Jump to content

İnsan vücudunda 50.000.000.000.000 (50 trilyon) hücre var


Recommended Posts

  • İleti 74
  • Created
  • Son yanıt

Top Posters In This Topic

Top Posters In This Topic

Endonuclease denen bir enzim ortaya çıkan thymine dimer ına yakın yerden DNA’yı kırar..Birkaç baz aşağıya kadar uzanan DNA parçasını çıkarır..Hatalı DNA yöresi exonuclease enzimi tarafından çıkarılır ve DNA’dan uzaklaştırılır. Ama bu yeterli değildir. Bu çıkarılma sırasına ortaya çıkan boşluk doldurulmalıdır. Bunun için de polymerase I tamir enzimi devreye girer ve zedelenmemiş DNA molekülüne sadık kalarak, ortaya çıkan defekti doğru bazlarla doldurur..DNA ligase enzimi hepsini birbirleri ile birleştirir..

Mutasyonlar tümüyle raslantısal olaylardır. Kesinlikle DNA'nın hangi halkasına çarpacağını bilmenin

olanağı yoktur. Biz dahil herhangi bir canlı yaratığın DNA'sının herhangi bir nükleotidinde her

an mutasyon görülebilir.Buna karşılık bazı ilginç titizlikte davranan enzimler de DNA'yi sürekli gözler

ve bir değişiklik bulurlarsa onarırlar. Ama herşeyi de yakalayamazlar..Hata bu olsa gerek..

Biraz daha geniş alalım:

Gen kopyası mesajcı RNA bir ucunu ribosoma bağlar.Ribosom okuyucudur; mesajcı RNA'nın içindeki

nükleotidlerin (harflerin) dizilişini okur, ama bildiğimi anlamlı bir sözcük çıkarmak yerine protein

çıkarır. Bu şu şekilde gerçekleşir: Özel enzimler amino asitleri "transfex" RNA (tRNA) denilen küçük

bir RNA molekülüne bağlarlar. Yirmi amino asidin her biri özel RNA molekülüne bağlanır.

Amino aside bağlanmış tRNA'lar kendilerini ribosoma yöneltirler.Ribosom, gerekli tRNA'yı (bağlı amino asitlerle

birlikte) o anda mesajcı RNA'dan okuduğu deyimlere uygun olarak seçer. Yani, eğer ribosom mesajcıdan

ala amino asitini (alanin) belirleyen bir grup nükleotid mesajını okumuşsa, bu amino asitin

bağlı olduğu gruba uygun nükleotidleri olan bir tRNA seçer. Mesajcı nükleotidin, belli bir amino

aside uygunluğu, nükleotidlerin doğal uygunluk ilişkilerine dayanır. Mesajcı üzerindeki her nükleotid

dizisi, transfer RNA üzerindeki uygun nükleotid dizisiyle mükemmel bir şekilde eşleşir. Her

yeni amino asit ve onun tRNA'sı ribosoma gelip uygun biçimde yerleştikçe, amino asit kendisinden

önce ribosoma gelmiş olan amino asitle kimyasalolarak birleşir.

Böylece, halkalar sırayla birer birer bağlanırlar.Ribosom mesajı okudukça protein zincirinin boyu durmadan uzar.

Mesaj zincirinin okunması bitince, bütün protein halkası serbest bırakılır.Böylece yeni bir protein doğmuş olur. Bir genboyu

DNA'nın içindeki nükleotid dizilişi, bir protein içindeki amino asit dizisini tam olarak belirler. Bir

gen; bir protein. Bir gen; bir protein kavramı bizim proteinleri nasıl oluştuğunu öğrenmemizden çok

uzun zaman önce bulunmuştu. 1930'larda ekmek küfü üzerine bir dizi parlak deney yapan biokimyacı

George Beadle, bir tek gen içindeki değişikliklerin,bir tek proteinde bozulmaya yol açtığını göstermişti.

Buna dayanılarak yapılan çalışmalar bakteri kullanılarak

ilerletildi ve genişletildi. Bu büyük çalışma ve burada anlatacağımız niceleri, Herman

Müllex'in 1920'lerdeki DNA'daki değişmelerin (mutasyon), istenildiğinde canlı sistemleri X-ışınlarına

tutarak sağlanabileceğini gösteren önemli buluşu olmasaydı başarılamazdı. DNA, bir hücrede bulunan

değişik proteinler kadar gen içerir (bakteride 2000; insanda 200.000).

Protein yapan makinenin bu çeviri işlemindeki şaşmayan hatasızlığı, kuşkusuz dikkate değer. Bir

hücrenin yaşaması için gerekli binlerce proteinin üretilmesinde ancak bir-iki yanlışlığa yer olabilir.

İnsanların yaptığı hiçbir makine, bunun gibi 200 romana eşdeğer bir yazıyı bu kadar az yanlışla yazamaz.

Kaynaklar:

Hayatın Kökleri ,Mahlon B. Hoagland

http://www.network54.com/Forum/72344/threa...L+TAMIR+EDILIR-

Link to post
Sitelerde Paylaş

Bir genetik merakıdır gider, sağdan soldan duyduğunu oradan buradan okuduğunu bir şekilde inancına uydurur bakın inancımı destekliyor der. Ne gerek var? Böylelikle cindi şeytandı şarap nehirli cennetti saçma sapan inançlarınızın akıl kârı mı olduğunu imâ ediyorsunuz?

Bakın bir dağa, bir kanyona, her çıkığın kırığın taşın çamurun kumun bilgi olduğunu varsayın, onları oraya koyan, yoktan var eden birşey yok, ustası yok. Diğer doğal oluşumlarda bahsettiğinizden çok daha fazla bilgi var. İnançlı gözüyle bakarsanız takılıp kalırsınız işte böyle. Açıklayamadığınıza ol dendi oldu dersiniz.

Link to post
Sitelerde Paylaş
Bir genetik merakıdır gider, sağdan soldan duyduğunu oradan buradan okuduğunu bir şekilde inancına uydurur bakın inancımı destekliyor der. Ne gerek var? Böylelikle cindi şeytandı şarap nehirli cennetti saçma sapan inançlarınızın akıl kârı mı olduğunu imâ ediyorsunuz?

Bakın bir dağa, bir kanyona, her çıkığın kırığın taşın çamurun kumun bilgi olduğunu varsayın, onları oraya koyan, yoktan var eden birşey yok, ustası yok. Diğer doğal oluşumlarda bahsettiğinizden çok daha fazla bilgi var. İnançlı gözüyle bakarsanız takılıp kalırsınız işte böyle. Açıklayamadığınıza ol dendi oldu dersiniz.

2006 yılında verilen Nobel Fizik Ödülü'nü ABD'li bilim adamları John C. Mather ve George F. Smoot aldı. Ödülü alma nedenleri ise Big Bang teorisine olan katkılarıydı.

Bu iki bilim adamı NASA'nın COBE uydusundan gelen verilere dayanarak 1989 yılında yaptıkları ölçümlerde, evrenin doğumundan 380.000 yıl sonraki halini gözlemlemeyi başardılar. Evrenin tarihinde bu kadar geriye gidilmesi o zaman için büyük bir aşamaydı.

Ancak bu ödülü daha da anlamlı kılan nokta, teoriye evrensellik niteliği kazandırması ve teoriyle ilgili tartışmalara açıklık getirmesiydi.

Big Bang'den önce bilim adamlarının çoğu, sonsuzdan beri var olan bir maddeler bütünüyle karşı karşıya olduklarını sanıyor ve evren için bir 'yaratılış', yani başlangıç olduğunu kesinlikle düşünmüyorlardı. Bunda, hiç kuşkusuz, sahip oldukları materyalist dünya görüşünün etkisi büyüktü. Çünkü evrenin bir başlangıcı olması, Allah tarafından yaratıldığı anlamına geliyordu. Bu da materyalist bilim adamlarının felsefi olarak asla kabul edemedikleri bir şeydi. Nitekim ünlü materyalist Georges Politzer'in ifadeleri bu gerçeğin açık bir göstergesidir: "Yaratılışı kabul edebilmek için, her şeyden önce, evrenin var olmadığı bir anın varlığını, sonra da, hiçlikten (yokluktan) bir şeyin çıkmış olduğunu kabul etmek gerekir. Bu ise bilimin kabul edemeyeceği bir şeydir." İşte şu an bulunduğumuz noktada bilim artık bu seçeneği de masanın üstüne koymak zorunda kaldı. Zira Big Bang'in yaşandığına dair deliller yıllar geçtikçe artıyor. İşte bu delillerin tarihsel sırasına göre en önemlilerini ya da başka bir ifadeyle big bang teorisinin tarihsel seyrini şu şekilde sıralayabiliriz:

• 1920'li yıllarda, modern astronominin gelişimiyle birlikte Belçikalı astronom Georges Lemaitre, Einstein'in genel görecelilik kuramına dayanarak evrenin bir başlangıcı olduğunu ve bu başlangıçtan itibaren sürekli genişlediğini öngördü. Ayrıca, bu başlangıç anından arta kalan radyasyonun da günümüzde saptanabileceğini anlamına geldi.

• Amerikalı astronom Edwin Hubble kullandığı dev teleskopla gökyüzünü incelerken, yıldızların uzaklıklarına bağlı olarak kızıl renge doğru kayan bir ışık yaydıklarını saptadı. Bilinen fizik kurallarına göre, gözlemin yapıldığı noktaya doğru hareket eden ışıkların tayfı mor yöne doğru, gözlemin yapıldığı noktadan uzaklaşan ışıkların tayfı da kızıl yöne doğru kayar. Hubble, yıldızlar ve galaksilerin yalnızca bizden değil aynı zamanda birbirlerinden de uzaklaştıklarını buldu. Bu durum evrenin genişlediği anlamına geliyordu.

• Hubble'ın ortaya koyduğu evrenin genişlediği gerçeği, kısa bir süre sonra yeni bir evren modelini ortaya koydu. Evren genişlediğine göre, zamanda geriye doğru gidildiğinde çok daha küçük bir evren, daha da geriye gittiğimizde "tek bir nokta" ortaya çıkıyordu. Yapılan hesaplamalar, evrenin tüm maddesini içinde barındıran bu "tek nokta"nın, korkunç çekim gücü nedeniyle "sıfır hacme" sahip olacağını gösterdi. Evren, sıfır hacme sahip bu noktanın patlamasıyla ortaya çıkmıştı. Bu patlamaya "Big Bang" (Büyük Patlama) dendi.

• Big Bang'in gösterdiği önemli bir gerçek vardı: Sıfır hacim "yokluk" anlamına geldiğine göre, evren "yok" iken "var" hâle gelmişti. Bu ise, evrenin bir başlangıcı olduğu anlamına geliyor ve böylece materyalizmin "evren sonsuzdan beri vardır" varsayımını geçersiz kılıyordu.

• 1948 yılında George Gamov, evrenin büyük patlama ile oluşması durumunda, evrende bu patlamadan arta kalan belirli oranda bir radyasyonun olması gerektiğini ortaya attı. Üstelik bu radyasyon evrenin her yanında eşit olmalıydı.

• Buna dair kanıtlar kısa zamanda bulundu. 1965 yılında, Arno A. Penzias ve Robert W. Wilson adlı iki araştırmacı radyo teleskoplarındaki kaynağı belirsiz bir gürültüyü gidermeye çalışırlarken sonradan "Kozmik Fon Radyasyonu" adı verilecek olan bir radyasyon keşfettiler. Bu, evrenin tümüne dağılmış bir radyasyondu. Böylece uzun süredir evrenin her yerinden eşit ölçüde alınan ısı dalgasının, Big Bang'in ilk dönemlerinden kalma olduğu ortaya çıktı.

• Yazının başında bahsettiğimiz 2006 Nobel Fizik Ödülü'nün sahibi olan bilim adamları Smoot ve Mather, COBE uydusunu uzaya gönderdiler, bu gelişmiş uydu Penzias ve Wilson'un ölçümlerini doğruladı.

• Bir diğer önemli delil ise, uzaydaki hidrojen ve helyum gazlarının miktarı oldu. Günümüzde yapılan ölçümlerde anlaşıldı ki, evrendeki Hidrojen-Helyum gazlarının oranı, Big Bang'den arta kalan Hidrojen-Helyum oranının teorik hesaplanmasıyla uyuşuyordu. Eğer evren, bir başlangıcı olmadan, sonsuzdan geliyor olsaydı, evrendeki Hidrojen tamamen yanarak Helyuma dönüşmesi gerekirdi.

Onyıllar boyu yapılan astronomik gözlemlerin oluşturduğu testler karşısında sürekli doğrulanma yönünde sonuçlar alınan Big Bang teorisi, evrim teorisi gibi aleyhinde pek çok delilin öne sürüldüğü teorilerin yanında en azından bugün itibariyle çok daha güvenilir ve inandırıcı bir pozisyona sahip görünüyor. Günümüzde astrofizikçilerin büyük çoğunluğu tarafından kabul gören Big Bang, Allah'ın evreni yoktan varettiği gerçeğini destekleyen bir teori olması hasebiyle inançlı insanların da merakla takip ettiği bir teori konumunda. Öyle görünüyor ki, 2006 Nobel Fizik Ödülü'nün Big Bang teorisine katkı sağlayan bilim adamlarına verilmiş olması, bilim dünyasının materyalist doğasının gün geçtikçe zayıflamakta olduğunun bir işareti.

Link to post
Sitelerde Paylaş

>>> Big Bang'in gösterdiği önemli bir gerçek vardı: Sıfır hacim "yokluk" anlamına geldiğine göre, evren "yok" iken "var" hâle gelmişti. Bu ise, evrenin bir başlangıcı olduğu anlamına geliyor ve böylece materyalizmin "evren sonsuzdan beri vardır" varsayımını geçersiz kılıyordu.

Sıfır hacim, yokluk anlamına filan gelmez.. Bunu söyleyen, beyinsiz, aptal, angut ve salağın biridir ancak..

Link to post
Sitelerde Paylaş

Bu yıl Nobel Fizik Ödülü'nü iki Amerikalı astronom, NASA'dan John C. Mather ve Berkeley'deki California Üniversitesi'nden George F. Smoot kazandı. Aslında ikilinin ödül kazanan çalışması 1993 yılında yapılmıştı ama Nobel söz konusu olunca bu çeşit gecikmeler normal kabul ediliyor.

İkili, Nobel'i Cosmic Background Explorer (Kozmik Arkaplan Araştırıcısı) veya kısaca COBE diye adlandırılan bir NASA uydusundan yaptıkları gözlemlerle kazandılar. Gözledikleri şey ise evrenimizin doğumuydu. Daha doğrusu, 'Big Bang' olarak adlandırılan 'Büyük Patlama'nın bazı sonuçlarını gözleyip kayıt altına aldılar, galaksilerin doğumuna tanıklık ettiler.

Bu 'buluş'un neden Nobel kazandıracak kadar önemli olduğunu elimden geldiğince anlatmaya çalışayım...

Bundan 101 yıl önce, İsviçre'de patent ofisinde çalışmakta olan bir Alman Yahudisi, yani Albert Einstein, oturduğu yerde çeşitli hesaplar yaparak, yani sadece aklını, hayal gücünü ve matematiği kullanarak özel görelilik kuramını oluşturdu. Bundan bir süre sonra da, bu kuramı 'genel görelilik kuramı' izledi.

Burada bu iki kuramı bütün detaylarıyla anlatmaya çalışmak hem haddimi aşmak olur hem de buna gazete sayfaları yetmez. O yüzden konunun sadece bu yılki Nobel'i ilgilendiren tarafını anlatmaya çalışacağım.

Einstein'ın genel görelilik kuramı üzerinde çalışan fizikçiler, kuramın

evrene bir başlangıç önerdiğini, daha doğrusu statik olmayan bir evrenden

söz ettiğini gördüler. Zaten, kuramın yayımlanmasından kısa bir süre sonra, bugün adına uzayda önemli bir teleskop dolaşan Edwin Hubble adlı Amerikalı bir astronom, evrenin genişlediğini, galaksilerin giderek birbirlerinden uzaklaşmakta olduklarını göstermişti.

Hayatında, merak dışında bir nedenle bir teleskoptan hiç bakmamış olan Einstein'ın kuramındaki matematik bu buluşu çoktan öngörmüştü yani. (Nitekim zaman içinde Einstein'ın teorik öngörülerinin şu ana kadar kontrol edilebilen her unsuru kanıtlandı, onun yanıldığı hiç gösterilemedi.)

Evrenin genişlemekte olması, onun bir başlangıcı da olabileceğini akla getirdi hemen. Nitekim Einstein da bunu öngörmüştü zaten. Teorik fizikçiler, bu başlangıcın minicik bir kütleye sıkışmış sonsuz miktardaki enerjinin uzay zamanda 'patlamasıyla' yani 'Big Bang'le (Büyük Patlama) olduğunu öne sürdüler.

Ardından bu 'Büyük Patlama'yı kanıtlama yarışı başladı.

1964 yılında, Arno A. Penzias ve Robert W. Wilson adlı iki araştırmacı, New York yakınlarındaki Bell Laboratuvarları'nda neredeyse tesadüfen bir keşif yaptılar. Penzias ve Wilson, radyo teleskoplarındaki kaynağı belirsiz bir gürültüyü gidermeye çalışırlarken sonradan adı 'kozmik arkaplan radyasyonu' olaran konacak olan 'şey'i buldular. Bu buluş onlara

14 yıl sonra, 1978'de Nobel kazandırdı.

Evet, bu 'kozmik arkaplan radyasyonu' 'Büyük Patlama'nın ilk kanıtıydı.

İki araştırmacı, Büyük Patlama sonrası ortaya çıkan radyasyonu, kalıntıların bir bölümünü gözlemişti. Yani aslında 'zamanda seyahat' yapmışlar, milyarlarca yıl geriye gitmişlerdi bu gözlemi yaparken.

Fizikçiler, Büyük Patlama'nın bundan hemen hemen 14 milyar yıl önce olduğunu düşünüyor. Yani bugün bizim bazen bilmeden 'uzay' ve 'zaman' diye iki ayrı şeymiş gibi söz ettiğimiz ama aslında birbirinden ayrılmaz, biri olmazsa diğeri de olamaz olan 'şey' hesaba göre 14 milyar yıl yaşında!

Bu yılın Nobel ödüllü bilimcileri Mather ve Smoot, dünyanın yörüngesindeki COBE uydusu sayesinde Penzias ve Wilson'a göre çok daha hassas, çok daha iyi ve çok daha derinlemesine gözlemler yapabilmişlerdi.

Smoot, "Bulduğumuz şey, evrenin doğumu ve evrimi hakkında kanıtlardı" diyor, "Eğer dindarsanız, bu Tanrı'ya bakmak gibi bir şeydi."

İsmet Berkan (Radikal Gazetesi)

Link to post
Sitelerde Paylaş

Yale Üniversitesi fizik ve doğa felsefesi profesörü Henry Morgenau doğa kanunlarının tesadüflerle açıklanamayacağını şöyle ifade etmiştir:

“Şuna hiç şüphe yok ki, doğa kanunları tesadüfler ya da kazalar sonucu ortaya çıkmış olamaz. O halde doğanın sayısız yasalarının ortaya çıkışına dair sorulacak cevap ne olmalıdır? Doğa kanunlarının evrensel geçerliliğine uygun olan tek bir cevap biliyorum: Doğa kanunlarını Allah yaratmıştır. Allah her şeyi bilen, her şeye gücü yetendir.” (Henry Margenau & Roy A. Varghese, Cosmos. Bios, Theos, Open Court Publishing Company, Illinois, Mayıs 1992)

Oxford Üniversitesinde Tabii Bilimler doktorası yapmış ve 1973 yılında Nobel Tıp Ödülünü kazanmış olan nörofizyolog Sir John Eccles ise hayatın ancak kusursuz bir yaratılışın sonucu olduğunu söyler:

Eğer her şeyde bir amaç ve tasarımın hakim olduğuna inanmazsanız o zaman her şeyin sadece tesadüf ve gereklilikten ibaret olduğunu öne sürebilirsiniz. Ama varoluşunuzu açıklamak için tesadüf ve gerekliliğe bağlı kalmak aptalca birşeydir. Bütün hayat ve elbette bütün insanlar kusursuz bir yaratılış planının parçasıdırlar.” (Henry Margenau & Roy A. Varghese, Cosmos. Bios, Theos, Open Court Publishing Company, Illinois, Mayıs 1992)

Link to post
Sitelerde Paylaş

Oğuz Eser / TIMETURK

“İnançları ne olursa olsun biz fiziğe inananların Tanrı’sı evrensel düzendir”. Bu sözler, Kuantum’un olasılık yaklaşımına “Tanrı zar atmaz” diye karşı çıkan Albert Einstein’a ait. Einstein’ın ölümü üzerinden yarım asırdan fazla zaman geçse de fizikçiler, Stephen Hawking’in “Tanrı’nın zihni” diye tanımladığı “Her şeyin Teorisi”nin peşini bırakmadı.

Haziran’da CERN’de başlayacak ATLAS deneyi, parçacık fiziğinin gizemli Higgs Bozonunu arayacak. Bu parçacığa “Tanrı’nın parçacığı” adı verilmesinin nedeni evrenin nasıl “var oluş” durumuna geçtiğini, nasıl çalıştığını ve o “ilk madde”yi anlaşılmasına yardımcı olacağının düşünülmesi.

Higgs Bozonu

ATLAS Deneyi, bir bakıma, Standart Parçacık Kuramı için “Tamam mı? Devam mı?” anlamına geliyor. Bu kuram, evrendeki var olan 4 ana kuvveti (güçlü nükleer, elektro zayıf, elektromanyetizma ve kütle çekim) ve aralarındaki ilişkileri açıklamaya çalışıyor. ATLAS Deneyi, bu kuvvetten en az anlaşılan olan kütle çekim kuvveti ilgili birçok soruya cevap verebileceği düşünülüyor.

Standart Parçacık Kuramı’na göre, 16 temel parçacık var. Protonun kütlesinin 100-200 katı daha fazla ağır olan Higgs Bozonu’nun keşfi, bu kuramın son eksik parçasını tamamlayacak. “Bir nesnenin kütlesi ne kadar çoksa, çekimi de o kadar çok olur” ile özetlenebilecek kütle çekim kuvveti, Standart Model’de tam olarak açıklanamıyor. Çünkü evrendeki madde miktarını açıklamada yetersiz kalıyor. Eğer bu Higgs Bozonu bulunamazsa, Standart Model matematiksel olarak anlamsız hale gelecek ve Süper Simetri gibi kuramlar öne çıkacak

Link to post
Sitelerde Paylaş

siz kendi düşüncelerinizi açıklayamacayak kadar mı salaksınız. yale üniversiteseinden birisi falan filan.......

var sa düşüncelerinizi alayım okumak için kendimi kasamamam kopyala yapıştırşara

eeğr koıpyala yapıştır yapacaksak ben de aratırım bir sürü yazı google ye.

Link to post
Sitelerde Paylaş
Bismillahirrahmanirrahim

Düşünen, akıl ve vicdan sahibi her insan için evrende, üstün bir Yaratıcı olan Allah'ın varlığının delilleri açıkça görülmektedir.

Vıdı vıdı kes yapıştır big bang evrim falan de, sonra git cindi şeytandı gibi saçmalıklara inanmayanlara vicdansız de. Bu, kendinize ait bir aklınız olmadığının göstergesi değilse ben de dindarım.

Link to post
Sitelerde Paylaş

Lafons, yaptığın alıntının yazarının ateist çıkmasına dair yorumlarını alamadık...

Dindarlar, kopyala yapıştır sanatınızı icra ederken dikkat edin.

Bilim dünyasında din felan yoktur, alıntılarınızı ateist bilim adamlarının çalışmalarından değil Kuran'dan yapın.

selimecan bu senin için de geçerli...

Link to post
Sitelerde Paylaş
Bilgehan

Genetik hakkında bilgim yok denecek kadar az ama bildiğim kadarıyla konuşuyorum elbet, herkes herşeyi bilecek diye bir kuralmı var.

Ben diyorumki insanın bilim dediğimiz konuda ilerleme kaydettiği her yolun bilgisi zaten ademde vardı, bu insanlığın gelişime ile açığa çıkıyor. Söylediğim bu.

Bugün elinizdeki aparatlar ile bu % 80 lik kısmının şu an junk olduğunu söylüyorsunuz, bende diyorum ki 5000 yıl önce insanın elinde nasıl bir aparat vardı da peki benim dediğim % 90 lık kısım olamaz diyebiliyorsunuz?

Ve islama neden aykırı benim söylemim, ona da biraz değinebilir misin?

Bergüzar selamlar!

Herkesin herşeyi bilmesi gerekmez, ama bilime itiraz edeceksen neye itiraz ettiğini bilmen gerekir.

Afrika'dan çıkıştan beri hücre DNA'sı ve mitokondrial DNA'daki markerları takip edilerek insanların nerelere dağıldıklarını ve nasıl bir evrim geçirdiklerini bilebiliyoruz. Marker; özgün karakteristik iz oluşturan, nesilden nesile aktarılan DNA kısımlarıdır.

İnsan'ın 5000 yıl önceki genleri bizim için sır değildir.

Dinozorlardan bile protein izole edip kuşlarla karşılaştırmasını yaparak akrabalıklarını gösterebildiğimiz bir dönemde yaşıyoruz. Dinozorlar 65 milyon yıl önce yaşadılar.

5000 yıl önceki insanın elinde aparat yoktu, ama biz 65 milyon yıl öncesini bile incelerken 5000 yıl demek dün demek oluyor. Yani açık söylüyorum; çok net olarak biliyoruz.

Bergüzar, bilim adamları aptal, takıntılı, sırf Allah'ı inkar etmek için delil arayan sapıklar değildir.

Bilim dünyasında uzlaşma çok zor oluşur, herkes birbirinin yazıp çizdiğini kontrol eder. Kafadan atma bilgi dolaşıma girmez bile. İspat edilemeyecek bilgileri kimse ciddiye almaz. Bu bilgiler okul kitaplarına girmez.

Bilim dediğimizde Focus dergisini kastetmiyoruz bu arada...

Bilginin İslam'a aykırı kısmı ise şudur; İslam, Adem'in bizimle aynı zekada ve yaratılışta olduğunu söyler. Genlerin vurgulanmasında %10'luk bir fark çok büyük bir farktır. Yani aynı genlere sahip olsak bile, Adem'de %90'ı işlenmiyor, bizde %80'i işlenmiyorsa Adem'le çok ama çok büyük fark gösteririz.

Ayrıca aya çıkmamızı sağlayan bilgi genlerimizde değil... Yani genetik kodlanmış bir bilgi değil... Örneğin primatlardan en yakın akrabalarımızla aramızda çok küçük bir fark var. %1'den küçük bu farkla biz daha iyi iletişim kurabiliyor, bilgilerimizi yeni nesillere daha etkin bir şekilde aktarabiliyoruz. Bilgilerimiz biriktikçe de teknolojimiz gelişiyor.

İstersen devam edelim konuşmaya, söylecek çok şey var bu konuda...

Saygılar, sevgiler

Bilgehan

Link to post
Sitelerde Paylaş
  • Konuyu Görüntüleyenler   0 kullanıcı

    Sayfayı görüntüleyen kayıtlı kullanıcı bulunmuyor.


Kitap

Yazar Ateistforum'un kurucularındandır. Kitabı edinme seçenekleri için: Kitabı edinme seçenekleri

Ateizmi Anlamak
Aydın Türk
Propaganda Yayınları; / Araştırma
ISBN: 978-0-9879366-7-7


×
×
  • Yeni Oluştur...