır. Ne faydası var. Onun için değişecek. Şimdi demokrasi yerine hiyerarşi yani saltanat gelecek. Saltanatı bir kişi idare eder; bunlar bin kişi idare edemiyor, berbat ediyor. Bitti; Alaman da çöker. Fransız çökmeye hazır. İspanya çöker. İngiliz imparatorluktur. Daha fazla salahiyetler gelecektir. Hörmajestiden sonra yerine gelecek oğlu, tam salahiyetle şeye gelecek, hükme gelecek. Ne parlamento dinler ne öteki, lordlar-mortlar falan onun tarafıdır zaten. Süpürecek parlamenterleri. Rus zaten terelelli oldu, sallanıp duruyor, yıkılacak. Çin içinden kaynayor. Japon imparatorluktur. Hindistan tek olacak. Afganistan tek olacak. İran tek olacak. Yemen’deki muzurgavun gidecek. Gene imam gelecek. Efenim, halife meselesinde yine orta şarka hükmedecek on devlete hükmedecek bir sultan gelecek... Dünya sallanıyor böyle kopacak, düşecek yere hepsi. Beceremediler, idare edemediler, demokrasiden millet memnun kalmadı, zulüm sistemi oldu; zulüm rejim bitti…”


Halk hareketi Tunus’ta 17 Aralık 2010, Mısır’da ise, 17 Ocak 2011 tarihinde başlamıştı. Her ne hikmetse, New York’taki dergahında yaşayan Şeyh Nazım Kıbrıs-i Hazretleri’ne bir yerlerden vahi gelerek, yaklaşık 3 ay önce bu olayları tahmin etmesini sağlamıştı!


Gelin şimdi de Fesli Kadir’in Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) hakkındaki düşüncelerine bakalım. Bu arada Büyük Doğu Projesi ile Büyük Doğu dergisinin arasındaki isim benzerliği de çok ilginç. Galiba birileri nelerden hoşlanacağımızı çok iyi biliyor. Kendisine, “AKP’nin Irak’ın işgaline destek vermesi hakkında ne düşünüyorsunuz?” diye soruyorlar:


“Amerika’nın Irak’ı işgali mi? AKP’yi ben ona ikna etmeye çalıştım. 2 saatten fazla Tayyip ile ben konuştum. Bu iş için Ankara’ya gittim” diyor.


Bir başka konuşmasında şu görüşleri dile getiriyor(14):


“Bu Büyük Ortadoğu Projesi Türkiye için bir nimettir. Bunu tenkit edenlerin kulakları çınlasın… Clinton zamanında ben de rapor verdim bana da sordular. …İslam alemi üzerinden ben bir ameliyat yapmak istiyorum diyemiyorlar. Bunu Ortadoğu adıyla yapmak istiyorlar…. Ortadoğu ismi altında İslam alemi projesidir. Nedir o İslam alemi? Bütün enerji kaynakları İslam alemindedir. Cumhuriyetçi parti diyor ki ben kuvvetliyim buraya girerim vururum kırarım bu kaynakları silah kuvvetiyle alırım. Demokrat parti diyor ki hayır bu doğru değildir. Biz yabancı olarak orada bulunduğumuz zaman bize tabii olarak bir aksi emel doğar dayak yeriz diyorlar yani. Buraya bir taşeron kullanarak girelim diyorlar; o taşeron Türkiye’dir”.


Bu hayallerle çıktığımız Şam seferinde başımıza neler geldiğini hepimiz görüyoruz. Federal yapıya geçmeyi düşünürken, açılım hikayesiyle binin üzerinde şehit verdik. Bu arada PKK’nın kandırdığı binlerce genç heba oldu. Suriye sınırımızda PKK kantonları kuruldu. Şimdi onları temizlemeye çalışıyoruz. 4,5 milyon Suriyeli ülkemize sığındı; 30 milyar dolardan fazla para harcadık. Irak ve Suriye parçalanmak üzere. Bu aradaİsrail, Kudüs’ü başkent ilan etti!


Merak ediyorum, acaba Fesli Kadir bu projeyi desteklemek için Amerikalılara yazdığı rapordan veya Erdoğan’ı ikna çabası karşılığında para almış mıdır? 1968 yılında yayınladığı “Hatıratım” kitabından da çok büyük paralar kazanmıştı. Acaba bu kazancın hepsi kitap satışlarından mıydı? Kendisi hayattayken cevap verse de biz de bilsek.


Burada kimseye casus falan da demek istemiyoruz. Yabancı istihbaratın görevi doğru adamı tespit edip ona yol vermek, önünü açmaktır. Kullanılan elemanlar bir şizofren gibi kendi hayallerine öylesine inanmalılar ki başkalarını da inandırabilsinler. Yoksa operasyon başarılı olmaz. Yabancı istihbarata doğrudan çalışan bir kişi, bu işi başaramaz. Bu kişiler, çoğu zaman kendilerinin kullanıldığının farkında bile değildir.


Bakın bugün Komünizmle mücadele projesi kapsamında devşirilen Fetullah Gülen’in kime çalıştığını açıkça görebiliyoruz. Geçmişte Şeyh Nazım Kıbrısi’nin dizinin dibinde oturan, şimdi hapiste olan Adnan Hoca’nın kimler tarafından desteklendiği ortaya çıktı. Yarın bir gün bu kervana başkaları da eklenecektir.


Menderes döneminden başlayıp ondan sonra da devam eden, Atatürk, İnönü ve Lozan Anlaşması’nın niçin kötülendiğini anlatmaya çalıştık. Bir cümle ile bu konuyu özetledikten sonra günümüze gelelim: Yabancı istihbaratın, uzun ve yoğun çabaları sonucu, Türkiye’de halkın bir kesiminde, Atatürk ve İnönü düşmanlığı yapan siyasetçilerin daha milliyetçi, daha dindar olduğu yönünde yanlış bir algı oluştu.


MENDERES’İN DÜŞTÜĞÜ TUZAĞA REİS DE DÜŞTÜ


Erdoğan iktidara gelir gelmez ultra-neo-liberal politikalar izlemeye başladı. O dönemde McKinsey’den veya bir başka yabancı kuruluştan danışmanlık hizmeti alınıp alınmadığını bilemiyoruz! Ama kamu iktisadi teşekküllerinin (KİT) haraç mezat satıldığını hep birlikte gördük. Yaptıkları bu işi “parayı veren düdüğü çalar” sözleriyle sevinçle anlatıyorlardı. Gerçekten Nasrettin Hoca’nın bu sözü çok doğrudur. Ama düdüğü kimin çalacağına gelin biraz bakalım.


Chas. T. Main Stratejik Danışmanlık Şirketi’nde, uzun yıllar baş ekonomist olarak çalışan JhonPerkins’in, “Bir Ekonomik Tetikçinin İtirafları” isimli 3 ciltlik bir kitabı var(15). Perkins kitabında özetle; hedef ülkelere döviz getirmeyecek büyük projeler için milyarlarca dolar kredi verildiğini, bu projelerin kısa süre sonra döviz yokluğu sebebiyle ülkeleri ekonomik krize soktuğunu, ekonomik krizi aşmak ve dolayısıyla iktidarda kalmak hevesiyle hükümetlerin yeni borçlanmalara ihtiyaç duyduğunu, yeni borçların ise askeri, ekonomik ve politik dayatmaların kabulüyle verildiğini anlatıyor.


AKP hükümetlerinin özelleştirilme adı altında devlet ve milletin malını satıştan elde ettiği 66,2 milyar dolar, yabancıların verdiği akılla yürürlüğe konulan, “beton politikası” için yeterli değildi. Uluslararası finans kuruluşları kesenin ağzını açtılar. Erdoğan, “yap-işlet-devret” modelini muhalefetin bilmediğini, bu işi bir tek kendisinin bildiğini iddia ediyordu. Bu modelle devlet, hiç para harcamadan yollar, köprüler, tüneller yapacaktı. Erdoğan’ın bu modeli uyguladığı dönemde, Türkiye’nin borç stoku 129,6 milyar dolardan 2017 sonu itibariyle 453,2 milyar dolara çıktı(16). Evet Erdoğan, çok sayıda yol, köprü ve tünel yaptı. Bu projeler kapsamında devletin cebinden para çıkmaması gerekiyordu. Ancak her ne hikmetse kimin yaptığı bilinmeyen yanlış hesaplamalarla velin köprü, tünel geçiş garantileri, devleti çok büyük bir borçla karşı karşıya bıraktı. Bu tuzaktaki en kritik nokta, bu projelerin ülkeye 1 kuruş döviz kazandırmazken, inanılmaz ölçüde kredi geri ödemesi sebebiyle döviz çıkışına sebep olmasıdır.


Cumhurbaşkanlığı seçimi öncesinde, yabancı finans kuruluşları sıcak para akışını birdenbire kesince, Dolar anında 4,93 TL’ye fırladı. Paniğe kapılan Erdoğan, koşa koşa Londra’nın yolunu tutu, ağırlandığı ChathamHouse’da bir konuşma yaptı. Chatham House’un, Rothschild ailesinin kurduğu bir düşünce kuruluşu olduğunun altını çizelim. Erdoğan’ın Londra ziyaretinin amacı para dilenmekti. Erdoğan da II. Abdülhamit gibi küresel para baronlarının kucağına düşmüştü. Parayı verenin düdüğü çalma zamanı böylece gelmiş oldu. Erdoğan ne yazık ki Nasrettin Hoca’nın fıkrasını hiç anlamamıştı; borç alan emir alır...


CAMBAZA BAK TAKTİĞİ MÜSLÜMANLARA MI HİZMET EDİYOR?


Yerel seçimlerden sonra Erdoğan’ın hangi dayatmaları kabul ettiğini hep beraber göreceğiz. Bir tahminde bulunacak olursak; borç para bulmak için “Varlık Fonu”na devredilen, Ziraat Bankası, BOTAŞ, PTT, TÜRKSAT, ETİ Maden, Çaykur ve THY gibi şirketler birer birer “özelleştirilme” adı altında yabancılara satılacak. İç ve dış politikadaki dayatmaları ise “kazan kazan” yöntemiyle bize yutturmaya çalışacaklar. Mesela, 1 milyonu geçmeyen Kürt nüfusu ile hiçbir zaman Suriye’nin 1/3’ünü elinde tutmayı başaramayacak PKK’yı, bölgeden temizleyeceğiz. Bu bizim kazancımızmış gibi gözükecek ama karşılığında yeni bir özüm süreci ile federal sisteme geçme tartışmaları yeniden başlatılarak, böylece Kürt meselesi ve Türkiye’nin parçalanması canlı tutulacak. Bu gidişin ilk işarlarını AKP’li yetkililerin katılımıyla İngiltere merkezli düşünce kuruluşu Demokratik Gelişim Enstitüsü’nün (DPI) Oslo ve Londra’da düzenlediği toplantılarda gördük. Mesela dış politikada, Kıbrıs’a deniz üssü kuracağız; bu bir başarı gibi algılanırken, Kıbrıs’ın bizden kopmasıyla Akdeniz’de çok geniş deniz alanlarını ve altından yatan doğalgaz rezervlerini kaybedeceğiz. Erdoğan’a ise bütün bu yapılanların iyi olduğunu, metin yazarlarının hatiplik yeteneğiyle Türk milletine pazarlamak düşecek.


Bu örnekleri çoğaltmak mümkün. Ama sadede geri dönelim. Erdoğan’a yaptırılan Atatürk, İnönü ve Lozan düşmanlığı, bu kötü gidişi örterek onu iktidarda tutmaya yöneliktir. Konuyu iyi anlaşılması maksadıyla biraz daha açmamız gerekiyor. Sömürgecilerin Afrika kıyılarına ilk çıktıkları dönemi tasvir eden bir resmi zihninizde canlandırmaya çalışın. Avrupalı sömürgecilerin ellerinde top, tüfek, tabanca, kılıç vardı. Zavallı kabileler ise kendilerini ilkel ok ve mızraklarla savunmaya çalışıyordu. Teknolojideki geri kalmışlıkları onların köleleşmesine neden oldu. Günümüzün mücadelesinde silahlar değişti. Sömürgeciler bu sefer topraklarımıza ellerinde cep telefonları, bilgisayarlar, otomobiller ve GDO’lu tohumlarla geliyorlar. Uluslararası şirketler özelleştirme yoluyla kendimizi az da olsa savunmamıza yarayacak mızrak ve oklarımızı bile satın alıyor. Sümerbank’tan şeker fabrikalarına kadar hepsini özelleştirdik. Sırada silah fabrikalarımız var. Hatırlayın zamanında sigara fabrikalarımızı da özelleştirmiştik, bugün yerli sigara markamız kaldı mı? Silah fabrikalarımızın ve diğerlerinin de başına aynı şeyler gelecektir.


Bu saldırı karşısında Erdoğan ne yapıyor dersiniz? Ben size ne yaptığını söyleyeyim. Diyanet İşleri Başkanlığı'nın 2019 yılı bütçesi, %34,36 oranında artırılarak, 10,5 milyar liraya çıkarıldı. Bilim ve Teknoloji, Ulaştırma ve Altyapı, Enerji bakanlıklarının bütçelerinde %56’yı aşan kesintiler yapıldı. Diyanet İşleri Başkanlığı'nın bütçesi Bilim, Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı'nın bütçesinin tam 4,1 katı(17). Hatırlanacak olursa sırasıyla Erdoğan, meclis eski başkanı İsmail Kahraman ve son olarak 10 Kasım’dan bir gün önce Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş, hastanede yatan Kadir Mısıroğlu’nu ziyaret etmişti. Fesli Kadir’in talebelerinin ne yapmasını bekliyordunuz? Onlar, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın bütçesini artırarak ülkede kendi İslam anlayışlarının daha fazla yayılması yoluyla sürekli iktidarda kalmayı hesaplıyorlar. Peki bu yaptıkları Müslümanlara hizmet midir?


Emperyalizm elinde silahla kapınıza dayanmış, insanlarınız 300 doları geçmeyen asgari ücretle köle olmaya başlamışken, siz ona aynı silahla karşı koymak yerine, cami ve imam hatiplere yatırım yapıyor, Kanal İstanbul gibi projeleri hayata geçireceğim diyerek parayı betona gömmeye devam etmek istiyorsunuz. Bir tane küresel marka yaratamamışsınız. Türkiye’de Diyanet İşleri Başkanlığının resmi bütçesi haricinde, dernek, vakıf, kuran kursu, sadaka, kurban, camiye yardım vb. yollarla dine harcadığımız paraların yarısını bilim, teknoloji ve araştırma-geliştirmeye harcasak, inanın ki Müslümanlar bu dünyada daha onurlu ve daha refah içinde yaşardı. Dik durmanın yolu buradan geçiyor. Artık devletçiliğe yeniden dönmek zorundayız. 21’ici Yüzyılın devletçiliği, devletin bilime, teknolojiye, ARGEve eğitime yatırım yapmasından geçiyor.


Erdoğan’ın iktidarda kalmak uğruna din ve milliyetçilik üzerinden yürüttüğü politikalar, T.C. tarihinin gelmiş geçmiş, en gayri milli hükümetinin, saf Türk halkı tarafından en milli ve en dindar hükümet olarak algılanmasından başka bir işe yaramıyor. İnönü; “Dinin siyasete en yaldızlı şekilde alet edilmesi yüzünden memleketin iki defa battığını gördüm” demişti ya, galiba üçüncüsünün yolunda hızla ilerliyoruz, vatandaşın gidişattan haberi yok.


Dinin siyasete alet edilmesi, aslında çok daha büyük bir tehlikeyi beraberinde getiriyor. Ülkede ne olduğu belirsiz yeni yeni bir sürü tarikat ve cemaat türedi. İslam ile yakından uzaktan alakası olmayan, birbirine iple bağlanan, zikir törenlerinde hoplayıp zıplayan, histeri nöbetleriyle kendinden geçip yerlerde yatıp yuvarlan Müslüman tipleri çıktı ortaya. Gelecekte aydınlarımızı öldürecek, vatandaşımızı kesecek, canlı bomba olup patlayacak, özel kuvvetler bu tiplerin arasından çıkacak. Emperyalizm, nereye yatırım yapacağını iyi biliyor. Devlet ise dönen tezgâhın farkında bile değil. Erdoğan iktidardan düştüğünde, bu tipleri kim durduracak? Müslüman uyan uyan birileri senin inancınla oynuyor! Ortadoğu ülkesi olmaya, üçüncü kere batmaya çok az kaldı.


Erdoğan’ın çevresini bir danışmanlar ordusu kuşatmış, ona kimlerin akıl verdiğini bilemiyoruz; maalesef önünü görmekte zorlanıyor. Tek adam yönetimleri böyledir. Denge ve denetim mekanizması olmadan bu tuzaktan kurtulamayız. Acilen parlamenter sisteme geri dönmemiz gerekiyor.


SONUÇ


Yazılımı yabancı istihbarat tarafından yapılan, Menderes’in önünü açtığı ve Erdoğan ile zirveye ulaşan, Türkiye’yi Araplaştırma tuzağı o kadar başarılı oldu ki,“BEYAZ TÜRKLER”in yerini alan “BEYAZ ARAPLAR”, siyasetten, bürokrasiye, medyadan Türk Silahlı Kuvvetleri’ne kadar ülkenin bütün kadrolarını ele geçirdi. Üstelik bu kadrolar kendilerinin CIA yumurtalarından çıktığının farkında da değiller. Bu acı gerçekten hareketle şu tespiti rahatlıkla yapabiliriz:


Ne yazık ki AKP Hükümetleri ne yerlidir ne de milli.


Ne Osmanlılıkla ne de Türklükle bir alakaları yoktur.


Yaptıkları icraatlar Müslümanlara zerre kadar fayda sağlamamakta, onları asgari ücretle köleliğe mahkûm etmekten başka işe yaramamaktadır.


Tek amaçları iktidarda kalmak olan bu hükümetler, hızla ülkeyi batırmakta, millet ise başına gelenin farkında değildir.


Batı imalatı Arap Sabunu beyinlere kalıcı hasarlar vermektedir...

 

 

https://odatv.com/erdogan-menderesin-dustugu-tuzaga-dusmemeli-26121832_m.html

 

 

 

Link to post
Sitelerde Paylaş

Yazı güzel sade ve akıcı yazılmış, gerçekleri okurken daha bir akıcı oluyor, lakin "erdoğan bilmiyor" tanımları bu güzel yazının içine etmiş.

Daha doğuştan bu görev için yetiştirilmiş ve bu göreve BOP eşbaşkanlığıyla getirilmiş biri nasıl bilmez? İşte burada saçmalamış, burayı da doğru yazsaydı bu makale cuk diye oturacaktı.

Link to post
Sitelerde Paylaş

Siyasetçiler bu işin maşasıdır , kullanılır ve atılırlar. Bilmemeleri normaldir bence. Bakınız A.Menderes , Saddam Hüseyin ve nokta nokta nokta... Hepsi de ABD nin 10 numara işlerini gördüler. Ne oldu? sonuç? Bir ingiliz atasözü diyor ki hikayeyi yazan kazanırmış.

 

Türkiyedeki Atatürk düşmanlığı da buradan geliyor. Adamların ayağına çelme takan tek kişi Atatürk oldu onu da dolmabahçeye kapatıp pasifize ettiler ama 100 yıl kaybettirdi kapitalistlere . Çünkü Kuvayi milliye (o zamanki) Milliydi ve anadoludaki destanı da onlar yazdılar. Şimdiki siyasi partiler gibi okyanus ötsinden gelen emirle kurulmamıştı.

Link to post
Sitelerde Paylaş

Ve bakınız Gülen Cemaati .. 17-25 Aralık yolsuzluk operasyonlarında yakaladıklarını düşündükleri İran ajanı Rıza Zarrap aslında ABD'nin Türkiyedeki kara para akışının içine yerleştirdiği birisiydi.  Rızayı tutuklayan Gülen cemaati Tayyipi kıstırdığını sandı ama aslında ABD'nin ayağına bastığını anlayamadı. Ve ABD bunun ardından gülen cemaatini Türkiyede  bir operasyonla yine kendi adamlarına bitirtti. Bütün bunların arkasında Tayyipin resmi konuldu . Rıza ilk önce vatanseverken sonra birden ajan oldu.  Rızayı  ansızın ABD ye kaçıran uçak Acun Ilıcalıya aitti. Şimdi ise yeni kahramanlar yarattılar ama Rıza gibi hain olmalarına hiçbirşey engel değil.   İstediklerini aldıkları müddetçe sıkıntı yok. Madenler petrol kaynakları ulaşım ve lojistik altyapıları bütün bunları sömürmeye devam ettikleri müddetçe sıkıntı yok. Ancak halk uyanmaya başladığında düzenin devam etmesi için yeni hainler ve yeni kahramanlara ihtiyaç var.

Link to post
Sitelerde Paylaş
On 29.12.2018 at 11:33, bilgivehis said:

Yazı güzel sade ve akıcı yazılmış, gerçekleri okurken daha bir akıcı oluyor, lakin "erdoğan bilmiyor" tanımları bu güzel yazının içine etmiş.

Daha doğuştan bu görev için yetiştirilmiş ve bu göreve BOP eşbaşkanlığıyla getirilmiş biri nasıl bilmez? İşte burada saçmalamış, burayı da doğru yazsaydı bu makale cuk diye oturacaktı.

 

Yazarı tanımıyorum.

Yazarın kendine uyguladığı otosansürdür diye düşünüyorum. Bu kadar şeyi görüp analiz edebilen birisinin Tayyibin rolünü bilemeyeceğini sanmıyorum.


Tayyibin, darbede görevini yapmayan, kendine zamanında haber vermeyen iki kişiyi (Hulusi ve Fikret) koltuklarında oturtması ve hatta bakanlıkla ödüllendirmesi biraz garip değil mi? 
Tayyibin bu darbede parmağı olduğu, kendisinin ve partisinin (AKP) bir proje oldukları (BOP) bir çok kişi tarafından bilinmektedir.
Ama birçok şeyi Türkiyede yaşayan biri yazamaz. Yazsa başına neler geleceğini bilir.

 

Link to post
Sitelerde Paylaş
On Sat Dec 29 2018 at 13:26, Düşünen Hayvan yazdı:

Ve bakınız Gülen Cemaati .. 17-25 Aralık yolsuzluk operasyonlarında yakaladıklarını düşündükleri İran ajanı Rıza Zarrap aslında ABD'nin Türkiyedeki kara para akışının içine yerleştirdiği birisiydi.  Rızayı tutuklayan Gülen cemaati Tayyipi kıstırdığını sandı ama aslında ABD'nin ayağına bastığını anlayamadı. Ve ABD bunun ardından gülen cemaatini Türkiyede  bir operasyonla yine kendi adamlarına bitirtti. Bütün bunların arkasında Tayyipin resmi konuldu . Rıza ilk önce vatanseverken sonra birden ajan oldu.  Rızayı  ansızın ABD ye kaçıran uçak Acun Ilıcalıya aitti. Şimdi ise yeni kahramanlar yarattılar ama Rıza gibi hain olmalarına hiçbirşey engel değil.   İstediklerini aldıkları müddetçe sıkıntı yok. Madenler petrol kaynakları ulaşım ve lojistik altyapıları bütün bunları sömürmeye devam ettikleri müddetçe sıkıntı yok. Ancak halk uyanmaya başladığında düzenin devam etmesi için yeni hainler ve yeni kahramanlara ihtiyaç var.

 

Fethullahcılar kendileri gibi başka ajanları tanımıyor olamaz bence?

 

Ve bu bahsettiklerinden neden Chp yönetiminin haberi yok.Ve ya varsa buna karşı nasıl bir politika içindeler.

Link to post
Sitelerde Paylaş
55 dakika önce, poiuz yazdı:

 

Yazarı tanımıyorum.

Yazarın kendine uyguladığı otosansürdür diye düşünüyorum. Bu kadar şeyi görüp analiz edebilen birisinin Tayyibin rolünü bilemeyeceğini sanmıyorum.


Tayyibin, darbede görevini yapmayan, kendine zamanında haber vermeyen iki kişiyi (Hulusi ve Fikret) koltuklarında oturtması ve hatta bakanlıkla ödüllendirmesi biraz garip değil mi? 
Tayyibin bu darbede parmağı olduğu, kendisinin ve partisinin (AKP) bir proje oldukları (BOP) bir çok kişi tarafından bilinmektedir.
Ama birçok şeyi Türkiyede yaşayan biri yazamaz. Yazsa başına neler geleceğini bilir.

 

 

Evet ben de aynısını düşünmüştüm, bu oto sansürün de hani bir sınırı olmalı artık, en önemli vurgular giz haline getirilmemeli, bir şekilde teşhir edilmeli. Bunu yapan yazarlar var, belki acısını çekiyorlardır ama toplumu uyarma görevini yapmanın vijdan rahatlığını yaşıyorlar.

Kendim de yerel ve ulusal gazetelerde yazarlık yaparken, hakaret ve küfür etmeden bütün gerçekleri olduğu gibi yazardım. Yani böylesine güzel bir yazının en önemli yerini silik yapmak beni üzdü doğrusu.

Link to post
Sitelerde Paylaş
2 hours ago, bilgivehis said:

 

Evet ben de aynısını düşünmüştüm, bu oto sansürün de hani bir sınırı olmalı artık, en önemli vurgular giz haline getirilmemeli, bir şekilde teşhir edilmeli. Bunu yapan yazarlar var, belki acısını çekiyorlardır ama toplumu uyarma görevini yapmanın vijdan rahatlığını yaşıyorlar.

Kendim de yerel ve ulusal gazetelerde yazarlık yaparken, hakaret ve küfür etmeden bütün gerçekleri olduğu gibi yazardım. Yani böylesine güzel bir yazının en önemli yerini silik yapmak beni üzdü doğrusu.

 

Bu gün Bekir Coşkun yazmış, hatırladığım kadar daha önce de Emin Çölaşan yazmıştı.

Sarı ineği vereli çok oldu!

 

Olanları ben de üzülerek izliyorum.

 

 

 

Link to post
Sitelerde Paylaş
21 saat önce, adalet123 yazdı:

 

Fethullahcılar kendileri gibi başka ajanları tanımıyor olamaz bence?

 

Ve bu bahsettiklerinden neden Chp yönetiminin haberi yok.Ve ya varsa buna karşı nasıl bir politika içindeler.

 

 

Gülen  Cemaatinin beyin takımına birşey olmadı zaten.  Cemaat üyelerinin hepsi herşeyden haberdar değiller zaten onlar da kullanıldıklarını yeni anlıyorlar.  Gülen cemaati belli takım arkadaşlarını 15 temmuzdan önce ABD ye kaçırarak kalanların harcanmasına da göz yumdu.

tarihinde Düşünen Hayvan tarafından düzenlendi
Link to post
Sitelerde Paylaş
2 saat önce, Düşünen Hayvan yazdı:

 

 

Gülen  Cemaatinin beyin takımına birşey olmadı zaten.  Cemaat üyelerinin hepsi herşeyden haberdar değiller zaten onlar da kullanıldıklarını yeni anlıyorlar.  Gülen cemaati belli takım arkadaşlarını 15 temmuzdan önce ABD ye kaçırarak kalanların harcanmasına da göz yumdu.

 

Yani hocam bu beyin takımı zaten proje adamları olduklarını biliyorlardı.Ve zamanı geldiği için proje tamamlandı.Peki ama o hapistekiler yıllarca içerde tutulacak mı?

 

Bundan sonra türkiye yi ne bekliyor?

Link to post
Sitelerde Paylaş
  • Konuyu Görüntüleyenler   0 kullanıcı

    Sayfayı görüntüleyen kayıtlı kullanıcı bulunmuyor.

×
×
  • Yeni Oluştur...