Jump to content

İslam egemenliği altındaki hristiyan literatüründe yeni bir dinin izleri?


Recommended Posts

Konuyla ilgilenenlerin sayısının son bir sene içinde iyice arttığı belli oluyor. Gerçi konu yine Muhammed yaşadı mı, yaşamadı mı noktasında tıkanıyor izlenimi verse de, genel olarak ilgi gerçekten fazlalaştı.

Bu başlıkda Karl-Heinz Ohlig’in “İslam egemenliği altındaki hristiyan literatüründe yeni bir dinin izleri?” araştırmasını özet olarak da olsa vermeye niyetim var. Bu makale internette googlebook’da da mevcut: “Der frühe Islam” (Erken İslam) isimli kitapda 223. sayfadan itibaren yaklaşık 100 sayfalık bir yazı.

Uzun süreceğini tahmin edebilirsiniz.

Makaledeki verilen kaynakların sadece numaralarını vereceğim. İsteyen kitaba bakarak kaynağın ismine ulaşabilir.

Gerçi burada, yazarın kendi kaleminden, kabaca ve kısa bir özeti de var. Belki Almanca bilen bir hayırsever ateist tercüme ederek büyük sevaplar kazanmak ister. :D Ama kitapdaki yazıyı okumak, ayrıntılı olması haricinde, metodik noktalar da içerdiğinden, daha sağlıklıklıdır düşüncesindeyim.

______________________

Kırlangıç yapar yuvayı

Çamur sıvayı sıvayı

...

______________________

Sevgiler

Link to post
Sitelerde Paylaş
  • İleti 72
  • Created
  • Son yanıt

Top Posters In This Topic

Metod hakkında




Sözde İslam dinine mensup imparatorlıklar ilk iki yüzyılları içerisinde, Kuran hariç, literatür mahiyetinde hiç bir şahit bırakmadılar. 9. yüzyıldan (Hicri 3. yüzyıldan) itibaren ama bol miktarda dini, biografik ve tarihi material oluşuyor. Zamanın Bizans kaynaklarında da bir Orta Doğu imparatoluklarındaki yeni bir dine raslamak mümkün değil. Araplar ya “vassal” (confoederati = Küreyş) olarak ismlendiriliyorlardı ya da rakip (düşman) olarak. Ama yeni bir dinin ismi geçmiyordu. Diğer tarafdan ama 7. yüzyıldan önce dahi yeterince hristiyan; arap egemenliği, göya islami arap egemenliği altında yaşıyorlardı.

8. yüzyıla dek bu bölgede yaşayan hristiyanlar, hem yaşamlarından dolayı hem de misyonerlik görevlilerince, geriye yeteri kadar literatür bıraktılar(1). Bu literatürde ama “İslam egemenliği altındaki” Hristiyanlığın durumu geçmiyor. Belki literüt türleri bu duruma bir açıklık getirebilir: teolojik etütler, vaizler, mektuplar, kronolojiler, kilise raporları, filozofik yaılar vs. Eğer bütün bu yazılar İslam egemenliği altında oluşsaydı, zamanın durumuna ayna tutması gerekirdi. Mesela monoteletismus ve monoenergetismus vs. konusunda şevkle konuşmayı, tartışmayı seven rahip ve piskoposların –ki bazılarının ömrü yollarda geçmiş- bütün Hristiyanlığı tehdit eden, yörenin ve zamanın egemenleri tarafından propagandası yapılan yeni bir dinden bahsetmemesini anlamak mümkün değil.

Yine de, İslam ve Muhammed’i anan bir kaç yazı var. Bunlar R.G. Hoyland’ın derlemesi ve düzenlenmesiyle 9./10. YY’ın tarih yazılımını destekler görünümünde(2). Benzer gözlemler yaklaşık yüz yıldan beri diğerları tarafından da yapılmakda: Harald Suermann, H.J.W Drivers ve G.J. Reinink. Bu materyalin kritik bir analizi ise Yehuda D. Nova ve Judith Koren’de bulmak mümkün.

Yorumları okurken hemen akla takılan sorular bolca. 9./10. YY’ın geleneksel islam tarihini objektif kabul ederek yine geleneksel İslam tarihini destekler nitelikde yorumlamalar: Bir yazıda “gemi” geçiyorsa hemen belli bir deniz savaşı, nerde bir “rahatsızlık“ geçiyorsa hemen bir iç savaş yorumları... Ama bunların hiç birisi orijinal dökümanlarda geçmiyor.

En önemlisi ama, yorumların hiç birisinin, yazıtın tarihi ile içeriğinin tarihi arasındaki çok uzun zaman aralığına dikkat edilmemesi. Her tarihcinin bildiği basit bir konu, yüzyıllar süresince çoğaltmalarda/kopyalamarda/alıntılarda devamlı “tamamlamalar”, “düzenlemeler” yapılır. Bunlar çoğaltanın/kopyalayanın “bilgi durumuna” denk gelir. Diğer bir nokta ise tercümanların “bilgiçliği”. Mesela bir yazıda geçen “sarazen”i veya “ismaili”yi “müslüman” diye çevirmeleri.

Sadece R.G. Hoyland’ın kitabının 872 sayfa olduğu göz önüne alındığında, bu yazıda sadece en önemli konulara değinileceği aşikar.

Yazıda göz önüne alınan prensipler

  • Belgeyi evirip çevirip, 9. YY’ın “bilgisine” uygun hale getirerek yorumlama çabasıyla değil, belgenin her kelimesini ve anlamını ciddiye almak.
  • Bu literatürde araplar, ismaililer, sarazenler, haceriler hakında ne söylendiğini anlamak ve ne gibi coğrafi ip uçlarına erişmek.
  • Arapların fikirler/inançları hakkında zaten az olan ip uçlarınının dökümanını çıkarmak ve bunları yeni bir dine işaret edip etmediklerini araştırmak.
  • Ve son olarak, Arap peygamberi Muahmmed hakkında bilgi mevcut olup olmadığı, mevcutsa ne zamandan beri mevcut olduğunu sormak.




Devamı haftaya




Sevgiler
Link to post
Sitelerde Paylaş
7. YY’dan önce kullanılan “arap”, “sarazen”, “ismaili” ve “haceri” terimeleri.



Bu bölümde İslam’dan çok çok önce de kullanılan bu terimler tanıtılıyor. 7. ve 8. YY’ın literatüründe de geçen bu terimler yorumcular tarafından “mümin” terimi ile eş anlamda kullanılıyorsa, bunun nedenini özel olarak belirtmeleri gerekir. Araplarla ilgili coğrafi ip uçları da elbette önemli.



Arap - Arabistan



arab kelimesinin etimolojik kökeninin koyuncu, koyun yetiştirici/besleyicisi, göçebe olduğunun derinlemesine inmeye gerek yok. (arab: Batidakiler, Batida oturanlar, (Dicle’ye göre batı anlamında), ‘arab: Süryanice göçebe. ‘arba: Süryanice koyun.) Bu terim M.Ö. 9. YY’da Asur krallarının yazıtlarında ve M.Ö. 8. YY’ın sonlarına doğru Eski Ahit’te geçer. Önce Jeseya 13,20b’de: ‘arabi, bozkırlarda/steplerde oturanlar/yaşayanlar, İbranice’de arabah bozkır/step ve çöl anlamına gelir. Daha sonra bir çok yerde ve peşinden M.Ö. 2. YY’ın sonları 1. YY’ın başlarında Birinci Makkabaer kitabında (5,29) (DMA: ????). Buna göre araplar hep İsrail’e güneyden komşu olan ve fakat yahudi olmayan kabilelerdir. Arabistan kelimesi de benzer zamanlarda kullanılıyor (mesela Ezechil 22,21). Arabistanda oturanların tüccar oldukları (Ezechil 22,21), steplerde/çölde yaşadıkları (Jesaja 13,20b; Jeremia 3,2), Bazan da İsrail’in düşmanı oldukları belirtilir (2. Kronik 17,11; 21,16). Coğrafi yerini kesin bir şekilde belirlemek zor. ‘arabah İbranicede bozkır/step ve çöl anlamına gelse de ve Ürdün Nehri’nin sağı-solu boyunca olsa da (Tevrat 5. Kitap 1,1.2) ve Ölü Deniz’in Arabah Denizi (Tevrat 5. Kitap 4,49; Josua 3,16) diye adlandılmasına bakınca... İma edilen Arabistan, muhtemelen Necef Çölü’nde Sina Yarımadası’na kadar olan bölge olsa gerek. Zamanında Nebati’lerin yaşadığı bölge.

Antik yazarlar Arabistan için çeşitli bölgeleri ima ediyorlar(5). Herdot’a (M.Ö. 430) göre Necef, Sina ve Mısır’ın doğu taraflarındaki bölge. Gaius Plinius Secundus’a (Ölümü M.S 79) göre de öyle. Ama aynı Gaius Plinus Secundus bir “Yörüklerin/göçebelerin Arabistanı’nın Ölü Deniz’in doğusunda aranması gerktiğini belirtiyor. Pers listelerinde, özellikle de Darius’a (M.Ö 486) göre Asur ve Mısır arasında bir Arabaya bulunuyor. Daha sonraları Hatra tarafından yönetilen bir bölege olsa gerek. Xenophon’a (M.Ö. 355) göre, Pers kralı Kyros ordularını, Fırat’ın doğusundaki Arabistan’dan geçerek, Sardes’den Babil’e yürütüyor(6). Fırat’ın doğusunda ve Toros’ların güneyindeki bu Arabistan’ı Gaius Plinius Secundus’da tanıyor (7)

M.S. 106’da Romalılar Judaea eyaletinin (province) doğusundan Syria eyaletinin güneyine kadar olan bögeyi fethetmişlerdi. Şam’dan Kızıldeniz’in kuzey batısın kadar uzanan bölgeyi. Kuzeyinde Bostra ve güneyinde Petra (bu yüzden Arabiya Petraea) şehirleri de bulunan bu bölge sami Nebati’lerin yaşadığı bölgeydi. Kendilerine ait Aramice dil ve yazı kullanıyorlardı. Yani, günümüzdeki anlamı ile, ne genetik olarak araptılar ne de, yine günümüzdeki anlamı ile, dil yönünden.

Aynı zaman süresinde Dicle’nin batısında bulunan Hatra şehrindeki (M.S. 241’de Sassanilerce istila edilen şehir) kral tarafından yönetilen, yukarı Dicle’nin batısından aşşağı Fırat’a kadar uzanan bir de Arabiya vardı(8). Bu krallığın dili ama Doğu Süryanice idi. Ayrıca sassaniler zamanında ise Orta Pers dilini kullandılar. Hatay’lı İshak’dan kalan iki vaize göre bu “araplar” 5. YY’ın ortalarında, mezopotamyanın kuzeyinde bulunan Bet Hur (DMA: ????) şehrini fethediyorlar.

Buraya dek adı geçen Arabistan”ın ve üzerinde yaşayan arapların (yer yer tayaye olarak da geçse(10)) coğrafi olarak, gönümüzdeki anlamı ile bilinen Arap Yarımadası ile hiç bir ilgisi yok. Bu dönemin Arabistanında yaşayan araplar Aramilerdi (Asurlular) ve Aramice (Süryanice) konuşuyorlardı.

Bu zaman kadar olan dönemin Arabistanının güney sınırındaki bölge, hellenliler zamanında (DMA: MÖ 336-30) bazan “arabiya deserta” olarakda isimlendilmişti. Latince’de (ve Süryanicede) dextra hem “sağ = güney” hem de “mutlu” anlamında kullanılıyor. Bazan da Arabia felix olarak(11).

Arabistan Yarımadası’nda yaşayan kabileler ama, çökmekte olan Selevkos İmparatorluğu (DMA: MÖ 3 - 2. YY) üzerinde küçük krallıklar, beylikler kurdular: Humus’da, Şam’da, İturea’da (DMA: Antik çağlarda Filistinde bir şehir), Urfa’da, Charax’da (12).

Günümüz anlamında (genetik ve dil olarak), Arap Yarımadasında yaşamış olan kabileler/topluluklar, kuzeye, Nebatiye ve Mezopotomya’ya yaptıkları akınlar/göçler sayesinde çevredeki “Arabistan”da “arap” ismine kavuşmuş oldular. Bu bölgede de kendi dillerini kullanmaya devam etseler de, yazılarında ve dini törenlerinde, bölgedeki nüfusun durumuna bağlı olarak, Süryanice’yi veya Yunanca’yı kullandılar(13).

Bu kabileler (Kuzey Suriye’deki Ghassanidler, Fırat’ın alt kısımlarında El Hira merkezli Lakhmid’ler ...) hristiyanlığı üstlenmişlerdi. İznik Konseyi öncesi hristiyanlığını(14). Ghassanidler daha sonra monophysitizm mezhebine geçtiler. Artık arap rahip ve piskoposlar da yetişmeye başladılar(15). Bunlar sayesinde çevrede Hristiyanlık gelişiyor, yayılıyor ve söz sahibi oluyordu(16).

Arabistan teriminin sadece Arap Yarımadası’nı kapsaması, daha sonraları, Abdul Melik (DMA: 685-705) ve El Velid (DMA: 705-715) zamanında, konuşulan dilin de arapçalaşması süresince, kendi köklerine dönme politikası ile oluştu. 8. YY’ın ilk yarısından sonra Medine’de yapılan “kutsal yapı”(DMA: ????) ile, Medine şehri tarih piyasasına çıktı. 8. YY’ın sonunda da Mekke. Bu politik bakış, 9. YY’da sistematik bir şekilde, literatüründe, kendi geleneğinin, tarihinin ve dininin başlangıcını Arap Yarımadasına taşıdı.



5 dakka ara



Sevgiler



Not: Yazıda geçen ve DMA ile başlayan yerler, DreiMalAli’nin eklemesidir.




Edit: Bu gün tercümeye tekrar bakarken, "batı" yerine "kuzey" yazmış olduğum yerler dikkatimi çekti. :( Onları düzelttim.

Not 2: Verdiğim linkler asıl amacı, Türkçesini bilmediğim/bulamadığım yer ve isimleri bildirmek.





Link to post
Sitelerde Paylaş
Sarazenler



Sarazenler MS 2. YY’dan beri bir çok yazıda geçiyor. İrfan Shahid bu terimin etimolojisi için öne sürülen tezleri gözden geçirdikten sonra, nerden geldiğini tam olarak belirlenemiyeceği sonucuna varıyor. Muhtemelen hangi terimlerden gelmiş olabileceğini sıralıyor: arabça sark = Batı; arabça sarik = eşkiya, haydut; srkt (sarikat) = konföderation; Ptolemeos (DMA: 100(?) – 175) tarafından sarakene diye ve Bizanslı Stephanus (MS. 6.YY) tarafından sarake diye adlandırılan bir arap kabilesi; aramice serak = tenha, boşluk, çöl(17). (yazarın notu: serak boşaltmak, toparlamak, hırsızlamak, yağmalamak anlamlarına da gelir.)

Sven Dörper bir kaç ihtimal daha sunuyor(18) ve İrfan Shahid’in sonucuna, kelimenin nerden türediğinin belirlenemiyeceği sonucuna katılıyor. Dörper Hieronymus’un garip bir anlatımını da ihtimal olarak sunuyor. Buna göre sarazenler kendilerine sahte bir isim takmışlar. Sara’dan (DMA: İncile göre İbrahim’in karısı) geldiklerini iddia etmek amacıyla. Hieronymus’a göre ismaililer, haceriler ve sarazenler Midyan’lılar soyundan(19).

İ. Shahid terimin tarihi süreç içinde ortaya çıkışını ve gelişimini incelemeye devam ediyor(20). Sarazen terimi için elimizde sadece 2 tane emin kaynak bulunduğu (2. YY’da Ptolemeos(21) ve 4. YY’da Ammianus Marcellinus(22) (DMA: 325(?) – 395(?)) görüşüyle sadece tahminlerde bulunulabilineceğini belirtiyor. İ. Shahid en büyük ihtimalle çözümün; Nebatiye’nin 106 yılında Romalı’lar tarafından fethedilmesi ve isminin Provincia Arabia olarak değiştirilmesi tarihini püf noktası kabul ediyor. Buna göre romalıların eyaleti (province) ve şehrine dahil olmayan yarı göçebe veya göçebe bir hayat süren araplara bu isim verilmişmiş (Belki isim benzeri bir kabileden dolayı veya genel olarak “çadırdan yaşayanlar”ı, “haydut”u, “yağmacı”yı anlatmak anlamında). 212 yılında Roma’nın constituio antoniana çerçevesinde şehir halkına “Roma vatandaşlığı hakkı” tanıması ve diğer fetihler sonucu (240’da Osrhoene’nin (DMA: şimdiki Urfa civarlarında) ve 272’de Palmira’nın) yaygınlaştığı görüşünde. Ve nihayetinde Roma’lılar Fırat’tan Sina Yarımadası’na kadar olan bölgedeki bütün göçebe arapları “saraceni” diye isimlendirmişlermiş(23). Ama bu göçebelerin genetik ve dil bakımından arap olup olmadıklarını elbette sormamız gerek.

Ptolemeos sarazenlerden Kuzey Hicaz’da, Sina Yarımadası’nda ve Fırat’ın doğusunda şehirler dışında göçebe yaşayan arapları anlıyor.

4. YY’dan itibaren sarazenler haydut ve yağmacı bir göçebe grup olarak tanınıyorlar. Caesarealı Eusebius onomastikinde (DMA: özel isimler için dil bilimleri) sarazen ve ismailileri eşanlamda kullanıyor(24)

Hieronymus 393’den önce üç tane rahip biyografisi yazdı. Vita Malchi’sinin (25) (DMA: Malchus’un biyografisi) 4. bölümünde, içinde Malchus’un da bulunduğu bir seyahat grubu Nusaybin ile Urfa arasında sarazenlerin baskınına uğrar, yağmalanır ve köle yapılırlar(26). Kütabın aynı bölümünde sarazenleri, herhangi bir neden göstermeden, ismaili olarak da isimlendirir.

Vita Hilarionis’de(27) (DMA: Hilarion’un biyografisi) 25. bölümde yine sarazenlerden bahseder. Bu sefer, güneyde, Filistin’de, Sabah Yıldızı’na (DMA: Venüs gezegeni) tapınan, “çoğunun içine şeytan girmiş olan” sarazenlerden bahseder. Hilerion bunlara “taşa Tanrı olarak tapınmanız daha hayırlıdır.” diye yalvarır(28). “Taşa Tanrı olarak tapınma” bizim için bir süpriz olsa da, kitapda ne olduğu anlatılmaz. Daha sonraları, 406, Amos’ Yorumunda takrar sarazenlerden bahseder(29). Amos kitabı 5/26’da yahudilerin Yıldız Tanrısı Kültü eleştirilir. Hieronymus’un yorumu ise; sarazenlerin bu (erkek) tanrıya bu güne kadar hala tapınıyor olmaları(30). Sabah Yıldızı’nın (Venüs’ün), Yunan Tanrıçası Afrodit’e denk geldiği Orta Doğu’da araplar arasında yaygın olduğu biliniyor. A.C. Klugkist ama; bu Venüs Kültü’nün sadece Kuzey Arabistan, Suriya çölündeki al-Uzza ile bağıntılı olduğu yönünde(31). Bir notunda; al-Uzza’nın “en güçlü”, “en kudretli” anlamına geldiğini belirtir: “Böylece İslam Öncesi Panteonda aziz, güçlü ve kudretli olan erkek bir tanrı tiplemesi ile karşılaşıyoruz”. A.C. Klugkist’in tahmini, her iki tanrı tiplemesinin de aynı kökene uzandığı yönünde, yaygınlık bölgesine göre erkek veya kadın niteliğinde ortaya çıkan bir tanrı tiplemesi(52). Bu; Hieronymus’da geçen ve sarazenlerin kadın Yıldız Tanrıça tiplemesinden erkek Yıldız Tanrı tiplemesine geçişe, bir yere kadar açıklık getirir nitelikde.



İhtiyaç ve çay molası





Link to post
Sitelerde Paylaş


İncil-Tevrat soybiliminde “arap”ların isimleri: İsmaililer, Haceriler (Hagarenes/Hagrite)



Yahudilerin kutsal kitabı, hristiyanların Eski Ahit’i, zamanla hristiyanlaşarak, Orta Doğu’daki yahudi topluluğu dışındaki düşünceyi de belirliyendi; Suriye aramilerinin ve daha sonraları perslerin ve “arapların”. Eski Ahit kavramları, zamanın Dünya ve tarih “bilgisine” hakimdi. Bu yüzden “araplar”ın ve sarazenlerin Eski Ahit kavramları ile tanımlandırılmaları doğaldı.


Başlangıç yeri Tekvin kitabınındaki İbrahim anlatımlarıydı. Buna göre; çocuk doğuramayan karısı Sara, hizmetcisi Hacer’e yaklaşmasını teklif eder. Hacer hamile kalır ve oğlu İsmail’i doğurur (Tekvin 16). Bir melek ona; “soyunu sayılamayacak kadar çok yapacağını” bildirir (Tekvin 16,10). Daha sonra ama, Tanrı’nın da yardımıyla, Sara da bir oğlan doğurur; meşru mirascı İshak’ı (Tekvin 19, 9-21). Sara’nın üstelemeriyle; İbrahim -istemeyerek de olsa- Hacer ve İsmail’i kovar (Tekvin 19, 9-21). Tanra ama, Hacer/İsmail’in soyunu sayısız yapacağı sözünü yineler (Tekvin 21, 13.18). “Tanrı o çocukla idi (İsmail). Büyüdü, çöle yerleşti ve ok atıcısı oldu (20)... Paran çölüne yerleşti ...” (Tekvin 21, 20.21). P(h)aran Çölü, yorumlara göre, mutemelen Ölü Deniz’in güney batısında yer alıyor.


Tekvin’in 25. bölümünden itibaren İbrahimin soyu anlatılır; önce İshak’dan olan boyu. Sara’nın hizmetcisi olan mısırlı Hacer’in İbrahim’e doğurduğu İsmail’in boyu hakkında, İsmail’in (on iki) oğlunun, yerleşik ve çadırda yaşayanlar olarak 12 kabile kurduğu anlatılır (Tekvin 25, 16). Daha sonra; “Yerleşme yerleri Havilah’dan Shur’a (DMA: ????) kadar uzanıyordu. Mısır’ın karşısında, Asur‘a giden yol üzerindeydi” (Tekvin 25, 18) diye devam eder. Bu yerleşme yerlerini tespit etmek zor. Bir ihtimal, İsrail’in güney ve güney doğusu (“Asur‘a giden yol üzerinde”) (34). Harald Suermann, hiç bir belge göstermeye gerek duymadan , Shur’un nerde olduğunu gayet iyi bildiği düşüncesinde: “Bu; Yatrib çölüne denk gelir, şimdiki Medine’ye” (35).


Yine de; Hacer ve İsmail hakkında anlatılanlar, onların soyundan gelenelerin çölde yaşıyor olması, onlara atfedilen baskınlar, “arap” ve sarazenleri İncil-Tevrat-Soyağacı çerçevesinde ismaili olarak adlandırmaya yetiyor. Hieronymus; Eusebius (onomastik) tercümesinde daha da ileri giderek, ismalilerin önceleri arap şimdilerde ise sarazen olarak da isimlendirildiklerini belirtir (36).


İsmailileri agareni (38) (DMA: Haceri) diye ilk olarak Hieronymus’un isimlendirir(37). Sozomenos da, 443-450 yılları arasında yazılan bir kilise hikayesinde, önceleri ismaili olarak da bilinen arapların, sonraları sarazen diye isimlendirildikleri geçer. Hacer’in İsmail’in annesi olduğu özellikle vurgular (39). İsidor von Sevilla (ölümü 636) da ismaililerden, sarazenlerden (quasi a Sarra) ve hacerilerden bahseder (40). Demekki; bütün bu soy çıkarımları İslam öncesi yaygın olarak bilneniyordu (41).


Seyrek de olsa değişik soyağaçları da var. Mesela 6. yüzyılda bir Süryanice yazı olan Schatzhöhle’de (DMA: “Hazine Mağarası”. Diğer dillerde ismini bulamadım.) Adem’den İsa’ya kadar uzanan bir soy düzeni/çıkarımı bulunuyor (43). Burada da Hacer ve İsmail anlatılır. Arapların soyu ama daha değişiktir. Schatzhöhle; Tekvin’de geçen şu kısma atıf yapar: “İbrahim Kantura isimli bir kadınla daha evlendi” (Tekvin 25.1). Bu kadın 6 oğlan doğurur. Birisinin adı Shuach’dır (Tekvin 25.2). İbrahim bu kumadan doğan oğullarını “daha yaşarken, doğuya, Orta Doğu’ya, oğlu İshak’dan çok uzaklara” gönderir (Tekvin 25.6). Ve Schatzhöhle’de devam eder: Kantura; “Çöl kralı Baktor’un kızıdır” ve araplar oğlu Shuach’dan gelmektedirler (44).


Norm dışı görünen bu soyağacının ne kadar yaygın olduğunu bilmek mümkün değil. Ama araplar için; İncil-Tevrat-Soyağacı düzeninine dayanan ve arap ve sarazenleri ismaili ve/veya haceri olarak tanımlayan ana akımı etkileyabilmiş değil. Sadece; Pseudo-Sebeos’un Heraklios’un Tarihi’nin bir bölümünde bir defa geçtiğini görüyoruz. Orada “İbrahim’in Hacer ve Kantura’dan doğan çocukları” geçer (45). Her iki annenin de ismi aynı yerde geçse de, daha fazla bir bilgi verilmez.



Arkası yarına.

Yada daha sonrasına.



Sevgiler

Link to post
Sitelerde Paylaş
  • 3 weeks later...
8. yüzyılın sonuna kadarlık dönemde Arap egemenliği altındaki hristiyani kalıntılar



Bu bölüm; arapların din tarihi sürecinde kullanılan dökümanları kısaca tanıtıyor ve bunlardan ne gibi bilgilerin bulunduğunu anlatıyor. Göz önünde tutmamız gerekenler: hemen hiç eleştirisel bir çalışmanın olmadığı ve en eski el yazmaları ile ortaya çıkışları arasındaki zaman farkının çok büyük olması.

Ayrıca, buradaki incelemere “şimdilik” kaydını koymak gerekiyor: kütüphanelerde, müzelerde, manastırlarda vs. daha fazla materyalin bulunması muhtel. Buradaki kısa tanıtımlar, şu anda bilinen ve tartışılan yazmalar içindir. Buradaki bu yazı, yazmaları, özellikleri ve teolojilerinin incelikleri ile tanıtıp analiz etmek amacı gütmüyor. Sadece, egemen araplar hakkında ne içerdiklerini incelemek amacıyladır.

Önce, literatürde bir erken döneme ve bir geç döneme atfedilen kalıtlar tanıtılacaklar. Daha sonrada, çeşitli türlerde ve dillerde dökümanlar incelenecekler.

Sevgiler

Link to post
Sitelerde Paylaş
7. yüzyılın ortasına kadar çeşitli yazmalar.



(1) Sophronius’un Noel vaizi.

634-638 yıllarının Kudüs patriği Sophronius’dan 634 yılından(46) kalma bir Noel vaizi mevcut(47). Patrik, barbarların ve özellikle de “allahsız/tanrıtanımaz sarazenlerin” yolları kesmiş olmalarından dolayı, hristiyanların, Noel zamanında, her zamanki gibi, Kudüs’den Betlehem’e gidemediklerinden yakınıyor(48). O, bu durumu kendilerinin (DMA: hristiyanların) günahlarının cezası olarak yorumluyor.

Yazmanın latincesinde durum daha genişce verilmiş: Sarazenler; haceriler ve ismaililer olarak isimlendiriliyor ve Betlehem’in işgalinden bahsediyor(49).Yunanca yazma ama, sadece sarazenlerin bölgede kolgezmeleri yüzünden, Kudüs’ten Betlehem’e haccetmenin imkansızlığından bahsediyor. Latince yazmada ise, çok sonralarının arap tarihcileri doğrultusunda eklemeler var. Y.D. Nevo ve J. Koren’in düşünceleri tasdik etmek gerek: Patrikin yakınmasının nedeni, Betlehem’in kaybedilmesi gibi bir olay değil, Noel zamanı oraya haccedmenin imkansız oluşu(50). Açıkca görülen o ki, arapların ülkeyi işgal etmesi gibi bir durumdan bahsedilemez, yetkililerin kontrolü altında olmayan sarezen yol kesiciliği mevcut. Benzer durumu 4. yüzyılda Hieronymus da anlatıyor ki, o zamanlar bölgeya Roma İmparatorluğu hakimdi. Bir sefere mahsus olamayan, belki de “normal” diyebileceğimiz bir durum. Fakat asla olmuş-bitmiş bir İslam istilası/fethi durumu söz konusu değil. Sarazenlerin allahsız/tanrıtanımaz olarak isimlendirilmeleri, yeni bir dinin mevcut olduğuna işaret etmez, bu, sadece haydutlara karşı –hristiyan da olsalar- kullanılan normal bir hakaret terimidir.

R.G. Hoyland Sophronius’a atfettiği, 636 veya 637 yılana ait bir yazma daha sunuyor(51): konusu vaftiz olan yazmada, sarazen gruplarının saldırganlığı, zaferden zafere koşmaları, köyleri ve kiliseleri yıkmaları, şehirleri yağmalamaları vs. anlatılıyor. Fakat bu yazmanın orijinali halka açık değil. Bu yazma gerçekten mevcut olsa dahi, incleleme imkanı bulunmadığından, yazmanın tarihlenmesi açık kalmak zorunda (mesela bu vaftiz yazmasına sonradan eklemelr yapılıp yapılmadığı gibi). Bu yazma, eğer mevcutsa, Sophronius zamanına ait olamaz. Çünkü arkeolojik buluntular ile çelişiyor(52). Kulağa hoş gelse de, “Antik Hristiyan Literatürü Sözlüğü”’nde geçen, “Sophronius 638’de Kudüs’ü arap fatihlerine devretti”(53) cümlesi hiç bir kaynak tarafından desteklenmiş değil.

Çaylar şirketten

Sevgiler
Link to post
Sitelerde Paylaş

Doctrina Jacobi nuper baptizati güya 634 yılandan, H. Suermann’a göre ama 640 yılından(55) kalma bir yazmadır. Sadece yahudilerden bahsetmiş olsa da, bir hristiyan, aynı zamanda ama bir anti yahudi yazmasıdır. Kartaca’da geçtiği iddiasında olan bir yazı. Yazmanın yunancasını kritik gözle yayınlayan ve diğer dillerden de günümüze kadar ulaşan yazmalarla karşılaştıran Vincent Deroche’e göre yazmanın parçaları, diğer bir çok önkabuller yardımı ile, kabul edilen tarihi çerçeveye oturtulabilir.

Anonim olan yazar, imparator Heraklios’un (Ölümü 640) yahudileri zorla vaftiz ettirme kararının varlığından yola çıkıyor. H. Suermann olayları şöyle özetliyor: “Jakob isimli İstanbullu yahudi bir tüccar Afrikaya geldiğinde, zorla vaftiz edilmesine direnir ama, yine de vaftiz edilir ve hapihaneye atılır. Hapihanedeyken, Tanrı’dan, vaftiz edilmesinin iyi mi kötü mü olduğunu göstermesi için yalvarır/dua eder. Tanrı, vaftiz edilmesinin iyi olduğunu ve İsa’nın Mesih olduğunu bildirir(58)”.

Bunun üzerine diğer yahidilerle konuşur ve onları İsa’nın Mesih olduğuna inandırmak ister. Zorla vaftiz edilmiş olan diğer bir yahudi, Caesarea’lı kardeşini anlatır. Doctrina Jacobi’nin söylemiyle:

“Kardeşimin yazdığına göre, bir sahte peygamber ortaya çıkmış. (Sergius) Kandidatus sarazenler tarafından öldürüldüğünde Caesarea’daydım dedi İbrahim (Yazarın notu: kardeşi). Ve yahudiler (buna) çok sevindiler. Dediler ki, sarazenlerle birlikte gelen peygamber gözüktü, ve Mesih İsa’nın yolda olduğunu haber veriyor.”

Kardeşi, bilge (DMA: yazıdan anlayan) çok yaşlı birisine, sarazenlerin peygamberi hakkında düşüncesini sorar. “Kuvvetlice içini çekerek bana dedi ki, ‘O sahtedir: Peygamberler kılıç ve silahla gelmezler.’” İhtiyar; kardeşden peygamberi araştırmasını ister. Ona raslamış olanlarlar anlatırlar: “O peygamberde, insan kanı akıtmaktan başka, tek bir gerçeklik bulamazsın. O (peygamber), cennetin anahtarlarının kendisinde olduğunu iddia ediyor ki, bu inanılmaz bir şeydir(59).”

İçinde Muhammed geçmediği ve sadece bir peygamberden bahsedildiği halde, H. Suermann Doctrina Jacobi‘yi Muhammed’den bahseden en eski yazma olarak görüyor(60). Halbuki yine kendisi, bu dialogda, Muhammed isminin geçmemesinden ve Muhammed’in hala yaşıyor olmasından rahatsızlık duyuyor(61). Ama bu peygamberin başka bir şahıs olabileceği tekliflerini reddediyor. Hayır, O Muhammed’dir düşüncesinde. Doctrina Jacobi‘nin anlatımında, Muhammed’e ve müslümanlara, yahudi kıyamet tasvirlerinde, özel bir rol biçilmemiş olması, sadece “Kıyamet öncesi felaketlerin bir parçası.”ymış(62).

Durum nedir? Yazma, H. Suermann’ın yorumlarının aksine, hemen bütün din tarihi bağlantılarını çarpıtıyor: Arapların egemenliklerini kendi ellerine almalarının, yani yahudi düşmanlığı tutumundaki Bizans’ın çekilmesinin, yahudileri umutlandırması mümkündür. Ama “peygamber” ile değil. Diğer tarafdan, geleneksel anlatımın Muhammed’i, İsa’nın yolda olduğunu müjdelemediği gibi, Cennet’in anahtarlarına sahip olduğunu da iddia etmedi ve sarazenlerle beraber Orta Doğu’nun ön kısımlarında at koşturmadı. Bizansın temsilcisi Sergios Kandidatos’un öldürülmesinin doğru olup olmadığı veya daha sonralarının eklemesi olup olmadığı sorusu açık kalıyor.

Sarazenler arasındaki peygamberin Muhammed olması mümkün değil. Çünkü doğuda ortaya çıkan muhammed sloganı, Abdul Melik tarafından doğudan Filistin’e kadar getirildi. Yazmanın anlatımının doğru tarafı ise, olayların Arap Yarımadası’nda geçmemesi, sarazenlerin peygamberi haberlerinin Filistin’de, İbrahim isimli kardeşin yaşadığı Caesarea’da oluşması.

Y.D. Nevo ve J. Koren’in fikri; yani, hakında elimizde bilgi olmayan fakat, zamanın kıyamet bekleyen ruh hali ortamında (DMA: apocalypse) sarazenler arasında ortaya çıkmış herhangi bir reel peygamber olması, kabul edilebilir(65). Doctrina Jacobi ‘yi ama 7. yüzyılın sonlarına, Abdul Melik’in, Kubbetüs Sahra’da da kendisini gösteren Mesih beklentisi zamanına, tarihlemek daha olası. Bu zaman içinde Suriye ve Arap Hristiyanları arasında, Danyal Apocalypse’sine bağlantılı olan kıyamet beklentileri gündemde ve yaygın. Bu zaman içinde, Kudüs ve Şam’da, dolayısıyla Caesarea’da da, içinde nadiren muhammed de geçen ama sık sık sadece bir peygamberden bahseden kurani materyallar tanınmaya başladı. Sarazenlerin peygamberi bu şekilde de anlaşılabilir. Yahudilerinin de zamanın hristiyanlarının kıyamet beklentilerini ve Abdul Melik hareketini paylaşmış olabilecekleri düşüncesi hiç de uzak değil(66). Sarazen egemenliğinin gelmesiyle, kıyamet yakaşlamış olsa dahi, umutlanmış olmaları da ihtimaller dahilinde. Diyalogda geçen peygamber hakkında ama olumlu bir fikirleri yok; Kuran materyallerinin ve sarezenlerin bu peygamberi, yahudilerin peygamber anlayışı ile çelişiyor.

Abdul Melik zamanındaki arap olmayan hristiyanların, misyonlarında, ortamın durumunu içeren bu ve benzeri hayali diyalogları, yahidileri kazanmak amcıyla kullanmış olmaları da mümkün. Geriye, Hereklios son zamanlarına, tarihlenmesi ve diyalogda zorla vaftiz emirinin kullanılması, tarihi değil. Çünkü Heraklios, Orta Doğu’nun ön bölgelerini Bizans İmparatorluğundan ayırmış, bölgedeki etkinliğine son vermişti. Bölgeye artık arap beyleri hakimdi.

Yazmanın bir çok soruyu açık bıraktığı da göz önüne alındığında, kesin bir şey söylemek mümkün değil. Ama, Doctrina Jacobi‘nin peygamber Muhammed ile ilgisi olmadığı gibi, 7. yüzyılın ortalarına doğru zamanındaki durumu da doğru vermiyor. İsmi anılan Kartaca da muhtemelen hayalidir. Anlatım esnasında, İbrahim kardeş Caesarea’ya, bu sefer ama doğru olarak Filistin’e, yerleştiriliyor

Devamı haftaya

Yazıverin tahtaya

Sevgiler

Link to post
Sitelerde Paylaş
(2) Maximus Confessor’un bir mektubu



Maximus Confessor (yaklaşık 580-662) monotelitizme ve monoenergetizme (DMA: İsa’nın bilinci doğa dışı olan bir enerjidir, tek bir enerjidir, öğretisi. Monofizitizmin bir kolu.) karşı çıkan ve 626 civarlarında Kuzey Afrika’da yaşamış birisi. Buradaki, dini toplantılarda, bu hristiyan tezlerine karşı çıkar ve 649’da Roma’da yapılan konseyde Papa Martin I’i destekler. İmparatorun; benzer tartışmaları yasaklamış olmasına karşı çıktıkları nedeniyle, Papa ve Maximus Confessor 653 senesinde tutuklanarak Bizans’a getirilirler(67). Maximus Confessor önce Trakya’ya sürülür. Yine bir toplantıda çenesini tutamadığı için, 662 senesinde, dili ve sağ kolu kesilerek Karadeniz’e sürülür(68). Aynı yıl içinde de ölür.

Başına gelenler, 634-640 yılları arası Petros İllustrios’a yazdığı mektuplardaki “yumuşak/müsamahakar kültür”ün “çölün barbar halkı” tarafından tehdit edilmesi düşüncesi ile alay eder gibi:

“Hangisi daha kötü? Barbar bir çöl halkının, sanki kendi malı imiş gibi, yabancı bir ülke topraklarına girmesini görmek mi? Yumuşaklık/müsamahakarlık kültürünün zalim ve vahşi canavarlar tarafından darmadağın edilmesini görmek mi? Uzun zamandan beri insan kanı akmasından hoşlanan yahidi halkını görmek mi?”

Ve diğer bazı çirkin, anti yahudi polemikler.

“Çöl halkı” daha ayrıntılı olarak bildirilmiyor. Berberiler olabileceği gibi, daha kuvvetli bir ihtimalle araplardır. Söz arası söylenemiş bir deyim. Polemiğin asıl amacı yahudileri kötülemek. Tarihi nedeni olmayan kin ve nefret dolu suçlamalar. Maximus için, asıl rakip yahudiler. Çöl Halkı ise söylemlerini etkinleştirme çabasına hizmet ediyor.

Maximus araplardan bahsetmiş olsa dahi, onları yeni bir dinin temsilcileri olarak görmüyor. Bütün ihtirası/şevki zamanın teolojik ve hristiyani tartışmalarıyla ilgili. Diğer başka bir dinin tehdidinden hiç bahsetmiyor.

Bir Çöl Halkından bahsetmekten bir istilanın/fetihin var olduğu sonucunu çıkarmak mümkün değil. Burada Y.D. Nevo ve J. Koren’in düşüncesine katılmak mümkün: Bu zaman sürecinde, Kuzey Afrika’da, ülkenin önceki sahipleri artık mevcut olmadıklarından kontrol da edemiyorlar, “politik bir boşluk” yaşanıyordu(71). Bu yüzden barbarlar ülkede serbestce dolaşabiliyorlardı.

Maximus, 632 yılında, Habakuk kitabı bölüm 1.8’de(72) geçen Keldani’leri “çölün kurtlarından daha vahşi” olduğu bölümünü yorumlar. Elindeki yazmada “Arabistan’ın kurtları” deyimi geçiyor olmalı ki, yazdığı açıklamada bunun yanlış olduğunu, doğrusunun “arabistan” yerine “batı” olması gerektiğini belirttir ve “kurtlar”ın ise insanların cismani günahları olduğunu vurgular(73). Bu notun ama konumuzla ilgisi yok.

Çiçeğe arı, arıya asel

Abdala boru, boruya gazel


Sevgiler
Link to post
Sitelerde Paylaş
(4) Patrik Johannes ve bir Emir”in diyaloğu



876 yılından kalma süryanice el yazması; Patrik Johannes’in bir Emir ile diyaloğundan behseder(74). H. Suermann’a göre bu diyalog, 644 yılında, monofizitist Patrik Johannes ile yazıda ismi geçmeyen Said ibn Amir arasında geçiyor(75).

Y.D. Nevo ve J. Koren de şahıslar, yerler ve tarihlemeleri gözden geçridikten sonra, bu diyaloğun 644 yılnda, “Muaviye’nin kontrolü ele geçirmesinden hemen sonra” gerçekleşmiş olduğu görüşünde. Bunlara göre Patrik 1. Johannes (ölümü 648?) ve bu Emir ise Humus’un idare şefi ‘Amr bn al-‘As ya da, Suriyeli Michel’in isimlendirişiyle, Amru bn Saad’dır(77). Nedeni ise, mektup içeriğinin 644 yılına uygun oluşu görüşündeler(78).

Mektupda dört konuyu içeriyor(79): Bütün hristiyanlar aynı İncil’e sahip oldukları halde neden inandıkları birbirinden çok ayrı. İkinci konu olarak hristiyan tartışmaları ve Kutsal Üçlük: İsa Tanrı’mıydı yoksa Tanrı’nın Oğlu mu, İbrahim ve Musa’nın inancı ne idi? Üçüncü konu, arapların İbrahim ve Musa’yı peyganber olarak kabul etmeleri ama, Eski Ahit’in geri kalan kısmını kabul etmemeleri. Ve bu yüzden, İsa’nın tanrısallığı ve bakire Meryem’den doğmasının Tevrat’ta geçip geçmediği sorusu. Dördüncü olarak, hristiyanların kanunlarnı (miras kanunları da dahil) soruyor, ya bunlara uymalarını ya da arap kurallarına göre yaşamalarını istiyor.

Burada, idare işlerinden sorumlu bir arap, hristiyanların özellikleriyle ilgili sorular soruyor. O monofizitist soruyor ama, konuşmada Kadıköylü’ler de mevcut. O, sorularının hiç bir yerinede bir müslüman olduğunu ima etmiyor, göstermiyor.

“He is certainly not a muslim. He shows no knowledge of, or adherence to, and mentions neither Muhammad, İslam, nor the Qur’an”(80).

Emir’in bilmek istediği, sadece, nasıl bir tebaa ile muhatap olduğu ve öğretilerinden ne anlaması gerektiği. Topluluklerını kendileri idare edebilmeleri için “Yeteri kadar ve ayrıntılı kuralları” olup olmadıkları. Eğer sahip değillerse, “yaşamlarını, artık ülkenin kanunları olan arap kurallarına(81) göre yönlendirmek zorunda oldukları” (82).

Y.D. Nevo ve J. Koren düşincesi, Emir’in duruşu, sadece Tevrat’ı tanıyan, haham yahudiliğini reddeden veya yahudihristiyanı veya samarit mezhebinden etkilenmiş birisi(83). Konuşma önyargısız okunulduğunda da görüleceği gibi, “Emir Kuran’ı hiç göz önüne almıyor, çünkü henüz o piyasada mevcut değil; ve Emir’in inancı İslam değil, yahudilik-hristiyanlık temelli bir Monoteizm (basic monotheism)”(84).

Döküman, eğer konuşmayı gerçeğe uygun vermişse, yeni arap idaresinin çeşitli hristiyan gruplarıyla problemlerini ve bunlara karşı nasıl davranacağını gösteriyor.


Şaire türkü, türküye güzel
Güzele gerdan ne güzel uymuş



Sevgiler
Link to post
Sitelerde Paylaş
(5) Doğu Suriyeli (diofizist) Patrik İsoyaw (Ishoyabh) III’ün mektupları



İsoyaw (ölümü: 659) kendisinden geriye kalan 106 mektubun birisinde, bir Ninova kilisesi mensubunun, yeni arap egemenlerin monofizitistleri kayırdığı, şikayetine cevap veriyor. Patrik, bunun doğru olmadığını, Tanrı’nın; egemenliği araplara (tayyaye, mhaggraye)(85) verdiğini, bunların “Hristiyanlık diniyle” savaşmadıklarını “... tersine inancımızı övüyorlar, rahiplerimize ve efendimizin kutsallarına saygı duyuyorlar, kiliseye ve meclisine yardım ediyorlar”(86) diye cevaplıyor. Durumu, -doğu suryani Hristiyanlığı için de- çok olumlu yorumluyor: “İnanç barış içinde ve gelişiyor(87).” Her şeye kadir Tanrı’nın acı çektiği ve öldüğü monofizitist tezininin –doğu süryani Hristiyanlığında mesih İsa ölmüştür(88)- araplar tarafından desteklenmediğini(89), vurguluyor.

Bu noktanın H. Suermann tarfından tercümesi:

“Sapkınlar sizin gözünüzü boyuyor: Olanlar hırslıların/çalışkanların (arapların) emri ile oluyor. Bu hiç doğru değil. Doğrusu; arap müslümanlar, her şeye kadir Tanrı’nın acı çektiğini ve öldüğünü söyleyenlerin yardımına gelmiyorlar. Eğer yardıma gelirlerse, müslümanlara, neyin ne olduğunu açıklayarak, onları inandırabilirsiniz(90).”

Ve devamında H. Suermann ilginç hristiyan-müslüman ilişkilerini anlatıyor.

Burada bir tercüme hatası olabileceği şüphesinden dolayı –bu kadar erken bir tarihde müslümanlardan bahsedilmesi sorunu-, önce H. Suermann’ın kaynak olarak verdiği, R. Duval tarfından yapılan latince tercüme kontrol edildi. Ama orada – daha da şaşılası- Arabes Mohammetani ve bir yerde sadece Mohammetani geçiyor(91). Yine R. Duval tarafından yayınlanan süryanice yazıyla karşılaştırıldığında ama, yazı içerisinde iki sefer Tayyaye m-Haggre (haceri araplar) ve bir sefer m-Haggre (Haceri) geçiyor(92).

Arapların Haceriler (DMA: Hagarenes/Hagrite) olarak isimlendirilmeleri Hieronymus zamanından beri olağan bir durum. İslam ve müslüman ile hiç bir ilişkisi yok. Sadece, İncil çerçevesinde araplara verilen bir isim. Yazının anlatmak istediği, o zamanlar, yani Muaviye zamanında, araplar (diğer) hristiyanlara serbestlik tanıyor ve Hristiyanlık rahatca gelişebiliyordu. Tercümanların tercüme etmeyip kendi fikirlerini –o zamanın araplarının müslüman olduğu- yazının içine neden ekledikleri bilmecesi açık kalıyor tabi.

H. Suermann Makalesinin devamında, Isoyaw’ın, Rew Ardasir’de (DMA: İran’da Fars eyaleti yakınlarında olması gerek) yaşayan Mar Simeon’a(93) (DMA: ????) yazdığı, içinde bölgedeki spirituallik ve çalışkanlık eksikliğinden yakındığı daha iyiye götürmeleri çağrısında bulunduğu, mektubuna yer veriyor ve “Hristiyanlık neden bu kadar zayıftı ve çoğunluk İslam’a geçiyordu(94)” konusunu açıklamaya çalışıyor. Halbuki ama, mektupda bu iddiayı destekleyecek tek bir cümle –bu sefer latincesinde dahi- bulunmuyor. Anlatılanlar, sorumlu piskopzların her zaman yapmış olduğu, hala da yaptığı şikayetler ve ikazlar. İslama geçme diye bir şey geçmiyor ama, inancını kaybetme tehlikesinden bahsediliyor. Hiç bir neden olmadığı halde, yine burada da, 9. yüzyılın müslümanlarının tarih yazımından kaynaklanan “bilgi” yazıdaki ilişkilerin içine katılıyor. Kendi hayalleri işin içine karıştırılmadığı sürece, bunlar, geçmiş zaman için değerli kaynaklardır.

Muaviye zamanının arap egemenliğ altında hristiyan yaşamın şahidi olan Isoyaw arapların yeni bir dini hakkında hiç bir şey bilmiyor.

Kediye sıçan, sıçana kovuk
Meclise kelam, kelama doruk

Sevgiler

Link to post
Sitelerde Paylaş
  • 4 weeks later...
(7) Sanal-Sebeos’un”Heraklios Tarihi”(101)


Kendisine yanlışlıkla, yazarı belli olmayan ve bir ismi de bulunmayan, “Heraklios Tarihi” yazması atfedilen(102) Sebeos 660 yılında Bagratunis piskoposuydu. Yazma 590-661 yıllarını içeriyor ve bu dönemi apokaliptik çerçevede anlatıyor: Kıyamet; yahudilerin Kutsal Topraklara geri dönmesi ile başlayacak, bu dönüş yahudilerin araplarla, Danyal Kitabı’nın (DMA: Tanah, Eski Ahit) “dördüncü canavarıyla”(103), birleşip Heraklios’un ordularına karşı bir zafer kazanmasıyla oluşacak. Yazar; arapların yakında yenilmesini ümit ediyor(104).

Heraklios Tarihi’nin(106) 30. (105) bölümünde, yazar/redaktör araplar, vaizci Muhammed ve yahudi-arap koalisyonu hakkında bilgiler sunuyor, bunları arapların savaş esirlerinden aldığını belirtiyor(107). Yazının konumuz ile ilgili bölümü, “köleler”in (İsmail’in) soyu ile başlayan kısmı, Suermann’ın Fransızca’dan tercümesi ile şöyle:

“Onlar (yahudiler) çöle giden yoldan geçerek Arabistandaki İsmail’in çocuklarına eriştiler, onlardan yardım istediler ve onlara İncil’den dolayı akraba olduklarını bildirdiler. Bunlar akrabalık konusuna inanmış olsalar dahi, yahudiler bütün halkın hepsini inandıramadılar. Çünkü gelenekler arasında farklar vardı. [bu zaman diliminde İsmail’in bir çocuğu vardı, Muhammad isimli bir tüccar. Bu onlara kendisini Tanrının emri ile vaizci olarak, doğrunun yolcusu olarak tanıtıyor ve onlara İbrahim’in Tanrısını öğretiyordu. Bilgiliydi ve Musa’nın hikayesini/tarihini iyi biliyordu. Emir yukardan geldiğinden, tek kişinin otoritesi altında yasalar birliği ve, önemsiz kültleri bıraktıkdan sonra, İbrahim’e vahyeden Canlı Tanrı’ya (DMA: ?) geri döndüler. Muhammed onlara; ölü hayvanlardan yememelerini, şarap içmemelerini, yalan söylememelerini ve zina yapmamalarını şart koştu. Ve ekledi: “Tanrı bu ülkeyi sonsuza dek İbrahim’e ve onun soyuna bağışladığına söz verdi. O, İsrail’i severken, sözünde durdu. Şimdi ise siz, siz İbrahim’in oğullarısınız, Tanrı sizinle, İbrahim ve soyuna verdiği sözü gerçekleştiriyor. Sadece İbrahim’in Tanrısını sevin, Tanrı’nın sizin babanız İbrahim’e verdiği kendi bölgelerinize sahip çıkın, kimse size savaşla karşı koyamaz.](108) Böylece Weiwlay’dan (F. Macler’de Ewiwlay, R.W. Thomson’da Ewila) Shur’a (DMA: Havilah’dan Shur’a) kadar ve Mısırın karşısında toplandılar. İlk atalarının ırkı gereği, 12 boya ayrılmış halde Paran Çölünü terkettiler. Kabilelerindeki 12 000 İsrailoğlunu, kendilerini İsrail’in bölgesine götürebilmeleri için, her boya 1000 kişi verilerek ayırdılar. Atalarının düzeni gereği, konaklama yerinden konaklama yerine göç ettiler: Nabeuth, Keda, Abdiwl, Mosamb, Masmay, İdowmay, Mase, Koldat, Theman, Yetur, Naphes ve Kedmay (Tekvin 25, 13-15, Yazar. (DMA: Yazar = Suermann)). Bunlar İsmail’in boylarıdır. Rabbath Moab’a, Reuben’in hükmettiği bölgeye, yönlendiler. Çünkü yunan ordusu Arabistan’da kamptaydı. Onlara aniden saldırdılar, kılıçtan geçirdiler, Heraklios’un kardeşi Theodoros’u püskürttüler ve Arabistan’a geri döndüler. İsmail’in oğulları, halkından geriye kalanların hepsi, birleşmek üzere biraraya geldiler ve büyük bir ordu kurdular. Daha sonra yunan imparatoruna bir mesaj gönderdiler. Mesajda “Tanrı bu toprakları babamız İbrahim’e ve ondan sonra onun soyuna miras verdi. Onu bize barış içinde devredersen, bizde senin hükmettiğin bölgeye girmeyiz. Aksi takdirde, gaspettiğin yerleri senden fazlasıyla geri alırız.” İmparator, beklenilen cevabı vermeyip, reddetti: “Ülke bana aittir. Senin mirasın çöldür. Git barış içinde kendi ülkene.”(109)

Sanal-Sebeos tarihcesinde epey ayrıntıya değiniyor. Bunun üzerine Suermann, konumuzla ilgili, fikir bildiriyor: “Yazar İslamın ortaya çıkışı hakkında bilgiye sahip(110).” Ama yine de üzülerek tespit ediyor: “... Yer isimleri zamanın coğrafyasından çok İncil anlatımına uygun. Sebeos’daki Arabistan; Sina Yarımadası’nın doğusundan Ölü Deniz’in diğer tarafına kadar olan bölge. Burası; Arap Yarımadası değil, Havari Paulus’un Arabistan’ı. Sabeos’a göre arapların ortaya çıktığı ülke Paran Çölü. Ama bu yorum o zamanın olayların coğrafyasını yanlış anlamaya sürüklüyor(111).”

Suermann’a göre coğrafi “doğru” anlayış geleneksel anlatımın anlayışı olsa gerek. 9. yüzyılın bu iddiasını bir tarafa bırakırsak, Yazar İncil’in anlatımı yönünde, Tekvin 25, 12-18’in verilerine göre hareket ediyor. Yani “İsmail’in Çocukları” hakkında “yeni/değişik” bir bilgiye sahip değil. Tarihi olaylar hakkında prensip bilgisi de bir o kadar az. Yahudilerin araplarla birlik kurması, kendi 12 boylarını, Tekvin 25, 13-15’e göre ismaililerin yine 12 olan boyu ile birleştimeleri, bunlarla büyük bir ordu kurmaları, tarihin akımı ile tamamen çelişkili. Bu anlatıma, “Medine Vesikası”nın “Yahudiler ve müslümanlar bir birlik oluşturur”(112) anlatımına atfederek, bir tarihsellik kazandırma çabası tarihsel bir cesaret ister. Burada bir masala diğer bir masal ile –Medina Vesikası çok sonraların ideal tasarımıdır- tarihsel gerçeklilik kazandırılmasına yardım ediliyor.

Yine de bu yorumun tarihi bir arka planı var. Yahudiler (ve hristiyanlar) 6. ve 7. yüzyılda kıyamet beklentisi içinde olduklarından, arapların yönetime geçmiş olmaları, yahudilerde bir süre kıyamet ümitlerine kapılmalarına neden oldu (Bir yahudi apokalypsesi arap egemenliğindeki yahudi ümitlerini tasdikliyor. Bak yukarda 2. yazı(113)). Tanrı tarafından gönderilen arapların yardımıyla yunanlıların –Heraklios anti yahudi bir programı savunuyordu- yenilme ihtimali mümkün hale olmuştu.

Araplarla yahudilerin Heraklios’un kardeşi Thodorus’a karşı zaferinin anılması, tarihi olayları tersine çevirme çabasıdır: Theodorus zeki bir propaganda ile, Bizans tarafından şimdiye dek hayal kırıklığına uğratılmış olan arapların, en başta Gassanilerin, orduları ile birlikte, perslere karşı savaşta, kardeşi Heraklios’a destek vermelerini sağlamıştı. Theodorus’un arap orduları ile bağlantısı doğrudur. Koalisyonlar politikası ama tersineymiş gibi anlatılıyor.

Yazarın tarihi bağlantılar hakkındaki çok az olan bilgisi “Heraklis Tarihi”nin 30. bölümünde de belli oluyor: İsmaililerin aktiviteleri ile ilgili bütün ayrıntılar, yer yer kral Amr (Ömer?) yönetimi altında, ya muğlak veya yanlış. “Söylenebilecek tek doğru şey, arapların ülkeyi Bizans’dan devraldıklarını yazarın biliyor olması ve savaşlarla ilgili bazı anlatımlar veya dedikodular duymuş olması.(114)”. Başka bir şey yok.

Sanal-Sebeos 37. bölümde arapların kendi aralarında kanlı savaşlar yaptıklarını belirtiyor. Ama yer ismleri belirtmeden ve açıklama yapmadan. Ama bunlar Muawiye zamanında bitmiş: “Onları emri altına aldıktan sonra, İsmail’in oğullarının bütün mallarını yönetti ve hepsi ile barıştı(115).” Burada Muawiye’nin araplararası barışın oluşmasındaki rolü doğru veriliyor. Bu noktadaki bilgi 30. bölümdekilerden daha doğru. Yani oradaki İncil teologunun yazarından kaynaklanmıyor. Yine de, bu noktada daha fazla veri olmadığından, önce ve sonra zamanlarının tesbitleri mümkün değil. Bu satırlarda, arapların başka bir dinin mensubu olduğu anlatımı bulunmadığına dikkat çekilim.

Sebeos’un, 30. bölümdeki tamamen İncil teolojisine dayanan anlatımı, Muhammed’in vaizleri ve anlatımılarıyla çelişkili(116). Eski Ahit dışında bilgiler ön plana çıkıyor, her şeyden önce peygamberin ismi. Bu yüzden, eski bir yazıya, daha sonraların yorumlarının eklenmiş olduğunu kabul etmemiz gerekiyor. Yazının eski hali, Danyal geleneği doğrultusunda, kıyametin yakında başlayacağı anlamında, Tekvin’in bazı satırlarından yardım alarak anlatıyor: Yahudiler, kıyamet beklentisi yönünde, savaşarak Filistin’e el koymak için toplanıyor. Bu amaçla, Tekvin kitabındaki İsmail’in Paran Çölündeki oğulları olarak yorumlanan araplarla birleşiyorlar. Muawiye zamanında, olası bir konsept.

Muhammed hakkındaki verilere ama, çok sonraların eklemeleri olarak baktığımızda, 30. bölümün anlatımdaki gariplik anlaşılır oluyor: Kıyamet belirtisi olarak yahudi ve arapları bir araya getirmeyi amaçlayan, İncil apokalypsesine dayanan tarih yorumu içerikli eski bir yazma, bir kopyacı veya yeni bir redaktör tarafından kendi amaçlari için kullanılıyor.

Bunları; muhammed teriminin artık tarihselleştiği -ama Arap Yarımadası ile henüz hiç bir ilişkisinin olmadığı- ve muhammed’in vaizci ve tüccar olarak algılandığı bir zamana yerleştirebiliriz. Zaman olarak da, Muhammed isminden dolayı, 8. yüzyılın yarısına ve artı/eksi 20-30 yıllık bir zaman aralığına. Yazmadaki Muhammed’in vaizinde “ölü hayvanlardan yememeleri, şarap içmemeleri, yalan söylememeleri ve zina yapmamaları” şartları belirtiliyor. Kuran’da da bulunan bu kurallar –şarap yasağı daha sonralarıydı- “çok bilgili” olan Muhammed’in teolojik konsepti ile tamamlanıyor: İbrahim’in Canlı Tanrısı (DMA: ?) vahyiyle(118), “yasaların birliği”yle, önemsiz kültlerin terkedilmesiyle, Muhammed’in yahudilere vaadettiği –ki doğru değil- “Tanrı’nın babanız İbrahim’e verdiği” Filistin hakkında hak talebiyle.

Bazı notlar

Bu peygamberin tüccar olması -Kuran’da değil ama siyerde de geçer-, eski bir geleneğe göre, Arabistan’ın güneyinde hristiyanlığın yerleşmesi anlatımına dayanıyor olabilir. Buna göre; bir tüccar Hira’da hristiyan olur ve dönüşünde Najran’da misyonerlik yapar(119). Seert Kroniği’ndeki, Diofizizm Tarihi de denir, 6. yüzyıla işaret eden şu bölüm bulunuyor:

Yezdegard çağında, Yemen’deki Najran’da, Hannan adında, bölgede iyi tanınan bir tüccar vardı. Bir gün ticaret işlerinden dolayı İstanbul’a gitti ve (daha sonra) ülkesine geri döndü. Bundan sonra da İran’a gitmek niyetindeydi. Hira’ya geldiğinde sık sık hristiyanları ziyaret etti ve onların öğretilerini öğrendi. O vaftiz edildi ve bir süre orada kaldı. Daha sonra ülkesine döndü ve insanları inancını kabul etmeye davet etti. Kendi evinin halkını ve memleketinin ve çevresinin çok insanını vaftiz etti. Daha sonra, kendisine bağlı olanların yardımıyla, Himar halkını ve Etiyopya’nın komşu bölgelerini vaftiz etti(120).

Diofizm Tarihi 11. yüzyılın ilk yıllarında yazıldı. R.Tardy ama, Najran konusu verilerinin Himyarit’lerin çok eski bir kitabından alınma olduğunu ve tarihsel olarak gerçekliği olduğu görüşünde(121). Her halükarda; bu vaizci bir arap tüccarı hikayesi, hem Sanal-Sebeos’da hem de Siyer’de, bu mesleğin Muhammed’e atfedilmesini açıklayabilir. Ve aynı zamanda; 9. yüzyılın anlatımındaki Muhammed’in Hira Dağı’nda vahiy alma olayı, yukardaki anlatımdaki tüccarın yeni bir din edinmesindeki yer isminden kaynaklanıyor olabilir (DMA: Siyeri’in Hira Dağı = Lakmitlerin Hira şehri anlamında).

Sanal–Sebeos’daki Muhammed anlatımı bu vaizciye ve öğretisine sempati duyuyor. Aynı zamanda ama yasa ve yahudilerin Kutsal Topraklar’daki hakları vurgulanıyor. Yine vaizinde, yahudiler için pozitif olan motifler (şarap harici) dikkat çekiyor. Bu ve benzer önermelerin bir hristiyan yazmasında bulunması garip duruyor. Yazarını hristiyanlar veya müslümanlar arasında aramak doğru değildir. Sonuncusu; kutsal toprakları yahudilere tanrıdan tasdikli bir mal varlığı olarak verecek değil herhalde. En yakın fikir, o bölümlerin yazarının –en erken 8. yüzyılın ilk yarısında yaşamış- bir yahudi olduğunu kabul etmek olabilir(122). Arap egemenliğini ve öğretisinin ana hatlarını yahudi gözüyle yarumlayıp, yunan egemenliğine yeğleyen ve sonra da “bilgisi” dolayısıyla Muhammed’den yahudi hakları talep eden birisi.

Başka bir bölümde yahudilerin bir süre barış içinde yaşadığı ve Süleyman manastırını tekrar kurma kararında oldukları belirtiliyor. Haceriler/ismaililer ama bu ibadet yerine yahudilerden alırlar ve kendileri için kullanırlar(125). Bu bölüm Kubbetüs Sahra (DMA: Kaya Kubbesi) yapımı (veya yapım niyeti) hakkında bilgi gerektiriyor.

Sanal-Sebeos’da geçen, Muawiye tarafından İmparator Konstans’a gönderildiği söylenen mektup “İsa’yı reddet, benim de inandığım, babamız İbrahim’in tanrısına inan.” der. İsa kendisini dahi yahudilerin elinden kurtaramışken, nasıl olurda Bizans’ı Muawiye’nin elinden kurtarabilir? anlamında devam eder(124).



Kapıya kilit, kilide miftah
Dervişe hırka, hırkaya külah


Sevgiler
Link to post
Sitelerde Paylaş
8. yüzyıla dek bu bölgede yaşayan hristiyanlar, hem yaşamlarından dolayı hem de misyonerlik görevlilerince, geriye yeteri kadar literatür bıraktılar(1). Bu literatürde ama “İslam egemenliği altındaki” Hristiyanlığın durumu geçmiyor. Belki literüt türleri bu duruma bir açıklık getirebilir: teolojik etütler, vaizler, mektuplar, kronolojiler, kilise raporları, filozofik yaılar vs. Eğer bütün bu yazılar İslam egemenliği altında oluşsaydı, zamanın durumuna ayna tutması gerekirdi. Mesela monoteletismus ve monoenergetismus vs. konusunda şevkle konuşmayı, tartışmayı seven rahip ve piskoposların –ki bazılarının ömrü yollarda geçmiş- bütün Hristiyanlığı tehdit eden, yörenin ve zamanın egemenleri tarafından propagandası yapılan yeni bir dinden bahsetmemesini anlamak mümkün değil.

özellikle bu kısım dikkat çekici ve cevaplandırılması gerekmekte..

Link to post
Sitelerde Paylaş
  • Konuyu Görüntüleyenler   0 kullanıcı

    Sayfayı görüntüleyen kayıtlı kullanıcı bulunmuyor.


Kitap

Yazar Ateistforum'un kurucularındandır. Kitabı edinme seçenekleri için: Kitabı edinme seçenekleri

Ateizmi Anlamak
Aydın Türk
Propaganda Yayınları; / Araştırma
ISBN: 978-0-9879366-7-7


×
×
  • Yeni Oluştur...