Jump to content

TARİKATLAR NEZAMAN SIZMAYA BAŞLADILAR


Recommended Posts

İş böyleee,

            

Tarikatlar ne zaman sızmaya başladı

Çağdaş demokrasilerde ordu ile siyaset karşı karşıya değildir.

Birbirini tamamlar ve uyum içinde üstelik sinerji oluştururlar.

Türkiye’de ordu-siyaset ilişkileri gitgelli, zigzaglı olageldi.

Osmanlı’dan beri… 31 Mart gerici ayaklanması ve ayaklanmayı bastıran, içinde Mustafa Kemal’in de olduğu Mahmut Şevket Paşa komutasındaki Hareket Ordusu siyasi ve askeri belleğimizde yer eden önemli gelişmelerden birisidir.

-

Öncesi de var;

Saray’a bağlı olarak yıllarca faaliyette olan Yeniçeri ordusunun lağvedilmesi önemli bir gelişmedir.

-

Türk Devrimi,

Fransız

ve Rus Bolşevik Devrimi gibi özgün bir devrimdir ve bu devrim kuşkusuz Mustafa Kemal Paşa liderliğinde Osmanlı’dan süzülüp gelen Paşaların örgütlediği Jöntürk geleneğinin devamı niteliğindeki İttihat ve Terakki’den kopuşan genç aydın ve askerlerin eseridir.

-

Konuya tam girmeden, Kurtuluş sürecini açan 1919’dan sonra 1920’de Meclis’in kurulmasıyla Osmanlı Paşalarının başında olduğu sınırlı ve bölük pörçük ordu unsurlarına eklenen vatan evlatlarıyla, yerel seyyar kuvvetlerle, efelerle, millici çetelerle giderek işgal güçlerine son yumruğu indiren bir orduya dönüşen gücün nasıl bir inisyatifle donanmış da olduğuna bir mim koyalım.

-

KORUYUP KOLLAYAN ORDU, BUNA TEŞNE SİYASET

Tek partili Cumhuriyet döneminde daha önce kaleme aldığım gibi ordu-siyaset ilişkisi Mustafa Kemal Atatürk döneminde 1926 sonrasında stabil seyretmiş, bunda liderin kült kişiliği önemli rol oynamıştır.

-

Keza İsmet İnönü döneminde de

Fevzi Çakmak’lı istikrar sürmüştür.

Ancak sonrasında çok partili dönemde farklı hükümetler döneminde askeri müdahaleler cereyan etmiş ve ordu-siyaset ilişkisi sıklıkla bir gerilim alanına dönüşmüştür.

-

Türk Devrimi’nin lokomotif unsuru ordu, siyaset ile ilişkisinde rejimi koruyup-kollayan bir pozisyon alırken siyasetin de işlerin içinden çıkamadığında askere düdük çalması için ricacı olduğu bir vakıadır.

-

Kısaca, Türk Devrimi ile ortaya çıkan rejimin çağdaş bir çoğulcu demokrasiye evrilme sürecindeki ordu-siyaset ilişkileri sancılı seyrettiği gibi giderek daha da gerilime sahne olmuştur. Nitekim “gaz sıkışması” dönemlerinde askerin yönetime el koyması bir ‘çare’ olarak gündeme gelmiş ve 27 Mayıs 1960’tan itibaren süreç içerisinde başarılı ve başarısız askeri müdahaleler gündeme gelmiştir.

-

ASKERİYEDEN İLK MÜDAHALE: 27 MAYIS 1960

27 Mayıs 1960’ta DP iktidarının Tahkikat Komisyonu vb. “demokrasiye son verme hamlelerini” de fırsat olarak değerlendiren askerler hiyerarşi dışı alışılmadık, daha doğrusu hiç görülmedik bir müdahaleyle Milli Birlik Komitesi olarak yönetime el koydu. Görece halktan, bürokrasiden ve üniversite hocalarıyla öğrencilerinden de destek bulan bu girişim, sonunda yeni bir anayasa ile sivil çoğulcu parlamenter sürece evrildi.

-

Kapatılan DP’nin yerini AP ve YTP aldı.

Askerin gölgesinde, Silahlı Kuvvetler Birliği’nin gözetleme kulesinden memleketi izlediği süreçte Türkiye ilk koalisyon hükümetini kurdu ve İsmet İnönü’nün koalisyon hükümetleri birbirini izledi.

-

TALAT AYDEMİR’İN ÇIKIŞLARI

27 Mayıs’tan sonra Albay Talat Aydemir’in 22 Şubat ve 21 Mayıs 1962’deki başarısız hiyerarşi dışı askeri müdahale girişimleri var.

Birincisinde affedilip emekliye ayrıldı ama ikincisinde E. Alb. Aydemir ve sağ kolu Sv. Bnb. Fethi Gürcan idam edildi. Bu gelişmelerle Harp Okulu’ndan öğrenci tasfiyeleri ve tutuklamalar beraberinde geldi.

-

9 MART VE ONU KESİP GELEN 12 MART

Askerin ikinci müdahalesi bu kez emir-komuta çerçevesinde 12 Mart 1971’de “anarşi ve teröre son verme” gerekçesiyle gündeme geldi.

Müdahale aslında 9 Mart’a endeksli hiyerarşi dışı ve sivillerle de işbirliği içindeki bir askeri müdahaleyi kesme amacı taşıyordu.

-

İktidardaki AP’ye karşı yapılan müdahale sonunda 61 Anayasası budandı ve yaklaşık iki buçuk yıllık ara rejim sonrasında 1973 sonbaharındaki genel seçimlerle yeniden çoğulcu parlamenter demokrasiye dönüldü.

-

Bu dönem, Süleyman Demirel’in “şapkasını alıp gittiği” dönem olarak tarihe geçti. Bu süreçte 9 Mart’çıların tasfiyesi yanında çok sayıda ordu mensubu ve radikal soldan, aydınlardan ve bürokrasiden tutuklamalar döneme damgasını vurdu.

-

12 EYLÜL 1980: “BİZİM OĞLANLAR…”

Üçüncü askeri müdahale yine emir-komuta çerçevesinde ve “kardeş kavgasına son verme” gerekçesiyle yapıldı. Müdahale öncesinde 1977-80 arasında sıralı kıdemli orgeneraller emekli edildi ve vasat Evren’in önü açıldı.

Evren de; Amerikalılar tak emretti, şak yaptı!

-

12 Mart gibi ABD’nin bu kez daha güçlü güdümünde gerçekleşen darbenin unutulmaz repliği” Bizim oğlanlar başardı” oldu.

-

12 Eylül, 27 Mayıs’ın kalıntılarını da bertaraf etti, kurucu parti CHP dahil olmak üzere siyasi partileri kapattı ve “katı” bir anayasa yaparak üç yıl sonra denetimli, yasaklı bir seçimle ‘çoğulcu parlamenter demokrasiye’ geçildi.

-

Yalnız burada bir mim koymadan olmaz.

12 Eylül öncesinde dönemin Cumhurbaşkanı Korutürk’ün onca gayretine,

Abdi İpekçi gibi bir başyazarın çırpınışlarına karşın Ecevit ve Demirel demokrasi için bir çıkış yolu bulamadılar.

-

Oysa o çıkış yolu hızlı bir manevrayla “büyük koalisyon” olabilirdi.

1991’de yapılan bu iş, o zaman yapılabilseydi keşke. Keza, Korutürk’ün görev süresinin nisanda sona ermesinden sonra uzun süre Cumhurbaşkanı seçemedi Türkiye.

Oysa, Korutürk için CHP ve AP uzlaşmayı becermişti;

yine bir isim üzerinde uzlaşma olabilirdi.  

27 Mayıs’ta DP’li siyasetçiler ve parlamenterler, hükümet üyeleri tutuklanıp yargılanırken ve talihsiz şekilde Başbakan Menderes ve iki bakanı idam edilirken 12 Mart’ta Deniz Gezmiş ve arkadaşları, üç solcu genç acı bir şekilde idam edildi “üçe üç” nidaları arasında; yüzlercesi de sokak çatışmalarında ya da kırsal kesimde öldürüldü,

-

yüzlercesi de tutuklanarak hapse atıldı.

İstanbul’da Ziverbey İşkence Köşkü

ve Selimiye Kışlası;

Ankara’da Mamak Muhabere Okulu

ve Yıldırım Bölge bu dönemin simge mekanlarıydı.

-

Bu süreç 74’teki Ecevit koalisyon hükümetinin “af kanunu” ile tamamlandı. 12 Eylül’de ise “devrimci” ve Ülkücü” kesimden elliyi aşkın genç idam sehpalarında can verdi. Yüzlercesi çatışmalarda öldürüldü. Çok sayıda üniversite öğrencisi, aydın, sendikacı vb. tutuklandı ve kamusal haklarından men edildi. Askerin kontrolündeki Emniyet’te işkence vakayi adiye haline geldi.

-

ORDUDA CEMAATÇİ KIPIRDANMALAR DÖNEMİ AÇILIYOR

1980’li yıllar ‘cemaat’ görünümlü melanetin şeytani bir planla ve Amerikalıların istihbari faaliyetinin bir parçası olarak askeriyede de bir gün “kılıcı çekmek” için örgütlenmeye başladığı yıllar oldu.

Nitekim bu süreç 15 Temmuz 2016’ya kadar yürüdü. FETÖ’nün kılıcı çekmek için hazırlık yaptığı basında açıkça yazsa da aylar önce, bu süreç 15 Temmuz’a nasıl geldi, gelebildi hala bir kocaman soru işaretidir.

-

FETÖ’cü askerlerin ülke çapında bir askeri darbe girişimini nasıl örgütleyebilecek hale geldiği,

genelkurmay başkanını dahi esir alabildiğinin şaşırtıcı fotoğrafı ilginçtir.

-

AK PARTİ’NİN ÖNÜNÜ AÇAN YENİ TİP MÜDAHALE VE SONRAKİ ÇALKANTILAR

Tabii 15 Temmuz öncesinde bir tür “balans ayarı” niteliğindeki ancak öngörüsüzlük ve acemilik kokan 28 Şubat 1996’daki dolaylı müdahalesi var. Buna “yeni tip müdahale” demiştim. 28 Şubat’ın karakteristiği bildiriler, raporlar, brifinglerdi. Ordu bir siyasi parti gibi, bir kuvvetli baskı grubu gibi çalışıyordu ve ortadaki siyasi boşluğu dolduruyordu. Bir çeşit kamu demokrasisi ve diplomasisi dönemi de diyebiliriz belki buna. Şimdi geriye baktığımızda, aslında ordunun daha “millici” duran Erbakan’ın tasfiye edilip yerine “yenilikçi” sıfatı yakıştırılan ve sözde cemaatin iliştirildiği kadroların öne çıkarılmasına çanak tuttuğu; ABD’nin de ilgili tüm unsurlarıyla bu süreci “ılımlı İslam” adına desteklediği, maniple ettiği bir vakıa olarak bütün çıplaklığıyla gözüküyor.

-

Sonra da 2007’de “e-muhtıra” olayı var Dolmabahçe’de “sırra kadem basan”. Ak Parti’nin ilk döneminde bazı kıpırdanmalar ve memnuniyetsizlikler olsa da bir askeri müdahale girişimi olmadı fakat hükümet beraber yürüdüğü sözde cemaatin asker-polis-yargı ayağının kumpas davalarına göz yumdu, çanak tuttu.

“İTİ İTE KIRDIRMAK”

Böylelikle TSK’daki geleneksel Atatürkçü general ve subaylar tasfiye edilirken komuta kademesine FETÖ yerleşti adım adım ve nihayet 15 Temmuz’da harekete geçtiler.

-

Bu kez FETÖ’cü general-amiral ve her rütbeden subay ve astsubay tutuklandı ve başka bir tasfiye dalgası geldi. Hala da süren bu tasfiyelerden sonra akla ister istemez Amerikan talimnamelerindeki istihbari ifade olan “iti ite kırdırmak” deyimi geliyor. Bu da bir devlet aklı olarak zaman zaman devreye giriyor. 12 Eylül de “kardeş kavgası” var diye gelmiş ve sonuçta iki ‘kardeşten’ de onlarca genci idam sehpalarına götürmüş; onları “karıştırıp-barıştırmış”, hem CHP’nin hem MHP’nin liderini hapse atmıştı.

-

ASKER-SİVİL KOALİSYONU DÖNEMİ KAPANDI

Bu noktada ordu müdahalelerinde (27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül) kalıcılık fikri olmadığını, bir çeşit “balans ayarı” ve “alan temizliği” fikri olduğunu not edelim (Jakoben 9 Mart gerçekleşseydi asker kalıcı olacaktı; partiler kapatılıp yeni anayasaya göre yeni bir  tek parti olacaktı). Fakat tabii bir yandan da bu yönelimin kuruculuktan kaynaklandığının da. Kimileri Ak Parti’nin ikinci dönemine kadar ülkeyi bir “askeri cumhuriyet” olarak nitelese de bendeniz bir “sivil-asker koalisyonu” olarak niteleyegeldim.

-

Müdahalelerle oluşan ara rejimleri de askeriye lehine koalisyonun bozulması olarak… Şimdi de Ak Parti’nin ikinci döneminden itibaren koalisyonun iyice çatırdağını ve üçüncü dönemden itibaren de iktidar partisi lehine ciddi ve kalıcı olarak bozulduğunu belirtebiliriz.

-

İKİ AB ÜLKESİ VE TÜRKİYE

Bu arada, Avrupa’da da, AB ülkeleri arasında da ordunun kurucu unsur olduğu demokrasiler yok mu? Fransa’daki 5. Cumhuriyet ve De Gaulle gerçeğini nereye koyacağız?

-

Ya da Portekiz’de ordunun belirleyici olduğu ve demokrasiyi getiren Karanfil Devrimi’ni? Namluların ucuna konulan karanfillerden dolayı Karanfil Devrimi denilmişti Portekiz’deki faşist diktatörlüğü yıkan ve demokrasiyi getiren devrime.

-

Belki Türkiye ile Fransa ve Portekiz’in farkı ordunun kılıcını çekerek kurduğu düzenin daha çok ve kesintisiz-kalıcı demokrasiye evrilmesi. Türkiye’de ise rejimin zorlanması, rejim değişikliği kaygılarıyla ordunun da buna karşı direnme eğilimiyle -en azından son sekiz yıla kadar- yaşanan sancılı süreçler söz konusu. Ordunun kaybettiği askeri okullar, askeri hastaneler vb. mevziler ve sosyal statüdeki muazzam düşüşün etkilerinin ne olacağını zaman gösterecek. Ki, şimdiden en azından emekli askerler bazı mevzilerin yeniden kazanılması için çaba harcamaktadır ve bu çabalar anlaşıldığı kadarıyla muvazzaf askerlerce de takdir edilmektedir. O yüzdendir ki, tevekkeli değil iktidar da emekli askerlerin yazıp çizmesinden, televizyonlarda konuşmasından rahatsızlığını ifade etmektedir.

-

ORDU-SİYASET İLİŞKİSİ HAKKINDA BİRKAÇ SÖZ…

En başta da değindiğim gibi, en doğrusu vesayet olmaksızın siyaset ve ordunun işbirliği söz konusu olduğunda; siyaset ordunun, ordu da demokratik siyasetin ve yurttaşın demokratik siyasetteki konumuna katkıda bulunduğunda ülke adına ciddi bir sinerji doğar.

-

Ancak bunun için siyasetin ordunun hassasiyetine ve tarihsel müktesebatına saygısını göstermesi ve gerekli dönüşümleri ikna yöntemini devreye sokarak, onurunu zedelemeden gerçekleştirmesi yerinde olacaktır. Bu bağlamda ordunun da skolastik şekilde şartlanmış olarak konumunu sürüdürmesi yerine, demokratik süreçlerdeki gelişmeleri dikkate alarak hareket etmesi, kendisine çeki düzen vermesi gerekirdi.

-

Türkiye özelinde ordunun çok özgün bir yeri var.

Osmanlı’dan başlayarak çağdaşlaşmanın, sonra da Kurtuluşun ve Kuruluşun lokomotifi olan ordunun kurucu olmaktan kaynaklanan “koruyan ve kollayan” konumunu sürdürmek istemesi bir yere kadar doğaldır. Ancak sonrasında yeniden zihni yapılanmayı gerçekleştirerek koruma kollamayı bütün topluma taşıması yerine; gerek gördüğünde müdahale etmek ve bir baskı grubu olarak dolayımlı siyaset unsuru rolünü oynamaya çalışması ne kadar doğruydu? Maalesef bu hüviyeti de çok sonraları, ancak 1990’ların ikinci yarısından başlayarak kazanmaya yöneldi fakat bu kez artık köhneleşen yapısıyla ilerleyen sözde cemaat yapılanmasını bertaraf edebilmek bir yana, hükümetin de oluşturduğu siyasi iklimle bu yapıya teslim oldu. İlker Başbuğ’un son çırpınışlarıyla bir devir kapandı.

-

Öte yandan, tutum ve davranışlarıyla askeri siyasetin içine çekip adeta bir muhalefet partisi, bir “silahlı kuvvetler partisi” gibi askeriyeyi siyasetin göbeğine çekme girişimleri de zaman zaman yaşandı. 28 Şubat süreci buna bir örnektir. Keza, Ak Parti hükümetlerinin kimi uygulamaları ve kumpas davalarındaki yaklaşımı da askeri, en azından emekli askeri siyasallaştıran ve bir muhalefet partisi gibi siyasi tutum almaya zorlayan boyutlara uzandı.

-

Tabii toplumun en disiplinli, en örgütlü ve çağdaş donanımlı kurumu olarak ordu elinde silah da olunca toplumda ayrıcalıklı bir güç olabiliyor ve de siyasetteki boşluğu doldurup tahkimat yapabiliyor.

Bu noktada siyasete de bir çift sözüm var… 12 Eylül’den öncesinde siyasetin askeri çağırması diye bir gelenek vardı. Ya da şapkasını alıp gitmek… Demokratik siyasetin vazgeçilmez bir unsuru olan “uzlaşma” fikri yoktu ya da çok zayıftı. Beklenen uzlaşma olmayınca da askerin müdahalesinin önü açılıyordu. Son 18 yıllık dönem ise bir tür “rövanşizm” dönemi. Tabii bu rövanş ikliminden askeriye de nasipleniyor. İktidar askeriyeyi iyice iğdiş edip kıpırdayamaz hale getireyim, itaatkar kılayım derken hükmi şahsiyetiyle oynuyor.

-

Bu da ters yönden bir eleştiri konusu olmaya mahkum. Evet, asker müdahale etmesin, baskı grubu da olmasın ama siyaset de, özellikle iktidar da askerin saygınlığını, ağırlığını sıfırlamasın, onurunu kırmasın. Askerin Atatürk’le bağlarının koparılması çok yersiz. Askerin hastanesinin, okullarının kapatılması, abuk sabuk uygulamalara gidilmesi çok yersiz.

-

İktidarın ve tümüyle siyasal elitin yapması gereken, ülkede oluşturacağı siyasi iklimle, demokratik değerler manzumesiyle askerin ve toplumun zihninden “müdahale” fikrini, ayrıcalıklı konumunu sıfırlamaktır. Tabii askeri de buna hazırlayarak…

YERİ GELİNCE KILICI ÇEKMEKLE OLMUYORMUŞ

Hep altını çizdiğim bir nokta var; Atatürk ve İnönü’den sonra da Türkiye Cumhuriyeti yurttaşı genç erkekler asker ocağına gittiler askerlik görevi için. Milyonlarca genç asker kıt’alara celbedildi. Peki askeriye bu gençleri Türkiye Cumhuriyeti kurucu felsefesine kazanmak adına ne yaptı, ne kadar yaptı? Yine altını çizeyim; “koruma ve kollama” için kendini tek sorumlu hissedip yurttaşların değişik halkalarını demokratik değerlerle donanarak koruma ve kollama misyonuna ne kadar dahil etmek için çaba harcamıştır askeriye? Feodalitenin çözülmesi için mi çalışmıştır, tersine feodalitenin verilerini baz alarak mı hareket etmiştir? Mühendisler, işçiler, sağlık emekçileri, üretici köylüler vatanı koruyup kollayamaz mı? Bu handikapı aşamayan askeriye bilinçaltı bir refleksle uzun bir süre “nasılsa siyasette düğüm olduğunda ve çözülemediğinde kılıcı vurup düğümü çözeriz” diye düşündü ve hareket etti.

-

Maalesef, aşırı ve tek başına korumacı yaklaşım başka toplum kesimlerini de “nasılsa ordu var” atalet duygusuna da itti. Bu da bir çeşit “vazife terki” oluşturdu ya da “durumdan vazife çıkarma” işini tek başına askeriyeye yükledi.

-

KONTROL İSTEĞİ YA DA ÇENGEL; ORDUYA EN BÜYÜK KÖTÜLÜK

Siyaset ve ordu arasındaki ilişkilerde, bu ilişkinin kalitesinde ve pozitif cereyanında ya da tam tersi yönde etkili olan bir boyut da siyasal partilerin orduya çengel atma girişimleri. İktidara gelmek isteyen bir siyasal partinin orduya çengel atması ya da iktidar partisinin orduyu istediği şekilde ve yönde dönüştürmesi ordu için ciddi bir tehlikedir.

-

Orduda hizip, ağacı kemiren kurt gibidir.

Bütün bunlar orduya kötülüktür.

Atatürk’ün erken cumhuriyet döneminde hem asker hem milletvekili olanların görevlerini nasıl ayırdığı, “ya askerlik ya siyaset” dediği malum.

Bilhassa demokrasisisi ve ekonomik-sosyal gelişmesi tam oturmamış ve askeriyenin güvenilirliğinin üstte olduğu ülkelerde iktidara yaklaşmanın en kestirme yolu elinde silah gücü olan askeriyeyi kullanmak oluyor.

-

Keza, iktidardaki partilerin de iktidarını ilelebet bir anlayışla sürdürme garantisi olarak askeriyeye çengel alıp dönüştürme gayreti yine yukarıda sözünü ettiğim türden ülkelerde olabiliyor. Türkiye’de Ak Parti dönemindeki iktidar-ordu ilişkisinin gelip dayandığı nokta işte askeriyeyi dönüştürüp iktidarını uzun süreli olarak garantiye almak anlayışının bir sonucudur.

-

Bunun bir ileri aşaması ise muhalefeti ‘şeytanlaştırıp’ “tek parti” olmak, “parti-devlet” özdeşlemesini sağlamaktır.

Siyasetin “okul-cami-kışla” dışında tutulması ilkesi maalesef en çok Ak Parti iktidarı döneminde çiğnenmektedir ve bunun faturası karşısındaki dirençle birlikte “aşırı kutuplaşma” olarak çıkmaktadır.

-

İktidarın gözönünde tutması gereken bir şey var oysa; aşırı kutuplaşma, bilhassa bizim gibi fay hatlarına sahip ülkelerde ciddi ulusal meseleler ortaya çıkarsa büyük bir handikap demektir. Cephe gerisindeki yığınakta ciddi bir handikap anlamına da gelebilecek aşırı kutuplaşmayı bu yüzden sadece stabil ortamda düşünmemek gerekir.

XXX

Sonuç olarak orduyu yanına çekmek ve kontrolü altına almak bir iktidar için ‘iyi’ gibi gözükebilir ama sonuçta ordunun en çok gerektiği ulusal meselelerde, hele ciddi bir savaşta halksız ordunun bir işe yaramayacağı bilinciyle “iştaha gem vurmak” ve orduyu çoğulcu demokratik sistemde ve kurucu felsefe ve ilkeler doğrultusunda Türkiye Cumhuriyet,’nin ordusu olarak rahat bırakmak en iyisidir.

-

Bugün gelinen noktada Milli Savunma Bakanı’nın uyduruk bir üniforma giyerek askeriyeyi bizzat fiilen yönetmesi çok karikatür ve yanlış bir eğilimi somutluyor. Ordu, Milli Savunma Bakanlığı’na bağlı olabilir ama bu kadar da değil!

XXX

Bitirirken şunu da belirteyim, aslında bu yazıdan amacım değerlendirmelerimi okurla, ilgili kamuoyuyla paylaşmak kadar biraz da tartışma açmak… Bakalım yazdıklarım tartışılacak mı, ne kadar tartışılacak? Ne kadar tartışılırsa da o kadar amacına ulaşmış olacak.

Muzaffer Ayhan Kara

Odatv.com

Dedeniz

Link to post
Sitelerde Paylaş

işte böyleee,

                      Evren paşa peki kimi destekledi?

“12 Eylül’cü kuşak AKP ile iktidarda’’

Gazeteci Mumcu’nun ‘’Rabıta’’ kitabının ardından  Işık Kansu, ‘’Rabıta’nın Zabıtası’’ isimli kitabıyla bugün 12 Eylül’ün palazlandırdığı İslamcı kadroların AKP’deki yerlerini anlattı

 
“12 Eylül’cü kuşak AKP ile iktidarda’’
NURCAN GÖKDEMİR - nurcangokdemir@birgun.net

Meslek hayatının ilk yıllarında 12 Eylül darbesinin ülkede estirdiği rüzgârın yakın tanıklarından olan Cumhuriyet yazarı Işık Kansu, Kenan Evren’in kin, tehdit kusan mitinglerini de muhabir olarak izledi.

Bombalı saldırı sonucu katledilen Uğur Mumcu’nun tarikatlar, cemaatler ve şeriat örgütleri hakkında yaptığı araştırmalara o yaşarken katkı sundu sonra da izlerini sürmeye devam etti. Mumcu’nun “Rabıta’’ kitabının ardından Işık Kansu, “Rabıta’nın Zabıtası’’ isimli kitabıyla bugün 12 Eylül’ün palazlandırdığı İslamcı kadroların AKP’deki yerlerini anlattı. Işık, AKP iktidarlarının önemli aktörlerinin 12 Eylül sonrası devlet olanakları ile desteklenen gerici örgütler içindeki yerlerini de deşifre etti. Kansu ile 12 Eylül faşist darbesinin AKP’ye kadar uzanan İslamcı akıma katkılarını konuştuk.

>>12 Eylül, Ortadoğu’da yaratılmak istenen ''yeşil kuşak''ın Türkiye'deki uygulayıcı oldu. Sol dalgayı askeri darbe ile kırıp kurulan yeni Türkiye'de Kenan Evren'in, dolayısıyla darbenin rolü ne oldu?

Darbenin rolü çok oldu. Benim de izlediğim Evren’in yaptığı resmi mitinglerde- ki bu mitinglere çoğunluk ilkokul, ortaokul çocukları ile memurlar doldurulurdu- tıpkı bugün sarayda oturanın yaptığı gibi kutsal kitaptan alıntılar yapardı. Ardından, zorlama halk oylaması ile yürürlüğe sokulan Anayasa’ya zorunlu din dersleri girdi.

Talim Terbiye Kurulu kararları ile imam hatip mezunu din dersi öğretmenleri ödüllendirildi, çoğunluğu okullara müdür olarak atandı.

Bugün ABD'ye sığınmış cemaatçi emekli vaiz hakkında o dönemde gıyabi tutuklama kararı vardı. Birçok genç işkencehanelerde çığlık çığlığayken yurtseverler hapishanelerde çürütülürken o gıyabi tutuklama kararı uygulanmadı. Emekli vaiz, emekli maaşını çekti, elini kolunu sallayarak il il dolaşıp vaazlar verdi.

Emperyalizmin "yeşil kuşak"çılarının sığındığı (örneğin Usame Bin Ladin) Pakistan'ın o dönemdeki askeri diktatörü Ziya ül Hak, Kenan Evren'in kardeş devlet başkanı oldu.

Türk-İslam sentezi, devletin resmi ideolojisi konumuna geldi. YÖK aracılığıyla üniversiteler, medreseleştirilmeye başlandı.

Devlet memuru din görevlileri ve imamlar, kuruluş amacı "Müslüman ülkelerin şeriat hükümlerince yönetilmesini’’ sağlamak olan ve ABD-Suudi ortaklığı olan petrol şirketi Aramco'nun petro-dolarları ile beslenen Rabıta örgütünün parasıyla yurtdışına gönderildi.

>>Rabıta planının en önemli taşeronunun Kenan Evren ardından da AKP iktidarı olduğu söylenebilir mi?

Devlet memuru olan din görevlileri ve imamların Rabıta parasıyla yurtdışına gönderilmesine ilişkin kararname 12 Eylül darbesinden hemen sonra kurulan Bülent Ulusu kabinesi tarafından çıkarılmıştır. Evren’in ve  Güvenlik Konseyi’nin dört üyesinin de sorumluluğundadır.

RABITA'NIN ZABITASI

>>Sizin ifadenizle ''Rabıta'nın Zabıtaları'' bugün nerede?

Rabıta örgütünün, Türkiye'ye ilişkin yakın ilgisini, 1960'lı yıllardan itibaren Cumhuriyet gazetesi yakından izlemiştir. Mumcu 1980'li yılların ikinci yarısında, Cumhuriyet Ankara bürosu çalışanlarının da desteğiyle Rabıta örgütünün ve bağlantılı dinci örgütlenmenin gerek 12 Eylül darbesi döneminde, gerekse hemen sonraki ANAP döneminde nasıl desteklendiğini belgeleriyle kamuoyuna sunmuştur.

AKP iktidara geldikten sonra, Mumcu’nun 1987 yılında yayımlanan Rabıta kitabındaki örgüt ve örgütlerde yer alan isimleri ben izlemeye devam ettim ve ortaya "Rabıta'nın Zabıtası" adını verdiğim kitap çıktı. Bu kitabım, Mumcu'nun ortaya çıkardığı "yeşil kuşak" sarmalının bugün nasıl iktidara geldiğini isim isim, örgüt örgüt kanıtlar.

ÖRNEK VERMEK GEREKİRSE

Mumcu, Rabıta’da, ilki Demirel'in Başbakan olduğu 1980 yılını, diğeri de 12 Eylül askeri dönemini kapsayan iki kararname ile 73 imam ve din adamının Rabıta parasıyla yurtdışına gönderildiğini belirlemiş ve devlet memurlarının neden Rabıta kaynaklarıyla yurtdışına gönderildiğini sorgulamıştır.

Benim yaptığım izleme sonucu, o 73 imam ve din görevlisinden Yusuf Altaş AKP döneminde Diyanet İşleri Başkanlığı Yüksek Seçici Kurul Başkanı ve Din İşleri Yüksek Kurul üyesi; Kemal Sandıkçı da AKP döneminde önce profesör; ardından Rize İlahiyat Fakültesi kurucu Dekanı, sonra Rize Üniversitesi Rektör Yardımcısı olmuştur. Biliyorsunuz o üniversitenin bugün adı Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi'dir.

Rabıta parasıyla yurtdışına gönderilen ve 1981’den 1985’e kadar Frankfurt’un Offenbach kasabasındaki Yavuz Sultan Selim Camisi’nde görev yapan Alaaddin Şahin, döndükten sonra  Nuruosmaniye Camii imamlığı yaparken İstanbul Belediye Başkanı Kadir Topbaş tarafından İETT Müşteriler Daire Başkanlığı’na atanmıştır, Türkiye’ye türban davası açan Leyla Şahin’in de babasıdır.

Mumcu, Rabıta’da, Rabıta Örgütü’nce yayımlanan “İslamcı Eylem Örgütleri Dünya Rehberi”nin “Rabıta Ofisleri ve Temsilcileri” ile ilgili bölümünde “Milli Türk Talebe Birliği”nin de adının geçtiğini belirtir.

'ZABITALIĞI ÜSTLENDİLER'

Yaptığım araştırmaya göre, Rabıta bağlantılı MTTB'de yakın geçmişte görev yapmış birçok isim bugün Türkiye'yi yönetmektedir. Örnek vermek gerekirse:

MTTB’de Merkez İcra Konseyi Muhasibi, İcra Konseyi üyesi, Genel Yönetim Kurulu üyesi ve Tiyatro Müdürü olan Abdullah Gül, AKP döneminde Cumhurbaşkanı seçilmiştir. Yine, MTTB 'de Tesisler Müdür Yardımcılığı, Kültür Müdürlüğü üstlenmiş olan Recep Tayyip Erdoğan da AKP iktidarında Cumhurbaşkanı seçilmiştir. 1970’te MTTB’nin düzenlediği ‘Fetih Haftası’ mitinginde konuşan Cemil Çiçek, AKP döneminde TBMM Başkanlığı'na yükselmiştir. MTTB üyeleri Beşir Atalay ve Bülent Arınç, AKP iktidarında Başbakan Yardımcılığı'na getirilmişlerdir.

Ayrıca, Mumcu'nun Rabıta’da adını geçirdiği kimi dinci örgüt ve kuruluşlarda yer alan isimler de yine AKP döneminde sorumlu makamlara taşınmışlardır. Bereket Vakfı'ndan Kemal Unakıtan Maliye Bakanı, Ensar Vakfından Ömer Dinçer önce Başbakanlık Müsteşarı, ardından Çalışma Bakanı, daha sonra Milli Eğitim Bakanı olmuştur.

Özetle, 12 Eylül ile birlikte güçlenen yeşil kuşağın yetiştirdiği kadrolar, AKP iktidarları ile bir anlamda Rabıta'nın zabıtalığını üstlenmişlerdir.

12 Eylül darbesini kimin çocukları yaptı?

Link to post
Sitelerde Paylaş

İşte böyleee,

                      Radikal kemalistler,KEMALI bile dogru dürüst tanıyamamıslar.Bunların enböyyügü SAGIR  İSMETTİR.

Kemal baktıkı bu SAĞIR basbakanlıktan anlamıyor gıçına okkalı bir tekme vurup basbakanlıktan attı bunu.Yerine Celal Bayarı koydu.

                      Birgün ATATÜRK caddede yürürken baktıkı karşıdan SAGIR geliyor.ATATÜRKÜ görür görmez,İsmet yan sokaga girer.Atatürkte yan sokagın bitiminde köşede İsmeti bekler.İsmet gelir gelmez Atatürk İsmetin önüne çıkar.Atatürk derki ulan hıyarto beni görünce neden yön degiştirdin?İsmet yemin billah seni görmedim der.Atamızda ulan İsmet ben seni tanımasam yalanlarına inanırdım.Ama ben seni cok iyi tanıyorum.Ulan seni basbakanlıktan çıkardım deye demekki arkadaşlıgımızda bitti sana göre.Yazıklar olsun sana.ARKADAŞLIKLA görevdeki başarısızlıgınııda karıstırdın birbirine dedi ATAMIZ.Bu geri zekalı ATAMIZIN ceneze merasımine bile katılmadı hastayım numarasıyla.

                 Atatürk ölünce paraların üstündeki ATATÜRK resimleri atıldı yerinede kendi resmini koydu.

                 Sözcü gazatasının sahabıyla ankaranın son AKPLİ  belediye baskanı televızyonda tartışırlar,SÖZCÜ gazata sahabı derki siz ATATÜRK DÜŞMANLARISINIZ.GÖKCEKTE derki bir dakka,açar çantasını çantadan Inönü zamanına ait bir 20 tl.çıkarır.Sorar Sözcü gazata sahabına bu paranın üstündeki resmi tanıyormusun,adam EŞŞEKTEN düşmüşe döner.Paranın üstünde ismetin resmi vardır

                Bizim yanımızda böyle iki yüzlü adamların yeri yoktur,kusura bakmayında.

    Dedeniz                  

Link to post
Sitelerde Paylaş
1 saat önce, tolonbey yazdı:

İşte böyleee,

                      Radikal kemalistler,KEMALI bile dogru dürüst tanıyamamıslar.Bunların enböyyügü   İSMET İNÖNÜDÜR.

Kemal baktıkı bu  basbakanlıktan anlamıyor  basbakanlıktan attı bunu.Yerine Celal Bayarı koydu.

                      Birgün ATATÜRK caddede yürürken baktıkı karşıdan İsmet geliyor.ATATÜRKÜ görür görmez,İsmet yan sokaga girer.Atatürkte yan sokagın bitiminde köşede İsmeti bekler.İsmet gelir gelmez Atatürk İsmetin önüne çıkar.Atatürk derki ulan beni görünce neden yön degiştirdin?İsmet yemin billah seni görmedim der.Atamızda ulan İsmet ben seni tanımasam yalanlarına inanırdım.Ama ben seni cok iyi tanıyorum.Ulan seni basbakanlıktan çıkardım deye demekki arkadaşlıgımızda bitti sana göre.Yazıklar olsun sana.ARKADAŞLIKLA görevdeki başarısızlıgınııda karıstırdın birbirine dedi ATAMIZ.Bu İsmet ATAMIZIN ceneze merasımine bile katılmadı hastayım numarasıyla.

                 Atatürk ölünce paraların üstündeki ATATÜRK resimleri atıldı yerinede kendi resmini koydu.

                 Sözcü gazatasının sahabıyla ankaranın son AKPLİ  belediye baskanı televızyonda tartışırlar,SÖZCÜ gazata sahabı derki siz ATATÜRKE karşısınız.Gökcede derki bir dakka,açar çantasını çantadan Inönü zamanına ait bir 20 tl.çıkarır.Sorar Sözcü gazata sahabına bu paranın üstündeki resmi tanıyormusun,adam EŞŞEKTEN düşmüşe döner.Paranın üstünde ismetin resmi vardır

                Bizim yanımızda böyle iki yüzlü adamların yeri yoktur,kusura bakmayında.

    Dedeniz                  

 

Link to post
Sitelerde Paylaş
  • Konuyu Görüntüleyenler   0 kullanıcı

    Sayfayı görüntüleyen kayıtlı kullanıcı bulunmuyor.

×
×
  • Yeni Oluştur...