Jump to content

tüba / evrim


Recommended Posts

TÜBA ya da açılımıyla türkiye bilimler akademisi, uzun bir süredir faaliyet yürüten bilim kuruluşlarından birisi diye biliyorum. Aralarında ali demirsoy ve ali mehmet celal şengör gibi kişilerinde üyeliğini yaptığı bu kuruluşun evrim teorisi üzerine makaleler yayınladığı söyleniyor.

Mümkünse bu makalelerden elinin altında olanlar ya da link verebilecekler bizlerle paylaşırsa sevinirim,

TÜBA

tarihinde gavur tarafından düzenlendi
Link to post
Sitelerde Paylaş

GERİCİLER, ÇEŞİTLİ BİLİM DALLARINI İLGİLENDİREN EVRİM KURAMINI ANLAYAMAZLAR; BU NEDENLE KEMALİZMİ DE ANLAYAMAZLAR

Prof. Dr. Ali Demirsoy, Hacettepe Üniversitesi

Soru: Türkiye'de bilimsel gelişmeleri anlayamayan ya da bu gelişmeleri saptıran kesimler var mı? Varsa bunun toplum üzerindeki etkisi nasıl olmaktadır?

Böyle bir sorunun genel başlığı: Gericiler anlamamakta direniyor.

Türkiye'de, yabancı kaynaklı olmasına karşın, Türkçe’ye çevrilerek belgeselleri yayınlayan iki televizyon kanalı bulunmaktadır. Bunlardan biri Discovery Channel, diğeri National Geographic'dir. Her iki kanal da daha çok doğa belgeseli yayınlamaktadır. Evrim konusu her iki kanalda da ağırlıklı olarak işlenmektedir. Evrenin oluşumundan, insanın oluşumuna kadar. Hem de ilkokuldan terk bir insanın anlayabileceği sadeliğe indirgenerek.

Ancak, bu kadar çok belgesele ya da sunulan kanıta karşın, dogmatik düşünceden bir türlü kurtulamayan önemli bir grup, hala 4.000 yıl önceki mitolojiye sıkı sıkıya bağlı kalmayı yeğlemektedir. Ya da burada anlatılanları, eğer bir de cevabı henüz bulunamayan bir sorun varsa, mitolojideki, özellikle de din kitaplarındaki net anlam taşımayan, bu nedenle de sürekli mealen tefsir edilen ifadelere atıf yapılarak açıklama alışkanlığından bir türlü kurtulamamışlardır. Hadi, siz, bu bilgileri dayandığınız ya da inandığınız kaynaklara dayanarak bulun dendiğinde ise, o zaman, gizli bilgileri içeren şifreyi henüz çözecek birinin bulunmaması nedeniyle başaramadıklarını ballandıra ballandıra anlatmaktadırlar. Din kitaplarının şifresini "en azından bir kısmını" çözdüklerini söyleyen bir takım şarlatanlar televizyon ekranlarından aşağı inmemektedirler. Tarih buyunca süregelen, günümüzde de kamudan bilim adamı kadrosundan maaş alan bir takım insanlar "abc" sisteminin şifresiyle uğraşmaktadır. Herhalde Türklerin buldukları komedi tarzındaki çizgi film ya da belgeseller de bu olsa gerek.

04.12.2002 tarihinde Türkiye'deki televizyonlarda batı kaynaklı bir haber yayınlandı. Farelerin genetik şifresi, yani DNA dizilimi, oldukça uzun uğraşılardan sonra çözülmüştü. Bu, insan ve primat (yani maymunlar ailesi) şifresinden sonra çözülen üçüncü hayvan grubuydu. Köpek, at, domuz, sığır vs gibi birkaç canlı türünün de DNA şifresinin çözülmesi tezgâha konmuştu. Canlılığın moleküler yapısı adım adım çözülüyordu.

Bu tarihe kadar, canlıların tümünün birbirine uzak ya da yakın akraba olduğuna bir türlü inanmayan, her canlının Tanrı tarafından bağımsız olarak, özel olarak yaratıldığını, dini kitaplardaki söylemleri de kanıt olarak gösteren kesim, moleküler dizilimdeki inanılmaz olasılıkla ortaya çıkmış yapıları, Tanrısal bir tasarım olarak benimsetmek için sözlü ve yazılı basında büyük harcamalar yapmıştır. Hatta benim 1984 yılında ilk baskısını yapmış olduğum, Kalıtım ve Evrim" kitabımda, bir çeşit solunum pigmenti olarak kullanılan sitokrom-c olarak verilen bir molekülün ortaya çıkma şansının 1/20^100 gibi çok küçük bir olasılıkla gerçekleşebileceği açıklamasını, Tanrının bir tasarımı olarak her yazılarında sunmuş, onu, öngörülerinin bir kanıtı olduğunu savunmuşlardır. İnsanla maymunların ortak atadan geldiklerini savunan evrimcileri her ortamda aşağılamış, onlara yerine göre komünist, yerine göre dinsiz, ateist, Allahsız, faşist vs gibi sıfatları hiç çekinmeden yakıştırmışlardır. Ancak bilim yoksunu bu kesim, bu kadar düşük bir olasılıkla ortaya çıkabilecek böyle bir molekülde, maymunlar ile insanlar arasında 100 harfli bir şifrenin neden sadece tek bir tanesinin farklı olduğunu (54. harf) bir türlü açıklamamışlardır; bu konuda tek bir cümle bile söylememişlerdir. Yazmış olduğum bu kitapta, anlama güçlüğü olanlar bile kavrasın diye, şöyle bir açıklama yapmıştım: "Böyle bir molekülün ortaya çıkma şansı, bir maymunun yanlışsız olarak 100 ciltlik kapsamda bir insanlık tarihini yazması kadar zordur". Durum gerçekten de böyledir. Eğer sonuç tek özel bir dizilime dayalı bir molekülle sonuçlanmak zorunda ise bu anlatım doğrudur. Ancak, biyolojik dünyası incelendiğinde durumun hiç de böyle olmadığı hemen anlaşılır (tabii anlayanlar ya da anlamak isteyenler için). Örneğin insanın şifresi köpeğin şifresinden 15, hamur mayası ile 85 yerde farklıdır. Yani bize yapısal olarak ne kadar benzer ise bu benzerlik de artmaktadır. Maymunla sadece tek bir harf farkımız vardır. Bu benzerlik, jeolojik dönemlerde bizim atamız ya da akrabamız olanlara doğru gittikçe daha da artmaktadır.

Anlama güçlüğü çekenlerin (anlamak istemeyenlere, ne benim ne de bir başkasının yapabileceği bir şey yoktur) kavrayabilmesi için, daha önceki yazmış olduğum yazıdaki anlatımı biraz daha ileri götürmem gerektiğini anlamış buluyorum:

Şu ya da bu şekilde 100 ciltlik bir kitap, anlaşılabilir bir dilde ve belirli bir alfabe ile yazılmış olsun. Bu, insanın sitokrom-c molekülü olsun. Başka bir yerde yine 100 ciltlik bir kitap yazılmış olsun ve bu kitabın tüm harf dizilimi ve alfabesi bir tek harf hariç, tıpa tıp diğer kitabınkine benzesin. Böyle bir benzerliğin ortaya çıkma şansı olabilir mi? Kuramsal olarak olamaz. Böyle bir benzerlik ya doğaüstü bir güç tarafından tasarlanmıştır ya da birinci kitabın fotokopisi çekilirken, çekim sırasında bir hata nedeniyle sadece ve sadece bir harfi değişmiştir, yani biyolojik anlatımla bir tek mutasyon olmuştur. Bu nedenle iki kitap neredeyse tıpa tıp benzerdir. Maymunlarla insanlar arasındaki yapısal benzerlik de buradan kaynaklanmaktadır. Bilim adamları sadece bir moleküle bağlı kalmadılar, 2001 yılında ilk olarak insanın, daha sonra şempanzenin (bir maymunun), daha sonra farenin (2002) DNA dizisini, yani yapıyı ve ruhsal durumu kontrol eden kalıtım dizisini tümüyle çözdüler. Görüldü ki, tahmini olarak 70 milyon yıl önce ortak ataya sahip fareler ile gen benzerliğimiz %80, yaklaşık 6.5 milyon yıl önce ortak ataya sahip primatlarla (maymunlarla) gen benzerliğimiz %99.9 (binde dokuz yüz doksan dokuz); ırklar arasındaki gen benzerliği ise %99.99 (on binde dokuz bin dokuz yüz doksan dokuz). Böyle bir benzerlik size neyi anlatır: Tüm canlıların ortak bir atadan geldiğini ve zaman süreci içerisinde meydana gelen uyumlu mutasyonlarla farklılaştığını.

Önümüzdeki yıllarda birçok canlı türünün DNA şifresi çözülüp, benzerlikleri ve farklılıkları ortaya konunca, daha önce, morfolojik olarak yapılan filogenetik (aynı kökten gelen canlıların ağaç dalı gibi akrabalıklarının şekillendirilmesi) soyağacının doğruluğu da anlaşılmış olacaktır. Ama kuşkunuz olmasın, bu kesim, bu buluşların zaten, kutsal kitapların bir yerinde şifreli ya da şifresiz olarak yazıldığına; ancak bizim bu kitapları yeterince okumadığımız için daha önce farkına varamadığımızı savunacak, bu iddialarını kanıtlamak için, kutsal kitapta ne anlama çekersen o anlama gelen bir ifadeyi seçerek, bunun daha önce yazılı olduğunu ve bu bilginin "gâvurlar" tarafından çözüldüğünü ileri süreceklerdir.

Örneğin 1400 yıldır; Kur'an tefsirlerinde kıtaların sabit olduğu, ayetlere dayanarak, dağların kıtaları sabitleştirmek için kazık gibi çakılmak için yaratıldığı savunulmuştur. 1912 yılında Wegener kıtaların sabit olmadığını, sürekli kaydığını ileri sürdükten sonra, tabii tefsircilerin bunu anlamaları 70 yıl sürmüştür, yakın zamanlarda alel acele kutsal kitaplarda hareketlilikle ilgili birkaç cümle bulunarak, "Kıtaların Kayma Kuramı"nın daha önce kutsal kitapta yazılı olduğunu yazmaya ve söylemeye başlamışlardır. Bunlar, inandığımız kutsal kitabı da, bulunduğumuz toplumu da, inandığımız dini de gülünç durumlara düşürmektedirler.

Dogmatik kesim, mutasyonların tümünün zararlı olduğunu savunarak, nükleer ışınlarla ya da mutajenik etkilerle ortaya çıkmış üye bozukluklarını taşıyan insanların fotoğraflarını yayınlayarak, "bakın mutasyonlar canlıları ne hale getirmektedir" gibi bir anlatımla, bilime yatkın olmayan insanların düşüncelerini çelmektedirler. Hatta bu anormallikleri ve mutasyonları sanki Tanrı değil de evrimciler tasarlamış ya da oluşturmuş gibi bir anlatım içerisine girerler. İnsanı kutsal kitaplarda eşrefi mahlûk olarak gören bir Tanrının tasarımında bu anormalliklerin neden yer aldığını açıklamazlar; çok sıkıştırılırlarsa, “o Tanrının takdiridir” diyerek kurtulurlar. Temel bilimcilerin, özellikle biyologların bu kalıtsal (Tanrısal) anomalileri düzeltmek için çırpındıklarını görmemezlikten gelirler. Onları çok defa Tanrının işine karıştıkları için ateist olarak da görürler.

Mutasyonların bir kısmının, canlının bulunduğu o günkü koşullarda zararlı olduğu bilinmektedir; bunlar çoğunlukla zaman içinde elenir; ancak yararlı olanların (o koşullarda üstünlük sağlayanların) ya da bazı nedenlerle seçilenlerin, keza nötr olanların (o koşullarda ne yarar ne de zarar sağlamayanların) ise normal olarak gelecek kuşaklara kalıtıldığı bilinmektedir. Evrimin temel işleyişi de buna dayanmaktadır.

Ancak, anlama güçlüğü çekenlerin, özellikle mutasyonların her zaman zararlı olduğunu savunanların bile reddedemeyeceği bir kurgu yapmamız mümkün. Örneğin bir canlıda DNA dizilimindeki bir harfin yanlış olarak bulunması canlıya zarar sağlamış olsun, örneğin göz korneasını yarı donuk yapsın. Böyle bir canlı doğal seçilimle ayıklanabilir de, koşullar uygun olursa üremeye devam da edebilir. Böyle bir canlıda, bir mutasyon meydana gelerek (çünkü her harfin mutasyona uğrayabileceği artık bilimsel olarak tartışmasız olarak bilinen bir husustur) bu yanlış harf eski (normal) durumuna dönebilir. O zaman mutasyon yarar sağlayacaktır. Nerede kaldı tümünün zararlı olması? Diğer mutasyonlar da bilinen yararın üstüne ek avantajlar sağlayabilir. İşte bunlara yararlı mutasyonlar diyoruz. Doğanın rastgele mutasyon meydana getirme şeklindeki işleyiş tarzı (çoğu bulunduğu canlıya yarar sağlamadığı için), ekonomik olmadığı için, bugün biyoteknolojik yöntemlerle hedefe yönelik mutasyon meydana getirerek, birçok hastalığın tümüyle insan toplumundan kazınması ve birçok verimli canlı türünün ortaya çıkması sağlanmıştır. Bu dogmatik kesim, bu yaklaşımlarıyla, bulundukları ülkedeki bilimsel düşünceyi de baltalayarak, hem yaşadıkları topluma hem de insanlığa ihanet etmektedirler.

Mutasyonların az bir kısmı yararlı olduğu için, organik evrim 4 milyar yıldan beri sürmektedir. Eğer Tanrı tasarımı olsaydı, 4 milyar yıl önce de gelişmiş canlıları görebilecektik. Hâlbuki rastgele mutasyonlar ve doğal seçilimle çok dolambaçlı bir yol izlendiği için, gelişmiş canlıların ortaya çıkması çok uzun zaman almıştır. Çünkü daha önce verdiğimiz olasılık hesaplarında, uygun moleküler dizilimin ortaya çıkma şansı düşük, bu olasılığı artırmak için, tohum hücrelerinin sayısı yükseltilmiştir. Bu nedenle bir alabalık bir milyon yumurta, bir kavkı mantarı saniyede 600 milyar spor meydana getirmektedir. Bu sayıdan bir ya da birkaçı daha uygun özellik taşımaya başlarsa, doğal seçilimle egemen duruma geçer. İşte bir vücut boşluğunun (sölomun) ortaya çıkması bu nedenle bir milyar yıl, sıcakkanlılığın ortaya çıkması 3 milyar yıl almıştır. Birçoğumuzun ileri sürdüğü gibi, mükemmele de ulaşılamamıştır. Örneğin, hiç gereği olmadan, bir canlının yaşamının yarısı, bilinçsiz denebilecek uyku evresinde geçmektedir. Uyku, tam kapasite ile çalışılırken yeterli olmayan bir metabolizmanın eksiğini gidermek için evrimleşmiştir. Daha iyi bir sistem gelişebilirdi. Ancak rastgele mutasyon, doğal seçilim ile bu kadarı evrimleşebildi. Örneğin, insanları ve birçok canlıyı çok daha rahat ve başarılı bir yaşam tarzına ulaştırabilecek birçok yapı geliştirebilirdi: Örneğin parmağımızın ucunda bir kapakla açılıp kapanabilen bir göz geliştiğini düşünelim. Bu bize inanılmaz olanaklar sağlayacaktı. Bir motoru sökmeden sonda yapıyor gibi inceleyebilecektik, bir doktor bu parmağı ile vücuttaki tüm delikleri kontrol edebilecekti. Bir odaya girmeden, anahtar deliğinden içeriyi gözleyebilecektik. Eğer bu parmak gözün çevresine bir de soğuk ışık verme hücreleri yerleştirilseydi, sonu skopi ile biten tüm aletler milyonlarca yıl önceden kullanıma sokulmuş olacaktı. Görünürde bunun hiç de zararlı bir yanı olmayacaktı. Doğaüstü güç bu lüksü bizden neden esirgemiş olsun? Ne yazık ki hedefe yönelik mutasyonlar olmadığı, kombinasyonların tümünü birden sergileyecek bir üreme sistemi geliştirilemediği ve sadece kombinasyonların çok küçük bir kısmı üreme hücreleriyle sahneye çıkarılabildiği için, daha mükemmel sistemler geliştirilememiştir. Dört milyar yılda çok sayıda birey ve çok sayıda üreme hücresinin meydana getirilmesi, daha mükemmel yapılara kavuşmak için şansın artırılmasını hedefleyen bir mekanizmadır. Mekanizma, doğaüstü tasarım olmadığı ve sadece doğanın rastgeleliğine bırakıldığı için, hem canlılar ilkelden gelişmişe doğru yavaş yavaş evrimleşmişlerdir, hem de birçok eksikliği bünyelerinde bulundurmaktadırlar. Geçmişte yok olan birçok canlı türü (bugünkü canlıların en az 25 katı) bu tasarım yetersizliğinin gazabına uğramıştır.

Sümerler bütün bunları anlayamazlardı, kutsal kitapların ortaya çıktığı dönemdeki toplumlar da bunu anlayamazlardı, hatta sık sık tenkit ettiğimiz Osmanlılar da bunu anlayamazlardı; çünkü evrimi açıklayacak biyolojik mekanizmaların hiç birini bilmiyorlardı. Bu nedenle doğru yorum yapamazlardı. Spermetogenezi (sperma oluşumunu), oogenezi (yumurta oluşumunu), hücre bölünmesini (mitoz ve mayozu), kromozomları, DNA’yı, hücrenin şeklinden başka içindeki hiçbir organeli bilmeyen Charles Darwin’in Evrim Kuramı’nı doğru olarak oturtması nedeniyle, dünyanın uygar ülkeleri Darwin’i her cümlede saygıyla anıyorlar. Darwin’in bu kadar bilinmeyenler içinde zaman zaman hata yapması ya da sunduklarını çok net açıklayamaması doğal görünmelidir. Doğal olmayan, bunca bilgi birikimine ve evrim mekanizması kullanılarak önemli atılımlar yapılmasına karşın, büyük bir kesimin (dünyadaki bir inanca mensup insanları yok etmeye bir çeşit yemin etmiş kesimlerin yardımı ile yapılan propagandalara uyarak) hala evrimleşmeyi görmemezlikten gelmesidir.

Hâlbuki Müslümanlık ve Musevilik aynı kökten gelen ve benzer öykülerle tarihini yazmış Hıristiyanlık, uzun yüzyıllar yaratılış mitolojisini tekrarladı durdu; aksini söyleyenleri de cezalandırdı. Evrim Kuramı’na Vatikan ve Hıristiyanlığın diğer mezhepleri hiçbir zaman sıcak bakmadı. Ancak, özellikle 20. Yüzyılın ikinci yarısındaki gelişmeler ışığı altında, bilimsel verilere ve buluşlara daha fazla karşı çıkmanın kendilerini de çok zayıf düşüreceğini görerek, çok akıllıca bir manevra yaparak, kendilerince şimdilik ortak bir yol buldular. Vatikan yüzyıllarca ısrarla savunduğu söyleminden vazgeçtiğini, Evrim Kuramı’nın geçerli olduğunu kabul ettiğini, şöyle bir açıklama ile dünyaya duyurdu: Papa John Paul-II, The Quarter R.of Biology 72: 381-406’da bir yazı yayınlayarak, “evrim ile çatışma, uyuşmazlık yoktur” diyor. Teistik evrimi ortaya koyuyor. Yani Allah Doğal Yasaları ortaya koymuş; bundan böyle evrim kendiliğinden yürümüştür, yürümektedir.

2008 yılında bu sefer İngiliz Kilisesi, Darwin’in Evrim Kuramı’nın geçerli olduğunu ve 162 yıl sonra özür dilediklerini beyan ettiler.

Darısı bizimkilerinin anlamasına…

Düşünceleriniz ne ise, hayatınız da odur. Hayatınızın gidişini değiştirmek istiyorsanız, düşüncelerinizi değiştirin. (Marcus Aurelius)

Evrimleşemeyen canlılar geçmişte nasıl yok oldularsa, evrimleşme mekanizmasını anlayamayan toplumlar da ya yok olacaklardır ya da bu mekanizmaları kullanarak atılım yapan toplumların kölesi olacaklardır. Genetik yapının doğal yapısıyla oynayarak, çok daha verimli ve dirençli tarım ürünü çeşitleri geliştiren başta İsrail, Amerika ve Hollanda gibi ülkeler, dünya ülkelerinin geleceği olan tohum piyasasını çoktan kapmış görünmektedirler. Önümüzdeki yıllarda genetiğiyle oynanmış insanlarla karşınıza çıkarlarsa şaşırmayın; nasıl genetiği değiştirilmiş tohumlarla yarışamıyorsanız, genetiği değiştirilmiş bu insanlarla da başa çıkamayacaksınız. Size sadece onlara kölelik-uşaklık yapmak düşecektir; bundan da büyük bir kısmının çok rahatsız olacağını varsaymak yanlış olacaktır; çünkü onlar zaten binlerce yıldır taviz vermeden saplandıkları, değiştirilmesine şiddetle karşı çıktıkları inançlarının, geleneklerinin, ritüellerinin ve dünya görüşlerinin kölesi olmuşlardır.

Evrimleşme sadece gericilerin konuşmaya başlar başlamaz hemen ileri sürdükleri insan ile maymunun hangi zaman diliminde birbirinden ayrıldığını inceleyen bir bilim dalı olarak görüldüğü sürece, bir adım atamazsınız. İlk olarak, evrim kavramının felsefi açıdan ne anlama geldiğini kavramalısınız. Sizi sosyal olarak geliştirecek, bu ikinci anlamın içeriğidir. O zaman evrimleşme felsefi açıdan ne anlama gelir? Geçmişteki canlıların tümünün yaptığı gibi, “daha iyisini yapmalıyım, daha başarılı olmalıyım, daha yetenekli olmalıyım; bunun için de sürekli yeni özellikleri bünyeme katmalıyım; durağan değil, koşulları en iyi şekilde değerlendirecek ölçüde değişebilmeliyim”.

Buradaki can alıcı saptama: Değişme gücünü (biyolojide buna varyasyonlar ya da çeşitlenmeler diyoruz) bünyesinde bulunduranlar başarılı bir şekilde geleceğe yürümüş; tek bir kitaba, tek bir inanca, tek bir akıma, tek bir modele sıkı sıkıya bağlı olanlar, yani değişme yeteneğinde olmayanlar, zamanla tarih sahnesinden silindikleridir; en acısı da değişme yeteneğini yitirdiklerinin farkında olmamalarıdır. Hıristiyan dünyası bunun farkına vararak, dinlerinde reforma gittiler ve kısmen de olsa değişebilir toplum yapısına dönüştüler. Ne yazık ki bugün gericiliğin pençesinde inim inim inleyen toplumlar, yok oluşlarına doğru giden yolun taşlarını döşeyen bu durağanlıklarının farkında değillerdir ve en kötüsü de, kendilerini yok edecek bu uyuşturucunun dozunu artırabilmek için ellerinden gelen her türlü çabayı göstermektedirler. Bu ülkelerde dini hizmetlere ayrılan paranın gün geçtikçe artırılmasının başka bir –gerçekçi- açıklaması olabilir mi?

Bir defa şunu –kendinizi kandırmamak için- çoğumuzun zannettiği gibi dogmatiklerin –eğitim ya da doğru yol gösterildiğinde- değişeceklerine ilişkin kanaatin hiç de doğru olmadığıdır. Belirli bir yaş dilimine kadar dogmayla eğitilen ya da büyütülen bir kişinin, ileri yaşlarda hangi kanıtı gösterirseniz gösterin, değişmeyeceğinin ve eski berbere yine de tıraş olacağının bilinmesi, uygulanacak stratejinin başarısı açısından önemlidir. Siz zannediyor musunuz ki, Türkiye’de çocukluk çağlarında Kur’an kursları ile başlatılan ve cemaat okulları ve yurtları ile sürdürülen öğretim (ve negatif eğitim) rastgele bir stratejinin ürünüdür. Bu, büyük bir olasılıkla Türk toplumuna ve Müslüman Cemaatine yönelik en yıkıcı bir planın en önemli kısmıdır.

Üniversitedeki 43 yıllık gözlemim, ne yaparsanız yapın, dogmaya genç yaşta saplanmış bir insanın değişme gücünü yitirdiği yönündedir. Her türlü girdiye ve değişmeye açık (tabii ülkesi ve insanlık için yararlı olmak kaydıyla) genç bir sürgünü, dogma dediğimiz sinsi bir güve ile içten içe oymayla odun (işlenmemiş hali, eğitimsiz) ya da kereste (işlenmiş hali, eğitimli) haline dönüştürmüşseniz; o kerestenin ya da odunun bir daha filizlenme potansiyelinin kalmadığının bilinmesi gerekiyor. Son yarım yüzyıldır ülkemizde uygulanan sinsi politika ne yazık ki halkımızın önemli bir kısmını bu duruma getirmiştir. Her türlü ahlaksızlığın ve soygunun açık açık gerçekleştiği ve sergilendiği bir dönemin idarecilerinin ve siyasilerinin, hala halkın “ısrarlı” desteğine sahip olmasının mantıklı bir açıklaması olabilir mi?

Her zaman yaptığın şeyleri yapmaya devam ettiğin sürece, her zaman elde ettiğin şeyleri elde edeceksin (H. Jackson Brown)

Bir temel bilimci olarak bizim görevimiz, bir parçası olduğumuz bu toplumu, gelecekte ortaya çıkabilecek tehlikelerden olabildiğince korumak, daralan dünya olanaklarından olabildiğince pay almayı sağlamaktır. Defalarca söylediğimiz gibi bilim, yaşayarak öğrenmenin adı değil, olayları önceden sezinleyip ya da hesap edip, gerekli önlemleri almanın adıdır.

Doğal kaynakların her türünde (su, enerji, doğal tarım alanları, orman, maden vd), üreme politikası ve tüketim ekonomisi nedeniyle gittikçe artan bir şekilde, elde edilme zorluğu ortaya çıkmıştır. Bu küresel hesaplaşmanın ilk basamağıdır. Yanımıza, yöremize askeri olarak birilerinin yerleşmesi, enerji ve su kaynaklarının başındaki ülkelerin başına gizli ve açıktan çorap örülmesi, sizce neyin hazırlığı?

Evrim Kuramı’nı anlayamayanlar, Kemalizm’i ve Atatürkçülük’ü de anlayamadılar. Çünkü Atatürk’ün yapmış olduğu devrimler, özünde, dogmatik bir toplum için, inanılmaz bir evrimleşmeydi; buna hazırlıklı (preadaptif = ön uyumlu) olmayanlar için benimsenecek cinsten değildi. Bu nedenle tarafsız batılı devlet ve siyaset bilimcileri, Atatürk için, “O, bin yılda ancak bir defa gelir” diye tanımlar yapmışlardır. Ülkede bu kadar kısa süre içinde bu kadar yeniliği kaldıracak alt yapı yoktu; anlayacak kafa da yoktu... Bu nedenle Atatürk Devrimleri tepeden indirildi ve kim ne derse desin, zorla yaşatılmaya çalışıldı; sayıları az da olsa, evrensel görüşe sahip olanlar –çıkış yolunun bu olduğunu sezinleyerek- bu devrimlere dört elle sahip çıktılar; korkanlar kendilerini gizlediler. Dogmatiklerin bu sinmesi, biyolojide “Anabiyoz” olarak bilinen bir mekanizmadır. Bu tip canlılar hayatiyetini yitirmeden uzun süre bekler, fırsatını bulunca da hızla gelişir ve yapacağını yapar. 10 Kasım 1938 tarihine kadar anabiyoz halde sinmiş bu kesim, bu tarihten itibaren toprak altında rizomlarını geliştirdi. Dogmatikler-bölücüler için 1980 tarihi Milat oldu ve ilk defa yeryüzüne çıktılar; hızla geliştiler ve son yıllarda da meyvelerini vermeye başladılar. Cumhuriyet düşmanlarının evrim kavramına şiddetle karşı çıkmaları ve evrimsel düşünmeyi önlemek için her yolu denemeleri, özünde, uygarlığa götürecek Atatürk devrimlerini de önleme çabasıdır. Mantıklı, neden sonuç ilişkilerini düşünce sisteminin ortasına yerleştiren her düşünce dogmatikler için tehlikelidir. Bu nedenle Kemalizm de tehlikelidir (Avrupa için de tehlikelidir; bu nedenle Kemalizm’den vazgeçmemiz için resmen baskı yapmaktadırlar).

Bir zamanların Kemalist ve Atatürkçü yazarları, birdenbire niye dönek oldular derseniz; özünde onlar hiçbir zaman Kemalist olmadılar; sadece zehirli meyvelerini saçmak için beklediler; kendilerini gizlediler. Biyolojide ortama uyup, gizlenip, fırsatını bulunca da ısıranlara “Homokromatikler”; şirin ya da başka bir kisvede görünüp, kendini gizleyerek, fırsatını bulunca zehrini akıtanlara da “Mimikri” yapanlar denir. Bu mekanizmaları tanımak için uzağa gitmeye gerek yok; basını izleyin; her çeşidini orada göreceksiniz…

Belki aklınıza bir soru gelebilir. Pekâlâ, Atatürk İlke ve Devrimlerine “hep” bağlı olanlar niye başarılı olamadılar? Çünkü onların bir kısmı (iyi niyetli olanları) da bu ilkelere başka bir dogma ile bağlanmışlardı; evrimleşmeye kapılarını kapatmışlardı (aynen 1400 ya da 2000 yıl önce birileri ne yapıyorsa aynısını yapmaya çalışanlar gibi); bu ilkelerin ve devrimlerin üzerine tek bir tuğla koyamadılar. Onuncu yıl marşını söylediler (daha sonraki 75 yılda başka bir marş bile geliştiremediler), “Atatürkçüyüz, Atatürkçü Kalacağız; Atam İzindeyiz” sloganlarıyla yetindiler. Her okula, her meydana bir heykel diktiler; ancak bu heykelin simgelediği insanın kafasında neler yattığını gelecek nesillere öğretmediler, öğretemediler; çünkü onlar da bu düşünceleri anlayacak yetenekte ve kapasitede olamadılar. Kendini değiştiremeyen ve geliştiremeyen canlılar gibi tarih sayfasından silinmeye başladılar. Doğanın tek tahammül edemediği şey durağanlıktır.

Diğer bir kısmı (daha büyük bir kesim olduğu söylenebilir) hem siyaset sahnesinde hem de devlet idare sisteminde, Atatürkçü ve Kemalist görünüp, özünde hiçbir özelliği olmayan, çıkarcı, yeteneksiz; Atatürk’ün mirasını yiyen kesimdir. Belki de gericiliğe ve bölücülüğe tarla olmasa da, sulayan ve besleyen kesim, bu kesim olmuştur.

Atatürk, tarihe geçecek onlarca-yüzlerce söz söylemiştir. Bunları duvarlarda, afişlerde, şurada burada –büyük bir olasılıkla ne demek istediğini tam anlamadan- sürekli görmekteyiz. Ancak bir tanesini burada açacağım ve kaçımızın bunu anladığını ve yerine getirdiğini soracağım. Atatürk diyor ki, “benim karakterim bağımsızlıktır”. Burada bahsettiği tabii ki, kendi karakteri değil, kurduğu yeni düzeni oluşturan toplumun karakteridir. Türkiye Cumhuriyeti’ni bağımsız hale getirmek için, Osmanlının borcunu ödedi; kapütilasyonlara anlaşmalarla son verdi; yabancıların sanayi ürünlerine bağımlı kalmamak için, olabildiğince yeni fabrikalar kurmaya çalıştı –ilk olarak sanayinin gelişmesi için olmaz ise olmaz taşıma aracı olan demiryolları için büyük kaynaklar ayırdı; bunun için “10 yılda demir ağlarla ülkeyi ördük bir baştan öbür başa” sloganını halkın beynine işledi (daha sonraki hainler “demiryolları komünist sistem aracıdır” diyerek Türk sanayisini sinsi sinsi baltaladılar); sanayinin mali olarak desteklenebilmesi için Sümerbank’ı kurdu (daha sonra malum kesim bu simgesel kurumu sattı); madenlerimizi arayabilmek için Maden Tetkik ve Arama Enstitüsü’nü (MTA) kurdu (bugün Türkiye Mimar ve Mühendisler Odası’nın açıklamasına göre, 2007 tarihi itibariyle MTA göz ardı edilerek, 1500 yabancı firmaya 178.000 kilometre kare, yani neredeyse Türkiye’nin dört biri alanında maden arama ruhsatı verilmiş durumda; eğer işletilebilirlerse en az 49 yıl süreyle de bu alanları yabancılar kullanacaklar); madenleri işletebilmek için Etibank’ı kurdu (daha sonra malum kesim bu simgesel kurumu sattı); Türk milli silah sanayisini kurabilmek için Kırıkkale Silah Fabrikalarını kurdu; Türk sanayinin ve silah sanayisinin makinelerini üretebilmek ve geliştirebilmek için Makine Kimya’yı kurdu; Türk Uçak (ve keza silah) sanayini kurabilmek için Kayseri’de 1945’li yıllarda bile Avrupa’nın önde gelen Kayseri Uçak sanayisini kurdu (daha sonra ABD’nin de baskısıyla bu fabrikalar kapatıldı); Türk tarımına yön vermek için Ziraat Enstitüsünü kurdu ve Atatürk Orman Çiftliğini tesis etti; yabancıların sosyolojik yönlendirmesinden kurtulmak için başta Tarih, Dil, Arkeoloji, Antropoloji bölümlerini açtırdı; yabancı dil (Arapça, Farsça, Fransızca başta olmak üzere) hegemonyasından kurtulabilmek için dilde Türkçeleştirmeye (bizzat kendisi matematik terimlerinde katkıda bulunarak); kendi dilimizin özelliğine hiç uygun olmayan Arap harflerinin ve alfabesinin yerine, daha uygun olacak ve uygar dünya ile iletişimde kolaylıklar sağlayacak Latin harflerine geçildi (yazmada hızı artırabilmek için bizzat kendisinin de katkılarıyla Türk Klavyesi olarak bilinen F klavye geliştirildi – daha sonraki yalaka kesimin tercihi ile bugün İngiliz Dilini yazmaya uygun Q klavyesi yaygınlaşmış olmasına karşın); kendine özgü ekonomik model geliştirmek için İzmir İktisat Toplantısını düzenledi; kendine özgü eğitim modeli geliştirmek için girişimlerde bulundu ve daha sonra kurulacak Köy Enstitüsünün zeminini hazırladı (neyse ki yıktığımızı görmedi); milli bankaları açtı (bunun için kendi parasından Türkiye İş Bankası’nın kurulması için katkıda bulundu); buna benzer onlarca yeni oluşumu Türkiye Cumhuriyeti’ne kazandırdı.

Niye? Çünkü benim karakterim bağımsızlıktır demişti. Benim düşüncem ya da fikrim bağımsızlıktır demedi; çünkü düşünce ve fikirler yeni koşullarda ve bilgilerde değişebilir. Ancak karakterini değiştirenlere karaktersiz derler ve bu belki dünyanın birçok yerinde olduğu gibi, ülkemizde de böyle bir sözcük en ağır hakaret olarak kabul edilir.

Atatürk ve Kemalizm düşmanları, yaşadığımız 2008 ekonomik krizinde dahi bu modelin doğruluğunu anlayamadılar. Hani Atatürk İzmir İktisat Kongresinde karma ekonomide ısrar etmişti ya… Bunu tutucu kesim hiçbir zaman benimsemedi; en gözde sayılan gazetecilerimiz, bilim adamlarımız, devlet adamlarımız, fırsat buldukça bu kararı eleştirdiler. Geldik 2008 yılına, büyük bir ekonomik kriz tüm dünyayı sarsmaya başladı; tümüyle serbest ekonomik modelin kusurları bir bir ortaya çıkmaya başladı. Serbest ekonomiyi yıllarca savunan dostlarımız, devlet kasalarını açarak, devletçiliğin en alasını yapmaya başladılar. Devlet denetimi olmadan bir ekonominin doğru işleyemeyeceği anlaşıldı; Atatürk’ün öngörüsünün doğruluğu da anlaşıldı; kim anladı? Tabii kronik anti-Kemalistler değil; aklı başında olanlar anladı. Batının dev faturası kime çıktı; sürekli Kemalizmi tenkit eden basın mensuplarının ve devlet adamlarının egemen olduğu, bizim ya da bizim gibi üçüncü ülkelere…

10 Kasım 1938 yılına kadar da Türkiye Cumhuriyeti bu karakterini korudu; tüm dünyada çok saygın bir yere oturdu. Bu nedenle Atatürk’ün ölümüne neredeyse tüm dünya katıldı. 10 Kasım 1938’den sonra ne oldu? Uzun bir öyküsü var; ancak bu süreci burada anlatamayız; sadece geldiğimiz noktada bir fotoğraf çekip görüşlerinize sunalım.

Artık, maliyemi solumda oturan IMF, sağımda oturan Dünya bankası; istihbaratımı güya stratejik ortağım Amerika ve Mossad; silahlı kuvvetlerimin yazılımlarını, kotlarını, şifrelerini ve silahlarını Amerika (gerektiğinde ambargo uyguluyor); ticaret işlerimi Avrupa Gümrük Birliği yönlendiriyor; eğitim stratejime, 1945 yılında yapılan anlaşma gereği Amerika müdahil olabiliyor; Türk tarımının geleceğine ve ürün çeşidine Avrupa karar veriyor; dış ilişkilerimin düzenlenmesi Amerika ve Avrupa vizesinden geçmek zorunda kalıyor; hukuk sistemim Avrupa İnsan Hakları mahkemesi tarafından denetleniyor; sürekli silahlı saldırıda bulunun teröristleri sınırlarımızdan bir adım ötede takip edebilmek ya da komşularımızla ticaret yapabilmek için, 10.000 kilometre uzaktaki bir ülkeden izin alıyor. Buna onlarcasını daha eklemek mümkün (yukarıda saydığımız girişimlerinden bugün kaçı ayakta; ayakta kalanların ise işlevi ne ölçüde, bir gözünüzün önünden geçirin). Nerede kaldı “benim karakterim bağımsızlık” sözcüğü? Yoksa karakter mi değiştirdik? O nedenle Türkiye Cumhuriyetini yıkmak isteyenler (iç ve dış) önce Atatürk’e, gerçek Kemalizm’e ve Atatürkçülük’e saldırmak zorundadır.

Sonuç olarak evrim mekanizmasını ve buna bağlı olarak Kemalizm’i anlayamadınız; bu nedenle de toplumsal gelişmenizi gerçekleştiremeyerek, onun bunun uşağı olmadan kurtulamadınız. Bari son bir gayret göstererek, Darwin’in şu saptamasını anlamaya çalışın. Çocuklarınız için…

Gerçek mücadele, ortamda olanaklar kısıtlanmaya başlayınca ortaya çıkar (Charles Darwin)

Bu mücadele çok uzakta değil, çoğunuzun göreceği bir yakınlıkta. En kötüsü de, bu mücadelenin en şiddetli cereyan edeceği bir coğrafyada bulunuyorsunuz. Bunu dogmayla atlatamazsınız; dünyada emperyalist cenaha karşı ilk ve en etkili mücadeleyi vermiş bir insanın düşüncelerini, Atatürk İlke ve Devrimlerini, çağın gerçeklerine göre yeniden yorumlayın derim… Belki de bu değerli insanı yitirdiğimiz 10 Kasım sizin için yeniden başınızı avuçlarınızın içine alıp düşünmeniz için bir fırsat, bir başlangıç olabilir…

Prof. Dr. Ali Demirsoy

10.11.2008

Link to post
Sitelerde Paylaş

Yaratılışçıların sürekli çiğnedikleri, ancak neyi çiğnediklerini anlayamadıkları bir öykü:

Enzimler, bir tepkimeyi, canlılığın bütünlüğünü bozmadan, düşük sıcaklıklarda en hızlı şekilde gerçekleştirmek için canlıların işletim sistemi için evrimleşmiş moleküllerdir ve çoğunlukla orta büyüklükte moleküllerdir. Böyle bir molekülün geçmişini (evrimleşmesini) ve filogenetik (canlıların akrabalık ilişkilerini) bilmeden atomlarının ya da molekülü oluşturan alt birimlerinin dizilişindeki olasılığı hesaplamaya kalkışırsanız, hangi molekülü alırsanız alınız, karşınıza inanılmaz küçük bir olasılık çıkar ve bunun bir rastlantı sonucu olarak ortaya çıkamayacağı sanısına kapılırsınız. Bunlardan en çok söz edilenlerden biri, canlılarda solunum işlevinin bir parçası olan mitokondrilerde oksijeni bir yandan öbür yana taşıma görevini yüklenen sitokrom-c’dir. Açık oturumlarda, evrim karşıtı tartışmalarında ve yayınlarda sık sık gündeme getirilen bu molekülün –öğrenmek isteyenler için- durumunu açıklama gerekliliği doğmuştur.

Söz konusu olasılık, 20 farklı amino asidin (biz buna yirmi farklı renkteki boncuğun diyelim), 100 taneden oluşan bir tespih şeklinde (yani sitokrom-c şeklinde) dizilmesinde, herhangi bir kombinasyonun ortaya çıkma olasılığıdır. Örneğin birden 100’e kadar, örnekleme verirsek 1. sırada, mavi boncuk, 5. sırada sarı boncuk, 87. sırada kırmızı boncuk ve buna benzer yüzlük bir dizilimin ortaya çıkma olasılığı her zaman 20-100 (20 üzeri 100)‘dür (buradaki 20 boncuk çeşitleri, 100 de tespihteki boncuk sayısıdır). Böyle bir molekülün birden bire ortaya çıkma olasılığı her zaman budur. Ancak:

Sitokrom-c’nin 20-100 olasılıkla birden bire ortaya çıktığını ben söylemiyorum ki; onu yaratışçılar (gericiler) söylüyor. Evrim, bir şeyin hemen ortaya çıktığını söylemez. Onun nasıl geliştiğini açıklar. Böyle bir molekül seçile seçile bugüne kadar gelmiştir. Bu nedenle her canlı kendine özgü sitokrom-c taşır ve molekülün benzerliği de türler arasındaki akrabalığın derecesini yansıtır. Yani bu molekül sihirli bir molekül değil, çeşitlenebilir; çeşitlendiği zaman bile birçok kombinasyonu çeşitli ortamlarda iş yapabilir molekül olarak ortaya çıkar.

Yaratılışçıların sürekli ağızlarında çiğnedikleri bir istatistik hesap vardır. Esasında bu hesabın bu denli yaygın kullanılmasına zemin hazırlayan da benim yazmış olduğum, 1984 tarihli Kalıtım ve Evrim kitabımdır. Orada insandaki bir sitokrom-c’nin ortaya çıkma şansı 20^100 olarak verilmiş ve bunun olasılığı, bir maymunun insanlık tarihini yanlışsız olarak daktiloda yazması kadar düşük bir olasılık olarak verilmiştir. Bu özünde dikkati çekmek için yazılmıştı. Nereden bilebilirim, hekimlik eğitimi yapmış olanların bile bunu anlayamayacaklarını ve kürsüye çıktıklarında her zaman büyük bir açık yakalamış gibi sürekli dile getireceklerini.

Bu molekül sihirli bir molekül değildir. Çeşitli varyasyonları da iş yapabilir. Örneğin 100 birimlik bir dizilimde, maymunlarla bizim aramızdaki fark sadece 54’ncü sıradakidir; diğerleri aynıdır, köpekle 15, bira mayası ile 84 yerde farklılığımız vardır.

Bu hesap esasında evrimdeki akrabalıkların kanıtlanması için tarafımdan Türk halkına tanıtılmıştır. Gel gelelim ki, anti evrimciler bunun ne anlama geldiğini -bugüne kadar- anlayamadılar. Bu hesapta diyoruz ki, bir insanın sitokrom-c’sinin bu şekilde dizilme şansı 20-100’dür; bir maymunda bu molekülün sadece 54’ncü amino asidi bizimkinden farklıdır. Yani maymun ile benim bu molekül açısından bir rastlantı olarak benzer olma şansımız 20-99’dur, yani 1 rakamını, arkasına 99 tane sıfır konmuş 20 rakamına bölerseniz (yani 20.000…..) çıkan sayının olasılığı kadar biz rastlantı olarak maymunla aynı molekülü paylaşmışızdır. Böyle bir olasılık kural olarak yok demektir. Ancak aynı kökenden gelmiş isek, sadece bir mutasyon ile son aşamada birbirimizden ayrılmışız demektir, yani ortak atadan evrimleşmişiz demektir. Hayvanlar âleminde bize genel yapısı ile ne kadar benzerlik gösterenler varsa, benzerlik oranında bu moleküllerde de o denli benzerlik bulunmaktadır. Bira mayası bana çok uzak bir benzerlik gösterdiği için de 84 tanesi benimkinden farklıdır. Ancak, bunu dogmatikler bir türlü anlayamadılar. Esasında güreşte künde diye bir oyun vardır; birinin sırtını yere yapıştırmak için abanırsınız, ancak karşıdaki sizin hemen anlayamadığınız, ancak sizin oynamaya çalıştığınız bir oyun ile sırtınızı yere yapıştırır. Yıllardır bu hesabı gündeme getiren yaratılışçılar, kendi sırtlarının bu hesapla mindere yapıştığının bile farkında değiller. Zaten olsaydılar, daha fazlasını öğrenmek için arkamıza düşerlerdi; anlayamadıkları için şimdi önümüzü kesmeyle uğraşıyorlar…

Yani bu sihirli bir dizilim değil, çeşitli varyasyonları olan ve çoğu varyasyonunun da çeşitli canlılarda işlev yaptığı bir moleküldür. Ancak bunu anlayabilmek için biyoloji bilimini, özellikle canlılar âlemini iyi bilmek gerekiyor. Hekimlerin bunu anlamasındaki zorluk bundan kaynaklanıyor.

Bu verilen örneği, herkesin anlayabileceği bir örneğe çevirmek istersek, anahtar ile kilit mekanizmasını incelemeyle başlayalım. Bilindiği gibi, dişli ya da tırnaklı anahtarlar; ancak kendine uygun bir kilit bulduğu zaman kilidi açabilir. Kural olarak bir anahtarın diğer anahtara benzeme şansı yoktur. Bir iki santimlik bir anahtarda bile bir anahtarın diğer anahtara benzeme şansı yoktur. Bir anahtar düşünün ki, kendi üzerinde de küçük dişçikler (bu dişçiklerin sayısı insanda yaklaşık 3.4 milyardır) taşıyan, 32.000 kadar niteliği (yüksekliği) farklı tırnak ya da diş (gen) taşısın. Daha sade bir tanımla bir anahtarda yükseklikleri birbirinden rastlantısal olarak farklı 32.000 diş bulunsun. Anahtarcı, burada doğal seçilim mekanizmasıdır; anahtarların dişleri ile kilidin girintileri birbirine uyum yapınca çalışmasına izin veriyor; uymadığında anahtar daha deliğe girmeden ya da işlevsiz olduğu anlaşıldıktan sonra etkisiz hale getiriliyor; sürekli deneme-yanılma yöntemi ile bu deney sayısız birey üzerinde deneniyor. Hangi anahtar hangi kilidi açıyorsa, o kapı açılıyor ve yeni bir yola giriliyor; buna evrimsel hat diyoruz. Her zaman uygun anahtar ya da kilit bulunabiliyor mu? Hayır. Bu uygun anahtar-kilidi bulamayan türlerin hepsi zaman içinde ortadan kalktı. Her zaman en iyi anahtar-kilit mekanizması bulundu mu? Onun da yanıtı hayır. Öyle olsaydı soyu tükenen türler olmayacaktı.

Evrimsel mekanizma anahtarın kilidi bulma şansını artırmak için –belki de başka yol bulamadığı için- çok sayıda anahtar ve çok sayıda kilit üretiyor. Bir bireyin milyonlarca sperm, yumurta ve çok sayıda yavru meydana getirmesinin nedeni bu olasılığı artırmadır; bir ekonomist gözüyle de baktığınızda çok savurganca bir mekanizmadır. Sadece birkaç bireyi ayakta kalacak bir sistemde, binlerce ya da milyonlarca tohum ya da yavru üretmenin mükemmel bir düzen için anlamı ne ola ki? Bazen çok daha mükemmel bir organizasyona ulaşılma olasılığı olmasına karşın, kör saatçi olarak bilinen doğal seçilim mekanizması, en iyi kapıyı bulamıyor, olanla yetinmeye çalışıyor ya da onu bir miktar geliştirmeyle yetiniyor ve biz de bir canlıyı ya da insanı yeniden tariflemeye kalkıştığımızda “keşke” ile başlayan dileklerde bulunuyoruz. Örneğin, keşke kanadımız olsaydı, keşke dişlerimiz hep yeniden bitseydi, keşke sonsuz hücre yenilenme yeteneğimiz olsaydı, keşke bu kalıtsal hastalıklar olmasaydı, keşke parmağımızın ucunda da gözümüz olsaydı, keşke sebze bitkileri çok yıllık olsaydı da her sene dikmeseydik, keşke de keşke… İşte bu keşkeler, geçmişte kuramsal olarak rastgelelik ilkesine göre bulunmuş, ancak daha iyisi bulunamayan canlılar için söylenmiş sözlerdir, dileklerdir.

Evrim mekanizmasında çilingir rastgele anahtar yapar, kilidi hiç düşünmez; kilide göre anahtar yapmayı da planlamaz (evrimin rastgeleliği buradan kaynaklanır). Anahtar çeşitliliğini nasıl sağlar? Dişlerin büyüklüğünü ve dağılımını tümüyle rastgele dizerek. İşte yaratılışçıların anlaması gereken de bu çeşitlenmenin işleyiş biçimidir; Tanrı gücü olmayan bir anahtarcı bile, dişleri rastgele diziyorsa, 32.000 dişçikten oluşan bir anahtarın hiçbir zaman bire bir aynısını yapamaz; trilyonlar çarpı trilyonlar adet üretse bile. Ancak, komut verirse ya da kodonu verirse bire bir anahtar yapabilir (genetik kopyalamada olduğu gibi). Eğer iki anahtarı birbirinin aynısı olarak yapmak isterseniz, bire bir kopyasını yapmanız gerekir. Doğada ikizler hariç, kural olarak kalıtsal yapısı birbirinin aynı olan iki canlı ya da bireye bu nedenle rastlayamazsınız. Kalıtsal olarak birbirinin kural olarak aynı olan iki insan yapmak isterseniz, ancak kopyalamayla bunu başarırsınız. Eğer Tanrı canlıların oluşumunu denetliyor olsaydı; birbirinin aynı olan bireyleri görecektik. Hâlbuki evrimsel mekanizma bir anahtarcının rastgeleliğine göre çalıştığı için, birbirinin aynı olan bireye hiçbir zaman rastlamayacağız. Bu açıklamayı yaratılışçıların bile anlayacakları açıklıkta yazdığımı zannediyorum. Bundan böyle, bu kadar çeşit molekül yapan bir Tanrıyı (Tanrının hikmetini) öne sürdüklerinde, aynı şeyi mahalle arasındaki adı Hikmet olan bir anahtarcının bile bu kadar çeşitlilikle yapabildiğini, oluşturabileceğini yine anlamıyorsa, onu eğitmeden ve bir şeyleri anlatmadan vazgeçin, evrimleşmesini henüz tamamlamış olabilir. Evrimsel sürecin öğrenilmesi, bu anahtarların bu kilitlere nasıl uyum yaptığını incelemedir. Her zaman en iyi uyum ya da en iyi bileşim ortaya çıkar mı? Bunun yanıtı kesin olarak hayırdır. Rastgeleliğin içinde sadece bugün ayakta kalanların öyküsüdür evrim…

Bilimden haberi olmayanlar, bir protein molekülünün oluşma olasılığını vererek, bunun ancak bir mucizeyle ya da bir yaratanla oluşabileceğini ileri sürerler. Bilimsel alt yapısı olmayanlar da bunun, bu hesabın nedenini kavrayamadıkları için, birden ol buyruğunu kurtuluş olarak görerek, dört elle sarılırlar. Yaratılışçılar, görüyor musunuz halkımızın %90’ı evrime inanmıyor diyerek güçlü bir dayanak bulduklarını zannediyorlar. Halkın %99’ı evrime hayır dese bile, bu evrim mekanizmasının olmadığı anlamına gelmez. Görsel ve yazılı basının içine düştükleri yanılgılardan biri de budur; çoğunluk nerede ise doğru odur; bu ancak emperyalist ülkelerin sömürülecek ülkelere dayattıkları - geleceğimizi karartsa da çoğunluk neredeyse doğrusu odur - demokrasi modelinde ya da uygulamasında geçerlidir; bunun bilimde hiçbir geçerliliği yoktur. Çünkü 70 milyon gecekondu, bir Süleymaniye etmez de ondan…

14.08.2009 tarihinde Haber Türk televizyonunda yapılan tartışmalarda görüş bildiren ve soru soran bilim adamlarının yaklaşımlarının, -ne yazık ki sunucu, çoğunun üniversitelerde biyoloji bölümlerinde öğretim elemanı olduğunu söyledi- durumumuzun hiç de iç açıcı olmadığını gösterdi. Örneğin İTÜ genetik bölümünden (hem de genetik bölümü) biri, konuşmacılara, birkaç bin atomdan meydana gelmiş dev bir enzim molekülünün saniyenin kesirleri içinde nasıl doğrulukla katlandığını açıkla gibi, kendince çok zor bir soru yönlendirdi. Bu, ne yazık ki, meslektaşımızın, biyokimyanın daha temel ilkesini bilmediğini gösterir. Proteinlerin bu kadar büyük yapılmasının nedeni, hedef molekülü tanıyarak doğrulukla kilitlenmeyi ve kendi üzerinde doğru katlanabilmeyi sağlamak için bile olduğunu anlamadan üniversiteye öğretim elamanı alınmış; bu en azından üniversiteler açısından ürkütücü… 11 haneli bir telefon numarası ile dünyadaki herhangi bir telefona nasıl saniyeler içinde doğrulukla bağlanıyorsak, özel dizilimli enzim molekülü de uygun yerlere öyle bağlanarak katlanıyor.

Bu kadar büyük bir molekülün evrimi mi? Unutmayın bir zamanlar telefon numaraları 4 haneliydi, sonra 5 oldu, sonra 6 haneli oldu, sonra 7 haneli oldu ve bugün en az 11 haneli oldu; hepsi de iş görüyordu; ancak daha dar bir alanda.

Enzimler de küçük yapılı moleküllerden olabilirdi; kataliz edecek molekülün ille de büyük olması diye bir kural yoktur. Ancak belirli sayıdan küçük olan bir molekülün başka bir molekül tarafından taklit edilme şansı çok yüksek olacağından ve hata yapma olasılığı artacağından (katlanma ve hedef bulmada olduğu gibi), moleküldeki atom sayısını artırma eğilimi korunmuştur. Sonuçta bugün (özellikle evrimini bilmeyenlerin) bir çoğumuzun hayranlık duyduğu moleküller ortaya çıkmıştır.

Moleküller karmaşık olmayıp da basit kalsaydı ne olurdu? Birbirinden bu denli farklı çok sayıda canlı olmazdı; zengin bir biyoçeşitlilik oluşmazdı. Pekâlâ, dünyada daha zengin bir biyoçeşitlilik olabilir miydi? Olabilirdi. Niye olmadı? Bunun için biyolojik evrimleşmenin tarihsel olarak gerilerine uzanmamız gerekir. Dünyada serbest oksijenin sadece güneş ışınlarının parçalaması ile (fotodisasasyon) oluştuğu evrede ortaya çıkan ozon tabakası (oksijen içeriği bakımından bugünkü oksijen miktarının ancak %0.1’i kadar), güneşten gelen güneş ışınlarının sadece bazı boylarını yeryüzüne bıraktığı için ve bu dalga boyları da ancak belirli moleküllerin sentezlenmesine için verdiği için, her türlü molekül değil; ancak belirli moleküller sentezlenebilmiştir. Bu nedenle bu molekülleri yapı taşı alan canlılarda da sadece alfa amino asitler, sadece ışığı sağa çeviren şekerler kullanıldı ve enerji kaynağı olarak da ATP kullanılmaya başlandı. Beta amino asitleri, ışığı sağa kıran şeker formlarını, enerji kaynağı olarak da ayrıca GTP’yi kullansaydı ne olurdu? Bugünkünden çok daha zengin ve renkli bir dünya olurdu. Aynen iki elimizden sadece birini (solu ya da sağı) kullandığımız zaman yaptığımız iş ile iki elimizi kullandığımız zaman yaptığımız iş arasındaki fark gibi. Ozon tabakası bize sadece bir elimizi kullanacak olanağı sağlamış… Öbürsü esirgenmiş…

Açık oturumlarda sorulan bilinçsiz (bazen aptal) sorulardan bir tanesi de “ilk canlı nasıl ve ne zaman oluştu”? Evrim mekanizmasını anlatmakla kendini yükümlü sayan insanlar da, bildikleri ve dilleri döndüğü kadarıyla bunun nasıl oluştuğunu anlatmaya çalışırlar. Hiçbir zaman da tam anlatamadıkları için, program bittiğinde bu soru yanıtsız kalır. Şunun iyi çok bilinmesi gerekir: Canlılık, organize ve belirli görevleri yapan bir sistem olarak sahneye çıkmadı. Birkaç on dizilimden oluşan bir molekülün (RNA olarak bilinen) kendini çoğaltma yeteneği kazanması ile yola çıktı. Buna moleküler evrim diyebiliriz. İnorganik moleküllerden daha sonra canlılığın temellerini oluşturacak, kendi kendine ya da basit aracılar kullanmak suretiyle kendini çoğaltabilecek, bugünküne göre çok daha basit organik (biz buna organoyik diyoruz) moleküllerin oluşması ile evrimleşme başladı. Zamanla gelişti. Ne zaman ki, çevre koşullarını algılayacak (duyu almaçları) ve tepki gösterecek organizasyonu (uyarılabilme) kazandı, o zaman canlı adını aldı. Yani canlılık koşmaya, canlı olmayan moleküller ile başladı…

Böyle bir başlangıç molekülü başka bir gök cisminde de oluşabilir mi? Sıcaklık ve koşullar uygunsa oluşmaması için bir neden bulunmamaktadır. Pekâlâ, bizim organizasyonumuz gibi bir canlı o gök cisimlerinde evrimleşebilir mi? Bunun yanıtı: Çok zor. Çünkü moleküler evrimin karmaşık canlıların evrimine dönüşme koşulları çok daha sınırlı görünmektedir. Gök taşlarında zaman zaman amino asit ve canlıların ilkin yapı taşlarına benzer moleküllerin bulunması, moleküler evrimin karmaşık bir canlı sisteminin ayakta kalamayacak ortamlarda bile oluştuğuna işaret eder.

Görsel basında, sürekli, yaratılışçılar çıkarak Tanrısal oluşumu ya da evrimciler çıkarak biyolojik evrimleşmenin nasıl olduğunu halka anlatmak için çırpınırlar. Evrimleşmeyi anlatmaya çalışanların çabalarını saygıyla karşılıyorum. Ancak, bunun zannedildiği gibi yaygın bir etkisi olmayacağını da 44 yıllık bir öğretim üyesi olarak söylemek zorundayım. Çünkü evrim mekanizmasını bilen bir kişi (Türkiye’de bunların sayısının birkaç elin parmağını geçmeyecek kadar az olduğunu söyleyebilirim) zaten bunları tartışma gereğini duymaz; onların derdi bu mekanizmadaki gitmezleri ya da bilinmezleri açıklamadır, araştırmadır. Mekanizmayı bilmeyen bir kişi için de evrim mekanizmasını televizyonlardan anlamak hemen hemen olanaksızdır.

Ancak evrim kavramı farklı bir yaklaşımdır. Evrim mekanizmasıyla yakından ilgilidir; ancak bire bir örtüşmez. Nükleer santrallerin kullanılması ile nükleer santrallerin işleyişinin tartışılması gibi (birincisinde çok kişinin söyleyeceği bir şey vardır; ancak ikincisinde, yani işleyişinde söyleyecek ya da anlayacak birkaç kişi bulabilirsiniz). Evrim kavramını Türkiye’de benimsemiş çok sayıda insan vardır. Bunlar dogmadan kurtulmuş, yeniliklere açık; A olarak girdiği bir yerde, dinledikten ve öğrendikten sonra fikrini değiştirerek B olarak çıkabilen; geleceğe aydınlık adımlarla ilerleyen, aklı ve bilimi kendine rehber yapmış kişilerdir. Esas geliştireceğimiz kesimler bu kesimdir; çünkü yeniliklere açıktır. En azından kararlarında aklı kullanırlar.

Sık sık gündeme gelen ara formlara ait fosil kalıntısı nedir, ne değildir?

Bunun için ilk olarak evrimi ve genetik bilimini anlayabilmek açısından son derece önemli olan populasyon genetiğini bilmek gerekir. Yanılmıyorsam üniversitelerimizin ancak birkaçında bu hesaplamalar öğretilmektedir. Eğer bir kişi ara form soruyorsa ya da söyle bakalım, falanca tür ne zaman ortaya çıktı diyerek kesin bir tarih istiyorsa, o kişinin populasyon genetiğinden hiç haberi olmadığını hemen anlayabilirsiniz.

Bir defa türler, yukarıdan zembille iner gibi, birden bire inmezler; bir topluluğun içindeki özelliklerin doğal seçilimi ile (çok yavaş işleyen bir mekanizma; bunun açıklaması daha sonra verilecek) ayıklanması ya da teşvik edilmesi onlarca, yüzlerce, bazen binlerce kuşağa ve binlerce yıla gereksinme gösterir. Bir merdivenin basamağından bir kattan bir üstteki kata çıkma gibi; her basamakta bir miktar değişim izlenir. Bu değişme, bir kazan suyun içine çok yavaş bir hızla damla damla mürekkep akıtma gibidir (toplumdaki gen frekansının yükseltilmesi). Ne zaman rengin tam olarak döndüğünü söyleyemezsiniz. Yani, bir tür ile evrimleşmiş türü toplayıp ikiye bölmeyle ara formu bulamazsınız. Bu nedenle bilimsel araştırmalarda fosil serisi ya da sistematik çalışmalarda örnekleme sayısı kullanılır.

Dogmatiklerin ya da yaratılışçıların hayalindeki ara form, örneğin atla, kuşu toplayıp ikiye böldüğünüzde her ikisinin özelliğini yarı yarıya gösteren bir canlıyı bulmadır. Böyle bir canlıyı buluna da ödül koyarlar. Çünkü populasyon genetiğini bilmezler.

İki tür arasında elde yeterince (her basamağı temsil edecek) geçişi formu bulunmayan, ancak merdivenin tam ortasında iken fosil bırakmış ara formlardan biri bulundu ve Archeopteryx adı kondu. Archeopteryx, diş taşıdığından, kanatlarında pençe kalıntıları olduğundan, kuyruğundaki tüylerin kuyruk gibi bir aks üzerinde yelpaze gibi değil de bir ağacın dalları gibi dizilmiş olmasından (sürüngen kuyruğundaki pul dizilimi gibi), pullu bacaklara sahip olmasından sürüngenlere; göğüs kafesinin yapısı (carina), ön üyelerinin kanat şekline dönüşmesi, teleklerinin olması, gagasının olması ve üyeler hariç diğer kısımlardaki pulların yitirilmesi ve genel vücut yapısı bakımından da kuşlara benzer. Yani yaratılışçıların tam hayal ettiği gibi bir ara form, yarısı ondan yarısı bundan. Gel gelelim ki, evrim karşıtları, bu sefer de bunun neresi kuş, bak sürüngene benziyor, ya da bunun neresi sürüngen, kuşa benziyor diyorlar. Esasında kendileri de ne istediklerini bilmiyorlar. Bu örnek çok konuşulduğu için burada verilmiştir. Eğer bir fosil bilimcinin müzesine ya da laboratuarına uğrarsanız, merdivenin basamağından yukarı çıkarken çok sayıda fosil bırakmış örnek bulabilirsiniz. Sistematik bilimi bu geçiş formlarının benzerliği üzerine kurulmuştur. İki tür arasındaki yaşayan geçiş formları bugün bilimde alttür olarak bilinir ve adlandırılır.

Evrim Mekanizmasını Neden Kolaylıkla Herkes Anlayamaz?

Evrim hep uzun süreçli bir işleyiştir; özellikle doğa tarihini kurmamış, temel bilimleri yaygınlaştırmamış toplumlarda, evrim mekanizmasını anlamak daha da zorlaşmaktadır. Örneğin mutasyonlar bir insanda her kuşak boyunca kişi başına yaklaşık 32.000 genden ancak 10-15 kadarında olduğu varsayılır. Mutasyonlar %99 kural olarak, o mutasyonun meydana geldiği ortamda, bulundurduğu canlıya zarar verir. Yararlı mutasyonu taşıyanın seçilme şansı ise binde bir sayılır (çünkü yararlı mutasyonu taşıyan bir bireyin sadece o özellik bakımından üstün olması yetmez ki, diğer özellikler de başarılı olduğu zaman bu bireyin seçilme şansı artar; çok defa uygun olmayan özellikler, bu yararlı özelliğe eşlik etmedikleri için, elenirler). Böylece yararlı bir mutasyonun korunup da gelecek kuşaklara güçlendirilerek aktarılması yüz binlerde, bazen milyonlarda bire kadar düşer; ancak seçilmeye başlanmışsa, koşullar uygun olduğu sürece bu seçilmeye yeni özellikler de eklenerek sürebilir. Belirli bir yere geldiğinde alt türe, daha sonra da türe farklılaşır. İki farklı topluluk (populasyon) bir zaman sonra eşeysel olarak birbirlerini cezp edip çiftleşemeyecek duruma geçerler (bu işleyişin yasaları Hardy-Weinberg Kuralları olarak bilinir). Ancak bu süreç çok uzun zaman alır; işte evrimleşmenin çok uzun bir sürede gerçekleşmesinin nedeni de budur; yavaş işlemesinden kaynaklanır. Elinde yeterince örnek olmayan ve doğanın işleyiş mekanizmasını öğrenemeyenler için, evrim mekanizmasını anlamak bu nedenle zor olmaktadır. Çare: Yaratılışçılığa sığınma… Emek çekmenize, kafa yormanıza, para harcamanıza, hatta yerinizden kalkmaya bile gerek göremezsiniz… Adaları araştırmak, denizlerin dibine inmek, bilim müzeleri kurmak, örnek toplayıp onları araştırmak, dağların tepesine çıkmak gereğini duymazsınız; bırakın onları aptal evrimciler yapsın… Nasıl olsa sizin –düşünmeden biat edecek- sömüreceğiniz büyük bir kitle her zaman yanınızda, arkanızda yer almaktadır; bu kitlenin gözlerinin açılmaması gerekli; ikbalinizin devamı için elinizdeki tüm araçları kullanarak evrimcileri, Darwin’i ve evrim kavramını kötülemeniz yeterli…<br style=""> <br style="">

Prof. Dr. Ali Demirsoy

Hacettepe Üniversitesi

18.08.2009

Link to post
Sitelerde Paylaş

Sevgili Kardeşim,<br style=""> <br style="">

Bu yazıda, önümüzdeki en geç birkaç on yıldan sonra büyük bir olasılıkla dünyanın ve bu cümleden ülkemizin geleceğini derinden etkileyecek zorlukların ve kargaşalıkların nedeninin bir türlü bilim toplumuna dönüşememe olduğunu; yeniliklere, gelişmelere kendini kapatmış; değişimi kabul etmeyen toplumların er ya da geç bu kavgadan nasıl yenik çıkacağını anlatmaya çalışacağız. Bu açıdan baktığımızda evrimsel öğretinin, toplumları bilimsel düşünmeye yönlendirerek, uygar bir dünyanın uygar bir üyesi yapmanın tek yolu olduğunu göreceğiz. Merak ederseniz okuyunuz…

Sevgilerimle

Bir millet uyuyorsa uyandırmak kolaydır

Uyumuyor da uyuyor gibi yapıyorsa ne yaparsanız nafile, uyandıramazsınız (İndra Ghandi)

Evrim ya da evrimleşme deyince, doğru dürüst eğitilmemiş insanların tümünde, maymundan insanın oluştuğunu savunan görüş çağrışmaktadır. Bu da neredeyse mantığı açısından bugünküne benzer, ancak anlatımları farklı olan, 8.000 yıllık geleneksel görüş ve ezberlere ters düşmektedir. Bu öğretilere göre, insan doğaüstü güç tarafından dünyaya özel olarak gönderilmiştir; dolayısıyla her şeyi ile de farklı olması gerekir. Ancak son yirmi yıldır yapılan gen analizleri, daha önceki bilim adamlarının –insan da dâhil canlıların tümü evrimleşmenin ürünüdür şeklindeki- söylediklerini sayısal olarak desteklemeye başlayınca, dünya, evrim karşıtlarının başına çökmeye başladı. Öyle ki bir şempanze ile bir insan arasındaki genetik benzerlik %99’dan bile fazla; yaklaşık 32.000 genden ancak 300 tanesi farklı. Bu benzerliğin basit bir rastlantı ile olamayacağını Homo habilis bile anlayabilir. Ancak bu yazının amacı evrimsel mekanizmanın doğruluğunu kanıtlamak değil, evrim kavramına ulaşamayan toplumların hangi çıkmazlarda olduğunu sergilemektir.

Doğrusunu isterseniz son bir yüzyılda elde edilen bilimsel gelişmeleri izleyemeyenler –anlayamayanlar ve 8.000 yıldır biat ve köle kültürü içerisinde yetişmiş ve bu kültürü şekil olarak atsalar dahi geleneksel belleklerinden temizleyememiş olanlar için, evrim kuramını anlamak gerçekten zor görünmektedir. Geçmişte köleler bile köleliğin bir Tanrı takdiri olduğuna inanmışlardı. Pek az köle bu kurulu düzene ve ezberci anlayışa karşı çıkarak özgürlüğe giden yolu açmıştı. Evrimciler başka bir tanımlama ile –daha çok tepki çeken deyişle- Darwinistler, köleliğin kutsandığı cahiliye döneminin değil, bilgi çağının ışıldayan kandilleri olmuşlardır. Bu nedenle bir insan ne kadar bilgiyle doldurulmuş olursa olsun, ne kadar günümüz araçlarını ustalıkla kullanırsa kullansın, kâğıt üzerinde her insana puan getiren ne kadar beceriyle donatılırsa donatılsın, özgün, özgür ve bağımsız bir yapıya kavuşmalarının vazgeçilmez koşulu, yani uygar bir insan olmaları ancak ve ancak evrimsel bir mantığa kavuştukları zaman gerçekleşebilmektedir. Buradaki zorluk, yarının evrimsel yaklaşımının bugünkünden farklı olabileceğidir. Çünkü Evrim Kuramı durağanlığı değil, değişkenliği inceleyen bilimin adıdır. Evrim Kuramı, sadece değişenleri değil, değişmenin kurallarını –hem de nasıl başarılı değişim yapılabilirliğini- öğretir.

Bugün hangi bilim dalına bakarsak bakalım, çok büyük bir kısmı son durumdaki görünümü inceler, örneğin sistematik çalışan bir biyolog, yapısal benzerliklerine göre canlıları gruplandırır; bir fizyolog, hücrelerde ya da dokularda neler olup bittiğine bakar; ülkeler coğrafyacısı şu anda o ülkenin durumunu bakar; bir sosyolog o andaki yapıyı inceler; bir tarihçi incelediği zaman kesitindeki toplumun ilişkilerine ve durumuna bakar; bir teolog dininin ortaya çıktığı dönemi nirengi noktası olarak alır. Bu listeyi uzatabildiğimiz kadar uzatabiliriz. Ancak, bütün bunların neden ortaya çıktığını ve gelecekte de neler olabileceğini yorumlayan bilim dalı evrimdir. Bu, bilgi ister, listelenmiş arşiv ister, evrensel bakış ister, bağımsız düşünme yeteneği ister ve en biraz zekâ ve akıl ister… Evrimi anlatmada ve anlamadaki zorluk bu son cümledeki açıklamalarda yatar. Ezberi olan, bir fikre körü körüne bağlı olan, geleneksel anlayışından ödün vermeye yanaşmayan, geleceği yorumlamaktan korkan, yaşadığı olumsuzlukların nedenini arama zahmetine girmeyen, sıkı sıkıya sarıldığı öğretilerin bir anlaşılan bir de anlaşılmayan (anlaşılmayan yönünü öğrenebilmek için mürşit, rehber, şeyh, dini lider peşinde koşan ve onların sömürüsünden bir türlü kurtulamayan) tarafı olduğuna inanan, kendi öğretisinin dışında bir yorum getirenleri lanetleyen ve aşağılayan, öğretisindeki kusurları örtmek için bin bir bahane uydurmayı adet haline getirenlerin, “her şeyimiz iyi de biz ve bizim gibi olanlar niye böyleyiz?” sorusunu kendine bir defa bile sormamış olanlar ve bu bağlamda neden-sonuç ilişkisini yaşam tarzı olarak benimseyemeyenler Evrim Kuramını hiçbir zaman kavrayamazlar.

Burada 43 yıllık bir eğitmen olarak bir şeyi de vurgulamadan geçmek istemiyorum: Bilim dünyası, eğitim dünyası, kendini halkına adamış yöneticiler, bir önceki cümledeki söylenenlerin egemen olduğu bir aileden ve bir çevreden gelen çocuklara bilgi vermek ve eğitilmek suretiyle çok fazla değiştirilebileceğine inanıyorsanız yanılıyorsunuz. Dogma bir defa bir körpe beyne yerleşti mi, onu söküp atmanız hemen hemen olanaksızdır. Çünkü beyin bencildir ve en kestirme yolu izleme eğilimindedir. Bir şeyi öğrenmek için çok karmaşık işlemlerden kaçınır; kestirme yolu izleme eğilimi vardır. Çim ekilmiş bir alanın çevresine ne kadar çimlere basmayınız yazarsanız yazın, dikkat edin, insanların çoğu (bunların da çoğunu tutucu çevreden gelenler –örneğin türbanlılar-oluşturur) eğer kestirme ise, yolu kısaltıyorsa, çiğneyecektir. Bunun, galiba en iyi, dünyayı idare etmeyi aklına koymuş ve gelişmemiş ve gelişmekte olan ülkeleri sürekli koltuğunun altında tutmayı amaçlamış emperyalist ülkelerin gizli ve açık strateji merkezleri farkındadır. Demokrasiyi getireceğim diye bir ülkede (Irak’ta) milyon kişiyi katleden bir politika, dünyanın geleceğini etkileyecek petrol rezervlerine sahip çevre ülkelerin gerici eğitimine bırakın müdahaleyi, herhangi bir kınama bildirisi dahi sunmaktan kaçınmaktadır. Hatta üstü kapalı olarak “inanç hürriyeti” adı altında, güya demokrasinin bir gereğiymiş gibi, destek de olmaktadır. Bir ülkede ilkokul çağındaki insanlara neden-sonuç ilişkisini yasaklayan bir dini eğitim veriyorsanız, örneğin Kur’an Kursu açıyorsanız, her şeyi dinle açıklamaya kalkışıyorsanız, üniversite hocalarınız dahi her şeyi bir ayet ve hadis ile açıklamaya kalkışıyorsa, bu öğretinin dışında yeni yollar açabilecek, gelecekteki yeni koşullara uyum yapabilecek yaratıcı düşüncenin yolunu peşinen tıkıyorsunuz demektir.

Evrim Kuramı bir insana düşünmeyi ve yorumlamayı öğrettiği için çok önemlidir ve yobaz-gerici idarelerin en çok korktuğu öğreti şeklidir. Bu nedenle dünyanın neresinde gerici-yobaz bir idare varsa, nerede insan sömürüsü varsa, nerede yer altı kaynağı var; ancak bu kaynakları yabancı güçler kullanıyorsa, nerede yöneticilerinin bir eli yağda bir eli balda halkının burnu b…da yüzüyorsa (bunun için monarşi ya da anti demokratik bir ülke olması gerekmez; demokratik bir ülke görünümünde olup da bağnazlık içerisinde yüzenler de buna dâhildir) orada evrim karşıtı akımlar revaçtadır. Kilise bunu 150 yıldan beri uyguladı; ancak birkaç sene önce bu gerici söylemi daha fazla yürütemeyeceğini anladığı için Darwin’den ve evrimcilerden özür dileyerek geçmişini –şeklen de olsa- temizlemeye çalıştı. Çünkü batı kiliselerinin çoğu her şeye karşın belirli bir bilim adamını danışman olarak yanında tutmaya özen göstermiştir. Özünde Galilleo’yu da mahkûm eden kilisenin yöneticileri değil, bilirkişi olarak çağırılmış, fikren satılmış, çıkarcı bilim adamlarıdır (bizimkiler o devirde yaşasaydı, en gözde bilirkişi olurlardı). Gerici yönetimler olarak bilinen birçok ülkede niye böyle bir aydınlanma beklenmiyor derseniz, bu yönetimler öncelikle bağımsız ve özgür düşünen bilim adamlarını tehdit olarak görüyorlar; fikren satılmış bilim adamlarını sözcü olarak kullanmayı yeğliyorlar; bu nedenle de çıkış yolu bulamıyorlar. Dogmatik düşünceleri örgütleyen kurumlar ya da kuruluşlar, devletin önemli kaynaklarını ve halkın (iyi niyetlerle yaptığı) büyük bağışlarını almalarına karşın, görkemli binaların yapımının ötesinde, insanlık tarihine geçecek herhangi bir fikir üretemiyor, bir arpa boyu yol alamıyorlar. Herkesin evrim karşıtı olmasını sağlama bir (ya da bu) ülkeye ileriye doğru bir adım yol aldırmayacaktır; yobazlığa doğru geri adım attıracaktır.

Şimdi size hayret edeceğiniz bir tespitimi ileteceğim. İran, uzaya uydu fırlattı, menzili 1000 km üstünde olan füzeler yaptı, atom bombasını neredeyse yapma aşamasına geldi, Amerika’nın dışında kimsenin başaramadığı radarda tespit edilemeyen uçak yaptı, bilimsel yayın bakımından galiba İslam ülkelerinin lideri oldu. Büyük bir olasılıkla çoğunuzun merak ettiği gibi ben de “bu gelişme nereden kaynaklanıyor?” diye merak ettim. Bu denli atılım yapılan bir ülkede evrimsel düşünce egemen olmalıydı. Ancak, ortalıkta sarıklı adamlarının dolaştığı bir ülkede bu nasıl olabilir diye merak ediyordum. Sonunda orta eğitimde okutulan biyoloji kitaplarını getirttirdim ve Farsça bilen birine okutturdum. Sıkı durun! Kitapların hemen hepsinin üçte ikisi Darwinist görüşü işleyen evrime ayrılmıştı; hem de hiç çarpıtılmadan; yaratılış ile ilgili hiçbir kısım yoktu. Şu anda İran’da orta eğitimde anlatılan evrim içeriği Türkiye üniversitelerinin yüzde doksanınkinden daha bilimsel ve olması gerekene yakın bir şekilde anlatılıyor. Bizim üniversitelerimizin çoğunda evrim dersleri ya seçmeli ya da verilmiyor, verilirse de gericiliği teşvik edecek şekilde veriliyor. Evrim dersini veren birçok üniversite hocasının bile bırakın çağdaş evrim kavramını anlamasını, Darwin dönemindeki evrim düşüncesini bile kavradığından kuşkuluyum. Sarıklı yöneticileri olan bir ülkede gerçeğine uygun olarak evrim dersi verilirken, anayasası gereği laik olan ve batı tipi giymiş yöneticileri olan bir ülkede yobazlığı teşvik edecek tarzda evrim anlatılmaya çalışılıyor. Bakanları sanki Battal Gazi destanından söz ediyormuş gibi, Darwin için ölmüş gitmiş bir adam, Milli Eğitim Bakanı bir anlamda “Evrim Kuramı” için ne idiğü belirsiz bir görüş gibi açıklamalar yapıyorsa, daha epeyi bir şey yaşayacağız demektir. Sonuçlarını uzak bir zaman diliminde değil yakında, hem de çok yakında alacaksınız, hem de en ağır şekilde… Kendinizce düzgün giden şeyleri mükemmel yaratılışa ya da akıllı tasarıma yazıp, gitmezleri takdiri ilahi hanesine yazmakla bir yere gidemeyiz…

Bütün bunlardan sonra “Evrim Kavramı” bir topluma ne kazandırır diye düşünebilirsiniz. Neden doğru dürüst bilim adamları evrim öğretisi evrim öğretisi diye çırpınıyor? Neden yobazlar işi gücü bırakmış evrimcilerin peşine düşmüş? Hem tarihte hem günümüzde halkın dini inançlarını sömüren güçler, yönetimler, neden evrim karşıtı oldular? Neden birtakım karanlık güçler, nereden alındığı bilinmeyen kaynaklarla, geri kalmış ülkelerde, özellikle İslam ülkelerinde evrim karşıtı propagandalara ve yayınlara girişmiş durumdalar? Bütün bunların bir nedeni olmalı. Zamanınız varsa nedenlerinin bir kısmını açıklamaya çalışacağım.

1. Evrim –özellikle zaman içinde- değişimin kurallarını inceleyen bir bilimdir.

Bunun sadece organik, yani canlılarla ilgili olması da gerekmiyor. Bundan 13.5 milyar yıl önce, başka kuralların egemen olduğu bir evrenden, doğal yasaların (kütle, hız, zaman, enerjinin) egemen olduğu bir evrene geçiş, yani ezeli ya da büyük patlamadan ya da İngilizce söylenişi ile “Big Bang”den bu yana gelişen olayları da inceleyen bir bilimdir. Gözlemlerin hepsi, evrenin bile durağan olmadığını ve 13.5 milyar yıldan bu yana her an mimarisini değiştirdiğini göstermektedir. İsteseniz de geçmişte herhangi bir yapıya dönmeniz ya da o yapıyı tekrar oluşturmanız olanaksızdır. Evrim geriye işlemez ve tekrarlanamaz. Dolayısıyla evrim karşıtlarının (bundan böyle yobazların yerine bu ifade kullanılacaktır) yeniden denenemeyen ya da gözlenemeyen bir şeyi kabul edemeyiz şeklindeki yaklaşımı, evreni de kabul etmeme anlamına gelmektedir.

2. Evrim Kuramı, diğer kuramlardan farklı olarak, içeriğinin tümü değişse dahi kuram zedelenmeden kalabilmektedir.

Çünkü Evrim Kuramı zaten değişimi inceleyen bir bilimdir; incelediği şeylerin değişmesi, yeni bulgularla eski görüşlerin toptan ya da kısmen ortadan kaldırılması yerine yenisinin konması Evrim Kuramı’nın işleyiş tarzıdır ve bu değişiklikler Evrim Kuramı’nın geçerliliğini zedelemez. Çünkü Evrim Kuramı’nın mantığı değişmeleri incelemedir. Evrim Kuramı’nda, “yeterlidir” ve “bu sondur” sözcükleri bulunmaz; evren var oldukça her şeyin değişebilir olduğunu kabul etme temel ilkesidir. Çünkü her an mimarisini değiştiren bir evrende hiçbir şey, bizatihi evrim kavramı bile durağan olamaz.

İşte bu nedenle evrim karşıtları, bir daha vurgulayayım, yobazlar, Evrim Kuramı’nı isteseler de kabul edemezler. Çünkü ezberleri böyle bir değişime, yani yeni olaylar karşısında yeni davranış biçimleri geliştirmeye asla izin vermez. Öğretilerinin ortaya çıktığı tarih miladidir; her şey o miladi tarihteki yapılanmaya göre olmalıdır; düşünce tarzı, hatta giyim kuşam ve her davranışımız o günküne olabildiğince benzer olmalıdır; hatta mümkünse aynı olmalıdır. Evrenin sonu gelinceye kadar da öyle olmalıdır, öyle kalmalıdır. Dolayısıyla evrimciler ile evrim karşıtları arasında çıkış noktalarında tam bir zıtlık vardır. Ortalıkta evrimsel düşünce ile ezberci-geleneksel düşünceyi bağdaştırmaya çalışan bir takım aydın taslağı, esasında çok daha büyük zararlara neden olmaktadır. Çünkü evrim karşıtları böylece, evrimleşmenin bugün ret edilemeyecek –tutucuların bile zorunlu olarak kabul etmek zorunda kaldığı- birçok bulgusunun kendi öğretilerinde zaten var olduğunu ileri sürmeye başlamışlardır.

3. Evrim öğretisinin en can alıcı yanı, dünyadaki canlı evrimleşmesinin ince ince düşünülmüş bir plan dâhilinde değil, sunulan birçok seçenek içerisinde koşulların belirleyip ön plana çıkardığı bir mekanizma ile yürütülüyor olmasını işlemesidir.

Yani önceden hazırlanmış akıllı bir tasarım söz konusu değildir. Geniş bir zaman diliminde baktığımızda birçok rastgele olayın ortaya çıkardığı mükemmel gibi görünen bir sonuçtur. Eğer evrimsel bir mantığa sahip değilseniz bunu anlamada zorlanacaksınız. Yobazların bir türlü anlam veremedikleri de budur. Bütün yazı ve konuşmalarında şöyle derler, evrimciler bir saatin parçalarının ve dişlilerinin rastgele bir araya toplandığını ileri sürüyorlar ey ahali… Kimse bir saatin parçalarının bir anda rastgele bir araya toplandığını ileri sürmüyor. Ancak, gelişmiş bir saatin de hemen ortaya çıkmadığını biliyor. Eğer zaman içinde gelişerek çeşitlenerek bir saatin evrimleşmesi (doğal olarak burada saat değil, insanın becerisi evrimleşmektedir) olmasaydı, yobazlar, bir ellerinde kum saati, devenin kuyruğuna tutunmuş olarak dolaşıyor olacaklardı. Her aşamada bir çark eklendiği için gelişmiş saatler ortaya çıktı ve çıkmayla da kalmadı, çeşitli ortamlarda çeşitli ellerde, çeşitli koşullarda on binlerce çeşide geliştirilerek zamanımıza ulaştı. Eğer, sığ bir bakışla bugün insanın son aşamadaki saate bakarsanız, size olağanüstü karmaşık görülür; jeolojik geçmişine ve evrimine bakmadığımız ve bulunan kanıtları görmemelikten geldiğimiz zaman içine düştüğümüz hata gibi.

Evrim karşıtlarının sık sık gündeme getirdikleri bir konu daha vardır. Örneğin insanda solunumdan sorumlu olan bir molekülün (sitokrom c) ortaya çıkma olasılığı 20 üzeri 100’dür. İlk bakışta çok düşük bir olasılık. 20 çeşit birimin, yani 20 farklı renkte boncuğun, 100 tanelik tespih halinde dizilmesi gibi. Esasında ilk bakışta insan için gerçekten çok küçük bir olasılık; ancak diğer canlılara baktığımızda, bu molekülün ya da tespihin 90 boncuğu değişse de iş gördüğünü görüyoruz. Yani sihirli bir dizilim değil.

Ancak burada gericilerin anlamadığı, anladıkları zaman da onlar için geç olan bir hesap var (nitekim bu hesabı ilk defa 1984 yılında kitabımda yazdığımda, evrim karşıtları, bu hesabı hemen kavrayamadıkları için ona dört elle sarıldılar). İnsandaki bu molekül ile şempanzenin aynı işi gören molekülü arasındaki tek farklılık 54’üncü boncuğun farklı renkte olmasıdır. Yirmi farklı renkte boncuk çuvalı bulunan bir odaya sokulan bir kör, 100 boncuktan oluşmuş belirli bir tespih dizme olasılığı, 20 üzeri 100’dür. Çok küçük bir olasılıktır. Ancak burada evrim karşıtlarının bir türlü anlayamadıkları bir husus vardır; zaten anlamış olsalardı evrim karşıtı olmazlardı. O da şu: Bu köre maymunlar için de bir tespih dizdirmeye kalkışırsak ve kör rastgele dizdiği için, kapıdan çıkarken bu yeni dizilen tespihin insandakine bir boncuk hariç tümüyle benzer olmasını basit bir rastlantı ile açıklayamayız. Kaldı ki, biraz daha uzak akrabalarımızla da uzaklıkla ilişkili olarak genetik farklılığımız ya da benzerliğimiz var. O zaman bu benzerliği nasıl açıklayacaksınız? Bu durumda insan ile şempanze arasındaki benzerliğin rastgele olma olasılığı, 20 üzeri 99’dur. Yani bir insanın bir şempanzeye benzemesi, eğer ortak bir kökten gelmiyorlarsa, bir rakamını, 20’nin arkasına 99 tane sıfır koyarak (1/20….99 sıfır) elde ettiğimiz sayıya böldüğümüzde çıkan düşük olasılık kadar küçüktür. Bu, tüm evrene bir kum tanesi attıktan sonra tekrar aynı kum tanesini rastgele ilk seçimde bulma olasılığından katrilyonlarca kat daha düşük bir olasılıktır. Pekala rastgele bir dizilimi kabul etmiyorsanız, akrabalığı (ortak gen havuzunu) da kabul etmiyorsanız, bu ve buna benzer onlarca molekülümüzdeki benzerliği nasıl açıklayacaksınız? Bu kesim hiçbir şeyi açıklama zorunluluğunu duymuyor; açıklamayı hep evrimcilerden bekliyor. Bu nedenle de binlerce yıldır –ellerindeki inanılmaz olanağa karşın- oldukları yerde saydılar. Ne zaman ki evrimci düşünce bilim dünyasına egemen oldu; özellikle gen havuzları kavramı biyoloji biliminin gündemine girdi, bu güne kadar kuşkulu kalmış sorular teker teker çözülmeye başladı. Gericiler anladı mı? Hayır, onlar yapılanlara nasıl sahip çıkarız telaşı içerisindeler. Bu nedenle tam anlamıyla açığa çıkarılmayan kısımları alıp, görüyor musunuz, bilimciler ya da evrimciler burada çaresiz kalıyorlar gibi kendilerine pay çıkarmaya devam ediyorlar. Kendilerine dönüp, binlerce yıldır biz niye çıkarmadık diye sormayı akıl edemiyorlar. Etselerdi evrim karşıtı olmazlardı.

Karşı evrimcilerin bile anlayacağı bir örnek vererek evrimsel mantığı –evrimdeki rastgeleliği- perçinlemeye çalışalım. Bir okul düşünün. 100 öğrencisi olsun, okulun da 1000 metre kare bahçesi olsun. Her ders aralığında öğrenciler bahçeye çıksın ve bu karelerin arasında oyun oynamaya başlasın. A öğrencisinin örneğin 50 nolu karede bulunma şansı 1/1000’dir, yani bin kareden ancak birinde bulunabilir. Böyle baktığımızda 100 öğrencinin 1000 karelik bir bahçede istediğimiz (önceden talep ettiğimiz) bir dağılımda bulunma olasılığı 100 üzeri – 1000’dir; yani 100-1000. Bu ne demektir, bir rakamını, 100’ün arkasına bin tane sıfır konmuş bir sayıya bölersek, böyle bir dağılımın ortaya çıkma şansı ancak o kadar olabilir demektir. Evrendeki atomların sayısının 10 üzeri 80 olduğu düşünülürse, evrendeki atomların sayısının yüzlerce katrilyon katı kadar bu çocukları bahçeye çıkarsak bile istediğimiz dağılımı bulma şansımız olmayabilir. Böyle bir dağılımı ancak doğaüstü bir güç düzenleyebilir. İşte evrimin –yobazlar tarafından- anlaşılmayan tarafı bu olasılıkta yatar. Böyle bir olasılık her zaman vardır, çıkması mucize değildir; ancak olasılığı küçüktür. Ayrıca her dağılımın kendine özgü yeni bir özelliği vardır. Her kombinasyon yüzeysel bakan bir kişiye olağanüstü gelir. Ancak her kombinasyon o andaki koşullara tam olarak olmasa da belirli bir işlevi yapacak durumdadır. İşte doğadaki bu denli çeşitlilik böyle bir dağılımın sonucu ortaya çıkmıştır. Yüzeysel bakan bu kitleye sorsak: “Nasıl bir kombinasyon olsaydı ki, siz bunu olağan karşılıyor olacaktınız ve bu doğaüstü bir gücün değil, herkesin yapabileceği bir kombinasyon diyebilecektiniz? Bugüne kadar hiçbir dogmatik bunun yanıtını veremedi. Bu kesim için her şey olağanüstüdür. Bu kesimin “bu beklenen bir sonuçtur” diye bir yargıya vardıkları ya da bir örnek gösterdikleri görülmemiştir. Çünkü bu kesimin üç boyutlu düşünme alışkanlığı yoktur; evrim öğretisiyle bunu vermeye kalkışınca da büyük bir direnç göstermektedirler; bu nedenle de kendilerini birçok bakımdan geliştirme şansını yakalayamamaktadırlar, bunun sonucu olarak da değişmez kuralları işleyen öğretilerine sıkı sıkı sarılmaktadırlar.

Biz tekrar bahçemize geri dönersek, bu bahçede oynanan her oyun yeni bir bileşimin ve özelliğin habercisidir, yani başka bir canlı türüdür. Canlılık tek bir bileşimin ürünü değildir; lego gibi temel birimlerin ortaya çıkardığı çeşitli görünümlerdir. Şimdi bir evrimci ile bir yobazı aynı helikoptere bindirip, bu çocuk bahçesinin üzerine getirip de milyonlarca fotoğraf çektirdiğinizde; evrimci, her fotoğrafın 100 üzeri 1000 kombinasyondan birini resimlediğini anlayacak, yobaz ise doğaüstü gücün düzenleyebileceği bir olasılığı yakaladığını sanarak sevinecektir. Patlıcanın içindeki tohumların diziliminde, balıkların kuyruğundaki desenlerin diziliminde, odunların damar tezyinatında Allah ya da Maşallah ya da Kelime-i Şahadet ifadelerinin Arapça ya da başka bir dilde görünmesini bu kombinasyonlardan birine değil, Tanrının büyüklüğüne bağlarlar. Sanki Tanrının işi gücü yokmuş gibi, bir patlıcan bulup da adını onun tohumlarına yazdırmasının, büyüklüğüyle ne ilgisi varmış gibi. Eğer yazdıracaksa adını Himalaya Dağlarına niye yazdırmasın. Bu kadar küçük ve güdük düşünme bu kesimin özelliğidir.

Biz tekrar olasılığımıza dönelim. Eğer Evrimci böyle bir olasılığın bir daha yakalanma şansının matematiksel olarak hemen hemen olmayacağını bildiği için, aynı kareyi bir daha yakalamayı hiç denemeyecektir; yobaz ise evrimciye soracaktır, tekrarla da göreyim… İşte bugün evrimciler ile evrim karşıtlarının arasındaki fark budur. Bir doğa bilimci olarak şunu söyleyebilirim, aynı çocuk bahçesindeki gibi, doğada aynen tekrarlanabilen hiçbir olay ve varlık görmedim. Eğer bu bahçenin üzerindeki fotoğrafta öğrencilerin tek bir çizgi boyunca belirli bir sıraya göre dizilmiş olduğunu görseydim (ve özellikle her defasında bir çizgide dizildiklerine tanık olsaydım), bunun ancak doğaüstü bir güç tarafından yapılabileceğine inanırdım. Böyle bir dizilim hiç görmedim, doğa random (bir anlamda rastgele) dizilim gösteriyor.

Bu bahçedeki dağılım çeşitliliğine benzer şekilde, canlılar da genetik çeşitliliklerini artırmak için yapabildiğince çok yumurta, yavru, tohum meydana getirerek istenen kombinasyonu vermeye ya da bulmaya çalışıyorlar; sırf beğenilen bir kombinasyonu rastgele de olsa tutturabilme amacıyla… Tutturanların dölleri seçilip gelecek kuşaklara aktarılıyor, tutturamayanlarınki ise ayıklanıyor. Buna başarabilmek için de eşeysel olarak çoğalıyorlar, mutasyon oluşturuyorlar, gen değiş tokuşu yapıyorlar, birbirlerinin genlerini bir çeşit kendi genom dediğimiz kalıtsal yapılara katıyorlar vs. Evrim bu…

Bu açıdan baktığımızda evrim öğretisi bize ne kazandırıyor? Zamanımızda güç (seçilebilme yetisi) bilgi ve beceri olunca, çok çocuk yapmaktan ziyade, nitelikli çocuk özelliği ön sıraya çıkmış oluyor. Dolayısıyla “Evrim Kuramı”nın mantığını anlayanlar, bu sefer hayvansal içgüdülerinden arınarak çok çocuk yerine nitelikli çocuk yapmanın peşine düşerken, evrim karşıtları hala güdülerinin etkisi altında üremeye devam ediyorlar. Çünkü Evrim Kuramı aynı zamanda sosyalleştikten sonra insana yeni koşullara uyumu öğretir.

4. Evrim Kuram’ında olasılık sınırları içinde bulunan, ancak ortaya çıkma olasılığı düşük olabilen rastgele (random) olaylar vardır.

Ancak mucize yoktur. Örneğin Kars’tan yola çıkıp Ankara’ya yürüyen bir adamın, çıkış zamanı ve hızı bilinmiyorsa, Ankara’dan yola çıkıp Kars’a yürüyen bir adamla yolda karşılaşma şansı muhakkak vardır; ancak Sivas’a 750 metre kala karşılaşma şansı koşullara bağlıdır ve olasılığı çok düşüktür; ancak mucize değildir. Ancak bu adamlardan biri, Antalya’dan Ankara’ya yürüyen bir adamla karşılaşırsa, onun adı mucize olur. Böyle bir mucize olmuş mudur? Olmuştur ancak gericilerin hayallerinde ve geçmiş mitolojilerinde… Mitler döneminde. Ölen insanlar diriltilmiş, cüzzamlılar bir anda sağlığına kavuşmuş, körler görmeye başlamış, Kızıldeniz boydan boya açılmış, gökyüzüne çıkılmış vs vs. Evrim ise matematiksel olasılıkların bütünüdür. Bu nedenle iki kesim birbirini hiçbir zaman anlayamaz.

Çalışmadan zengin, okumadan âlim, gezmeden gezgin olmaya çalışan bir toplum için mucize tutunacak en önemli öğreti şeklidir. Akşam yatıp sabah zengin olmayı hayal eden bir topluluk neden Evrim Kuramı gibi gerçekçi olmaya yönlendiren bir öğretiye sıcak baksın? Bu kadar güdülecek insanı olan sömürü düzeni kurmuş yönetimlerin böyle bir öğretinin yaratacağı tehlikeyi sezinlememesi mümkün değildir. Bu nedenle Türkiye’de ve geri kalmış ülkelerde evrim karşıtı kitaplar en iyi kaliteden basılmakta ve parasız olarak dağıtılmaktadır. Bunları düzenleyenler Afrika’dan bir zamanlar zenci ticareti yapan insanlardan farklı değildir; modern köle yetiştirmektedirler…

Bütün bunların sonucunda ne olmaktadır? Çocuğunu gereği gibi yetiştiremeyen bu insanlar sınava doğru Eyüp Sultan’a giderek kurban kesip dua eder; akşam sabah sigara içip, dişini bir defa bile fırçalamayan bir kesim, yatırlara sağlığına kavuşmak için adak adar; hangi işe başlarsa başlasın çalışma yerine dua etmeyi tercih eder; trafik kurallarına uymaktansa arabasının arkasına Allah Korusun yazdırır; çalışmaktansa şans oyunlarına eğilir, her biri bir bahis olan bilmem ne maçında ilk golü atanı, maçta kaç gol atılacağını, kaç sarı kart kaç kırmızı kart görüleceğini tahmin etmeyle kazanmayı düşünür; zengin kızın fakir delikanlıya aşık olduğu filmlere gider, o tip dizileri seyreder. En son düşündüğü şey alın teriyle çalışıp kazanmadır. Mucize varsa, bunca zahmete ne gerek… Mucize geçmişte birine gelmişse, bana niye gelmesin der… Evrim mantığı bunlara izin vermez; kişilerin hayallerini bozduğu için de sevimsizdir… Evrim yeteneksizlerin ayıklandığı bir sistemi öğretir. Dolayısıyla bize hiç uymuyor.

5. Evrim Kuramı’nda birisi çalışsın diğeri yesin diye bir işleyiş yoktur. Herkes ayakta kalabilmek için bütün gücüyle çabalamak zorundadır.

Hatta ilkin canlıların çoğunda yavru bakımı bile yoktur. Beleşçilik evrim mekanizmasının içinde yer almaz. Belirli bir evreden sonra (ana-baba bakımının bittiği noktadan itibaren) herkes kendi rızkını kazanmak zorundadır. Dilenen, başkasının alın teriyle kazınılmış değerlerden geçinmeyi alışkanlık edinen, sırt üstü yatarak geçinen bir işletim Evrim Kuramının içinde yer almaz. Ayakta kalanların egemen olduğu bir yapı vardır. Geliyorsunuz evrim karşıtı toplumlara, yeşil kart kullanan, belediyelerden ve devlet yönetimlerinden yardım adı altında resmen iane alan (esasında oy karşılığı aldığı için rüşvet alan da denebilir), herkese ait topraklara gecekondu kuran, kaçak su, elektrik kullanan, her türlü pisliğe bulaşmış insanların yönetimi belirlediği bir toplum karşınıza çıkıyor.

6. Evrim Kuramı, 13.5 milyar yıl boyunca inorganik evrenin, 3.5 milyar yıl boyunca da organik evrimin süreçlerini ve özellikle bu süreçlerdeki egemen olan ilkeleri inceler.

Bunun için bilimsel düşünce ve merak esastır. En iyi bilinen şeyler için bile kuşku duyulması esastır. Her şeyin bir nedeni olduğunu bilir. Doğaüstü güçlerden ziyade, evrenin kuruluş esaslarındaki kuralların kendi arasındaki ilişkilerine inanır. Niçin böyle olmuştur sorusuna yanıt bulmaya çalışır. Yanlışlık yaparsa hiç çekinmeden düzeltme yoluna gider. Bulamadıkları ya da ulaşamadıkları şeyler için –ihtiyat kaydıyla- yorum yapar. Onu doğaüstü güçlere havale etmez.

Bunu yapamayız, bilemeyiz, bizim gücümüz ve zekâmız yetmez ifadesini hiç kullanmaz. Olanak ve gerekli zaman verilirse her şeyi açıklayabileceğini bilir. Bu nedenle ilerlemesinin önünde tek engel vardır, gericiler… Çünkü onlar insanın ancak belirli şeylere kadir olduğuna inanmışlardır. Bu nedenle bilime, bilim adamına güvenmez. Dogmayı ön plana alan her düşünceye öncelik ve dokunulmazlık tanır. Bu nedenle de ne yaparsanız yapın değişemez.

7. Evrim öğretisi, insanın, canlıların tümüyle en azından geçmiş bir zaman diliminde ortak bir ataya sahip olduğunu öğretir.

Bu da akrabalık ilişkisine (yakınlığına) göre, belirli kalıtsal materyalin ve daha somut bir anlatımla doku alışverişinin olabileceğini gösterir. Tutucu bir bakanımızın kalp ameliyatı için gittiği Amerika’daki Cleveland hastanesinde kalp kapakçıklarının %70’i domuzlardan elde ediliyormuş. Eğer böyle bir eğitim geçmişte ülkemizde verilmiş olsaydı, gen merkezi olarak birçok tarım, süs ve tıbbi bitkinin anavatanı Anadolu olan bu topraklarda bu ekonomik bitkilerin ıslahı yapılacaktı. Çünkü bir türden çok daha farklı özellikler taşıyan çeşitlerin elde edilmesinin Tanrı’ya mahsus bir özellik değil, insanların yapacağı bir işlem olduğunu öğrenmiş olacaklardı. Her canlının bugün ekonomik değeri olmasa dahi, bir gün şu ya da bu şekilde genlerini kullanacağımız, korunması gereken bir değer olduğunu öğrenecektik. Dolayısıyla evrim eğitimi güçlü bir çevre bilinci oluşturacaktı. Bugün tutucu halkı olan, yani yaratılış ve akıllı tasarım fikrine sıkı sıkı sarılmış ülkelerin hemen hepsinde ağır bir doğa tahribatı vardır.

8. Evrim mantığı, yeni koşullara göre tamamen yeni canlı türlerinin –insan eliyle- yapımının mümkün olabileceğini öğretir.

Bu, dünya dışında madde çevrimi olan yeni koloniler kurabilmek için ilk koşul gibi görünmektedir. Bu nedenle NASA yeni canlı türleri oluşturma peşinde.

9. İnorganik ve organik evrim öğretisi, sadece canlıların zaman içinde yeni koşullara göre farklılaşmasını ya da aynı zaman dilimi içinde farklı koşullarda değişik biçimlere büründüğünü öğretmekle kalmaz, insan soyunun sosyal evrimine de ışık tutar.

Her an mimarisini değiştiren bir evrende hiçbir maddi şeyin ve buna bağlı olarak hiçbir sosyal yaklaşımın her zaman başarılı ve doğru olarak kalamayacağını da gösterir. Sosyal evrimleşmenin bir gereklilik olduğunu açıklar. Dolayısıyla bir fikre ya da öğretiye sonsuz bir bağımlılığın sakıncalarını örneklerle gösterir. Geçmişte yaşayan; ancak değişmede zorlanan ya da yapısı itibariyle değişime açık olmayan milyonlarca canlının nasıl çıkmaz sokağa girerek soyunun tükendiğini gözler önüne sererek, bir öğretiye ya da bir fikre –hiçbir yorum getirmeden ya da bu öğretinin gitmezlerini görmemezlikten gelerek- körü körüne bağlanan toplumların er ya da geç yaşam mücadelesinde yenik düşeceğini anlatır.

10. İnsanı insan yapan iki önemli özellikten biri meraktır (diğeri empati). Merak, bilimsel düşüncenin ve gelişmenin en temel unsurudur.

Nasıl akıllı tasarım ile-evrimsel tasarım birbirinin zıddı olan iki yaklaşım ise, iman etme ile merak etme de birbirinin tam zıddı olan iki yaklaşım şeklidir. İman eden, inanır ve söyleneni aynen kabul eder (bu nedenle iyi köle ya da kul yetiştirir). Merak eden işin aslını öğrenmek için her yolu dener (bu nedenle de çok defa kurulu düzene karşı düşünceler geliştirdiği için zındık ya da anarşist damgası yer).

Ancak doğanın işletim sisteminde ve evrensel mantıkta bir kural vardır: Her kazanımın ödenmesi gereken bir bedeli vardır. İman-inanç sistemlerinde bu kural çalışmaz, açıktan kazanma bu öğretinin cazibe noktasıdır. Bu nedenle çalışmadan, dua ederek, iman ederek, sınıf geçmenin, zengin olmanın, durup dururken mal sahibi olmanın ve açıktan bir şeyler elde etmenin mümkün olduğuna inandırılmışlardır. Zamanının ve elindeki kaynakların önemli bir kısmını bu yola ayırır (hacca gider, zekât verir, kurban keser, fitre verir, vakit-nakittir sözünü aklına getirmeden zamanının önemli bir kısmını ibadete ayırır vs).

Ancak evrim öğretisinde açıktan kazanma yok, herhangi bir bireyin dokunulmazlığı ya da önceliği ya da özel tercih edilmesi söz konusu değildir. Birey, alın teriyle, becerisiyle, bilgisiyle, çevre koşullarına karşı başarısıyla, ayakta kalma gücüyle seçiliyor ve ödüllendiriliyor. Akrabalarının yönetimde olmasıyla değil…

Bu bağlamda, eğer insani özellikler taşıyorsanız, yani merak ediyorsanız, bu merakınızı gidermek için yerine göre zaman, yerine göre kaynak ayıracaksınız. Er ya da geç merak ettiğiniz şeyin aslını öğrenirsiniz (nasıl oldu, ne zaman ortaya çıktı, nasıl çalışıyor, neye yarıyor gibi sorularınızın yanıtını alırsınız).

Evrim karşıtları sık sık şu canlıda şu mekanizme henüz bilinmiyor, kimse de çözemedi diyerek, tartışmayı inanma boyutuna çekmek istiyorlar. Hatta Akıllı tasarım yaklaşımı bu şekilde ortaya atılmıştır, Akıllı tasarım yaklaşımı, 1990'larda bir grup Amerikalı bilim adamınca ortaya atıldı. İlk büyük çıkış, Lehigh Üniversitesi'nden biyokimya profesörü Michael J. Behe'nin 'Darwin'in Karakutusu: Evrime Karşı Biyokimyasal Başkaldırı' kitabıyla oldu. Behe, “canlı hücresinin Darwin zamanında içeriği bilinmeyen bir karakutu olduğunu, hücrenin detayları incelendiğinde burada çok karmaşık bir tasarımın var olduğu anlaşıldı. Buna göre, canlılardaki karmaşık sistemlerin doğal seçilimle ve mutasyonla, yani bilinçsiz mekanizmalarla ortaya çıkması olanaksız, bu da hücrenin bilinçli bir şekilde tasarlandığını gösteriyor” demiştir. Dolayısıyla doğada bizim çözemeyeceğimiz bir akıllı tasarımın doğaüstü güç tarafından kurgulandığını ve ancak bu sistemi Tanrının anlayabileceğini ileri sürdü.

Bakterilerdeki kamçının (flagellumunun) karakutusunun karmaşık yapısı bugüne kadar tam olarak açıklanmadı. Sadece o değil, milyonlarca canlı türünde, her birine ait onlarca yapı ve organın nasıl işlediği ya da nasıl oluştuğu da tam olarak açıklanmadı. Ancak, bunu açıklanamadı anlamına almayınız.

İşte evrimsel öğretinin itici gücü burada devreye girmektedir. Siz bütün bunları öğrenmek istiyorsanız, zaman ve kaynak ayıracaksınız. Evrimsel öğreti, meraklarınız için zaman ve kaynak ayırmayı öğretir. Birçok şey bilinmiyor. Niye? Bilimsel araştırmalara kurumsal (düzenli) olarak para ayırmanın tarihi yüz yıldan eski değildir. Daha öncekiler bazı kişilerin ve onu destekleyenlerin kişisel çabaları ile yürütülmüştü. Kaynak ve zaman ayırmadığınız için birçok şeyi öğrenmede geç kaldınız. Öğrenmek istedikleriniz de çoğunlukla sağlığınızı koruma ve yaşam lüksünüzü artırma için oldu; sadece meraklarınızı gidermek için ayırdığınız kaynaklar, gelirlerinize göre, sıfır arkasına konmuş bir virgülden sonra gelen çok sayıdaki sıfırdan sonraki bir rakamdır.

Bang-Kong’da 40.000 tapınak, Kahire’de Kocatepe camisi büyüklüğünde 1.000 cami olduğu söyleniyor. Binlerce yıl kaynaklarınızı –ne yatırdınız ne elde ettiniz muhasebesini bile yapmadan- farklı bir alana yönlendirin ve daha sonra da bilim adamlarını ya da evrimcileri –niye bugüne kadar bulamadınız diye­­- köşeye sıkıştırmaya çalışın. Bu insanlara yakıştırılacak sıfatı siz koyun…

Evrimsel öğreti, kaynaklarınızı nereye yönlendireceğinizin ve bir şeyi nasıl elde edeceğinizin (çalmadan çırpmadan, onu bunu dolandırmadan) yolunu öğretir. Bu nedenle evrim öğretisi, evrimsel düşünceyle yönetilmeyen hiçbir ülkenin ayakta kalma ve yaşam mücadelesinde ön saflara geçme şansı olmayacağını da öğretir.

11. Eğer uzayda er ya da geç bir kolonileşmeye gidilecekse, yeni bir gök cismine yerleşim düşünülecekse, dünyadaki evrimleşme süreçlerinin ayrıntılarının araştırılarak, en azından 3.5 milyar yıla dayanan organik evrim süreçlerinin yeniden kurulması gerekebilir.

Bunun için, yüzlerce farklı konuya evrimsel görüşle bakabilecek bir uzman kadronun yetiştirilmesi gerekir. Bu nedenle, tarihte –bağnazlığımızdan bir türlü kurtulamayıp- çok şeyi geç kalarak yitirdiğimiz gibi, bu yeni süreçte de nal toplamayalım derim… Evrim karşıtları bilinçli ya da bilinçsiz bir toplumu geriye iten, yaratıcılık gücünü önleyen güçlerdir. Ne yazık ki bizim ve birçok ülkenin tarihi bu adamların egemenlikleri ile yazılmıştır. Bilimsel yöntemi kullansın ya da kullanmasın evrimleşmeyi şu ya da bu şekilde sezinleyen, tarihte bazı akıllı insanlar olmuştur. Batı bu nedenle tarihindeki binlerce bağnazın yanı sıra toplumları birer kandil gibi aydınlatan birkaç düşünürüne, örneğin Lamarc’a, Wallace’a ve özellikle Darwin’e sahip çıkarak onları yüceltir. Bu nedenle Darwin’in doğumunun 200’ncü yılı dolayısıyla 2009 yılını Darwin Yılı olarak ilan ederek birçok etkinliği önerir ve destekler. Bizde de örnek toplayıp onları karşılaştırmak gibi bilimsel bir yöntemi kullanmasalar dahi sezgileriyle benzer sonuca ulaşmış çok değerli insanlar yetişmiştir. Hiçbir Türk ya da Müslüman bu insanları geleneksel ya da alışılagelmiş öğretim süreçleri içerisinde bu insanların, bırakın biyografilerini, isimlerini bile öğrenmemişlerdir, daha doğrusu birileri öğretmekten kaçınmıştır. Ne zaman ki bu tutucu kesimin biraz anlayışı olanları –şimdilik açığa vurmasalar dahi- durumun vahametini anladı, birden bire tarihimizin bu değerli insanlarının adlarını ve düşüncelerini dillerinden düşürmemeye başladılar ve yazılı-görsel basında, bizim atalarımız, düşünürlerimiz Darwin’den çok daha önce evrimin farkına vardılar demeye başladılar. Böylece batının Lamarc’ı, Wallace’ı ve Darwin’i varsa, bizim de metafizik ve fiziksel koşullar altında türlerin değişerek yeni türler oluşturduğunu savunan Basralı Ebû Osman Amr bin Bahr el-Câhız (MS 776-869), Fars İbn Miskeveyh (MS 940-1030), suni seçimle türlerin oluştuğunu savunan bazılarına göre Arap, bazılarına göre Türk olan, batı dillerinde Alberuni ya da Aliboron olarak geçen Ebu Reyhan Muhammed bin Ahmed el-Birûnî (MS 937-1051), kendiliğinden ortaya çıkışı savunan Endülüslü Ebu Bekir Muhammad ibn Abdul Malik İbn Muhammed İbn Tufeyl el-Kaisi el-Endulus (MS 1106-1186), bir fikir akımı olarak ortaya çıkan ve kurucusunun kim olduğu bilinmeyen, mensup olanlardan sadece beşinin adı bilinen (Ebu Süleyman Muhammed bin Ma’şer el Bustî el Makdisî ya da el-Mukaddesî, Eb’l-Hasen Ali bin Hârûn ez-Zencâncî, Ebu Ahmed Muhammed el-Mihrecânî ya da Nehrcûrî, el-Avlî ya da Avfi ve Zeyd bin Rufâ) Ihvân-ı Safâ topluluğu sadece canlı evrimini değil, inorganik evrimi de gündeme getirmiştir; maymunun insanla hayvan arasında geçiş olduğunu savunan Kınalızade Ali Efendi (Ali bin Emrullah) (MS 1516-1571), insanların farklı canlı türlerinden köken aldığını savunan Hasankaleli (Erzurumlu) Türk İbrahim Hakkı (MS 1703-1780) var demeye başladılar. Bugünkü evrimcileri âdete lanetleyen bu kesim, övgüyle söz ettikleri geçmişimizdeki bu değerli insanların çoğunun Aristo ve Platon (Eflatun) öğretisinden geçtiğini de görmemezlikten geliyor…

12. Ne hikmetse Türkiye’de evrimci olanlara ayrıcasız komünist damgası vurulmuştur; ancak garip olan şudur ki, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (Sovyetler Birliği), devrimin yapıldığı 1915 yılından 1937 yılına kadar ilgisiz kaldı, esasında çelişkiler 1929 yılında başlamıştı, 1937-1964 yılları arasında ise Darwin ve Mendel’in, yani evrim ve genetiğin öğretilmesini yasaklamıştır.

Bugün evrim nasıl dogmatiklerce Allahsızların simgesi yapılmışsa, o günün komünistleri de genetik bilimini burjuvazinin bilimi olarak tanımlamışlardır. Sovyetler Birliği önemli bir yere sahip tarım uzmanı olan T.D. Lisenko (Lizenko), bizim tutucuların başka bir versiyonuydu. Bu sefer tutuculuk dincilikten değil bağnaz ideolojiden kaynaklanmıştı. Lisenko, Mendel yasalarının doğru olmadığını, gerici bir düşünce olduğunu ileri sürdü ve canlıların Mendel’in söylediğinin aksine yaşarken yeni özellikler kazanıp, bunları gelecek kuşaklara aktardığını (yani Lamarkizm’i) savundu. Böylece Sovyetlerin fakir ve beceriksiz proleter takımının daha iyi koşullarda yaşarsa yeni özellikler kazanıp, onu gelecek kuşaklara aktaracaklarına inandırıyorlardı. Bunun için önemli bir dayanakları da vardı: Komünizmin ilahlarından sayılan Engels “besin ve egzersizle elde edilen özelliklerin kalıtımı mümkündür” demişti. Bu da dogmanın başka bir tipi olduğu için, insanları akıllı yargıdan uzaklaştırdı. Hele Darwin’in “kuvvetli kalan seçilir ve ayakta kalır” yaklaşımının zenginler ve kompratörler kendini kurtarır ve fakirler elenip gider şeklinde anlaşılması ile, bunun bir burjuva-kapitalist görüşü olduğuna karar verilir ve Darwinizm de bir çeşit yasaklanır. Böylece Lisenko, ilk olarak Stalin’i ve daha sonra Kruşçev’i ikna ederek Sovyetler Birliği tarım politikasını allak bullak etti. Mendel (1865) yasalarını savunanlar halk düşmanı ilan edildi. Bahar buğdayını kutuplarda, kış buğdayını da daha ılıman bölgelerde yetiştirmeye kalkıştı ve başaramadı. Canlıların özellikle yaşamsal öneme sahip buğday, çavdar gibi tarla bitkilerinin ancak toprak, su, besin maddesi gibi şeyleri yeterince buldukları zaman verimli olabileceklerini ıslah denen bir şeyin olamayacağını ileri sürdüğü için, Sovyetler Birliği kıtlığın ve açlığın pençesinde yıllarca çabaladı; düşman bildiği Amerika’dan buğday alabilmek için tavizlerde bulundu; hatta denebilir ki bu nedenle bu devrim yenilmeye mahkûm oldu. Sovyetler Birliği geç de olsa 1950’lerin sonunu doğru farkına vardı (1964’de Lisenko’nun tüm yetkilerini elinden aldı) bu öğretilerin önemini kavradı; ancak çok geç kalmıştı…

İdeolojik dogmatizm bu sefer Sovyetler Birliği’ni vurmuştu. Turp (Raphanus) ve (Brassica)’yı birleştirerek Raphanobrassica denen yeni bir turp-lahana bitkisini elde eden ünlü genetikçi Karpechenko, hatta koşullandırmayı bulan ünlü Pavlov, burjuva bilimcileri olarak adlandırılarak aşağılanmışlardı. Ancak bütün bunların yanlış olduğunu yılmadan savunan ünlü genetikçi, ıslahçı, patolog olan N. I. Vavilov’un (bir zamanlar emrinde 20.000 kişi çalışırken), ilk olarak birçok yakın meslektaşı tutuklanır (1934-1940); daha sonra kendisi (1940) faşist yabancı bilime önem veriyor diye suçlanır; yabani bitkileri toplayıp ıslah çalışması yaptığı için savurganlık yaptığı gerekçesiyle aşağılanır ve sonunda Ukrayna’da bir bitki toplama gezisi sırasında tutuklanır. Bu arada Britanya Kraliyet Birliği onu kurtarmak için üyeliğe seçer ise de yararı olmaz. İnanılmaz suçlamalarla ölüme mahkûm edilir ve 35 yaşında penceresi olmayan bir hücrede açlıktan ölür.

Evrim karşıtlığı bir zamanlar (bugün de kısmen) Amerika’yı da vurmuştu

Yaratılışçılık, Sümerlerden bu yana egemen bir yaklaşımdır ve dinlerin hemen hepsinde şu ya da bu şekilde bulunur. Ancak üzerinde en çok konuşulanı semavi dinlerdekidir (Musevilik, Hıristiyanlık ve Müslümanlıkta).

Yaratılışçıların, yani köktendincilerin Evrim Kuramı’na yasal yollardan karşı çıkışları ve okullarda Evrim Kuramı yerine dinsel bir inanç olan “Yaratılış”ın okutulma istekleri, üzerine “Maymunlar Cehennemi” adlı bir de film çevrilmiş olan, 1925 yılında ABD’nde Tennessee Eyaletinde yaşanan John Scopes olayı ve mahkemesidir. J. Scopes adındaki genç bir fen bilgisi öğretmeni, derslerinde Evrim Kuramı’nı anlatmış, velilerin şikâyeti üzerine yargılanarak suçlu bulunmuş ve sonuçta 100 dolar para cezasına çarptırılmıştı. Bu olay üzerine eyalet yasama meclisi, adına Butler Yasası denilen bir uygulamayı onaylamıştır. Bu uygulamaya göre “Kamu kaynaklarınca tamamen ya da kısmen desteklenen okulların tümünde, İncil’de öğretildiği gibi insanın ilahi yaratılışının öyküsünü inkâr eden ve bunun yerine insanın, aşağı hayvanlardan türediğini öne süren herhangi bir kuramın öğretilmesi…” yasa dışıdır denilmiştir.

Bu yasa, ABD’de ders kitaplarının pek çoğunda Evrim Kuramı’nın yer almamasına neden olmuştur. Yayınevleri köktendincilerin öfkesini üzerlerine çekmekten korkmuşlardır. Bu durum 35 yıl sürmüştür.

Ancak Sovyetler Birliği, evrim karşıtı öğretisiyle tarımını perişan ederken, birçok alanda beklenen atılımı yapamazken, uzay çalışmalarına özel bir önem vererek bu konuda öncü olmayı öngörmüştü. Bunun sonucu olarak 1959 yılında Sputnik uydusunu uzaya çıkarıp, dünya çevresinde döndürerek yere indirmesi yani bilimsel üstünlüğü ele geçirmesi, Amerika üzerinde şok etkisi yapmıştı. Amerika Birleşik Devletleri, bilimsel olarak neden geri kaldıklarını araştıran bir komisyon kurulmuş ve komisyon “bu geri kalmayı okullarda Evrim Kuramı’nın okutulmamasına bağlayınca”, 1960 yılında Evrim Kuramı’nın yeniden ders kitaplarına girerek okutulması karara bağlanmıştır ve bu karardan 7 yıl sonra da Butler Yasası olarak bilinen uygulama yürürlükten kaldırılmıştır.

Ancak yaratılışçılar hiçbir ülkede ve keza Amerika’da tezlerinden hiç bir zaman vazgeçmediler. Bu sefer bilimin yaratılışı desteklediğini ileri sürerek, tıpkı Butler yasasına benzer bir yasanın tüm eyaletlerin yasama meclisleri tarafından kabul edilmesini istediler. Yaptıkları sayısız girişim başarısız kaldı; ancak 1990'lı yılların sonunda Kansas Eyaleti’nde benzer bir yasanın geçmesini sağladılar. Kansas’taki Eyalet Eğitim Kurulu, Evrim Kuramı’nın okullarda fen müfredatının içinde kullanılmasını onayladı. Gerekçeleri ise: Evrim Kuramı’nın gençlere zarar verebileceği ve Kansas’ı gülünç duruma düşürebileceği şeklinde idi. Oluşan tepkiler bu kararın geri döndürülmesine yol açtı ve yeniden yapılan oylama sonucu, yaratılışçılar bu amaçları yine başka bir bahara kaldı.

Yaratılışçılar işin arkasını hiçbir zaman bırakmadılar. Bu kez dinsel söylemlerini bilimsellik maskesi ardına gizleyerek (bilim adamlarına ayetlerden ve hadislerden örnekler verdirerek, bazı bilimsel bulguları sanki kutsal kitapların bulguları gibi gösteren albenili kitapları basıp parasız dağıtarak), siyasi girişimler yoluyla ve kamuoyu baskısını da yanlarına alarak okullara, bilim derslerine sızma taktiklerine devam etmektedirler.

Bütün bu anlatılanlardan ne çıkar?

Evrim öğretisi, canlıların tümünün ve bu cümleden insanın zaman katmanları içinde, dünyadaki koşullara göre basitten karmaşığa doğdu nasıl geliştiğini ve bu gelişme süreçleri içinde dünyadaki koşullara nasıl sıkı sıkıya bağlı olduğunu açıklar. Önemli bir bilinç aşılar. Tanıdığımız canlılar ve keza insan, ancak dünyadaki koşulların bire bir aynı olduğu başka bir evrensel ortamdan doğal yaşamını kısıntısız olarak sürdürebilir. Yani canlıların sadece ve sadece bu dünyanın çocukları olduğunu öğretir. Bunun sonucu olarak bir insan evini nasıl koruyorsa, bu dünyayı da aynı titizlikle korumayı öğretir. Diğer öğretilerin tümü, yatırımı başka dünyalara yapmayı öğütler…

Çok daha önemlisi, kural olarak hiçbir canlının bu dünya dışında doğal yaşamını sürdüremeyeceğini, sürdürmeye kalkışırsak bunun için ciddi araştırmalara dayalı ek önlemler alınması gerekeceğini gösterir. Örneğin uzayda yaşamaya kalkışırsak, kas ve kemiklerimizin kısa zamanda zayıflayacağını, belirli bir orada belirli gazları taşımayan gök cisimlerinde soluk alamayacağımızı, hatta normal işitme ve konuşma eylemlerimizi yapamayacağımızı, vücut örtümüzü doğal koşullara doğrudan temas ettiremeyeceğimizi, dünyadaki yerçekimine benzer bir ortamda embriyomuzun ya da diktiğimiz bir bitkinin köklerinin gelişemeyeceğini ya da normal gelişemeyeceğini, fotosentez yapamayacağını, hatta normal çiftleşme ve dölleme eylemini bile yapamayacağımızı, dünyadakine benzer hatta aynı nitelikli manyetik kuşakların (Allen Kuşaklarının) ve ozon tabakasının olmadığı bir yerde çıplak gözle asla her hangi bir yere bakamayacağımızı, nereye gidersek gidelim dünyadaki jeolojik evrimsel sürecin oluşturduğu gözlüğü takmak zorunda olmamız gerekeceğini, bunun da bilimsel çalışmaların tümünün belirli bir evrimsel mantık içerisinde kurgulanması gerektiğini gösterir, anlatır. Tabii anlayanlara ya da anlamak isteyenlere… Başka türlü gözlükler takanlar, at gözlüğü takmış gibi, ancak bir yöne gidebilecekleri kadar giderler…

Evrim yasaları canlıların hepsini aynı derecede bağlar şeklindeki yaklaşım, kişilere ve makamlara ayrıcalık taşıyan sömürü düzenine karşı bir düşünce geliştirdiği için, kurulu ve geleneksel düzenler tarafından hep tehlikeli akım olarak görülmüştür.

Bilimde seçim, demokrasi ve çoğulculuk yoktur. Örneğin Türkiye’de 70 milyon adam temel bilimlerin herhangi bir yaklaşımına, kuralına ya da bulgusuna oy birliği ile hayır dese de, bunun geçerliliği olmayacaktır. Bilimin en önemli ve bir türlü tutucular tarafından anlaşılmayan yanı, işte bu özelliğidir. Bilimde 70 milyon insanın içinde sadece tek bir kişinin doğruyu bulma ya da haklı olma olasılığı vardır. Son yıllarda evrim konusunda yapılan onlarca televizyon programında, bırakın doğanın işleyiş mekanizmasını, kendi evindeki işlerin bile nasıl gittiğini bilemeyen insanlara mikrofonu dayayarak “evrime inanıyor musun?” sorusunu yönetip, “bak görüyor musunuz halk evrime inanmıyor”, demek ki evrim kuramı geçerli değil gibi akıl dışı yargılara varılıyor. Burada kişilerin eksik ya da yetersiz eğitimleri nedeniyle doğru yargıya varamamasını anlayabiliriz; onların düşüncesini nirengi noktası yapmayabiliriz. Ancak, bilimsel yöntemi, bilimsel düşünceyi ve bilimsel yargılamayı halka iletmek ve yaymakla yükümlü ya da görevli olan kuruluşların, eğitim kurumlarının ve onların yöneticilerinin çoğunluğun fikrine sahip çıkıyormuş gibi, sokaktaki halkın, o günkü iktidarın sırtını sıvayacak ve çoğunluğa hoş görünecek açıklamalar yapması ya da eylemlerde bulunması kabul edilemez.

Evrimciler ile evrim karşıtları aynı şeyi düşünemiyorlar

Bir evrimci için en önemli şey bu dünyayı tanımak ve çözmektir; bir gerici için ise en önemli şey ahrete yatırım yapmaktır. Bu sonuncu kesimin en aşağılık katmanı ise, saf duygularla bezenmiş olan evrim karşıtı geniş kitlenin bu zaafını çıkarı için kaşıyanlardır. Kimler olduğunu sokaklardan ziyade televizyon ekranlarında arayın…

Bu dünyada nüfus artarken, kaynaklar hızla azalmaktadır. Evrimsel mantık ve işleyiş –dogmatik yönlendirmelerden ve buna eşlik eden kapitalist yönetimlerden vazgeçilmediği sürece- er ya da geç bir bölüşüm çatışmasına girileceğini göstermektedir. Sonunda bilimin egemen olacağı bir çatışma… Evrimciler, bu dünyanın, birçok evrensel koşulun bir araya geldiği çok nadir ve özen gösterilmesi gereken bir gezegen olduğunun farkındadır. Korunmasının da insanlık borcu olduğunu bilirler. Çünkü hangi rastlantılarla bu güzel dünyanın güzel canlılarının ortaya çıktığını incelemişlerdir. Bir daha tekrarlanma olasılığının olmadığının da bilincindedirler. Bu nedenle köklü çözümler peşindedirler.

Evrim karşıtları, mucizeye ve doğaüstü güçlere inandıkları için, yaptığımız melanetlerin bir gün bu güçlerle düzeltileceğine de inanırlar. Niye olmasın derler, bakın Nuh Tufanından sonra dünya yeniden kuruldu; bir daha kurulmaması niye olmasın? Zaten insan eşrafı mahlûktur, yani yaratılmış canlıların efendisidir; bu doğa ve dünya hatta evren bizim için yaratılmıştır derler ve bizim için yaratılan her şeyin sonuna kadar kullanımını hak olarak bilirler. Evrimciler ise, her canlıyı akrabamız olarak bilir ve onların haklarına da saygıyı evrensel bir kural olarak tanırlar.

Bütün bunları anlattıktan sonra evrimciler ile evrim karşıtları arasındaki benzerlik nedir diye sorabilirsiniz: Sadece vücut yapısı ve şekli.

Prof. Dr. Ali Demirsoy

Hacettepe Üniversitesi

Link to post
Sitelerde Paylaş

"Evrim düşüncesinden uzaklaşıyoruz"

Hacettepe Üniversitesi Fen Fakültesi Biyoloji Bölümü öğretim üyesi Prof. Dr. Ali Demirsoy, Türkiye'de Evrim Teorisinin tartışılacağı bir zemin olmadığı düşüncesinde. Programlarında olmasına rağmen üniversitelerde bile evrimin hakkıyla ele alınmadığını belirten Demirsoy'a göre, topluma dogmatik düşünceler hâkim oldukça, durumun değişmesi zor gözüküyor.

Bugün Türkiye'de kaç üniversitenin programında Evrim Teorisi dersi var?

Program olarak çoğunda var ama yaklaşık 81 üniversitenin 50'sinde zorunlu değil. Göstermelik olarak açılıyor ve içeriğine bakıldığında da verilmesi daha kötü sonuçlara yol açıyor. Çünkü evrim dersini anlatan kişilerin bilgi düzeyleri yeterli değil. Bu yüzden dersi geçiştirmeye çalışıyorlar. Bir kısmı da ideolojik nedenlerle farklı şekilde anlatarak evrim dersinde evrim karşıtı fikirler işliyor. Türkiye'de bu ders belki beş üniversitede hakkıyla veriliyor.

Neden böyle?

Fizikte evrenin kuruluşundan bugüne yasalar aynıdır. Mesela oksijenle hidrojenin birleşme kuralları 12-13 milyar yıl önce nasıldıysa, bugün de aynıdır. Ama yeni şekillenmeler vardır. Evren her saniye çeşitli şekillere bürünürken, canlılar da evrenin şekil değiştirmesine uyum sağlar. Bu nedenle sizin de evrim dersini anlatabilmeniz için fizik, kimya, jeoloji ve astronomiyi bilmenizin yanı sıra biyolojik canlıları da tanımanız gerekir.

Türkiye'de evrim derslerinde hangi kaynaklara başvuruluyor?

Derli toplu ilk evrim kitabı 1984 yılında benim tarafımdan yazıldı: "Kalıtım ve Evrim". Son zamanlarda TÜBİTAK ve bazı özel yayınevleri çeşitli kitaplar çıkardılar. Ama burada önemle vurgulamamız gereken bir nokta var: Kendi dininde reform yapmış batı ülkelerinin evrimi anlatma mantığıyla, Türkiye'deki mantık arasında çok büyük fark var. 1.400 yıldır dini kuralları hiçbir reforma tabi tutmadan kabul eden bir toplumda, evrimi batı mantığıyla kitlelere anlatmaya çalışırsanız başarılı olamazsınız. Yaratılış kuramı, tanrısal kelam olarak toplumu etkisi altına almış vaziyette. Nitekim üniversitelerde yapılan bir araştırmaya göre; öğrencilerin yüzde 70'i evrime inanmıyor, yüzde 20'si yetersiz buluyor; ancak yüzde beşi inanıyor. Türk toplumunun evrime bakışı diye bir bakış zaten söz konusu değil. Yüzde bir-iki adamın evrim kuramını sindirmesi veya biraz anlaması, toplumun da anladığı anlamına gelmez. Türk toplumu evrim kavramına yabancıdır.

Sizce ne yapılırsa Evrim Teorisi Türkiye'de en azından konuşulabilir hale gelir?

Türk insanının evrimi algılayabilmesi için en azından geçmişteki ve bugünkü doğal varlıklarıyla yakın ilişki içinde olması lazım. Biz diyoruz ki; 10.000 tane bitkimiz, 50-80.000 arasında hayvanımız var. İsim koyduğumuz bitki sayısı 300, hayvan sayısı ise 400 civarında. Bunlar da günlük olarak yediğimiz, kullandığımız canlılar. Doğru dürüst bir doğa müzesi kuramamışız. Son zamanlarda yapılanlar hariç kataloglandırılmış bir şeyimiz yok. Bu kadar doğaya yabancı olan bir topluluktan evrime katkı beklemek söz konusu olamaz. Maalesef üniversite hocaları da temel çelişkiyi tam anlamıyla ortaya koyamadılar.

Bunun sebebi ne?

Bilim adamı kadrosundan maaş alan insanlar, biraz kökten dincilerden çekindiklerinden, biraz makam kaygısından, biraz da konunun önemini kavrayamadıklarından sürekli televizyonlarda boy gösterip Evrim Teorisini kutsal kitapla örtüştürmeye çalışıyor. Halbuki New York, Paris, Moskova Bilimler Akademisi evrende değişmeden kalacak tek kuramın evrim kuramı olduğunu beyan etti. Evrimin içinde bütün kurallar değişmiş olsa da, evrim kuramının kendisi değişmiyor. Sürekli değişen yeni canlıların, gezegenlerin, yıldızların, oluşumların ortaya çıktığı bir evrende, Evrim Teorisinin karşısında hiçbir şeyin değişmeden kalabildiğini iddia eden bir dini sistem var. Dolayısıyla din ile evrim kuramı arasındaki farklılığı temelden görmek ve kabul etmek lazım. Ya dini inançlarınız vardır; o kuralları hiç değişmeden kabul eder, evrim kuramını reddedersiniz. Ya da değişmeyi kabul ederken, dini inançların folklorik ve mitolojik bir değer olarak toplumda yaşamasını savunsanız bile, benim gibi bunların bir toplumun esas kuralı olduğunu reddedersiniz. Tabii bütün bunları anlatabilmek için kesinlikle orta eğitimde fizik, kimya, biyoloji derslerine daha geniş yer verilmesi lazım. Ayrıca doğa tarihi ve bilim müzeleri ile yeni nesillere uygar bir şekilde doğanın mekaniğinin küçük yaşlardan itibaren verilmesi gerekli.

Evrim Teorisinin kutsal kitaplarda yer alan sözlerle ilişkilendirilmesi konusundaki fikriniz ne?

Bazı hadis ve ayetlere dayanarak evrimi açıklamaya çalışıyorlar. Halbuki bunlar temelde iki farklı kavram ve yan yana gelmesi de kesinlikle mümkün değil. Burada sadece İslam'ı değil, Hıristiyanlığı ve bütün yaratılış kuramının anasını oluşturan Tevrat'ı da kastediyorum. Kuran yaratılışla ilgili bütün bilgileri Tevrat'tan almıştır. Tevrat da Sümer mitolojisinden esinlenmiştir. Aradaki çelişkiyi halka açıklamadığınız sürece evrim kavramını hiçbir surette yerleştiremezsiniz. Bunu yapamayınca da toplumun değişikliklere uyumunu sağlayamazsınız. Evrim karşıtları evrimcileri, "Bu yaprağın rengi, şekli niye böyledir" türünden sorularla alt etmeye çalışır. Bu noktada evrimcilerin yaptığı bir hata var. Kalkıp tutucu kesime uzun uzun bunları anlatmaya çalışıyorlar. Halbuki böyle yapmayacaksınız. Siz de onların mantığının üstüne basacak, "O halde siz açıklayın" diyeceksiniz. Çünkü sizin evrende nedenini açıklayamayacağınız hiçbir şey yoktur. Ama bu zamana ve maddi kaynağa bağlı bir iş.

Amerika'dan dünyaya yayılan "Akıllı Tasarım" kavramı hakkında ne düşünüyorsunuz?

Biyolojik sistemlerin aslında çok akılsızca tasarlandığını vurgulamak istiyorum ve soruyorum: Nasıl bir tasarım olsaydı normal veya akılsız tasarım olacaktı? İnsan çok akıllı bir tasarımın ürünü değil. Bugün genetik olarak ismi konmuş 9.000 çeşit hastalık var. Bir fabrika düşünün ki 9.000 çeşit hatayla üretim yapıyor. Bunun yanı sıra prostat, apandisit, yirmilik diş gibi bazı yanlış oturtmalar var. Sonra erkekler neden sünnetli doğmuyor? 2.000 yıldan beri en az on milyon çocuğun enfeksiyon yüzünden öldüğünü söyleyebiliriz. Tanrısal bir tasarım, sünnetli dünyaya getirerek bu kadar suçsuz insanın ölmesini önleyebilirdi. Başka bir örnek de kaslarımız. Boyları kemiklerimizin boyuna uygun olmadığı için vücudumuzda ağrılar oluyor. Her şeyi bir yana bırakın doktorluk diye bir meslek var. Doktorluk hasarlı tasarımı ortadan kaldırma mesleğidir.

Türklerde merak duygusu eksiktir diyorsunuz. Bunun açıklaması ne?

Bunu hep şöyle açıklıyorum: Tam 400 yıl o bölgeye hâkim olmasına rağmen, Osmanlı'da Mısır'daki piramitlere dair yazılmış tek bir sayfa yok. Bir adam gönderip 150 adım boyu, 50 adım eni dememişler. 10.000 aileden birinde şecere vardır. Sokakta bir adama dedesinin babasının adını sorsanız söyleyemez. Dedesinin babasının adını merak etmeyen insanlardan oluşan bir toplum, dinozorların kökeni konusunda tanrısal kavramlara dayanarak fikir beyan ediyor!

Türk insanının merak etmemesinin evrimsel bir açıklaması var mı?

Tabii ki var. Değişmez dini kuralları yaşam tarzı olarak kabul eden toplumlar çoğunlukla merak duygularını bastırır. Çocukken anne babamıza, "Tanrı var mı, yok mu" diye sorduğumuzda ya bize vurmuş ya ağzımızı kapatmışlardır. Eğer bir çocuk, daha o çağda bazı şeylerin yasak olduğu için düşünülmemesi gerektiğine alıştırılmış ise o çocuğun artık ileride bir doğabilimci olarak yetişmesi mümkün değildir. Değişmez inanç kurallarını ilke kabul eden bir düşünceyle bilim yan yana yürüyemez. Türk toplumu giderek evrim düşüncesinden uzaklaşıyor.

Türkiye'de evrim kavramı yerleşmiş ve merak duygusu gelişmiş insanlar olsaydık, bugün nasıl bir ülkede yaşıyor olurduk?

Tabii böyle bir şey hayal. Geçmişte de bu işi çok kolay yapabileceğimizi düşünmedik. Biyoloji daha önceki pek çok araştırmaya gerek duyduğu için geç gelişmiş bir bilim dalıdır. Çok boyutlu düşünebilmek için dogmatik düşünceleri bir kenara bırakmak gerek. Ama şunu söyleyeyim: Eğer biz değişmeye açık bir toplum olsaydık, kesinlikle Schröder ülkemize "Türkiye'ye girebilmek için" gelecekti.

Sizce çok boyutlu düşünmeye ne zaman başlayacağız?

Bakalım... Ümitsiz değilim ama çok da ümitli olduğumu söyleyemem. Amerika'nın şu anki konumu kökten dincileri tetikleyen ve kışkırtan bir yapıya sahip. Kalvenist Kilise'nin aldığı kararlar çok etkili. İsa'nın Tanrı olduğuna inanmayanların öldürülmesinin insanlık suçu olmadığını söylüyorlar. Bu durumda Irak'taki insanların öldürülmesi insanlık suçu olmuyor. Kökten dinciliğe bu kadar önem veren bir egemen gücün elindeki bir dünyada Türkiye'nin yolunu bulmasında da birtakım zorluklar olabilir.

Evrim Teorisiyle ilgili fikirlerinizi Kuran ile uyumlu biçimde sunmanız konusunda bir teklif almışsınız geçmişte. Bu teklif yaratılışçılardan mı gelmişti?

Evet. "Kalıtım ve Evrim" kitabım çıktığı zaman, yabancı kökenli bir şirkette çalışan iyi eğitimli biri ziyaretime geldi. "Siz dinle bilimi birbirine en iyi bağlayacak insanlardan birisiniz. Kitaplarınızın bölümlerinin başına birer ayet koyun, size araştırmalarınızda kullanmanız için 100 yıllık öğretim üyesi maaşınızı defaten ödeyelim" dedi. Teklif edilen para o zaman bir milyon dolar civarında tutuyordu.

Türkiye'de Evrim Teorisi nasıl sunulsaydı belki üstünde düşünülebilirdi?

Sunulamazdı. Çünkü Türkiye'nin altyapısı bunu almaya hazır değildi. Bunu sunacak adam da yoktu ortada zaten. Avrupa'da Rönesans'ta olduğu gibi, çok daha önce başlanması lazımdı böyle bir şeyin anlatılmasına.

Her yıl karşınıza 18-20 yaşlarında, evlerinde veya gittikleri okullarda bilinçleri dogmatik düşüncelerle doldurulmuş insanlar geliyor. Siz bilinçlerini nasıl açıyorsunuz?

Açamıyoruz. Sorun da orada. Bir insan yedi yaşına kadar dogmatik düşüncelerle doldurulmuşsa ondan sonra insan beynini açmak çok zor. Bu nedenle çocuk eğitimi çok önemli. Günahlarla, sevaplarla, cinlerle, perilerle yedi yaşına gelmiş birinin düşünce sistemini değiştiremezsiniz, ancak bilgisini artırabilirsiniz. Bugüne kadar itiraz eden olmadı. Kafalarının karmakarışık olduğunu söylediler. Ama kısa zamanda yine eski düşüncelerine döndüler. Bırakın öğrencileri, Evrim Teorisi dersi veren hocalarımızın dahi düşüncelerini değiştiremedim. Hatta çok saygın, bu konuda kitap yazmış bir hoca bir gün bana, "Ali, sen gerçekten bu evrime inanıyor musun?" dedi. Verdiğimiz derslerin kökten bir değişiklik yaptığına inanmıyorum ama dalgalandırıyoruz.

Evrim kavramına bu kadar yabancı ve merak duygusundan bu kadar yoksun bir toplumun içinden nasıl oldu da sizin gibi biri çıkabildi?

Benim evrimsel bir mantığa ve düşünce yapısına sahip olmamı sağlayan babamdır. Annem de babam da namaz kılardı ama babam liseye kadar benim dini eğitim almama izin vermedi. Kuyumcuydu, köylüydü ama iyi bir düşünürdü. Ters bir fikrin de doğru olabileceği fikrini bana aşıladı babam. Dini dogmalara eleştirel gözle bakarak büyüdüm. Zooloji, biyoloji tahsili yapınca da dama taşlarını yerlerine oturtmaya başladım. Bütün çabam, bu tabuyu başkalarına da gösterebilmek.

Prof. Dr. Ali Demirsoy

Link to post
Sitelerde Paylaş

At, evrimi en iyi bilinen türlerden biridir.

Fosiller, bize atın evriminin çok karışık bir yol izlediğini ve kökeninin milyonlarca yıl öncesine, Eosen’e kadar uzandığını göstermektedir. Özellikle Kuzey Amerika’da bol miktarda bulunan fosiller, atların buradan türediğini, daha sonra Asya’ya geçtiğini, Amerika’da kalanların Pleistosen’de salgın bir hastalık nedeniyle ortadan kalktığını kanıtlamaktadır. Bugün Amerika’da yaşayan atlar daha sonra Avrupa’dan getirilen atlardan üretilmiştir.<br style=""> <br style="">

Fosillerin incelenmesinden anlaşıldığı kadarıyla, atın evriminde belirli bir yol izlenmiş; fakat bu yolda birçok dallanmalar ortaya çıkmıştır. Bu yan dalların birçoğu doğal seçme ile ortadan kaldırılmıştır. Atın evriminde birinci derecede üyelerin ve dişlerin, aynı zamanda vücut büyüklüğünün değiştiğini görüyoruz.

Atın filogenisinde ilk hayvanın köpek büyüklüğünde Eohippus (= Hyracotherium) olduğunu biliyoruz. Bu hayvanın ön ayağında iş görür durumda 4, arka ayağında 3 parmak vardır. Ön ayakta bir, arka ayakta iki körelmiş parmak bulunur. Bu, bu hayvanın beş parmaklı bir atadan köken aldığını göstermektedir. Körelen parmaklar 1. ve 5. parmaklardır. 44 dişi vardır. Dişlerin taç kısmı kısa, kök kısmı uzundur. Bugünkü attan farklı olarak orman içerisinde ve çevresinde yaşamaktaydı. Bu nedenle dişleri, genç dalları öğütecek şekli kazanmıştı. Devrin diğer memeli hayvanlarından, ormanın tenha yerlerine kaçarak kurtulmuştu. Orta Eosen’de Orohippus’un molar dişleri (azı dişleri) biraz daha gelişmiştir. Üst Eosen’de Epihippus yaşamıştır. Vücut büyüklüğünde gittikçe artma görülür.

Evrimsel hat üzerinde ikinci bir gelişim Oligosen’de Mesohippus’un ortaya çıkmasıdır. Vücut, büyük bir koyun kadar olmuştur. Her iki ayakta üçer parmak bulunmakla birlikte, orta parmaklar diğerlerine göre daha fazla büyüyerek vücudun yükünü çekmeye başlamıştır. Üst Oligosen’de ayakları biraz daha değişmiş Miohippus görülür. Miyosen’in başında Moryhippus, orta Miyosen’de Parahippus ve Hypohippus görülür. Bu hayvanlarda orta parmak vücudun tüm ağırlığını çekmekle birlikte, diğer iki parmak da dıştan görülebilir. Molar dişler daha düzleşmiştir. Dolayısıyla artık ormanlık yerlerde değil, açık arazi ve çayırlıklarda yaşamaktadır. Kafatası ileriye doğru uzamış, göz çukurları geriye doğru çekilmiştir. Erken Miyosen’de hayvanın büyüklüğü 90-120 cm’e ulaşır. Bu devirde Miohippus’dan ayrılan bir dal daha sonra ortadan kalkan Anchitherium’a evrimleşmiştir. Anchitherium erken Miyosen’de Avrasya’ya göç ederek Pliyosen’e kadar Çin’de bilinen türlere köken olmuştur.

Geç Miyosen’de Pliohippus ortaya çıkmıştır. Bu hayvan, at özelliklerinin birçoğunu kazanmıştır. Her ayakta tek bir parmak vardır; diğerlerini kalıntı halindeki kemiklerden anlıyoruz. Bu ayak tipi değişmeden günümüze kadar gelmiştir. Dişler ise çiğnemeye daha iyi uyum yapacak hale gelmiştir. Bu hayvan da iki ayrı evrimsel çizgi göstermiştir. Birincisi, daha sonra ortadan kalkan Hipparion, diğeri ise Pleistosen’de bugünkü atların cinsini meydana getiren Equus’dur. Hipparion’un görülmesi Avrupa ve Asya’nın büyük bir kısmı için Miyosen - Pliyosen sınırını belirlemek için indikatör olarak kullanılır. Hipparionlar Pleyistosen’e kadar Afrika’da bulunmuştur.

Evcilleştirilmiş ata, yani Equus cabellus’a köken olan atasal tür konusundaki bilgilerimiz tartışmalıdır. Zamanımızda yaşayan “bilinen” tek yabani at Moğolistan’daki Equus przewalskii’dir. Bu hayvanın yüksekliği 120 cm olup, boz renkli, büyük başlı, küçük gözlü ve kısa kulaklıdır. Evcilleştirilmiş atla yavru meydana getirebilir. Evcil atın atası olma olasılığı zayıftır.

Gerçek yabani atlar Amerika’daki atlardır. Amerika’nın bulunuşundan kısa bir süre önce, bilinmeyen bir nedenle (belki bir hastalıktan dolayı) ortadan kalkmıştır. Amerika’da bugün yaşayan yabani atların atası, İspanyollar tarafından getirilen Avrupa kökenli atlardır. İnsanlar mağara devrinde atları besin için avlamışlardır. Daha sonra Mısırlılar araba çekmede kullanmışlardır. Arap atlarının iskeleti diğerlerinden biraz farklı olduğu için (kafatasında fazladan bir şaft bulunur, kuyruk daha az omurlu, ön üyede küçük bir kemik var) farklı bir kökenden geldiğine inanılmaktadır. 60 milyon yıllık bir süre içerisinde gelişen atın, daha sonra yapay çaprazlamalar ve islahı sonucu daha iri, daha uzun üyeli ve daha güçlü ırkları elde edilmiştir. Bu arada uyum yapamayan birçok yan dal ise tamamen ortadan kalkmıştır.

Anadolu’ya atların girişi üç farklı zamanda üç farklı grupla olmuştur: Erken Miyosen’de Anchitherium, Geç Miyosen’de Hipparion, Pleyistosen’de Equus.

Evrime bir türlü inanmak istemeyen belirli bir kesim, atasal çizgisi birçok fosil bulguyla oldukça iyi izlenebilen atın evrimine bile itirazdan kaçınmamaktadır. Hangi fosili getirirseniz getirin bu kesim, bu fosilin neresi ata benziyor diyecektir. Nitekim, kuşlar ile sürüngenler arasında geçiş formu olarak bilinen Archeopteryx’lere bile, bu fosilin neresi kuşa ya da sürüngene benziyor diye itiraz etmektedirler. Esasında, kolaycı düşünmeyi, kestirme yolu en başarılı yol olarak belleyen bu kesim, bir gecede bir türden diğer türe geçmiş olan bir evrimleşmeyi talep etmektedir. Evrim, bir populasyonun niteliğinin, çevre koşullarına göre değişimidir. Daha iyi anlayabilmek için, bir merdivenin basamaklarından yavaş yavaş çıkarken her basamakta bir miktar değişen bir canlıyı düşünün. Özünde, bir basamaktaki bir canlıyı hemen bir kategoriye oturtmak olanaksızdır. Bu nedenle, yukarıda italik ve siyah harflerle yazılmış olan, her biri atın geçmişindeki bir süreci ya da onun yan kolunu simgeleyen cinsler ya da türler, belirli bir aralıktaki tanınabilir ve ayrılabilir özelliklerin bir araya getirilerek adlandırılması demektir. Bir kesinti değil, bir sürekliliğin tanınabilir bir kesimidir. Dolayısıyla, bulunan her fosil, bu arada Türkiye’de de çeşitli kazılarda bulunan çok sayıda fosil, bugünkü atlarla akrabalıkların eksik basamaklarını tamamlamaktadır. Belirli dönemlerde farklı yerlerde bulunan fosiller arasında, büyüklük başta olmak üzere bazı farklar olması, bu evrimleşme zincirinin en zayıf halkası olarak ileri sürülmektedir. Unutmamak gerekir ki (Havva ile Adem’den yani tek bir çiftten tüm insan soyunun türediğini ileri sürenler!) günümüzde 80 cm boyunda yaşayan insan toplulukları da vardır, boyu 180 cm’den başlayan insan toplulukları da; bunların hepsi insandır. Atların evriminde de bu farkların olması biyolojik bir zorunluluktur ve birçoğu yan kollar olarak da adlandırılmaktadır.

Son zamanlarda, Türk insanını ve dini bütün kesimi –bilim yarışında yenik düşürebilmek için- bilimden uzaklaştırmak amacıyla ortaya konan senaryoya uygun yayınlarda, belirli bir çizgiye uymayan fosiller bulunduğu sık sık vurgulanarak ve bazı insanların kaynağı, doğruluğu belirlenemeyen beyanları (önemli gibi gösterilen) bilimsel bir gerçekmiş gibi sunularak, kafaların bulandırılması amaçlanmaktadır (Doğrusu bunda da başarılı olduklarını söyleyebilirim). Bu sapmalar, evrimsel işleyişin kaçınılmaz bir olgusudur; bir populasyonda belirli ölçülerde sapmış bireylerin bulunması evrimsel gelişmenin lokomotifidir. Evrim düz bir hat halinde sürse de yan dallanmalar kural olarak her zaman olmak zorundadır. Bu yan dallar, başarısız ise elenirler ya da zamanla ana dal haline dönüşebilirler. Malum çevreler, bilim adamlarının at fosillerini daha çok arama ve bulma arzularının, bu hat üzerindeki süreçten kuşku duydukları için değil, çeşitliliğin ortalama değere nasıl dönüştüğünü daha iyi değerlendirme arzusundan kaynaklandığından habersizdirler. Bulunan at fosillerinin farklılıkları, onların geniş alanlara, zamanlara ve koşullara uyumu ile ilişkili bir durumdur.

Gelecekte bulunacak fosillerle bu adlandırmaların ve atın evriminin izlediği varsayılan yolun değişmesi de bilimin kaçınılmaz bir gereğidir. Belirli bir zaman önce tek toynaklı bir atın ya da karmaşık yapılı başka bir canlının ortaya neden çıkmadığını ya da çıkamadığını, bunun için uzun bir süre neden beklendiğini ve anlaşılmaz fosiller diye takdim edilen birçok canlılının bu süreçte neden yer aldığını, anti-evrimcilerin açıklaması gerekir. Bu, biz bilimciler için gerekli değil, biz zaten bu yolun akışını ve nasıl işlediğini kavramışız; bu önerimiz, anti-evrimcilerin kendilerini sorgulamaları için sadece…

Dogmatik düşüncenin durağanlığına bir bakış

Yanlışa saplandığını anlayamayanlara ve bu yanlışı değiştirmeye yanaşmayanlara bu nedenle dogmatikler denir. Atın evrimini bunca fosile rağmen kabul etmeyen topluluklar, biyolojik zenginliklerin üzerinde oturmalarına karşın, kendilerine özgü ekonomik türleri de ıslah edemeyen topluluklardır; çünkü çeşitlenmeyi ve değişimi başından reddetmişlerdir. Zaten, son zamanlarda Türklere ve Müslümanlara yönelik, anti-evrim aracının –tüm olanaklar devreye sokularak- kullanılması da, bu sinsi planın bir parçasını oluşturmaktadır.

Dogmatik düşünenlerin bütün fosiller bulunsa da, moleküler, yapısal halkalar açıklansa da, yine reddetmek için bir şeyler bulacaklarından kuşkumuz yoktur. O zaman, bu fosillerin neden böyle bir değişikliğe uğradığının açıklamasını hep doğa bilimcilerden beklemesinler; kendileri açıklamaya çalışsınlar. Bu kesimlerin binlerce yıllara dayanan deneyimleri, kullandıkları geniş olanakları (bugün de) vardır. Belki başarırlar…

Açıkça, fosilbilimi ya da biyolojiyle yakından ilişkisi olmayan birinin de kendine özellikle şu soruyu sorması gerekir: Atın sadece bir toynağı kullanılıyorsa, ki bugün gözlediğimiz atlarda durum böyledir; gerçek bir toynak gibi işlev görmeyen ve yapısı itibarıyla toynaklara benzeyen diğer uzantıların burada bulunma nedeni ne olabilir? Eğer bu yapılar atın ayağına destek olması ya da başka bir amaç için kullanılıyorsa, dış görünüşünün toynak gibi olmasının anlamı nedir; kaldı ki embriyolojik gelişmesi de bu uzantıların geçmişte bir toynak olduğunu göstermektedir. Kaldı ki, oldukça bol fosille temsil edilen atın geçmişindeki bu tedrici değişimi, toynak uzunluğunda, vücut büyüklüğünde, diş yapısında adım adım izlemek olasıdır. Yeter ki gördüklerimizi yorumlama yetisini geliştirmiş, dogmanın bataklığından kurtulmuş olalım.

Prof. Dr. Ali Demirsoy

tarihinde Sapiens tarafından düzenlendi
Link to post
Sitelerde Paylaş

Canlılık Nasıl Ortaya Çıktı

Yaşam yeryüzünde ne zaman, nasıl başladı? Kültür tarihinde çok eskilere uzanan bu soruya günümüzde de doyurucu bir cevap verilmiş değildir.

Aristoteles'ten kaynaklanan ve 19. yüzyılın ikinci yarısına kadar geçerli sayılan görüş, canlıların cansız maddelerden kendiliğinden (spontane) oluştuğu yönündeydi. (Farelerin kirli çamaşır, paçavra ve tahıl taneciklerini içeren çevrelerde oluştuğu inancı buna bir örnektir.) Bilim tarihinde bu görüş «kendiliğinden üreme hipotezi» diye bilinir.

Kendiliğinden üreme hipotezi Louis Pasteur'ün bakteriler üzerindeki deneysel çalışmasıyla çürütülmüştür. Pasteur (1822 - 1895) sterilize edilmiş ortamlarda mikroorganizmaların çoğalmasının olanaksızlığını ispatlayarak, bir canlının ancak bir canlıdan oluşabileceğini kanıtlar. Ne var ki, canlıların ancak canlılardan türeyebileceği gerçeği yaşamın kökenini yeterince aydınlatmamaktadır.

İlk canlının nasıl oluştuğu bugün bile değişik hipotezlere konudur. İlk canlının ortaya çıkışı sırasındaki koşullan belirlemek olanaksızdır. Ancak bu olanaksızlığa karşın kimi deneysel çalışmaların yapılamayacağı söylenemez.

Pasteur'den sonra bazı bilim adamları dünyamıza ilk canlı nesnelerin bir başka gezegenden ya da göksel cisimden geldiği savını ortaya atmıştır. Bunlara göre, uzaya dağılmış spor, tohum, vb. türden canlı nesnelerin dünyamıza ulaşması dünyamızda yaşamı başlatmıştır.

Ancak bu sav ilk canlının nasıl oluştuğu sorusunu yanıtlamamakta, yalnızca bir adım geri atmaktadır. Yaşamın dünyada başlaması uzay aracılığıyla olsa bile canlının geldiği yerde nasıl oluştuğu sorusu yanıtsız kalmaktadır. Kaldı ki, uzaydan geldiği söylenen canlı nesnelerin uzun yolculukları sırasında sıcaklık, radyasyon, vb. elverişsiz koşullara nasıl dayandığı sorulabilir. Ayrıca o nesnelere bu yolculuğu yaptıran gücün de ne olduğu bilinmemektedir. Kimisi radyasyon basıncından, kimisi de dünya ötesi uygarlıklardan dünyamıza uğrayan uzay adamlarının geride bıraktıkları artıklardan söz etmiştir.

Canlılar belirli bir büyüklükteki moleküler dizilimin ürünü olmak zorundadır. Bunun nedeni karmaşık olarak tanımlanabilecek, tepki gösterebilen, birbirinden farklı moleküllerle yapılma zorunluluğudur. Bugün tanımlayabileceğimiz biyolojik yapı, biyomer dediğimiz belirli polimerlerden oluşmak zorundadır. Moleküler çeşitlenmeyi, yani biyolojik çeşitliliği sağlayabilmek için özellikle birden çok bağ oluşturabilen karbon ve silisyum gibi ana elementlere ihtiyaç vardır. Fakat bu elementlerin oluşturacağı bağların kırılgan yapı göstermemesi gerekir. Ayrıca bu moleküllerin oluşturdukları küçük bileşikler bir sıvıda çözünebilir olmalıdır. Bu nedenle, örneğin silisyumdan oluşmuş bir canlı kesinlikle yoktur. Çünkü SiO2 suda çözünemez, dolayısıyla kimyasal tepkimelere yeterince giremez. Gaz haline geçebilen, suda çözünen CO2, dolayısiyle, polimerlerin oluşması için en uygun element olarak karbon görülmektedir. Basit moleküller belirli fiziksel koşullarda moleküler bütünlüğünü korur. Buna karşılık, molekülün boyutları büyüdükçe ve özellikle bu molekül sürekli kimyasal tepkimelere katılmak durumunda kaldıkça, belirli fiziksel koşulların dışında 3 boyutlu yapısını (tersiyer yapısını) koruyamaz. Bu nedenle canlılığın çok yüksek sıcaklıklarda (100 C’den fazla) oluştuğunu savunmak sınırsız bir yorum yapmak olur. Kaba bir tahminle, biyomerlerin özelliklerini koruyabilmeleri için 0-100 C'lik sıcaklık aralığında bulunmaları gerekir.

Dünya’mızın kabaca 4,5 milyar yıl önce oluştuğu saptanmıştır. Ancak Dünya’nın organik polimerleri sürekli tutabilecek ortama 3,8 milyar yıl önce kavuştuğu düşünülmektedir. Miller’in öğrenciyken yaptığı deney ve onu izleyen değişik gözlem ve araştırmalar, basit organik moleküllerin, Dünya’nın 4 milyar yıl önceki koşulları laboratuvar ortamında oluşturularak ve o günkü aktive edici ajanlar (yüksek enerjili ışınlar, elektrik deşarjları, mor ötesi dalga boyları vs.) kullanılarak belirli ölçüde sentezlenebileceğini gösterdi. Bu deney, inorganik yapıdan organik yapıya geçişin ilk adımlarını oluşturur. Bu tip moleküller, aşırı olarak tanımladı ya da daha karmaşık moleküllere dönüşebilir.

Yaşam Ortamının Doğuşu

Dünya yaklaşık 4 milyar yıldır bir yaşam ortamıdır. Organik evrim, bir yaşam ortamının başlangıcından bu yana kadar oluşan değişiklikleri inceleyen bilimin adıdır. İnorganik evrim ise bundan önceki süreci de kapsayarak inceler. İnorganik evrimden bildiğimiz gibi, her an yapısını değiştirebilen bir evrede, yaşam ortamının da sabit kalması beklenemez. Sabit kalmayan bir yaşam alanındaysa, bütünü oluşturan parçaların değişmeden kaldığını savunmak, doğanın mekaniğine aykırıdır. Bu nedenle 4 milyar yıldan beri hiç durmayan bir evrim söz konusudur.

Dört milyar yıl önceki koşullar, bir sürü basit molekülün yanı sıra büyük bir olasılıkla ilk olarak 16; daha sonra 20 amino asitle, sitozin (S), guanin (G), adenin (A) ve urasil (U) adı verilen bazların sentezlenmesini gerçekleştirmiş olabilir. İlkel atmosfer taklit edilerek gerçekleştirilen laboratuvar deneylerinin çoğunda, bu amino asitler ve bazlar, inorganik maddelerden kendiliğinden sentezlenerek elde edilebilmiştir. Koşulların değişimiyle ortaya çıkan ürünler de değiştiğinden, farklı birçok amino asitin sentezi aynı yolla gerçekleşmiştir. Aslında 20’den fazla amino asit sentezlenebilir. Ancak bugün sadece 20 amino asit ve 4 baz (kalıtsal materyalin şifrelenmesini sağlayan maddeler) bulunması, Dünya’nın o günkü koşullarının, sadece bu maddelerin bol miktarda sentezlenmesine elvermesindendir. Bir başka neden de, olasılıkla sentezlenmiş bulunan, ancak bugün canlıların kullanmadığı diğer amino asitlerin doğal seçilimle ayıklanmasıdır.

Bugünkü canlıların yapısını ana hatlarıyla oluşturan birçok koşul, ilkel yeryüzünün ilk zamanlarında etkindi. Bu faktörler sırasıyla fazla bir engele takılmadan yeryüzüne ulaşan Güneş ışınlarının bileşimi (özellikle morötesi ışığın yapısı), Dünya’nın çevresini saran manyetik koşullar (Van Allen kuşakları) ve atmosferin ilk zamanlarında var olmayan ozon tabakasının oluşması ve giderek etkisini artırmasıdır. 1,52 milyar yıl önce Güneş ışınlarının okyanusların yüzeyine vurarak, suyu elementlerine ayrıştırmasıyla (fotodisosiyasyon), serbest oksijen (O2) oluşmuştur. Serbest oksijenin belirli bir yükseklikte, yüksek enerjili Güneş ışınlarıyla bombardımanı sonucu ozon (O3) meydana gelmiş, canlıların yapısını oluşturan ve onları yıkıcı morötesi ışınların etkilerinden koruyan ozon tabakası da böylece devreye girmiştir. Bu dönemde hidrojen gazı, Dünya’nın kütlesinin yeterli olmaması nedeniyle, tutulamayarak uzaya kaçmıştır. Bugün de aynı süreç devam etmektedir. Bu nedenle atmosferdeki hidrojen oranı hep düşmektedir. Ozon tabakası ancak belli dalga boylarındaki morötesi ışınların yeryüzüne ulaşmasına izin verir. Bu ışınların belirli bir dalga boyunda bazı canlılarda, örneğin, D vitaminleri sentezlenir. Bugün canlıların sahip olduğu birçok özellik, günümüzden 4,5 milyar yıl önce oluşan ozon tabakasının seçici özelliğini yansıtır. 1,52 milyar yıl önceki ozon tabakasında, oksijen yalnız fotodisosiyasyon sonucu ortaya çıktığından, etkisi zayıftı (günümüzdekinin 1/1000'i). Dolayısıyla canlılık yine başka bir süzgeç olan okyanusların tabanında yaşamını sürdürmek zorundaydı. Su, tepkimelere zemin oluşturabilme ve ısıyı yüksek oranda tamponlayabilme özelliğinden dolayı, yaşam için önemli bir ortam oluşturur. Ozon tabakasının işlevinin görece zayıf olduğu bu dönemde, canlılar denizlerin altında yaşamlarını sürdürmüşlerdir. Bu canlıların yüzeye çıkmaları, kuvvetli morötesi ışınların üzerlerinde yıkıcı etki yapmasından ötürü olanaksızdı.

Fotosentetik bakterilerin ortaya çıkışıyla, atmosferdeki oksijen salt fotodisosiyasyon yoluyla değil, fotosentez yoluyla da oluşmaya başladı. O dönemden bu yana, dünyadaki oksijen miktarı bugünkü % 21'lik orana yaklaştı. Ozon tabakasının güçlenmesiyle, yıkıcı morötesi ışınları önemli ölçüde engellendi. Ancak bu aşamadan sonra, canlılar yavaş yavaş, önce suyun yüzeyine, daha sonra da karaya çıkma şansını elde ettiler.

Polimerlerin en büyük düşmanı serbest oksijendir; oksijen onları oksitleyerek parçalar. Bu nedenle, Dünya’nın başlangıcında oksijen ortaya çıksaydı yaşamı önleyecekti. Dünya’nın ilk zamanlarında serbest oksijen olmaması nedeniyle polimerler oksitlenmeden uzun süre varlıklarını koruma şansına kavuşmuşlardı. Bugün canlılığın tekrar oluşmamasının temel nedeni, serbest oksijenin polimerleri anında oksitlemesindendir.

İlkel atmosfer koşullarında oluşan birçok molekül arasında S, G, A, U bazları da yer alıyordu. Bunların birbirlerine bağlanma özellikleri vardır. Bu, değişik fiziksel koşullarla olabildiği gibi, yüzey tepkimelerine uygunluk gösteren kil partikülleri aracılığıyla da olabilir. S, G, A, U bazları bir araya geldiklerinde, zincir halindeki RNA'yı (ribonükleik asit) oluştururlar. Bu zincirler başlangıçta yaklaşık 1015 baz uzunluğundadır. Dolayısıyla büyük bir olasılıkla, yaşam RNA ile başlamıştır. Daha sonraki bir aşamada urasil, dönüşme ya da eklenme yoluyla yerini timine (T) bırakmıştır. Bu noktadan sonra daha kararlı bir molekül olan DNA ortaya çıkmış ve hayranlık verici serüvenine başlamıştır.

Başlangıçtaki canlılar daha önce inorganik yoldan oluşmuş olan molekülleri kullanarak yaşamlarını sürdürüyorlardı. Ancak zaman içerisinde biriken tüm molekülleri ortadan kaldırdılar. Bunların içinden bir ya da birkaçı dünyada en çok bulunan maddeden, sudan hidrojen elde etme yolunu geliştirince, hem kendisini hem de diğer hayvansal canlıları kurtarmış oldu.

Fotosentez Mekanizması

RNA ve DNA zincirlerlerini taşıyan moleküller büyük bir olasılıkla, zamanla, yanardağ işlevleri ya da derin denizlerin altındaki tektonik işlevlerle, amino asitlerin yüksek sıcaklıklarda kaynatılması ile oluşan, bugünkü hücre zarına benzeyen polimerlerin içerisine girmiş olmalıdır. Bu ilkel hücre zarı yapısının, zaman içerisinde çeşitli elementlerin, moleküllerin katılımıyla daha organize bir hücre zarına dönüştüğü varsayılır.

Söz konusu ilkel hücre zarı yapısını bugün laboratuvar ortamında taklit etmek mümkündür.

Bakteri benzeri ilk yapılar o dönemde inorganik yollarla sentezlenen glukozu (başka basit şekerleri de) ve ATP’yi (adenintrifosfat) enerji kaynağı olarak kullanmaya başladılar.

İlkin hücreler çevrede daha önce yığılmış bulunan glukozu tüketince, belki de Dünya’da ilk besin krizi ortaya çıkmış, o günkü canlıların büyük bir kısmı ortadan kalkmıştır. İlkin hücrelerden bir ya da birkaç tanesi, daha küçük moleküllerden glukozu sentezleyen bir enzime sahip olunca, ayakta kalmayı başarabildi. Daha önce inorganik yoldan sentezlenmiş bu alt yapılar ilk etapta glukoza sentezlendi, daha sonra da hücre tarafından enerji kaynağı olarak kullanıldı. Sentez mekanizması bir kez elde edilince, heterotrof canlıların da ayakta kalması mümkün oldu. Bir süre sonra bu stok da tüketildi.

Bunun üzerine daha da küçük yapılardan önce altyapılar, daha sonra da glukoz sentezlendi. Sonuçta ortamda basit de olsa, önceden inorganik yollarla sentezlenmiş herhangi bir molekül kalmadı.

Hücre zarının üzerine yanardağ faaliyeti (ya da uzay) kökenli porfirin dediğimiz (hemoglobin ya da oksijen tutan diğer moleküllere yakın yapılar) madde eklenince, daha önce doğrudan Güneş ışınları ile okyanus üzerinde gerçekleşen fotodisosiyasyon, artık ilkin hücrenin yüzeyinde gerçekleşmeye başladı. Su molekülleri hücre zarlarında parçalandığında ortaya çıkan hidrojen, glukozun yapımı için kullanıldı, oksijen de atık madde olarak ortama verildi. Böylece fotosentez mekanizması bulunmuş oldu. Bu aşamada yeryüzündeki canlılık heterotrofik bakteri benzeri formlar ve fotosentetik bakteriler şeklindeydi. Fotosentez nedeniyle Dünya’daki oksijen miktarı yükselince, ozon tabakası güçlendi. Morötesi ışınların etkilerinin azalmasıyla, denizlerin dibinde bulunan canlılık su yüzeyine çıkmaya başladı. Ancak bu durumun bir olumsuz etkisi oldu: Oksijen miktarı yükseldikçe canlılar oksijenin yıkıcı etkisinden dolayı yok olmaya başladılar. Belki tek bir canlı ya da Dünya’daki birkaç bakteri benzeri canlı, edindiği birkaç enzim ile, oksijeni aşamalı oksitleme işlemi için kullanmaya başlayınca, bazı bakteriler bugünkü canlıların hücrelerinde bulunan ve hücrenin enerji çevrimini sağlayan mitokondrilerin atasına dönüştü. Bu aşamaya kadar Dünya’daki tüm biyolojik işlemler, oksijensiz solunumla gerçekleşmiştir. Mitokondri bulununca ilk defa glukoz başına ortaya çıkan enerji miktarında patlama yaşandı (36-38 ATP). Canlılık birden bire bu merdivenlerde önemli bir sıçrama gerçekleştirdi. Heterotrof canlıların bir kısmı, mitokondri özelliği kazanmış bu bakterileri ve bunun yanı sıra fotosentez yetenekli başka bakterileri bir çeşit fagositozla hücre içine aldı. Her ikisini birden alanlar bitki hücresine, sadece mitokondri özelliği kazanmış bakterileri alanlar hayvan hücresine dönüştü.

İlkel hücreler, hayvan ve bitki hücreleri niteliği kazanana dek, DNA tek zincirli çember formdaydı. Ancak daha fazla kalıtsal bilgi zincire eklenince DNA kendini eşleyemeyecek uzunluğa ulaştı. Bir rastlantı sonucu TTGGGG (memelilerde TTAGGG) baz dizilimleri bu kromozomların içerisine girince, o güne kadar çember biçimindeki kromozomların ucunda telomer adı verilen bölümler oluştu. Bu dizilimler, kromozomların uçlarının birbirlerine yapışmasını önleyerek, bir çeşit bağımsız kimlik kazanmalarını sağladı. Böylece çember DNA, bugünkü çubuk ya da V şeklindeki kromozomlara dönüştü.

Yine bu aşamada DNA tek (haploid) değil, iki zincir (diploid) halinde bulunmaya başladı. Telomerlerin DNA zincirinin başını ve sonunu ayırması dışında en önemli özellikleri, canlının ömrünü belirlemesidir. Telomerin belli bir parçasının kendini yineleyememesinden dolayı, hücre bölünmesi sırasında kopup kaybolması, canlılar için önemli bir sorun oluşturdu. Bu şekilde, kaçınılmaz ölüm canlıların dünyasına girdi.

Daha sonra gerçekleşen bir sürü olayla hücre içerisine yeni bir kesecik girebilir ya da hücre içindeki bir organizasyonla yeni bir kesecik oluşarak, kromozomlar bu keseciğin içine girebilir. Böylece çekirdekli canlılar (ökaryotlar) oluşur.

Canlıların tür olarak yaşam süreleri uzun olursa, oluşturacakları rekombinasyon ve çeşitlenme şansı o kadar azalır. Bu, evrimsel olarak canlının uyum yeteneğinin azalması anlamına gelir. İşte bu nedenle kısa yaşayan türler, evrimsel olarak daha başarılı türleri meydana getirirler. Aynı mekanizmaya sahip olmalarına karşın, kartalların 100, tavukların 6 sene yaşamaları, tavukgilleri dünyada baskın, kartalları soyu tükenecek duruma getirmiştir. Bu nedenlerden dolayı bakteriler uyum yetenekleri en yüksek canlılardır. Kısa yaşayıp çok döl veren canlı evrimsel olarak en başarılıdır.

Evrimin Ham Malzemeleri

Telomer olmadığı zaman kromatidlerin uçları yapışkandır. Bu nedenle başlangıçta rastgele kromatidler birbirlerinin uçlarına eklenebilirdi. Büyük olasılıkla bu rastgele eklenmeyi ortadan kaldırmak ve daha kararlı bir yapı kazanabilmek için ilkel canlılarda DNA çember şeklindeydi. Çember biçimli DNA çoğalacağı zaman çizgisel şekle dönüşüyordu. İlkel de olsa bu organizmalarda rekombinasyonu sağlamak için 3 yol kullanılmaya başlandı. Bu noktadan sonra, evrimin ham malzemeleri diye adlandırdığımız mekanizmalar, canlılar dünyasına girmiş oldu. Bunlardan en yaygın olanları:

1) Mutasyonlar: Bir ya da birden fazla bazın, yani genetik kodların değişmesi şeklinde ortaya çıkar.

2) Transdüksiyon: Bir virüs aracılığıyla bir başka bireyden konakçı hücreye gen ya da nükleotid sokulması. Özellikle bakteriyofajlarda çok işleyen bir mekanizmadır.

3) Transformasyon: Herhangi bir bakterinin rastgele, ortamda bulunan bir DNA parçasını fagositozla genomuna katmasıdır.

4) Eşeyli üreme: Yukarıdaki mekanizmalar sayesinde çekirdeksiz canlılarda genetik çeşitlenme oluşur. Ancak çekirdekli canlılarda, bu mekanizmaların bir kısmı etkin olarak kullanılmadığından, evrimsel seçilim için yeterli ham materyal oluşmaz. Canlıların çeşitliliğinde bugün her tarafta izlerini gördüğümüz, büyük olasılıkla Kambriyen öncesi dönemde meydana gelen patlamayı doğuran şey, eşeyli üremenin meydana gelişidir. Eşeyli üreme nasıl ortaya çıktı? Anlamlı bir proteini meydana getiren bir gen, ilk atadan bölünme sırasında parçalanarak bir parçası bir yavruya, diğeri de öbür yavruya verilmiş olabilir. Bu protein yaşamsal öneme sahipse, ancak iki birey bir araya gelerek işlevsel döllerin oluşmasını sağlayabilir. Bu, bireylerden belirli bir genomu alana (+), verene de (-) diyerek ilk dişi ve erkeğin ayrımının temeli oluşturulmuş olabilir. Daha sonra eşeysel seçilimle, özellikle çok hücreli canlılarda, ikincil eşeysel özellikler ortaya çıkmıştır. Böylesine zahmetli bir mekanizmanın getireceği yararlar çok büyük olmalıdır ki, bu şekilde oluşan bir değişiklik korunabilsin. Bu avantaj, evrilme hızının yükselmesidir. Eşeyli üreme ortaya çıkmasaydı, canlılar atasal bireyden sürekli olarak klonlar oluşturulacaktı. Evrimin gidişi sadece dış çevre nedeniyle oluşan mutasyonlara bağlı kalacaktı. Yeni bir özelliğin ortaya çıkması çok daha ender gerçekleşecekti. Zaten 3,8 milyar yıl önceyle bir milyar yıl önce arasında yavaş, bir milyar yıldan bugüne dek hızlı bir değişimin yaşanmasının "sırrı" da budur. Rekombinasyon hem kromozom düzeyinde, hem de parça değişimi düzeyinde yeni seçeneklerin ortaya çıkmasını sağlamıştır. Eşeyli üremenin sağlayacağı çeşitliliği şöyle örnekleyebiliriz: İnsanda 23 çift kromozom olduğuna göre eşeysiz üremede (mitoz) anadan ve babadan gelen kromozomlar bölünme sırasında ekvatoryal düzlemin kuzey ve güney kutbuna birbirinin tıpa tıp aynı yerleşeceği için, oluşturulacak gametler birbirinin aynısı olacaktır, yani gamet düzeyinde çeşitlenme yoktur. Eşeyli üreme (mayoz) ortaya çıkınca, bu sefer babadan ya da anadan gelen homolog kromozomlar seçkisiz (rastgele) olarak, her biri ayrı ayrı, ya güneye ya da kuzeye toplanacaklardır. Bunlar eşeyli üremenin ikinci evresinde bir mitoz bölünmesi geçirince, anadan ve babadan gelen (ve farklı özellikleri taşıyabilen) kromozomlarda yeni organizasyonlar ortaya çıkar. İnsanda 23 çift kromozom vardır. Her kromozomun güney ya da kuzey kutbuna gitme şansı bulunur. Bu durumda 2^ çeşit sperm ya da yumurta meydana gelir. Zigot oluşacağında, sperm yumurta kombinasyonları göze alınırsa yaklaşık 246 çeşit kombinasyon ortaya çıkacaktır. Yani, 246 çeşit farklı ortama uyum yapabilecek 246 birey! Bu sayılar, eşeyli üremenin bir milyar yıl önce ortaya çıktığında, biyoçeşitlilikte oluşan patlamanın nedenini de açıklamaktadır.

5) Parça değişimi (Krossingover): DNA tamiri için kullanılan enzimler, büyük bir olasılıkla bir değişime ya da yeni bir göreve başlayarak, rastgele bir parça değişimini gerçekleştirir. Bu değişimler anadan ve babadan gelen kromozomlar arasındadır; kardeş kromozomlar arasında gerçekleşmez. Daha önce kromozomal düzeyde oluşan rekombinasyon, bu sefer gen düzeyinde rekombinasyona dönüşmüştür. Bu mekanizmanın kazandırdığı en önemli işlev, kural olarak iki genin arasında bir genin seçilerek genoma katılmasıdır. Örneğin bir bireyde babadan köken alan homolog bir kromozom üzerinde, üç farklı özelliği denetleyen üç genin birlikte olduğunu varsayalım. Bu genlerden A ve C bireye yararlı, b ise olumsuz etki yapsın. Babadan gelen homolog kromozomdaysa, yine aynı yönde etki gösteren üç genden ancak bir tanesi (B) yarar sağlasın, diğerleri olumsuz etki yapsın. Eğer krossingover olmazsa, sonuçta ortaya çıkan gametlerde AbC dizilimi hep korunacaktır. Ancak parça değişimi olursa, A, B ve C genlerinin bir gamette (yumurta ve spermde) bir araya toplanması mümkün olacaktır. Bu da yararlı nitelikli genlerin bir araya toplanmasında yeni bir kombinasyon olacaktır. Dolayısıyla parça değişimi, gen düzeyinde başarılı bir araya toplanma sağladığından, canlılar dünyasına çok büyük bir katkı getirmiş, daha önce 246 olan olasılık, milyonlarca kat artmıştır. Bugüne kadar gen kombinasyonları bakımından hiçbir canlı birey bir diğerine tıpatıp benzememiştir.

Canlının kaynağı cansız madde midir?

Pasteur'ü izleyen yarım yüzyıl boyunca canlının kökenine ilişkin bilimsel bir ilerleme olmaz. Bu yönde ilk adım 1920'lerde atılır. Kimi biyokimyacılar (J.B. Haldane, A.I. Oparin, vb.) yaşamın arzın ilkel atmosferinde başlayan kimyasal bir oluşumdan kaynaklanmış olma olasılığını ileri sürerler. Onlara göre güneşten gelen ultra-viyole gibi bir enerji, denizlerde çözülerek bir tür «sıcak eriyik çorba» oluşturan kimyasal bileşiklere yol açmış, bu bileşikler de sonra canlı nesnelerin temeli olan daha karmaşık molekülleri oluşturacak şekilde kendi aralarında birleşmiş olabilirdi. Stanley Miller'in 1953'te ortaya koyduğu araştırma, günümüzde büyük yoğunluk kazanan araştırmaların hız kaynağı olmuştur. Arzın ilk atmosferine özgü koşulları elde etmek için hidrojen, metan, amonyak ve su buharı gibi nesnelerin kızgın karışımıyla işe koyulan Miller, gazlardan geçirdiği 60.000 voltluk şimşek benzeri kıvılcımla amino asit glisin ile alanin gibi birkaç tür organik bileşik oluşturur. (Başlangıçta atmosferimizde oksijen yoktu.)

Son yıllarda yapılan araştırmalarda aynı şekilde yaşamın kimyasal kökeni hipotezine güç veren önemli kanıtlar sağlamıştır.

Canlı-cansız ayırımı kesin değil midir?

En basit düzeyde ilkel canlı süreçlere bakıldığında canlı ile cansızı ayıran keskin bir çizgi bulmak kolay değildir. Daha ileri düzeylerde kuşkusuz canlıya özgü kimi özelliklerden söz edilebilir.

(Bunlar arasında önemli gördüğümüz birkaçını şöyle sıralayabiliriz:

(1) beslenmek: canlının çevresinden yaşamı için gerekli maddeleri alması;

(2) büyümek: canlının çevreden aldığı maddeleri büyümesine elverecek besinlere dönüştürmesi;

(3) çoğalmak: canlının eşeyli veya eşeysiz üremesi.)

Ancak, yukarda belirttiğimiz gibi, ilkel düzeyde bu tür ayırıcı özelliklerden söz etmek güçtür. Örneğin bir canlı hücrenin büyüme ve bölünme davranışlarıyla tuzun sudaki çözeltisinde kristalleşmesine yol açan moleküler oluşumunu kolayca ayıramayız. Belki şu denebilir: bir kristalin çözeltide büyümesi için kullandığı «besin», çözeltideki biçimi değişmeksizin yapısına geçmektedir. Daha önce su molekülleriyle karışan tuz molekülleri yalnızca büyüyen kristalin yüzeyinde toplanmakla kalmaktadır. Burada gördüğümüz biyo-kimyasal bir özümleme değil, sıradan mekanik bir birikimdir. Ama bir an için karbondioksit (C02) gazının sudaki çözeltisine atılan bir alkol molekülünün su ve karbondioksit moleküllerini yeni alkol moleküllerine dönüştürdüğünü düşünelim. Bu durumda alkolü canlı nesne saymamız gerekecektir, kuşkusuz. Aslında bu, öyle göründüğü kadar boş bir düşünce de değildir. Nitekim «virüs» denen oldukça karmaşık kimyasal nesnelerin kendilerini çevreleyen ortamdan aldıkları başka molekülleri kendilerine benzer yapısal birimlere dönüştürdükleri bilinmektedir. Virüsleri, sergiledikleri özellikler nedeniyle hem bilinen kimyasal molekül, hem de organizma türünden canlı nesneler saymaya olanak vardır. Böylece canlı ve cansız dünyaları birbirine bağlayan halkayı belki de virüslerin sağladığı söylenebilir.

Uzay molekülleri ne göstermektedir?

Canlının kimyasal bileşiklerden kaynaklandığını gösteren bir başka kanıtı yıldızlar arası uzay moleküllerinde bulmaktayız. Teleskoplara bağlı spektrograflarla yıllarca önce uzayda birtakım basit moleküller bulunmuştu. Ancak son zamanlarda radyo astronomisi, aralarında su ve amonyak molekülleriyle kimi organik bileşiklerin de bulunduğu bir sürü molekülün varlığını ortaya çıkarmıştır. Uzun süre yıldızlar arası uzayda iri moleküllerin bulunabileceğine olanak görülmemişti; çünkü, uzaydaki gaz öylesine incedir ki, molekülleri oluşturacak atomların birbirine tutunmasını sağlayacak çarpışmaları son derece zayıf bir olasılıktı. Öyle görünüyor ki, atomları bir araya getirip tutan, onların birleşip molekülleri oluşturmasına aracılık eden uzaydaki toz parçacıklarıdır.

Bu ilkel moleküllerin canlılıkla ilgisi nedir, diye sorulabilir. «Yaşam tohumu» denen bu moleküller özellikle «kuyruklu yıldız» dediğimiz kometler aracılığıyla gezegenimize taşınmış olabilir. Canlıların dünyamızda ortaya çıkması çok sonra hava ve çevre koşullarının elverişli bir ortama dönüşmesini beklemiştir. «Kirli kartopu» denilen kometlerin hemen tümüyle toz ve buz parçacıklarından oluştuğu bilinmektedir. İncelemeler «yaşam tohumları» denilen moleküllerden bir bölümünün kometler, amino asitlerin de «göktaşı» dediğimiz bazı meteorit türleriyle taşındığını göstermiştir. Uzaydan bir tür yağış biçiminde gezegenimize inen yaşam tohumlarının elverişli bir ortam bulduğu bir dönemde canlı nesnelere dönüştüğü söylenebilir. Tanınmış astronom Fred Hoyle, tüm canlılarla birlikte biz insanların da varlığımızı «kirli kartopu»larına borçlu olabileceğimizi söylemiştir.

Astronomların tersine biyologlarda çoğunluk yaşamın uzaydan değil, yeryüzündeki koşullardan kaynaklandığı görüşündedir. Ama gene de doğruluk olasılığı son derece zayıf da olsa, uzay hipotezi tümüyle göz ardı edilemez.

Arzın bir dönemdeki koşulları simüle edilerek laboratuvarda oluşturulan organik moleküllere aynı zamanda uzayda rastlanması, benzer kimyasal süreçlerin evrensel bir olay olduğunu göstermektedir. Öyleyse, yaşamın dünyamıza özgü olmadığı, başka gezegenlerde de görülebileceği düşüncesi hiç de yersiz değildir.

Laboratuvarda canlı üretilebilir mi?

Daha yüz yıl öncesine kadar canlıların doğanın değil, doğaüstü bir gücün ürünü olduğu bilim adamları arasında bile yaygın bir inançtı. Kimya bilimi birbirinden tümüyle ayrı «organik» ve «inorganik» diye iki kola ayrılmıştı. Organik maddelerin yapay olarak oluşturulmasına olanak tanınmıyordu. 1828'de bir Alman kimyageri olan F. Wöhler, idrarda bulunan «üre»yi, cansız maddelerden oluşturduğunda yer yerinden oynamıştı adeta! Organik - inorganik ayırımı günümüz ders kitaplarında da görülmektedir. Oysa organik kimya karbon bileşimlerinin kimyası olmanın ötesinde bir anlam taşımamaktadır.

Sentetik kimyada son yüzyılın birbirini izleyen başarıları, yaşamın kökeni konusuna ilgiyi büyük ölçüde artırmıştır. Daha önce canlılara özgü sayılan pek çok maddenin cansız maddelerden oluşturulabileceği ortaya konunca, hücre ya da en azından canlı moleküllerin laboratuvar tüpünde oluşturulması niçin olanaksız sayılsın? Bu yoldaki sayısız deneylerin kimi başarılı sonuçlara karşın kesin bir sonuç verdiği henüz söylenemez. Bir kez virüslere ilişkin henüz fazla bir şey bilinmiyordu. (Virüs, bakterilerin bile yakalandığı ince filtrelerden geçen son derece küçük bir nesne.) Sonra yaşamın başlangıç dönemindeki çevre koşullarını belirlemeye olanak yoktur. Canlıların büyük bir olasılıkla ilkin suda oluştuğu söylenebilir. Ancak o sıradaki kimyasal nesnelerin ne olduğu, suyun sıcaklığı ve diğer etkileyici koşullar tahmin bile edilemez. Bu nedenle o ilk koşullara giderek canlı oluşturmaya olanak yoktur. Kaldı ki, canlının ilk oluşumunun ne kadar bir sürede gerçekleştiği de ayrı bir konudur.

Bu nedenle, canlıların kökeni henüz bilimsel çözümü verilememiş bir sorundur, diyebiliriz. Ne ki, bu sorunun bir yanıtı varsa, onu ancak bilimden öğreneceğiz. Bilim adamı işin kolayına kaçıp doğadışı bir «yaşam gücü» ya da Bergson'nun deyimiyle bir «yaşam atılımı» (elan vital) ilkesinin gizemli çekiciliğine kendini bırakamaz.

Ali Demirsoy

Link to post
Sitelerde Paylaş

Prof.Dr. Ali Demirsoy gibi değerli bir bilim adamımızı eleştirmek hiç yakışık almaz.

Ama korkarım buna mecburum.

Türklerin evrimi anlamadığından yakınıyor Ali Demirsoy.

Ve bu yüzden haklı olarak üzüntülü, öfkeli, düş kırıklığı içinde...

Biraz da kendisini suçluyor gibi geliyor bana.. 42 yıldır evrim öğrettiğini ama yeterince etkili olamadığını düşünerek düş kırıklığı yaşıyor.

Evrimi anlayanların daha bilimsel olacağını düşünüyor Prof. Dr. Ali Demirsoy.

Haklı mı?

Bence değil.

Çünkü Müslüman bir dindara evrimi kabul ettirirseniz, o evrimi İslam'a göre yorumlayacaktır.

O halde sorun yalnız evrimi anlayamamak değildir.

Sorun çok daha derindedir.

Evrimi anlayamamak, kabul etmemek cehalettir belki ama, bilge insan yetiştirmek için ona önce yalnız evrimi öğretmeye çalışmak da pek akıllıca bir atılım sayılmaz.

İnsan evrimi öğrenerek bilimsel olmaz.

Önce bilimsel olur. Sonra evrimi öğrenir.

Evrimi bilmek bilimsel olmanın ölçüsü değildir.

Çünkü bilimsel düşünenlerin çoğu evrimi bilmeyebilir.

Bizim önce evrimi bilecek, anlayacak niteliklere ve kapasiteye sahip bilimsel insan yetiştirmemiz gerekmektedir.

Evrim bilmek bilimsel olmanın bir ölçüsü olamaz.

Bilimsel niteliklere sahip bir insan evrimin oluş mekanizmalarını bilmese bile, evrimi bilimsel bir olgu olarak kabul eder.

Evrim gibi son derece gizemli bir konuyu, bu konu ile yakından ilgilenenlerin bile, yeterince bilmediğini biliyoruz.

Halkımıza ite kaka evrimi öğretmeye çalışmaktansa, ona önce bilimsel bir eğitim vermeye çalışmak çok daha doğrudur.

Evrimi öğrenmek ve kabul etmek sanıldığından çok daha zordur.

Önce onu anlayacak ve kabul edecek entellektüel bir zemin hazırlamak zorundayız.

Link to post
Sitelerde Paylaş
  • Konuyu Görüntüleyenler   0 kullanıcı

    Sayfayı görüntüleyen kayıtlı kullanıcı bulunmuyor.

×
×
  • Yeni Oluştur...