Jump to content

Tanrı’nın varlığının anlamı


Recommended Posts

Diyelim ki Tanrı var.

Bu Tanrı’nın kendisi açısından varlığının  anlamı ne olabilir? 

 

Bu Tanrı’yı bir tarif edelim.

 

Tek ve hep yanlız.

 

Kendi yarattığı şeylerin kendisi açısından bir gerçekliği yok çünkü onlar aslında yok.

Hepsi kendisinin hayal ürünü.

 

Gerçek bir sorunla karşı karşıya değil. 

 

Böyle ki başka bir tanımı yok boşluklar içinde yüzmeye mahkum amaçsız, anlamsız bir varlıktır.

Link to post
Sitelerde Paylaş
  • İleti 113
  • Created
  • Son yanıt

Top Posters In This Topic

Bence tanrı ile empati kurmaya çalışmak insan için nafile. İnsan ile empati kurmaya çalışan bakteri gibi bir konuma düşeriz. Aynı bilinç düzeyinde değiliz. Bilinç düzeyi bir kenara aynı evrende bile olmak zorunda değiliz. Zaman, nedensellik vs. gibi bizim için temel olan konular tanrı için geçerli olmayabilir. 

Link to post
Sitelerde Paylaş
36 dakika önce, ck789 yazdı:

Bence tanrı ile empati kurmaya çalışmak insan için nafile. İnsan ile empati kurmaya çalışan bakteri gibi bir konuma düşeriz. Aynı bilinç düzeyinde değiliz. Bilinç düzeyi bir kenara aynı evrende bile olmak zorunda değiliz. Zaman, nedensellik vs. gibi bizim için temel olan konular tanrı için geçerli olmayabilir. 

Eğer bir Tanrı varsa ve her şeyi bildiğini kabul edip bizi ve bildiği şeyi pratiğe döktüğünü düşünüyorsak onun hakkında empati yapabiliriz. Çünkü bizde onun hakkında bilgisiz değiliz. 

Link to post
Sitelerde Paylaş
21 saat önce, Abdülmalik yazdı:

Diyelim ki Tanrı var.

Bu Tanrı’nın kendisi açısından varlığının  anlamı ne olabilir? 

 

Bu Tanrı’yı bir tarif edelim.

 

Tek ve hep yanlız.

 

Kendi yarattığı şeylerin kendisi açısından bir gerçekliği yok çünkü onlar aslında yok.

Hepsi kendisinin hayal ürünü.

 

Gerçek bir sorunla karşı karşıya değil. 

 

Böyle ki başka bir tanımı yok boşluklar içinde yüzmeye mahkum amaçsız, anlamsız bir varlıktır.

 

Tanrı, kendisinin de sınavda olup olmadığını, mevcudiyetinin yine aynı şekilde kendisini açık etmek istemeyen ultra üstün bir tanrının hayal gücünden kaynaklanıp kaynaklanmadığından asla emin olamaz.

 

Trilyonlarca yıl amaçsız şekilde takıldıktan sonra yapacağı en mantıklı hareket intihar etmesi olurdu.

Kim bilir, belki de yapmıştır böylece tözünden evren & yaşam filizlenmiştir. :D

Link to post
Sitelerde Paylaş
Bir saat önce, Doğuştan işşiz yazdı:

İslamda şöyle bir mantık hatası var, iyilik Allahtan gelir, kötülükte Şeytandan, iyi de o zaman insanın ne suçu var?

 

Allah sana kitabıyla doğru yolu göstermiş, şeytan konusunda uyarmış ve nefsine hakim olman gerektiğini sıkı sıkıya öğütlemiş. Özgür iraden var, onu kullanıp uyarıları dikkate alsa ve kitabı okuyup doğruyu yapsaydın. O yüzden suçlusun.

Şeytan hem senin kendini hem de Allah'ın seni test etme yöntemlerinden biri sadece. Şeytana ne kadar uymazsan o kadar sağlam bir nefsin olur.

Link to post
Sitelerde Paylaş
Bir saat önce, Doğuştan işşiz yazdı:

İslamda şöyle bir mantık hatası var, iyilik Allahtan gelir, kötülükte Şeytandan, iyi de o zaman insanın ne suçu var?

Alıntı

 

Amentü duası
Okunuşu:

Âmentü billahi ve melâiketihi ve kütübihî ve rusülihî ve'l yevmi'l-âhiri ve bi'l-kaderi hayrihî ve şerrihi mine'llâhi teâlâ ve'l-ba'sü ba'de'l mevti hakkun Eşhedü en lâ ilâhe illallâh ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve rasûlüh.

Anlamı:

Ben Allahü Teâlâ'ya, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe, kadere; hayır ve şerrin Allahü Teâlâ'nın yaratmasıyla olduğuna inandım. Öldükten sonra dirilmek de haktır. Ben şehadet ederim ki, Allâhü Teâlâ'dan başka ilâh yoktur. Ve yine şehadet ederim ki, Muhammed onun kulu ve elçisidir.

 

Amentü duası imanın şartlarını anlatan bir duadır.

Amentü duasında şeytan geçmiyor.

Hayır ve şerrin  Allah'tan olduğuna  inanmayan müslüman değildir. :)

Şirk koşmuş olur.Şerrin şeytandan olduğnu söyleyen şeytanı tanrılaştırır.

 

Link to post
Sitelerde Paylaş

Tanrı ile empati yapmak ya da Onun varlığında yok olup, varlığın huzurunu ve zevkini tatmak biraz mümkün galiba ama bunun için en isabetli yol akıl yürütme değil. Akıl yürütme ile en fazla aşağıda yazdıklarımı söyleyebilirim.

 

Tanrı'nın varlığının kendi dışında, ötesinde ya da üstünde bir anlamı olamaz çünkü zaten O'nun dışı, ötesi ya da üstü yok.

 

Anlam, hedef, plan vb. şeyler hep Varlık mertebelerinin alt tabakalarında ortaya çıkan şeylerdir. Tanrı'nın zat mertebesinde O'na Var olmak dışında bir durum ya da sıfat iliştirilemez. Varlık ta Onun için bir durum değildir zaten. Varlık O nun bizzat kendisidir. Sıfatlar, fiiller, ve bunların mahlukatta tecelli edip görünür hale gelmesi Varlığın git gide aşağıya inen mertebelerinde ortaya çıkar.

 

 O yüzden Var olmak yani kendi olmak O'nun tek ve en yüksek anlamıdır.

 

 

Link to post
Sitelerde Paylaş

Akıl yürütme dışında ariflerin Nirvana, Tanrı'da yok olma(fena) ya da Tanrıyla ebedilik bulma(beka) dedikleri bazı mertebeler vardır ki, bu mertebelerde Tanrı'nın varlığı insanın varlığını kaplar ve Tanrı insanda kendini bilir. Bu durum nedir ve nasıl bir şeydir derseniz İmam rabbaniden aşağıdaki pasajları alıntılayabilirim. Anlayabileceğimizden emin olmamakla birlikte.

 

 "Kardeşim! Allahü teâlâ, seni doğru yola ulaşdırsın! Bu fakîr, bu yola özendiğim zemân, Allahü teâlâ, işimi kolaylaşdırdı. Vilâyet kaynağ, şeyhimiz ve imâmımız, şeyh Muhammed Bâkî "kaddesallahü teâlâ sirreh" hazretlerine kavuşdurdu. Bu yoldaki büyüklerin seçkinlerinden olan bu yüksek zât, Allahü teâlânın ismini zikr etmeği öğretdi. Teveccüh buyurdu. Bu fakîrde, zikrin tadı tâm hâsıl oldu. Sevincimin çokluğundan ağladım. Birgün sonra, bu büyüklerin kıymet verdikleri ve (Gaybet)  dedikleri, şü'ûrsuzluk hâsıl oldu. Kendimden geçince, büyük bir deniz gördüm. Dünyâdaki şeklleri, sûretleri, bu deniz içinde gölge gibi gördüm. Şü'ûrsuzluğum çoğaldı. Bir sâ'at, iki sâ'at sürdüğü günler oldu. Bütün geceyi kaplamağa başladı. Olanları, kendilerine arz etdim. (Fenâ) dan biraz hâsıl olmuş buyurdu. Zikr etmeği yasakladı. (Bu huzûru elden kaçırma!) dedi. İki gün sonra, bilinen (Fenâ)  hâsıl oldu. Arz eyleyince, (Vazîfeni yap!) buyurdu. Fenânın Fenâsı hâsıl oldu. Arz eyledim. (Bütün âlemi bir birleşmiş topluluk olarak görüyor musun?) buyurdu. (Evet) dedim. (Fenânın Fenâsında, âlemi böyle birleşik görmekle birlikde, şü'ûrsuzluk da hâsıl olur) buyurdu. Hemen o gece, buyurduğu gibi, Fenâ hâsıl oldu. Bunu ve bundan sonra olanı arz eyledim ve Allahü teâlâyı, ilm-i huzûrî ile bildiğimi ve kendisinde bulunmıyan sıfatlarla birlikde bildim dedim. Bundan sonra, bütün eşyâyı kaplıyan bir nûr göründü. Onu Hak teâlâ sandım. Bu nûr siyâh idi. Arz eyledim. (Nûr perdesi arkasında Hak teâlâ görülmüşdür. Bu nûrdaki genişlik, ilmdedir. Zât-i teâlâ herşeyle ilgili olduğu için, geniş görünmekdedir. Bunu yok etmek lâzımdır) buyurdu. Sonra, bu nûr küçülmeğe başladı. Darlaşdı. Nokta gibi oldu. (Noktayı da yok etmek, hayrete gelmek lâzımdır) buyurdu. Öyle yapdım. Hayâl olan nokta da yok oldu. Hayrete daldım. Hak teâlâ, kendini kendi görür gibi göründü. Arz eyledim. (İşte, Nakşibendiyyenin huzûru, bu huzûrdur) buyurdu. Bu yoldakilerin nisbeti, bu huzûr demekdir. Bu huzûra, gayb olmıyan huzûr da denir. Nihâyetin bidâyetde yerleşmesi, burada olur. Bu yolda, tâlibe bu nisbetin hâsıl olması, başka yollarda, tâlibin maksada kavuşmak için, çalışılacak zikrleri ve vazîfeleri rehberlerinden almalarına benzer.

 

Bu fakîrde bu nisbetin hâsıl olması, zikr öğrendiğim günden, iki ay ve birkaç gün sonra başladı. Bu nisbet hâsıl oldukdan sonra, (Fenâ-i hakîkî)  denilen, başka bir fenâ hâsıl oldu. Kalb o kadar genişledi ki, yer küresinin ortasından Arşa kadar, bütün âlem, bu genişlik yanında, hardal dânesi kadar bile değildi. Bundan sonra, kendimi ve âlemin her parçasını, hattâ her zerreyi, Hak teâlâ olarak gördüm. Bundan sonra âlemin her zerresini birer birer hep kendim gördüm. Kendimi onların herbiri olarak gördüm. Sonra, bütün âlemi, bir zerrede yok buldum. Sonra, kendimi ve her zerreyi, o kadar geniş gördüm ki, bütün âlemi hattâ âlemin birkaç katını içimde gördüm. Kendimi ve her zerreyi, her zerreye yayılmış, sızmış olan nûr gördüm. Âlemdeki şekller, sûretler, bu nûrda yok oldular. Sonra kendimi ve hattâ her zerreyi, bütün âlemi tutuyor, varlıkda durduruyor gördüm. Arz eyledim. Tevhîdde (hakk-ul-yakîn)  mertebesi işte budur. (Cem'ul-Cem')  bu makâmdır, buyurdu. Önce, âlemin şekllerini, sûretlerini hep Hak teâlâ bulmuş olduğum gibi, bunlardan sonra, hepsini hayâl gördüm. Önce, Hak bulduğum her zerreyi, şimdi hep vehm ve hayâl buldum. Çok şaşırdım. Bu sırada, (Füsûs)  kitâbındaki, kıymetli babamdan işitdiğim, (Bu âleme isterseniz Hak deyiniz, isterseniz mahlûk deyiniz. İsterseniz, bir bakımdan Hak deyiniz ve başka bir bakımdan, mahlûk deyiniz. İsterseniz, ikisi arasını ayıramıyarak şaşkına döndüğünüzü söyleyiniz!) sözünü hâtırladım. Bu söz sıkıntımı giderdi. Bundan sonra yanlarına giderek arz eyledim. (Huzûrun dahâ sâf olmamışdır. Vazîfene devâm et de, var ile yok birbirinden tâm ayrılsınlar) buyurdu. Ayrılamıyacağını anlatan, (Füsûs) ün yazısını okudum. (Şeyh Muhyiddîn-i arabî "kaddesallahü sirrehül'azîz", olgun bir Velînin hâlini bildirmemiş. Birçoklarına göre de ayrılamazlar) buyurdu. Emrlerine uyarak, verdikleri vazîfeye devâm etdim. Onların çok kıymetli yardımları ile, Allahü teâlâ, iki gün sonra, var ile yokun ayrıldığını gösterdi. Hakîkî varlığı, hayâl olandan ayrı buldum. Dışarda, bir varlıkdan başka, hiçbir var görmedim. Kendilerine bunu bildirince, (Fark-ı ba'del-cem') mertebesi, işte budur. Çalışmakla, buraya kadar varılabilir. Bundan ilerisi herkesin yaradılışında bulunana uygun olarak ihsân olunur. Tesavvuf büyükleri, bu mertebeye (Tekmîl makâmı)  demişlerdir buyurdu.

 

Bu fakîri "kaddesallahü teâlâ sirrehül'azîz" ilk olarak, sekrden(manevi sarhoşluktan) sahva(ayıklığa) ve Fenâdan Bekâya getirdikleri zemân, kendi bedenimin her zerresine bakdığım zemân, Hak teâlâdan başka birşey bulamadım. Her zerremi, Onu gösteren bir ayna gibi gördüm. Bu makâmdan, yine hayrete götürdüler. Kendime getirdiklerinde, Hak teâlâyı kendi vücûdümün, her zerresinde değil, her zerresi ile buldum. Önceki makâmı, ikinci makâmdan aşağı gördüm. Yine hayrete daldırdılar. Kendime gelince, Hak teâlâyı, âlemle ne bitişik, ne ayrı, ne içinde, ne de dışında bulamadım. Önce bulmuş olduğum, berâberlik, etrâfını çevirmek ve içine işlemek gibi şeylerin hepsi, şimdi yok oldu. Böyle olmakla berâber, yine öyle görüldü. Sanki his olunuyordu. Âlem de, o ânda görülmekde idi. Fekat, bu bağlantıların hiçbiri, Allahü teâlâda yokdu. Yine hayrete daldırdılar. Sahva getirdikleri zemân, Allahü teâlânın, âlem ile, önce görülen bağlılıklardan başka bir bağlılığı olduğu anlaşıldı. Bu, hiç anlaşılamıyan bir bağlılıkdır. Hak teâlâ, hiç anlaşılamıyan bir nisbet ile görüldü. Yine hayrete daldırdılar. Bu mertebede biraz kabz, sıkıntı hâsıl oldu. Yine kendime getirdiklerinde, Hak teâlâ, o anlaşılamaz nisbetden başka olarak göründü. Bu âlemle, anlaşılan ve anlaşılamıyan hiçbir nisbeti, bağlılığı yok idi. Âlem de böylece görülmekde idi. O ânda, öyle bir ilm ihsân olundu ki, bu ilm, Hak teâlâ ile mahlûklar arasında hiçbir bağlılık bırakmadı. Her iki şühûd var iken, bildirdiler ki, böylece, hiçbir bağlılık olmadan görülen, Hak teâlânın kendi değildir. Tekvîn sıfatının âlemle olan bağının, Âlem-i misâlde olan sûretidir. Çünki, Onun zâtı, mahlûklarla bir ilgisi olmakdan çok uzakdır. Anlaşılabilen veyâ anlaşılamıyan hiçbir bağlantısı yokdur. "

tarihinde Yeni Üye tarafından düzenlendi
Link to post
Sitelerde Paylaş

Şu çok bilmiş dindarlar, bu menem tanrıyı o derece tarif ediyorlar ki, sanki 50 senelik ahbaplar.

İşin aslı aslında şu: Tanrı(lar) hakkında yazılıp çizilenlerin hiçbirinin, bizzat piyasadaki tanrıların kendileri tarafından onaylamış orijinal zertifikaları yoktur.

Artı; bu devirde orijinal zertifikası olmayan ürünleri satmak ise, eskisinden daha zordur.

 

Artık zaman, zertifikalı ürün satma zamanı; zertifikalı ürün demek, kaliteli ürün demek!

Harbiden eskiden tanrı olmak ve elçi ne kadar da kolaymış...:D

tarihinde kavak tarafından düzenlendi
Link to post
Sitelerde Paylaş
6 hours ago, Yeni Üye said:

Akıl yürütme dışında ariflerin Nirvana, Tanrı'da yok olma(fena) ya da Tanrıyla ebedilik bulma(beka) dedikleri bazı mertebeler vardır ki, bu mertebelerde Tanrı'nın varlığı insanın varlığını kaplar ve Tanrı insanda kendini bilir. Bu durum nedir ve nasıl bir şeydir derseniz İmam rabbaniden aşağıdaki pasajları alıntılayabilirim. Anlayabileceğimizden emin olmamakla birlikte.

 

 "Kardeşim! Allahü teâlâ, seni doğru yola ulaşdırsın! Bu fakîr, bu yola özendiğim zemân, Allahü teâlâ, işimi kolaylaşdırdı. Vilâyet kaynağ, şeyhimiz ve imâmımız, şeyh Muhammed Bâkî "kaddesallahü teâlâ sirreh" hazretlerine kavuşdurdu. Bu yoldaki büyüklerin seçkinlerinden olan bu yüksek zât, Allahü teâlânın ismini zikr etmeği öğretdi. Teveccüh buyurdu. Bu fakîrde, zikrin tadı tâm hâsıl oldu. Sevincimin çokluğundan ağladım. Birgün sonra, bu büyüklerin kıymet verdikleri ve (Gaybet)  dedikleri, şü'ûrsuzluk hâsıl oldu. Kendimden geçince, büyük bir deniz gördüm. Dünyâdaki şeklleri, sûretleri, bu deniz içinde gölge gibi gördüm. Şü'ûrsuzluğum çoğaldı. Bir sâ'at, iki sâ'at sürdüğü günler oldu. Bütün geceyi kaplamağa başladı. Olanları, kendilerine arz etdim. (Fenâ) dan biraz hâsıl olmuş buyurdu. Zikr etmeği yasakladı. (Bu huzûru elden kaçırma!) dedi. İki gün sonra, bilinen (Fenâ)  hâsıl oldu. Arz eyleyince, (Vazîfeni yap!) buyurdu. Fenânın Fenâsı hâsıl oldu. Arz eyledim. (Bütün âlemi bir birleşmiş topluluk olarak görüyor musun?) buyurdu. (Evet) dedim. (Fenânın Fenâsında, âlemi böyle birleşik görmekle birlikde, şü'ûrsuzluk da hâsıl olur) buyurdu. Hemen o gece, buyurduğu gibi, Fenâ hâsıl oldu. Bunu ve bundan sonra olanı arz eyledim ve Allahü teâlâyı, ilm-i huzûrî ile bildiğimi ve kendisinde bulunmıyan sıfatlarla birlikde bildim dedim. Bundan sonra, bütün eşyâyı kaplıyan bir nûr göründü. Onu Hak teâlâ sandım. Bu nûr siyâh idi. Arz eyledim. (Nûr perdesi arkasında Hak teâlâ görülmüşdür. Bu nûrdaki genişlik, ilmdedir. Zât-i teâlâ herşeyle ilgili olduğu için, geniş görünmekdedir. Bunu yok etmek lâzımdır) buyurdu. Sonra, bu nûr küçülmeğe başladı. Darlaşdı. Nokta gibi oldu. (Noktayı da yok etmek, hayrete gelmek lâzımdır) buyurdu. Öyle yapdım. Hayâl olan nokta da yok oldu. Hayrete daldım. Hak teâlâ, kendini kendi görür gibi göründü. Arz eyledim. (İşte, Nakşibendiyyenin huzûru, bu huzûrdur) buyurdu. Bu yoldakilerin nisbeti, bu huzûr demekdir. Bu huzûra, gayb olmıyan huzûr da denir. Nihâyetin bidâyetde yerleşmesi, burada olur. Bu yolda, tâlibe bu nisbetin hâsıl olması, başka yollarda, tâlibin maksada kavuşmak için, çalışılacak zikrleri ve vazîfeleri rehberlerinden almalarına benzer.

 

Bu fakîrde bu nisbetin hâsıl olması, zikr öğrendiğim günden, iki ay ve birkaç gün sonra başladı. Bu nisbet hâsıl oldukdan sonra, (Fenâ-i hakîkî)  denilen, başka bir fenâ hâsıl oldu. Kalb o kadar genişledi ki, yer küresinin ortasından Arşa kadar, bütün âlem, bu genişlik yanında, hardal dânesi kadar bile değildi. Bundan sonra, kendimi ve âlemin her parçasını, hattâ her zerreyi, Hak teâlâ olarak gördüm. Bundan sonra âlemin her zerresini birer birer hep kendim gördüm. Kendimi onların herbiri olarak gördüm. Sonra, bütün âlemi, bir zerrede yok buldum. Sonra, kendimi ve her zerreyi, o kadar geniş gördüm ki, bütün âlemi hattâ âlemin birkaç katını içimde gördüm. Kendimi ve her zerreyi, her zerreye yayılmış, sızmış olan nûr gördüm. Âlemdeki şekller, sûretler, bu nûrda yok oldular. Sonra kendimi ve hattâ her zerreyi, bütün âlemi tutuyor, varlıkda durduruyor gördüm. Arz eyledim. Tevhîdde (hakk-ul-yakîn)  mertebesi işte budur. (Cem'ul-Cem')  bu makâmdır, buyurdu. Önce, âlemin şekllerini, sûretlerini hep Hak teâlâ bulmuş olduğum gibi, bunlardan sonra, hepsini hayâl gördüm. Önce, Hak bulduğum her zerreyi, şimdi hep vehm ve hayâl buldum. Çok şaşırdım. Bu sırada, (Füsûs)  kitâbındaki, kıymetli babamdan işitdiğim, (Bu âleme isterseniz Hak deyiniz, isterseniz mahlûk deyiniz. İsterseniz, bir bakımdan Hak deyiniz ve başka bir bakımdan, mahlûk deyiniz. İsterseniz, ikisi arasını ayıramıyarak şaşkına döndüğünüzü söyleyiniz!) sözünü hâtırladım. Bu söz sıkıntımı giderdi. Bundan sonra yanlarına giderek arz eyledim. (Huzûrun dahâ sâf olmamışdır. Vazîfene devâm et de, var ile yok birbirinden tâm ayrılsınlar) buyurdu. Ayrılamıyacağını anlatan, (Füsûs) ün yazısını okudum. (Şeyh Muhyiddîn-i arabî "kaddesallahü sirrehül'azîz", olgun bir Velînin hâlini bildirmemiş. Birçoklarına göre de ayrılamazlar) buyurdu. Emrlerine uyarak, verdikleri vazîfeye devâm etdim. Onların çok kıymetli yardımları ile, Allahü teâlâ, iki gün sonra, var ile yokun ayrıldığını gösterdi. Hakîkî varlığı, hayâl olandan ayrı buldum. Dışarda, bir varlıkdan başka, hiçbir var görmedim. Kendilerine bunu bildirince, (Fark-ı ba'del-cem') mertebesi, işte budur. Çalışmakla, buraya kadar varılabilir. Bundan ilerisi herkesin yaradılışında bulunana uygun olarak ihsân olunur. Tesavvuf büyükleri, bu mertebeye (Tekmîl makâmı)  demişlerdir buyurdu.

 

Bu fakîri "kaddesallahü teâlâ sirrehül'azîz" ilk olarak, sekrden(manevi sarhoşluktan) sahva(ayıklığa) ve Fenâdan Bekâya getirdikleri zemân, kendi bedenimin her zerresine bakdığım zemân, Hak teâlâdan başka birşey bulamadım. Her zerremi, Onu gösteren bir ayna gibi gördüm. Bu makâmdan, yine hayrete götürdüler. Kendime getirdiklerinde, Hak teâlâyı kendi vücûdümün, her zerresinde değil, her zerresi ile buldum. Önceki makâmı, ikinci makâmdan aşağı gördüm. Yine hayrete daldırdılar. Kendime gelince, Hak teâlâyı, âlemle ne bitişik, ne ayrı, ne içinde, ne de dışında bulamadım. Önce bulmuş olduğum, berâberlik, etrâfını çevirmek ve içine işlemek gibi şeylerin hepsi, şimdi yok oldu. Böyle olmakla berâber, yine öyle görüldü. Sanki his olunuyordu. Âlem de, o ânda görülmekde idi. Fekat, bu bağlantıların hiçbiri, Allahü teâlâda yokdu. Yine hayrete daldırdılar. Sahva getirdikleri zemân, Allahü teâlânın, âlem ile, önce görülen bağlılıklardan başka bir bağlılığı olduğu anlaşıldı. Bu, hiç anlaşılamıyan bir bağlılıkdır. Hak teâlâ, hiç anlaşılamıyan bir nisbet ile görüldü. Yine hayrete daldırdılar. Bu mertebede biraz kabz, sıkıntı hâsıl oldu. Yine kendime getirdiklerinde, Hak teâlâ, o anlaşılamaz nisbetden başka olarak göründü. Bu âlemle, anlaşılan ve anlaşılamıyan hiçbir nisbeti, bağlılığı yok idi. Âlem de böylece görülmekde idi. O ânda, öyle bir ilm ihsân olundu ki, bu ilm, Hak teâlâ ile mahlûklar arasında hiçbir bağlılık bırakmadı. Her iki şühûd var iken, bildirdiler ki, böylece, hiçbir bağlılık olmadan görülen, Hak teâlânın kendi değildir. Tekvîn sıfatının âlemle olan bağının, Âlem-i misâlde olan sûretidir. Çünki, Onun zâtı, mahlûklarla bir ilgisi olmakdan çok uzakdır. Anlaşılabilen veyâ anlaşılamıyan hiçbir bağlantısı yokdur. "

 

Sapık, sadist, manyak bir arap putuna yapılan güzelleme. Buna Stockholm Sendromu deniyor

 

Eski üyelerden @Notamatik bunu güzel anlatmış:

 

Müslümanlar değil %100 inananmak, iman etmek, tam tersine tanrı diye bir şey olmadığına en sıkı ateistden bile daha emindir.
Onların insanlara ve kendilerine kakalamaya çalıştığı şeyin tanrı değil, mafya lideri Allah olduğunu çok ama çok iyi bilirler. Sadece bunu akıllarına getirmemek için bu cümleyi akıllarında telafus etmezler, hepsi bu. Bunun da sebebi "ya varsa" dır.
Fakat bu "Ya varsa" dediği şeyin de tanrı olduğunu filan sanmayın, onlar tannrının olmadığına herkesten fazla emindir. Onların "ya varsa" diye düşündüğü şey, "ya o sapık Allah varsa" şeklindedir.

Aslında çok da nefret ederler Allah'dan. Ateistlerden daha fazla nefret ederler. Fakat "ya şu sapık Allah varsa" fikrinden dolayı, seviyormuş gibi kendisini kandırmaya çalışırlar.

Kimi dindar müslümanlar ise gerçekten severler. Bunun da nedenleri vardır: Kendisi gibi olanı sevme duygusu.
Tatlı su müslümanları ise Stokholm sendromundan dolayı sevebilirler.

Stokholm sendromunu bilirsiniz. Bir tür sapıklıktır. Nedeni bilinmiyor ama bence bilinmesi gerekir, çünkü çok basit bir sebebi var stokholm sendromunun.

Stokholm sendromu, rehin alınanın ve rehin alana karşı duyduğu bir aşkdır.
Örneğin kendisini kaçırıp tecavüz edene aşık olan bayanlar vardır. Banka soygunları sırasında, rehin alınan kişilerden, soygunculara karşı sevgi besleyen kişiler vardır.
Bu stolkholm sendromunun sebebi ise değer verilme, sevilme ihtiyacından kaynaklanır.
Örneğin bir sapık, bir bayanı kaçırır, günlerce döver, işkenceler yapar ama onu öldürmez. Ona yiyecek ve su filan verir. İşte o sapığın bu davranışı, o rehineye bilinç altı, "sevilme, değer verilme" duygusu yaşatır. Bu duygunun sebebi ise, "elinde fırsat olduğu halde, üstelik de bir numaralı sapık olduğu halde, beni öldürmedi. Üstelik de bana yiyecek ve su verdi. Ben değersiz olsaydım, sevilmeyecek bir insan olsaydım, bana bunları yapmazdı. Demek ki en kötü şartlarda bile sevilebiliyorum, değer görebiliyorum".

O sapık ona, en küçük bir olumlu davranışta bulunsa, o pozisyonda, o davranışı büyüttükçe büyütür. Çünkü avunacağı artık başka bir şey kalmadığı için, sapığın o minicik olumlu davranışı ile avunmak zorundadır. O davranış ile teselli bulmaktadır.
Zamanla(hızlı bir şekilde) , sapık o davranışlarıyla, onu sevindiren kişi konumuna geçer. Onu sevindiren kişi olduğu için ise sevilir.
Türbanlı kadınların, bu kadar aşağılanmaya razı olmalarının sebebi de budur. Stokholm sendromu. Sapıkların elinde esir çünkü, sapığın en ufak bir olumlu davranışına aşık olabiliyor. kaçacak yeri de yok. Başka bir dünyası yok çünkü. O, o dünya için üretilmiş, o dünyaya göre şekillendirilmiş olduğu için, o sapıkla aynı dünyada yaşamak zorunda. Başka bir dünyanın maceralarını göze alabilecek kadar gelişmiş olmadığını bilmektedir.


Bir müslümanın gözünde, Allah da böyledir. Onu esir almış bir sapıktır. Cehennemde kaynar sular içiren, cennetinde 9 yaşındaki hurileri, 70 yaşındaki heriflere peşkeş çekerek porno film çekimi yapan, dünyada ise benim hoşlandığım şekilde mi aşna fişna yapıyorlar, yoksa başka türlü mü diyerek, yatak odalarından bile çıkmayan bir sapık. Sıçarken bile bokları seyrediyor, o kadar sapık yani.
Son derece çocuk ruhlu birsapık; hem en gizli yere saklanıyor, hem de onu bulamayan çocukları, istedikleri kadar iyi çocuk olsunlar, cayır cayır yakıyor. Üstelik bu sapığa karşı hiç bir güç yetmiyor. Tamamen esirsiniz yani.
Eleştiri bile kabul etmiyor, tam bir sapık.

Siz ateistler olarak bu sapığın sapıklıklarını görüyorsunuz da, sapıkla birebir muhattap olan, esir düşmüş müslümanlar göremiyor mu sanıyorsunuz? Görüyorlar ama onlar ya varsa mantığı ile, esir durumdalar. Seviyormuş gibi yapmaya veya Stokholm sendromuyla sevmek zorunda kalmaya mecbur kalıyorlar. Dışardan ahkam kesmek kolay, sen de esir düşsen sende aynı şeyi yaparsın.
Bilirsiniz, kul aynı zamanda da köle demektir. Köle ise esir demektir.

Müslüman; bir tanrı olmadığına neden bu kadar emindir, onu da açıklayayım. Eğer bir yüce tanrı olsaydı, onu o sapık Allah'ın elinden mutlaka kurtarırdı da ondan. Yukardan ona seslenirdi, "Allah diye bir şey yok, korkma" derdi.

Bu gün Allah'ı yok etme fırsatı çıksa, Allah'a müslümanlardan fazla saldıran olmaz. Bütün hırslarını dökerler.
Dinlerini savunduklarına da bakmayın, bütün bunların hepsi, esir düştükleri sapığa yaranmak için. Sapık onları sevsin de, kendilerine daha kötü şeyler yapmasın diye.

Kendisi gibi olanı sevme duygusuna dönelim. Bunun Stokholm sendromu ile alakası yok. Bu; Allah'ı bir sapıkdaş olarak sevme duygusudur. Din onu Allah'ın sapık karakterine büründürmüş ve en güzel ahlak bu diyerek övmüştür.
Sapık din ile, sapık Allah ve sapık kulu, sürekli birbirlerine iltifat ederek, birbirlerini kutsayarak sapıklıklarını gizlemeye çalışırlar. Böylece, birbirlerine yardımcı oldukları için, kendilerine yardım edeni severler. Birbirlerinin sapıklıklarını aklama yardımıdır bu.
Sapık Allah, sapık din ve sapık kulları, birbirleriyle yardımlaşarak tam bir takım oyunu oynarlar. Bu yüzden, stokholm sendromu haricinde, Allah'ı gerçekten seven müslümanlar takım ruhu taşırlar. Takım tutar gibi din tutarlar.
Dikkat ederseniz, dinlerini savunurken verecekleri cevap kalmayınca, tıpkı fanatik takım taraftarları gibi, slogan atmaya başlarlar.
"Ne fener, ne beşiştaş nede Trabzoon, bu sene Allah şampiyooon".
"Dünyada müslümanlık çığ gibi yayılıyo" yalanlarıyla slogan atarlar. Onun takımını tutan taraftarlar artıyor yani. Fanatik taraftar nasıl takımının taraftarı çoğaldıkça sevinirse, aynı şey. Sürüdeki koyun sayısı ne kadar çoğalırsa, kurd'a yem olma ihtimali, koyun başına azalmaktadır. Bu da sürüyü daha güvenli kılar. En iyi sürü, en büyük sürüdür. Üstelik sürün büyük olursa, yan mera'nın koyunlarını bastırıp, oranın otlarını da yiyebilirsin.

"Bunların hepsi mi sapık?" demeyin. Hepsi sapık. En az sapık olanı, Stokholm sendromu sapığıdır. Biz de dinden çıkmadan önce sapıkdık. Bunun sapıklık olarak kabul edilmemesinin tek sebebi, bu türden sapığın sayısının çok olmasıyla hastalığın normal görülmesidir ve bu hastalığın ölümcül olmamasıdır. Şöyle düşünün. İnsanların %98'inin normal olarak şeker hastası olduğu bir durumda, şeker hastalığı bir hastalık olarak görülmez.(hele ki bu hastalıktan kimsenin ölmedişğini afra edersek). Kalanların da çoğunun sağlam olduğunu toplumda gizlediğini, şeker hastası taklidi yaptığını düşünün, esas anormallik şeker hastası olmayanlarda olur.
Bunların hepsi hastadır, sapıktır. Stokholm sendromuyla Allah'ı sevenler az, sapıkdaş olduğu için sevenler ise çok sapık.
Fakat bu, kurtulunmayacak, amansız bir hastalık değildir. Hastalığının farkında olan, yani dininin gerçeklerini öğrenip, Allah denen sapıktan kurtulabileceğini bilen, bu hastalıktan kurtulabilir. Yeter ki, tam sapık dinciler onların bunu öğrenmesine engel olamasınlar. Bu da zamanla olacak.

Tanrı filan değil, gözü dönmüş bir sapığa tapıyorlar. Mecbur kaldıkları için.
Tanrının olmadığına, senden, benden eminler.

 

Link to post
Sitelerde Paylaş
15 hours ago, Yeni Üye said:

Tanrı ile empati yapmak ya da Onun varlığında yok olup, varlığın huzurunu ve zevkini tatmak biraz mümkün galiba ama bunun için en isabetli yol akıl yürütme değil. Akıl yürütme ile en fazla aşağıda yazdıklarımı söyleyebilirim.

 

Tanrı'nın varlığının kendi dışında, ötesinde ya da üstünde bir anlamı olamaz çünkü zaten O'nun dışı, ötesi ya da üstü yok.

 

Anlam, hedef, plan vb. şeyler hep Varlık mertebelerinin alt tabakalarında ortaya çıkan şeylerdir. Tanrı'nın zat mertebesinde O'na Var olmak dışında bir durum ya da sıfat iliştirilemez. Varlık ta Onun için bir durum değildir zaten. Varlık O nun bizzat kendisidir. Sıfatlar, fiiller, ve bunların mahlukatta tecelli edip görünür hale gelmesi Varlığın git gide aşağıya inen mertebelerinde ortaya çıkar.

 

 O yüzden Var olmak yani kendi olmak O'nun tek ve en yüksek anlamıdır.

 

 

Okudum...

 

Tanrıyı şöyle gördüm böyle hissettim sonra şöyle oldu dediği şeyler birer hayal mi rüya mı fantazi mi onu anlamadım...

 

Gördüğü şeyi hocasına soruyor o da daha olmamış şöyle filan diyor ...

 

 

 

 

Link to post
Sitelerde Paylaş
17 hours ago, Doğuştan işşiz said:

İslamda şöyle bir mantık hatası var, iyilik Allahtan gelir, kötülükte Şeytandan, iyi de o zaman insanın ne suçu var?

İnsanda seçebilme yeteneği olduğu için sorumlu oluyor...

 

Şeytan insana zorla kötülük yaptırabilemez sadece teşvik eder ...

 

İnsan iradesini iyilik yada kötülük yapacak şekilde kendisi kullanabiliyor...

 

Ama bu özgür iradeyi Tanrı verdiği için de iyilik ve kötülük te ondan gelir deniyor...

Link to post
Sitelerde Paylaş
58 dakika önce, kirec yazdı:

İnsanda seçebilme yeteneği olduğu için sorumlu oluyor...

 

Şeytan insana zorla kötülük yaptırabilemez sadece teşvik eder ...

 

İnsan iradesini iyilik yada kötülük yapacak şekilde kendisi kullanabiliyor...

 

Ama bu özgür iradeyi Tanrı verdiği için de iyilik ve kötülük te ondan gelir deniyor...

İyi ile kötünün kavgası gibi basma kalıp inançlar tüm dinlerin odağında vardır. Aslında olayda odur. İyi ve kötü, aydınlık ile karanlık, tanrı ile şeytan gibi.

Link to post
Sitelerde Paylaş
15 minutes ago, memjan21 said:

İyi ile kötünün kavgası gibi basma kalıp inançlar tüm dinlerin odağında vardır. Aslında olayda odur. İyi ve kötü, aydınlık ile karanlık, tanrı ile şeytan gibi.

Evet ...

 

İnsan hayatta karşılaştığı olaylara böyle anlamlar yüklemiş...

 

Hikayeyle destanla şiirle ilhamla yoğurup böyle türlü türlü dinler inançlar kültürler oluşmuş..,

 

 

Link to post
Sitelerde Paylaş
  • Konuyu Görüntüleyenler   0 kullanıcı

    Sayfayı görüntüleyen kayıtlı kullanıcı bulunmuyor.


Kitap

Yazar Ateistforum'un kurucularındandır. Kitabı edinme seçenekleri için: Kitabı edinme seçenekleri

Ateizmi Anlamak
Aydın Türk
Propaganda Yayınları; / Araştırma
ISBN: 978-0-9879366-7-7


×
×
  • Yeni Oluştur...