Jump to content

ateistdusunce

Sadece Ateistler Grubu
  • İçerik sayısı

    4.863
  • Katılım

  • Son ziyaret

İletiler bölümüne ateistdusunce kullanıcısının eklediği dosyalar

  1. 6 hours ago, mirasyedi said:

    Drake denkleminde çok bilinmeyen var.

    Bu denklem ile samanyolunda yaşam olasılığı hesaplanamaz.

     

     

    Konu hesaplanamayan ,olası  ihtimaller değil , konu bu uzaylılar ile nasıl anlatabiliriz zira bizimle iletişime geçmek için hiç bilmediğimiz bir yöntem kullanabilirler.

     

    Benzer durum yazıyı hiç bilmeyen biri içinde geçerli mesela bir mağara adamı yazılı kağıdı ne derece anlar ,insan yazdığını bilebilir ? 

     

    Aynı durum verilen örnek içinde geçerli biz onu insanın yazdığını önceden deneyimlemis olmasaydık onu insanın yaptığını bilebilir mıydık ?

  2. On 15.12.2019 at 21:36, akılsızşuursuzatom said:

    ama videoda  zaten  bunun da  örneği  verilmiş  odaya  girdiniz  üstünde  ali  yazan  bir  kağıt  görünce  yazanı  görmeseniz  tespit edemeseniz bile  yazan  birinin  olduğunu  düşünürsünüz.Hatta  sadece  yazan  değil  yazması  için  o  kişi de  akıl  güç ve  irade  olması gerektiğine hemen  kani  olursunuz.Bu anlamda  dna  da ki  muazzam  bilgi  ve  tarzı  her şeyin  nasıl  olduğunu bilim bize  açıklamıyor.Sadece  sırasını  belirtiyor. 

    Öncelikle merhaba , verdiğiniz örneği başka açıdan incelemek gerekir. 

    Odada bir yazı görüyorsunuz ve bunu birinin yazdığına ikna oluyorsunuz . Doğrudur bu mümkündür sebebi ise bu konu ile ilgili deneyim ve gözlemlerinizin etkisi vardır . Yani bu konu ile ilgili deneyiminiz bulunmaktadır. 

     

    Farklı konudan gidelim ki benzer durumu değerlendirmiş olalım .

    Drake denklemini ele alalım 

     

    Evrende canlı yaşamına dair bu kadar ihtimal varken ;

    Enrico fermi ' nin ifadesiyle

     

    " Herkes nerde ? " 

     

     

    Uzaylılar bize mesaj gönderiyor ancak bir karınca bizi nekadar anliyorsa bizde bu mesajı o kadar anlıyor olabiliriz yani hiç anlamiyoruz. 

     

    Sebebi ise bu konu hakkında bilgimiz ,gozlemimiz ve deneyimimizin olmamasıdır.

    Peki ya odadaki yazı hakkında bir deneyimimiz olmasaydı gene birinin yazdığını iddia edebilecek mıydık ?

     

  3. Düzeltme yapmak istiyorum sanırım tam anlaşılır olmadı. 

     

    Sizi Ahmet fizik yasaları ile etkiliyor .

     

    Ancak siz Ahmetten farklı olarak bir kaç fazla fiziksel yasaya daha tabiisiniz. Ancak Ahmet bunları hiç bilmiyor ,görmedi  ve bu yasalardan  etkilenmedi .

     

    Ahmet için bu  fazla yasalar yoklar ,Ahmete bu yasaları kanitlayamazsin .

     

    Tanrı da benzer şekilde bizi maddesel olarak etkilemeli . Etkilediği durumlarda tanrı bizden etkileniyor da olacak bu durumda tanrı bizim gibi madde olacak ancak etkilenmeyen kısımları bizi etkileyemez.  ( Siz bu tanrı her şeyi yapar diyebilirsiniz.) 

    Ancak ortada başka sorun var bunu kanitlayamazsin . Yani madde ötesi sorun teşkil ediyor .bizimde madde ötesine geçmemiz gerekiyor .

     

    İşte tam bu kısımda insanoğlu kendine kanitlanamayan ruh kavramını entegre ediyor .

     

     

  4. 9 hours ago, mirasyedi said:

    Bilinmeyen şeyin içine herşey girer.

    X  yaptı demek ile tanrı yaptı demek arasında fark yoktur.

    X gösterdikten sonra bu tanrı değildir diyebilirsin.

    ayrıca olgulara bütüncül bakmak ile parçalarına ayırıp bakmak arasında fark var.

    Bisikleti parçaların ayırıp bu parçalara bisiklet denilemez, ama parçaların hepsi bir araya gelince bu bisiklet denilir.

    parçalar bütünün özelliklerini taşımazlar.

     

     

    Maddesel evrenin bir sonucu olarak  evrenin içindeki maddeyi etkilemek için ona entegre olan her olgu onu fiziksel güçler ile etkileyebilir olduğu gerçeğidir.

     

    Mesela yer çekiminden etkilenmeyen bir madde düşün bu seninle elektromanyetik kuvvet ile etkilesiyor yada diğer temel kuvvetler ile .

     

    bunun yer çekimi ile fiziksel etkileşimde olduğunu soyleyemezsin. 

    Kanitlayamazsin .

     

    Bu şu demek bu madde için yer çekimi yoktur. 

     

    Buradaki x maddeden ibaret yanlız nasıl bir şey ,yoğunluğu vb. Gibi durumlar hakkında bilgimiz yok sadece bizi etkiliyor  bunun farkındayız.

     

    Peki ya tanrı?

     

  5. 14 hours ago, mirasyedi said:

    Olayları gözlemlenebilir ölçülebilir olgular ile açıklamayınca gözlemlenemeyen ölçülemeyen olgu ilave ediyoruz.Bunlara gizli değişken deniliyor.
    Karanlık madde, karanık enerji,einsteinın kuantum mekaniğini açıklamak için var kabul ettiği pilot dalga vb şeyler. 

    sonsuz yaşam arzum yok.
    Bilimde olayları gizli değişkenler ile açıklayıp tanrıyı gizli değişken kabul etmemek bana  saçma geliyor.

     

    Bilimdeki henüz bilinmeyen ancak etkileri hissedilen,deneysel olarak etkileri gozlemlenebilen durumlar ile deneysel olarak gozlenmelemeyen ,etkileri hissedilmeye bir varligi aynı kefeye nasıl koyabiliyorsunuz?

  6. 17 hours ago, mirasyedi said:

    1-Gizli değişkenler varsa bu gizli değişkenler içinde tanrı var olabilir mi?(deney ve gözlem araçlarının sınırları gizli değişkenleri bulmamıza engel olabilir)

     

    2-Gizli değişkenler yoksa tanrı kopya taneciklerin  eşzamanlı birbirlerini taklit etmesinden faydalanıp bulunduğumuz evrene müdahele edebilir mi?(Aslında bu varsayımda gizli değişken sayılır:BELL deneyi hakkında bilgim yok.Gizli değişken yokluğunu ispatı olarak bu deneyi gösteriyorlar)

    https://evrimagaci.org/kuantum-dolaniklik-5208

     

    Gözlemleyemiyorum ölçemiyorum o halde Tanrı  kesinlikte yoktur dememe engel bu sorular.

    Gizli değişken nedir açabilir misiniz? 

    Mesela sahte parçacık sicramalari gibi bir şey mi? 

     

    Ayrıca tanrının öneminin farkındayım ,bir tanrı olsun istermiydim orası tartışılır .zira bu istedigimizin tam karşılığı aslında sonsuz yaşam arzusu sanırım .

     

    Yani sonsuza dek yaşayacağımızı düşünürsek bir tanrı ihtiyacı olur muydu ? 

    Yukarıdaki soruyu genisletirsek 

     

     

    Bir şey yaratıp yaratmamamiz çok önemli değil burada .hiç  ölmeyecegini bilmek tanrıya gene de ihtiyaç duymamiza sebep olur muydu ?

  7. Yapay zeka hakkında düşünceleriniz nelerdir ? 

     

    Kişisel görüşüm yapay zekanın insan ırkı için çok tehlikeli sonuçlar doğuracağı yönündedir. 

     

    İlk sorun başlangıçta işsizliğin artması daha sonra yeni iş kolları açılacak elbet ancak bu kısmı da robotlar çabucak dolduracaktır. 

     

    İnsan oğlunun en büyük sorunu olan açlık ve zenginlerin artık fakirlere ihtiyacı kalmaması sebebiyle büyük sorunlar yaşanacaktır .

     

    Pek tabi ki yapay zekaya yetişmek için insanlar kendilerini bir nebzede olsa cyborg (yarı robot ) yapmak zorunda kalabilirler  ki büyük ihtimalle olacak .

     

    Güç ve iktidar hırsı ile birlikte yapay zeka robotlar sayesinde insanlar rahatlıkla sindirilebilir hale gelecek  ve köle sınıfı oluşturulabilecek (tabi bu iyi ihtimal ) yada gereksiz olarak bu duygusuz robotlar tarafından katledilecek 

     

    Robotlardan korkan insanlar robotlara saldırabilir buda öğrenme sonrası yapay zeka dan  kurtulmak isteyen büyük ve cahil kitle nedeniyle insan irkini gereksiz ,zararlı görebilen robotların ortaya çıkmasına neden olabilir. 

     

    Tabi öngörüler sıralanabilir .

     

    Ben genel olarak yararindan çok zararına değindim her halükarda sanırım etrafımızda gelişmiş uygarlık gormememizin nedeni bu. gelişmiş türler kendini yok etmeye meyilli oluyor.

     

  8. Bilinç ilginç bir konu herkes güzel yerden yakalamış.

     

    Bilinçli eylem yaptığının farkında olmak değil midir ? Bu durumda bu eylemi hesaplayan ,kaydeden ,deneysel olarak yerine getiren bir beyin lobu ;bilinç dediğimiz yada benlik dediğimiz seyi bu kavrami yanılsama olarak bile ortaya çıkarmış oluyor.

     

    Farkindaligin farkındalığı üzerine bir tartışma . Hala devam ediyor.

     

  9. Eskiden ortam daha kaliteliydi. Şuan herkes birbirine hakaret eder olmuş. 

    Burdan postu hazırlayan arkadaştan özür dilerim. Tartışmak güzel bir şey doğru bildiklerimiz gerçek kanıtlar üzerine yada mantık üzerine carpismali .

     

     

    Şimdi biz bunu güneş olarak ele alırsak ardından gelen ayetler mantıken biraz anlamsizlasir.

     

    Kaynak

     

    https://www.kuranayetleri.net/murselat-suresi

  10. Karanlık maddenin bulunmadığı tahmin edilen galaksi keşfedildi.

    Kümeler halindeki yıldızların galaksinin her yerini kapladığını, galakside karanlık madde için bir boşluk bulunmadığını ifade etti. Van Dokkum, galakside sadece halka şeklindeki yıldızların ve yıldız kümelerinin bulunduğunu söyledi.

    Galaksinin tam bir gizeme sahip olduğunu belirten van Dokkum, NGC1052-DF2'yi araştırmaya devam edeceklerini kaydetti.

    Araştırmanın detayları "Nature" dergisinde yayımlandı.

    Evrendeki toplam madde miktarının yaklaşık yüzde 84'ünün karanlık madde olduğu düşünülüyor. Karanlık maddeyi oluşturan parçacıkların niteliği, günümüzde hala tartışma konusu. Pek çok araştırma grubu, karanlık madde parçacıklarını belirlemek için çalışıyor.

    Karanlık madde, kozmoloji ve astronomi ile ilgili gözlemleri açıklamak için öne sürülen bir madde türü. Karanlık madde parçacıkları, ışıkla etkileşmediği için doğrudan gözlemlenemiyor ancak çevrelerinde sebep oldukları etkiler sayesinde varlıkları anlaşılabiliyor.

  11. Sorunun net bir cevabı yok .

    Virüsler hücre dışında kendini koruyucu protein kılıfına,kılıf içinde ribozoma ve enzimlere sahip bir canlı/cansız varlık . Virüslerde bu kılıf ve enzimi sentezlemek için   ,tek sarmal Rna,çift sarmal Rna ve Dna ' da  protein sentezinde rol alan kodon ve lokuslar bulunmakta . Bu kodonlar sayesinde protein kılıfı ve enzim üretimi yapan bir virüs hücre zarını delerek hücre içine girerek bu ortamda Dna yada mRna' ya tutunarak kendini  kopyalama eylemini gerçekleştiriyor .

     

    Bazı virüslerde ; ribozom ,protein sentezi ve enzim kodları bulunması bunların prokaryottan evrilme olduğunu ortaya koyabilir.

     

    Benzer şekilde tam tersi olarak hücre ici gibi bir ilkel çorbanın virüs gibi bir canlının gelişiminde , viroid'ten ilkel proteinleri kullanarak evrimlesmesinde yardımcı olmuşta olabilir .

     

    Her iki seçenekte olası görülmektedir.

  12. 12 minutes ago, haci said:

    Bunlar virusları açıklayan hipotezler.. Teori bile değiller. Yani her hipotez birden fazla teori ile açıklanabilir.

    Boş işlerle uğraşıyorsun Anibal...

    Son yıllarda virusların kendi başlarına buyruk canlılar oldukları konusunda bir takım iddialar ortaya atıldı ise de, onlar yeterince destek bulmuyor.

     

    Viroidler ,virüs dünya hipotezini desteklemektedir .

     

    Benzer  durum  basit yapılı primer yada tersiyer bir proteinin bileşik yapılı ,türev proteinlere  dönüşmesi türev proteinler gibi proteinlerin ire prion oluşturması  . 

    Benzer protein evrimidir .

  13. 28 minutes ago, Omnipotent said:

    Peki mitokondirinin yapısıyla bakterilerin yapısı benziyor mu ? Bunun benzerliğiyle ilgili bir çalışma var mı ?

     

    Kloroplast için de "en ilkel göz" veya canlıların optik yapılarının en ilkel atası deniyordu .. Bu doğru mu ? Neticede güneş ışığını emiyor ..

    Kloroplast ilkel siyanobakterilere ,mitokondri ilkel prokaryot bakterilere benzemektedir .

     

    Bütün organellerin sindirilemeyen prokaryotlardan geliştiği ve değiştiği  üzerine çalışmalar yapılmaktadır 

     

  14. Endosimbiyoz kuramı bu hipotezi desteklemektedir. Hem kloroplast  hemde mitokondri ökaryotik hücreye sonradan girdiği bu nedenle kendine özgü DNA' ya sahip olduğu düşünülmektedir. Bu kapsamda ökaryotik hücrede mitokondri üzerinde yapilan deney ve incelemeler bulunmaktadır . Mitokondrinin üremesi hücre kontrolünde gerçekleşirken bazı durumlarda hücreden bağımsız üreme yoluna gittiği ve hücrenin mitokondri üremesini kontrol altına almak için fazla mitokondriyi hidrolize uğrattığı görülmüştür.

  15. Neredeyse tüm hücreler, zarlarının ötesine proton (hidrojen iyonu) pompalayarak “nefes” alır. Moleküler biyolog Leslie Orgel’e göre bu, biyolojide Heisenberg, Schrödinger ve Einstein’ın  ortaya attığı sıradışı fizik fikirleri ile kıyaslanabilecek tek düşüncedir. Uçuk İngiliz biyokimyacı Peter Mitchell öncülüğünde ve kendi laboratuvarında geliştirilen bu fikir, 20 yıldan uzun bir süre boyunca tartışmalı olarak kaldı. Bu dönem (solunumdaki ATP sentezi mekanizması olan “oksidatif fosforlanma”ya istinaden) “oks-fos savaşları” olarak bilinir. Çekişmeler, ancak Mitchell’ın 1978’de Nobel Ödülü almasıyla sona ermiştir.

    Burada bir ironi var. Mitchell’ın Nobel’i kimya dalındaydı; ama düşünceleri aslında kimyanın elenmesine ilişkindi. Nasıl ki genetik kodenformasyonun kimyayı aşmasını sağladıysa, Mitchell’ın proton değişim dereceleri de, hücresel metabolizmanın kimyayı aşmasını sağlıyordu. Proton değişim derecelerinin (proton gradyanlarının) kullanılması, yaşamın başlangıcına ilişkin bir anlayış sunmakla kalmayıp, 4 milyar yıllık evrimsel süreçte sadece bir kez gerçekleşen karmaşık ökaryotik (çekirdekli) hücrelerin evrimi olayına da ışık tutuyordu.

    Hücrelerin Nefes Alışı

    Hücrelerimiz besini oksijen ile yakar ve ATP (yaşamın evrensel enerji birimi) biçiminde salınan enerjiyi korumayı başarır; bu sürece aerobik solunum denir. Hücreler bunu nasıl yapar ve nasıl yapmayabilirler?

    1940’lı yıllarda Efraim Racker hücrelerin oksijen yokluğunda, glukozun parçalanmasından az miktarda enerji topladığı mekanizmanın farkına vardı. Glikoliz adı verilen bu olayda, ATP oluşturmak için şeker moleküllerinden fosfat grupları doğrudan ADP’ye aktarılır. Tüm süreç saf kimyadır. Bir molekülün diğeriyle tepkimesi ve böylece stokiyometri yasalarına uyması söz konusudur. Yani denklemleri dengeleyebilirsiniz. Bekleneceği üzere, Racker ve arkadaşları derhal bu kavrayışlarını, niceliksel olarak çok daha önemli bir süreç olan aerobik solunuma aktarmayı denemişlerdir. Aerobik solunum, ATP’mizin %80’den fazlasını sağlar.

     

    Hücreler Neden Proton Derecesine Bağlı Çalışır?

    Neredeyse tüm hücreler, zarlarının ötesine proton (hidrojen iyonu) pompalayarak “nefes” alır. Moleküler biyolog Leslie Orgel’e göre bu, biyolojide Heisenberg, Schrödinger ve Einstein’ın  ortaya attığı sıradışı fizik fikirleri ile kıyaslanabilecek tek düşüncedir. Uçuk İngiliz biyokimyacı Peter Mitchell öncülüğünde ve kendi laboratuvarında geliştirilen bu fikir, 20 yıldan uzun bir süre boyunca tartışmalı olarak kaldı. Bu dönem (solunumdaki ATP sentezi mekanizması olan “oksidatif fosforlanma”ya istinaden) “oks-fos savaşları” olarak bilinir. Çekişmeler, ancak Mitchell’ın 1978’de Nobel Ödülü almasıyla sona ermiştir.

    Burada bir ironi var. Mitchell’ın Nobel’i kimya dalındaydı; ama düşünceleri aslında kimyanın elenmesine ilişkindi. Nasıl ki genetik kodenformasyonun kimyayı aşmasını sağladıysa, Mitchell’ın proton değişim dereceleri de, hücresel metabolizmanın kimyayı aşmasını sağlıyordu. Proton değişim derecelerinin (proton gradyanlarının) kullanılması, yaşamın başlangıcına ilişkin bir anlayış sunmakla kalmayıp, 4 milyar yıllık evrimsel süreçte sadece bir kez gerçekleşen karmaşık ökaryotik (çekirdekli) hücrelerin evrimi olayına da ışık tutuyordu.

    Hücrelerin Nefes Alışı

    Hücrelerimiz besini oksijen ile yakar ve ATP (yaşamın evrensel enerji birimi) biçiminde salınan enerjiyi korumayı başarır; bu sürece aerobik solunum denir. Hücreler bunu nasıl yapar ve nasıl yapmayabilirler?

    1940’lı yıllarda Efraim Racker hücrelerin oksijen yokluğunda, glukozun parçalanmasından az miktarda enerji topladığı mekanizmanın farkına vardı. Glikoliz adı verilen bu olayda, ATP oluşturmak için şeker moleküllerinden fosfat grupları doğrudan ADP’ye aktarılır. Tüm süreç saf kimyadır. Bir molekülün diğeriyle tepkimesi ve böylece stokiyometri yasalarına uyması söz konusudur. Yani denklemleri dengeleyebilirsiniz. Bekleneceği üzere, Racker ve arkadaşları derhal bu kavrayışlarını, niceliksel olarak çok daha önemli bir süreç olan aerobik solunuma aktarmayı denemişlerdir. Aerobik solunum, ATP’mizin %80’den fazlasını sağlar.

    Fakat aerobik solunumla ilgili bariz sorunlardan biri, dengelenmemesidir. Tüketilen her oksijen molekülü başına tam olarak ne kadar ATP üretilir? Miktar değişir ama yaklaşık olarak 2,5 ATP molekülü civarındadır. Glukoz başına ATP miktarı ise yine değişken olmakla beraber 28-38 arasındadır.  Aerobik solunum stokiyometrik değildir; dolayısıyla aslında kimya değildir. İşte yüksek enerjili bir kimyasal aracı (glukozun oksidasyoundan gelen enerjiyi ATP oluşturmak için aktarabilen bir molekül) bulma çabalarının başarısızlığa mahkum olmasının nedeni budur.

    Böyle bir aracı yerine, Mitchell zardan geçen bir proton değişim derecesi (proton gradyanı) önermiştir: Proton harekete geçirme kuvveti. Hidroelektrik bir baraja benzer şekilde çalışır. Besin oksidasyonu ile salınan enerji, protonları zardan (baraj) karşıya pompalamak için kullanılır. Böylece etkisel olarak, zarın bir tarafında bir proton deposu oluşur. Bu zara gömülü olan şaşırtıcı protein türbinlerinden proton akışı, ATP sentezine güç sağlar; tıpkı mekanize türbinlerden akan suyun elektrik üretmesi gibi. Bu, solunumun neden stokiyometrik olmadığını açıklar: Bir derecelilik (gradyan), yapısı gereği derecelenmelerden oluşur.

    İnce Ayrıntılar

    Mitchell bazı ayrıntılar konusunda bütünüyle yanılıyordu ama genel kavrayışı doğruydu; hatta devrimseldi. Sözcüğün gerçek anlamıyla devrimseldi, çünkü ATP sintaz enzimi devir yapıyordu. Protonların zar türbinlerinden akışı, ATP sintazın sapını döndürüyor ve bu dönüşle tetiklenen uyuşumsal değişimler, ATP sentezini katalizliyor. Bu mekanizma ilk olarak Paul Boyer tarafından önerilmişti. Kendisi uzun süre boyunca mekanikler konusunda Mitchell’ın fikirlerini kabul etmedi ve bunda haklı olduğu sonradan John Walker tarafından x-ışın kristalografisiyle kanıtlandı. Boyer ve Walker, 1997 yılında Nobel Ödülü’nü paylaştı.

    Son 20 yılda gerçekleşen moleküler biyoloji alanındaki başarılar, 2010 yılında doruğa çıktı. Bir başka solunumsal kompleks olan devasa (bir proteine göre) kompleks I‘in kristal yapısı, Leonid Sazanov tarafından çözüldü.  Bir kez daha yapı, mekanizmayı ele verdi; bu kez dönel bir motor değildi ama daha da şaşırtıcı şekilde, bir buhar makinesinin pistonundan hiç de farklı olmayan bir kaldıraç mekanizmasıydı.

    f2_lane_v2.jpg

     

    Bakterilerde ve mitokondrilerde solunumla ilgili en büyük protein kompleksi olan Kompleks I’in x-ışın kristalografisi ile ortaya çıkarılan yapısı. Yapı (a), gösterilen piston mekanizmasına (b) işaret ediyor. Pistonun yerini değiştirmek, protonları üç ayrı kanaldan zarın karşısına itiyor. © 2010 Nature Publishing Group Efremov, R. G., Baradaran, R., & Sazanov, L. The architecture of respiratory complex I. Nature 465, 441–445 (2010).

    Bu ustaca başarıların yerilecek bir tarafı olmamakla birlikte, Mitchell’ı ilk olarak harekete geçiren sorular, şaşırtıcı biçimde yanıtlanmadan kaldı. Solunumun nasıl işlediğini neredeyse atomik ayrıntısıyla biliyoruz. Neden o şekilde işlediği hakkındaki bilgimiz ise çok daha az.

    Proton Harekete Geçirme

    Mitchell mitokondriler üzerinde çalıştı; çünkü bunu yapabilirdi. Mitokondriler, kolay izlenebilir bir deneysel modeldi. Ama soruya bakteriyel fizyolojinin bakış açısından yaklaştı: Bakteriler içlerini nasıl dışarıdan farklı tutar? Mitchell yaşamı boyunca solunumun ayrıntılı mekanizmasını bu çok daha geniş olan açıdan gördü: Zar proteinleri, zardan öteye gradyanlar yaratabilir ve bu gradyanlar da işe güç sağlayabilir. ATP sentezine güç sağlayan proton gradyanları, Mitchell için sadece bir özel durumdu.

    Protonların baskın rolünü pek tahmin edememişti. Hücreler her ne kadar sodyum, potasyum ya da kalsiyum gradyanları da oluştursalar, proton gradyanları daha önemliydi. Protonlar, mitokondrilerin yanı sıra bakteriler ve arkelerde de solunuma güç sağlıyordu. Proton gradyanları, tüm fotosentez biçimlerinde merkezi rol oynuyordu; ayrıca bakteriyel hareketlilik (ATP sintaza benzeyen dönel bir motor olan ünlü flagellar motoryoluyla) ve homeostasisde de (çoğu molekülün hücreye giriş-çıkışı doğrudan proton gradyanı ile bağlantılıdır) öyle. ATP üretmek için proton gradyanlarına gereksinimleri olmayan mayalandırıcılar bile proton pompalamaya güç sağlamak için mayalanmadan elde edilen ATP’yi kullanarak, proton harekete geçirme kuvvetini sürdürür.

     

    Kısacası, Mitchell protonların öneminin farkındaydı ama bu önemin derecesini pek tahmin edemedi. Peki ama neden protonlar? Çünkü onlar en baştan beri oradalardı, diyor NASA’dan yerkimyacı Michael Russell.

    Canlılığın Başlangıcındaki Proton Gradyanları

    Yaklaşık son 20 yıldır, yaşamın kökenine ilişkin anlayışımızda beliren yaklaşım değişiminde (paradigma kaymasında), Russel etkin bir kuvvet oldu. Cevher jeokimyası (çoğu cevher, hidrotermal baca sistemleri tarafından çöktürülür) geçmişi olan Russell, orta-Atlantik’teki modern Kayıp Şehir baca sistemine benzeyen alkalin bacaların, yaşam için ideal kuluçkalar olabileceğini öne sürdü. Bunlar sürekli olarak hidrojen gazı, karbon dioksit, mineral katalizörler ile birbirlerine bağlı mikro-gözenek labirenti (film benzeri zarlarıyla, hücrelere benzeyen doğal bölümler) sağlayabilirdi.

    f3_kelley_412145ab.2.jpg

     

    Atlantik Okyanusu’nda bulunan Kayıp Şehir’deki alkalin hidrotermal bacalar. Bunlar volkanik olmayan serpantinleşme süreci ile oluşmuştur. © 2001 Nature Publishing Group Kelley D. S. et al. An off-axis hydrothermal vent field near the Mid-Atlantic Ridge at 30° N. Nature 412, 145 – 149 (2001). All rights reserved.

    Alkalin bacalar, özünde, denge durumundan çok uzak bir durumda işleyen elektrokimyasal reaktörlerdir. Ama Russell’ın düşüncesinin en önemli öğesi, doğal proton gradyanlarında yatar. 4 milyar yıl önce alkalin akışkanlar, hafif asidik olan (CO2 düzeyleri bugünkünden yaklaşık bin kat daha yüksekti ve CO2 çözeltide karbonik asit oluşturarak, okyanusları hafif asidik bir hâle getiriyordu) okyanuslarda kabarcıklar oluşturuyordu. Asidiklik, proton derişiminin bir ölçüsüdür ve bu derişim okyanuslarda, baca akışkanlarında olduğundan yaklaşık dört mertebe (dört pH birimi) daha yüksektir. Aradaki bu fark, modern hücrelerin zarları ile aynı polariteye (dışı pozitif) ve benzer elektrokimyasal potansiyele (yaklaşık 200 mV) sahip olan baca zarları boyunca doğal bir proton gradyanına neden olur. 

    Russell uzun süredir, doğal proton gradyanlarının, canlılığın başlamasına güç sağlamada merkezi bir rol oynadığını  iddia ediyor. Elbette yanıt bekleyen büyük sorular var. Örneğin, ATP sintaz gibi yüksek teknolojili bir protein mekanizmasından yoksun olan ilk hücreler, gradyanları nasıl yüklemiş olabilir? Şu anda incelenen birkaç olası abiyotik mekanizma bulunuyor. Termodinamik görüşler ise canlılığın başlayabilmesi için tek yolun, proton gradyanlarını yüklemenin bir yolunun bulunması olabileceğini belirtiyor.

    Proton Gradyanları Neden Gerekli?

    Proton gradyanlarının gerekme nedeni kimyaya indirgenebilir. Yaşam, karbon dioksiti hidrojenler. Diğer bir deyişle, karbon dioksiti organik moleküllere dönüştürmek için canlılık CO2‘ye hidrojen atomları tutturur. Bunu yapmanın çok fazla yolu olmasına karşın, tüm canlılık sadece beş ana yol kullanır. Bunlardan biri dışında hepsi enerji harcar (örneğin, fotosentezde güneş enerjisi kullanılır). İstisnai durum ise antik bir yol olan “asetil-CoA” sürecidir. Bu süreçte hidrojen gazı bir dizi basamak yoluyla karbon dioksit ile tepkimeye girer. Bu süreç, hücre metabolizmasındaki en önemli moleküllerden biri olan pirüvata kadar egzotermiktir (yani ATP olarak yakalanabilecek enerji salar). Everett Shock’un sözleriyle bu süreç, yemeniz için üzerine para verilen ücretsiz bir yemek gibidir.

    Ama Russell ile birlikte çalışan William Martin tarafından dikkat çekilen bir sorun var. Günümüzde asetil-CoA yolunu kullanan tüm hücreler, proton gradyanlarına bağlıdır. Hiçbiri mayalanma (yani glikoliz kimyası) ile büyüyemez. Peki neden? Çünkü CO2 kararlı bir moleküldür ve hidrojene bile kolay kolay tepki vermez; termodinamik tepki vermesini söylese bile. Karbon dioksit bu açıdan biraz oksijene benzer: Tepki vermeye bir başladı mı, kolayca durdurulmaz; ama başlaması için bir kıvılcıma gerek vardır. Hücrelerin karbon dioksitin tepki vermeye başlaması için gerek duyduğu kıvılcım ATP’dir. Sorun şu ki, CO2 ile H2 tepkimesi enerji salar ama çok değil; sadece tek 1 ATP yapmaya yetecek kadar. Bunun anlamı, hücrelerin 1 ATP kazanmak için 1 ATP kaybetmeleri gerektiğidir. O halde net bir kazanç yoktur. Kazanç yoksa, büyüme de yoktur ve büyüme olmazsa yaşam da olmaz.

     

    Gradyanlar bu döngüyü kırar. CO2 ile H2 tepkimesinin 1 ATP yapmaya yetecek enerji saldığı tam olarak doğru değildir; aslında 1,5 ATP yapmaya yetecek kadar enerji salınır. Ama elbette 1,5 ATP diye bir şey yoktur; en azından stokiyometrik kimyada. Dolayısıyla tepkimeden artan enerji kimyasal açıdan yitirilir. Ama gradyanda böyle olmaz. İlkesel olarak, bir protonu zardan dışarı pompalamak için bir tepkime tekrar tekrar yinelenebilir. Yeterince proton biriktiğinde, proton hareket etme kuvveti ATP oluşumunu başlatır. Böylece bir gradyan, hücrelerin “bozuk para” olarak proton biriktirmesine olanak tanır. İşte dünyadaki tüm farkı yaratan budur.

    Karmaşık Yaşamın Kökeni

    Güçlerine rağmen protonlar da sorunlardan kendilerine düşen payı alır. Bu sorunlar, canlılığın neden 2 milyar yıl boyunca bir tekdüzeliğe sıkışıp kaldığını açıklayabilir. Günümüzde Dünya üzerinde bulunan tüm karmaşık yaşam türleri, belli bir karmaşık hücre tipinden oluşur: Ökaryotik hücre. Genellikle bakterilerden ve arkelerden çok daha iri olan ökaryotik hücrelerde bir çekirdek bulunur. Genomları da daha büyük olur ve ayrıca çok çeşitli özelleşmiş organellere (minik organcıklara) sahiptirler.

    İlginç olan şu ki, ökaryotlar sürekli olarak bitki, hayvan, mantar ve alg gibi büyük, karmaşık, çok hücreli organizmalar oluşturma eğiliminde olmuştur. Prokaryotlar ise daha büyük morfolojik karmaşıklığa evrilme yönünde çok az eğilim gösterir; biyokimyasal ustalıklarına rağmen. Peki neden? Olası yanıtlardan biri proton gradyanlarının kontrolü ile ilişkilidir. Tüm ökaryotik hücrelerin mitokondrilerinin olduğu ya da en azından bir zamanlar sahip olup, sonradan yitirdikleri anlaşılmıştır. Mitokondri olmadan ökaryot olmaz. Oksidatif fosforlama becerisi olan tüm mitokondrilerde, kendilerine ait ufak bir genom bulunur. Görünüşe bakılırsa bu genom, zar potansiyeli üzerinde kontrol sağlayabilmek için gereklidir. 5 nanometrelik zar boyunca 150 mV’luk bir zar potansiyeli, metre başına 30 milyon voltluk bir alan gücü verir; bu bir yıldırımınkine eşdeğerdir.

    f6_lane_fig6.jpg

     

    Ökaryotlarda ATP sentezinin gerçekleştirildiği mitokondriler. © 2010 Nature Education Courtesy of Mark Farmer (D) and Richard Allen (E).

    Bu devasa elektrokimyasal potansiyel, mitokondriyal zarları, hücre içindeki tüm diğer zar sistemlerinden bütünüyle farklı kılar. Allen’a göre, hücresel alt-bölgelerde yerel olarak mitokondriyal genlerin bulunması, bu nedenle gereklidir. Etkisel olarak, elektrokimyasal potansiyeldeki yerel değişikliklere yanıt vererek, hücrenin kendi kendini elektrikle çarpmasını önler. Mitokondriyal genom olmazsa, oksidatif fosforlama da olmaz. O halde bakterilerin hücre ve genom büyüklüklerini genişletememelerinin nedeni, enerjili zarları ile doğru gen kümelerini fiziksel olarak eşleştirememeleri olabilir. Mitokondriler olmadan bakteriler büyüyemez ve karmaşıklaşamaz, çünkü geniş bir enerjili zar alanı boyunca solunumu kontrol edemezler. Eğer durum buysa, mitokondrilerin edinimi ile karmaşıklığın kökeninin aslında aynı olay olduğu söylenebilir. 

  16. Yeni bir araştırma, karaciğer ve hipokampüsün (beyindeki hafıza merkezi) bir proteini aynı anda kullanmak istediğini ve eğer karın bölgesindeki fazla yağ varsa, bu öncelik mücadelesini karaciğerin kazandığını gösteriyor. Yani bu araştırma, karaciğerinizin beyninizi "yiyor" olabileceğini gösteriyor.

    Fazla karın yağı olan insanlarda, ince insanlara göre hafıza kaybı ve demans görülme ihtimali üç kat daha fazladır. Şimdiyse, bilim adamları bunun nedenini bulmuş olabileceklerini söylüyor.

     

    Karaciğer ve hipokampüsün ikisi de PPARalpha adında belli bir proteini kullanıyor. Karaciğer, bu proteini bel çevresindeki yağları yakmak için kullanıyor; hipokampüs ise bellek için.

    Bel bölgesi yağı çok olan kişilerde, karaciğer yağı katalizlemek için fazladan çalışıyor ve bütün PPARalpha proteinini kullanıyor. Yeni çalışmaya göre; önce depoları harcıyor,sonra beyin dahil bütün vücuttan bu proteini alıyor.

    Chicago'daki Rush Üniversitesi Tıp Merkezi'nde yapılan ve Cell Report dergisinde yayımlanan araştırmaya göre bu süreç aslında hipokampüsün PPARalpha'sını tükettiği için öğrenmeyi ve hafızayı kötü etkiliyor.

     

    Karaciğer ve hipokampüsün ikisi de PPARalpha adında belli bir proteini kullanıyor. Karaciğer, bu proteini bel çevresindeki yağları yakmak için kullanıyor; hipokampüs ise bellek için.

    Bel bölgesi yağı çok olan kişilerde, karaciğer yağı katalizlemek için fazladan çalışıyor ve bütün PPARalpha proteinini kullanıyor. Yeni çalışmaya göre; önce depoları harcıyor,sonra beyin dahil bütün vücuttan bu proteini alıyor.

    Chicago'daki Rush Üniversitesi Tıp Merkezi'nde yapılan ve Cell Report dergisinde yayımlanan araştırmaya göre bu süreç aslında hipokampüsün PPARalpha'sını tükettiği için öğrenmeyi ve hafızayı kötü etkiliyor.

     

     

    Pahan, araştırmacıların PPARalpha yönünden eksik farelerin hipokampüslerine PPARalpha enjekte ettiklerinde, farelerin öğrenme yeteneğinin ve hafızasının geliştiğini söyledi. Pahan, LiveScience'a şunları diyor:

    "Hafıza kayıplarına karşı, beyindeki normal PPARalpha'yı nasıl koruyabileceğimizle ilgili daha çok araştırma yapılmalıdır. Böylece PPARalpha; alzeihmer, demans ve hafıza kaybıyla alakalı sorunlara bulunacak tedaviler için yeni yollar sağladı. Tabii, göbeğinizi eritmek de canınızı yakmayacaktır."

     

    https://www.scientificamerican.com/article/your-liver-may-be-eating-your-brain/

  17. Çeviri metin ;

     

    Araştırmacılar, yeni bir tür kimerik ilke edinmişler, bir gün organ bağışı geleceğini temsil edebilecek koyun-insan melez embriyoları üretmektedirler - doğal olmayan, mühendislikle uğraşan hayvanların içinde yetiştirilen vücut parçalarını kullanarak Bu amaç düşünülerek, bilim adamları koyun-insan kimerasının ilk kesişim noktalarını yarattılar, insan kök hücrelerini koyun embriyolarına sokarak, yüzde 99'dan fazla koyun olan hibrid bir yaratığa neden oldular - ama aynı zamanda sizin ve benim gibi küçük bir şey. Kuşkusuz, deneyde yaratılan embriyoların insani kısmı - 28 gün sonra yok edilmeden önce - son derece küçüktür, fakat bu gerçekte var olan gerçek, bu araştırma alanında kayda değer tartışmalara neden olan şeydir. Stanford Üniversitesi'nden kök hücre biyoloğu Hiro Nakauchi, "İnsan hücrelerinin şimdiye kadarki katkısı çok küçük. İnsan yüzü veya insan beynine sahip bir domuz gibi bir şey değil" diyerek açıkladı. Bu, hücre sayımı ile, koyun embriyolarında sadece 10,000 hücrede (veya daha az) bir insan insandır. Araştırma, bilim insanlarının laboratuvardaki erken evre domuz embriyoları içinde insan hücrelerini başarılı bir şekilde yetiştirdiği, araştırmacıların kesişen kistler olarak tanımladıkları domuz-insan melezlerini yaratan bazı ekiplerin önceki deneylerini temel almaktadır. "Çılgın bilim adamı" klişesi bu tür araştırmalarda tam olarak mevcut ve hesaba katılmış olsa da, bu bölünmüş deneyler, bir gün canlı yayın yapan organlar için bağış bekletme listelerinde binlerce insan için benzersiz bir çözüm sunabilirdi - çoğu uyumlu olmadan önce ölür. Araştırmacılar, vücut parçaları onlar için tedarik edilebilir. "Bugün bile, eşler arası ikizlerden geldikleri sürece en iyi eşleşen organlar çok uzun sürmez, çünkü bağışıklık sistemi sürekli olarak onlara saldırıyor," diyor California Üniversitesi'nden üreme biyoloğu Pablo Ross'un ekibinden biri, Davis. Hala uzun bir yol olmasına rağmen, kesişimlerde üretilen organlar, talebi karşılamak için yeterli miktarda kaynak üretmenin bir yolu olabilir; örneğin koyun ya da domuzdan melezleşmiş bir pankreas olan çaresiz bir hastaya. Transplantasyonun çalışması için, araştırmacılar embriyonun hücrelerinin en az yüzde 1'inin insan olması gerektiğini düşünüyorlar - yani koyunda gösterilen bu ilk adımlar hala çok ön hazırlıktır. Ancak, tabii ki, chimera karışımındaki insan oranını yükseltmek, kaçınılmaz olarak, temel organlarının toplanmasının tek amacı için yaratılan yaratık türüyle ilgili ahlaksal nitelikleri de kaçınılmaz olarak arttırır. Ross, "Bende aynı endişelerim var," diye açıklıyor. "Diyelim ki sonuçlarımız insan hücrelerinin hayvanın beynine gittiğini gösteriyorsa, bunu asla ileri taşıyamayabiliriz." Araştırmacılar, bu tür araştırmaların ortaya çıkardığı türden etik sorulara kolay cevaplar vermez, ancak her 10 dakikada bir ABD transplant bekleme listesine eklenmiş bir kişi ile, araştırmacılar, bir gün için ne zaman yapılabileceğini, bize. Ross, “Bütün bu yaklaşımlar tartışmalı ve hiçbiri mükemmel değil, ama günlük olarak ölmekte olan insanlara umut veriyorlar” diyor. "İnsanlara yardım etmek için tüm olası alternatifleri araştırmalıyız." Bulgular haftasonu boyunca Austin, Texas'taki Amerikan Gelişim Derneği'nin yıllık toplantısında sunuldu.

     

    Orjinal metin ;

     

    Researchers have achieved a new kind of chimeric first, producing sheep-human hybrid embryos that could one day represent the future of organ donation – by using body parts grown inside unnatural, engineered animals

     

     

    With that end goal in mind, scientists have created the first interspecies sheep-human chimera, introducing human stem cells into sheep embryos, resulting in a hybrid creature that's more than 99 percent sheep – but also a tiny, little bit like you and me.

    Admittedly, the human portion of the embryos created in the experiment – before they were destroyed after 28 days – is exceedingly small, but the fact it exists at all is what generates considerable controversy in this field of research.

    "The contribution of human cells so far is very small. It's nothing like a pig with a human face or human brain," stem cell biologist Hiro Nakauchi from Stanford University told media at a presentation of the research this week in Austin, Texas, explaining that, by cell count, only about one in 10,000 cells (or less) in the sheep embryos are human.

    The research builds on previous experiments by some of the same team that saw scientists successfully grow human cells inside early-stage pig embryos in the lab, creating pig-human hybrids that the researchers described as interspecies chimeras.

     

    While the 'mad scientist' stereotype is fully present and accounted for in this kind of research, these divisive experiments could one day provide a unique solution for the thousands of people on donation waiting lists for live-saving organs – most of whom die before compatible body parts can be sourced for them, the researchers explain.

    "Even today the best matched organs, except if they come from identical twins, don't last very long because with time the immune system continuously is attacking them," says one of the team, reproductive biologist Pablo Ross from the University of California, Davis.

    Although it's still a long way off, organs produced in interspecies chimeras could be one way of producing enough supply to meet demand – by transplanting, say, a hybridised pancreas, from a sheep or pig, to a desperate patient.

    For the transplant to work, the researchers think at least 1 percent of the embryo's cells would need to be human – meaning these first steps demonstrated in the sheep are still very preliminary.

    But, of course, upping the human ratio in the chimera mix also inevitably increases ethical qualms about the kind of creature being created, ostensibly, for the sole purpose of having its essential organs harvested.

    "I have the same concerns," Ross explains.

    "Let's say that if our results indicate that the human cells all go to the brain of the animal, then we may never carry this forward."

    There are no easy answers to the kinds of ethical questions this sort of research raises, but with someone being added to a US transplant waiting list every 10 minutes, the researchers say we shouldn't discount the possibilities of what chimeras could one day do for us.

    "All of these approaches are controversial, and none of them are perfect, but they offer hope to people who are dying on a daily basis," Ross says.

    "We need to explore all possible alternatives to provide organs to ailing people."

    The findings were presented over the weekend at the annual meeting of the American Association for the Advancement of Science in Austin, Texas.

     

    Kaynak ;

     

    https://www.sciencealert.com/scientists-engineered-sheep-human-hybrids-first-time-stem-cell-chimera?utm_source=Facebook&utm_medium=Branded+Content&utm_campaign=ScienceNaturePage

×
×
  • Yeni Oluştur...