Deicide 0 Ocak 15, 2008 gönderildi Raporla Share Ocak 15, 2008 gönderildi Evet sperm çocuğun sebebi değildir. Benim inancıma göre sebebi Allah'tır. Senin benim ne demek istediğimi anlaman için sperm'dir dedim. Sana bir soru; masanın sebebi ağaç'mıdır. Yoksa marangozmudur? Çocuğun sebebi anne babamıdır yoksa .......... Diğerlerini sonra cevaplandırırım. Yine bir ayrıntı: nesnelerin nedeni olmaz. Olayların nedeni olur. Ama şöyle denebilir: bir nesnenin varlığa gelmesi bir olay olduğu için, bu olayın nedeni başka bir olay olabilir. (Hume'a dönmek gerekirse, her olayın zorunlu olarak bir nedeni oduğu öne sürülemez. Çünkü bunu mantıksal olarak gerektiren bir şey yoktur. Hiçbir nedeni olmadan ortaya çıkan bir olay olabilir. Nitekim parçacıklar dünyasında böyle olaylar bolca olmaktadır) Masaya dönecek olursak, masanın varolmaya başlamasının nedeni, onu vareden koşulların hazır olması ve bir araya gelmesidir. Ağacın hazır olması, onu yapacak bir marangozun bir şekilde masa yapmak için harekete geçmesi, marangozun çalışacağı aletlerin vs. elinin altında bulunması gibi. Bunlardan bir tanesi tek başına değil, hepsi birlikte masanın varolmasının nedenidir. Öte yandan, bununla bir yere varılmaz. Masayı marangozun, resimi ressamın, heykeli heykeltraşın yapması her şeyi birinin yaptığını kanıtlamaz. Bunlardan yola çıkarak tümevarım yapılamaz. Sınırlı sayıda ve hepsi de ortak koşulları taşıyan gözlemlerdn yola çıkarak, her şeyi içeren bir genelleme yapılamaz. Link to post Sitelerde Paylaş
Deicide 0 Ocak 15, 2008 gönderildi Raporla Share Ocak 15, 2008 gönderildi Şu kainatın bir yaratıcısı olması gerektiği düşüncesi akılsızlıkmı? Hayır akılsızlık değil ama dayanağı olmayan bir inanç. Link to post Sitelerde Paylaş
mucahide 0 Ocak 15, 2008 gönderildi Yazar Raporla Share Ocak 15, 2008 gönderildi lostone Belliki bir takım aldığınız cevaplar sizi tatmin etmemiş ve karşınıza bilgili ateistler çıkmış ve onların konuştukları size daha akıllıca gelmiş. Şu bir gerçek müslümanlar artık sahih düşünme melekesini(istisnalar olmakla beraber) kaybetmiş durumdadır. Belki çoğu islamın aslında istediği tahkiki iman'dan (akla dayalı, düşünerek) ziyade taklidi bir imana sahip. Bugün göya müslüman görünen devletler dahi aslında islami devlet değiller, herbiri amerika veya avrupanın hizmetkarlığını yapmakta. Müslümanların kalkınmamış olması, fikri ve maddi açıdan geri kalmış olması sizde birtakım soru işaretleri doğurmuş olabilir! Ama şunu bilinki bu durum islamdan değil müslümanlardan kaynaklanmaktadır.;slamın en doğru en isabetli yaşandığı dönemler hep müslümanların fikri, ahlaki, maddi açıdan kalkındığı, adeta altın devri olmuş, dünyada söz sahibi ve hükmeden olmuştur. Ve belki sizin karşılaştığınız insanlarda size düşünme sadece iman et dedikleri için şüphe duyduğunuz için terk ettiniz dininizi. Aslında Allah'ın olması gerektiği bir realite. Sizin sorduğunuz cevabı verbilmem için ilk önce Allah varmı yokmu bu konuşulması lazım. Bu konuyu hallettikten sonra bunu konuşabiliriz. Size tavsiyem Allah'ın ne için akılla bulunabileceğine dair yukarıda yazılarım var onları okumanız ve okuduktan sonra aklınıza takılan soruları bana sormanız. Ama ben genede sorduğunuz soruya cevap vereyim; kainattaki bütün varlıklar bildiğimiz gibi yoktan birşeyi var edebilmekten yoksun, aciz,muhtaç,sınırlı ve eksiktir. Zaten bu dört özelliği barındıran varlıklar birşeyi yoktan varedemezler bu bir realite. Ama Allah yoktan varedendir o aciz,eksik,sınırlı ve muhtaç değildir. Biz Allah'ın zatını idrak edemeyiz. Onun zatını idrak edebilmemiz için onun özelliklerine sahip olmamız gerekir. Allah'ın nasıl bir yaratıcı olduğu konusunda akla gelen üçtane ihtimal var. Birincisi; Allah'ı bir başkası yaratmış olabilir mi? Allah'ı bir başkasının yaratması batıldır. O zaman oda yaratılmış olur ki bu takdirde sonradan yaratılan yaratıcı olamaz, yaratılmış olur. İkincisi; kendi kendini yaratmış olabilir mi? Bu da olamaz, zira hem yaratılmış hemde yaratıcı olur. O takdirdede yaratmış olduklarının sıfatına bürünür, yaratamaz. Üçüncüsü; Varlığı vacip, kendiliğinden olan, ezeli ve ebedi olan, yaratmış olduklarına benzemeyen,doğurmayan, doğrulmayan olabilir mi? Evet bu doğru olandır. Çünkü yaratıcı olabilmesi için bu özelliklere sahip olması lazımdır. Yani Allah hiçbirşey yokkende vardı, O hep vardı, sonradan yaratılmış değildir. Ayrıca bazı ateistler şunuda söylüyor Allah varsa niye kendini göstermiyor. Onada cevap şudur; Akıl Allah'ın yatını değil varlığını idrak edebilir. Allah'ın zatını idrak edememek şek ve şüphe faktörlerinden değil, imanı takviye (güçlendirici) faktörlerden sayılması gerekir. Yani insan şunu anlar ben ne kadar aciz, zayıf bir kulum ve Allah ne kadar yüce, büyük ki ben onun zatını idrak edemeiyorum. Onun zatının yüceliğini, kendininde acizliğini hisseder. Link to post Sitelerde Paylaş
lostone 0 Ocak 15, 2008 gönderildi Raporla Share Ocak 15, 2008 gönderildi Mucahide; İlk önce şunu söylemek istiyorum ki benim tanıdığım ilk dinsiz yine bizzat benim. Yani kimsenin bana bir etkisi olmadı. Özgür düşünce + bilimsel bakış açısı beni bu noktaya yükselti ve bundan gerçekten gurur duyorum( elhamdülillah diyesim geldi ). "Biz Allah'ın zatını idrak edemeyiz. Onun zatını idrak edebilmemiz için onun özelliklerine sahip olmamız gerekir." cümlesini allahın varlığına akıl yoluyla ulaşılamaz olarak algılıyorum ve konunun amacına ulaştığını düşünüyorum. Senin bahsettiğin şey akıl değil sezgidir. Zaten Allahın varlığına akılla ulaşılabilmesi saçma olurdu çünkü böyle 2+2=4 demek bir mükafatı gerektirmez. Aklı olan,kavrayan herkes bunu der. Ayrıca Bilmek ve inanmak birbilerinden çok farklı şeylerdir. Bilgiye akılla, inanca ise sezgiyle ulaşılır. Kurduğun cümlelerin neredeyse tamamı belli kabullenmeleri ve sezgileri içeriyor. Din de tamamen bir inanç meselesidir. Yani dini akılla ispat etmeye çalışmak mantıksızdır, işin doğasına terstir. Çünkü dinde mutlak bir iman şartır. "Ben buna inanıyorum, ben böyle seziyorum" der geçersin, ispatlamak zorunda değilsin. Kimse sana birşey diyemez. Hem böylece çelişik şeyler de söylememiş olursun. Ama inanılan şeylere akıl ve bilgi yoluyla karşı çıkılabilir ve çıkılmaktadır. İşte bu sebepten inanalar da tartışmaya bilgi ve akıl meydanında devam etmek zorunda kalmışlardır ne var ki bu meydan dinlere uygun bir alan değildir. Her din temelini inançtan alır ve bunu yorumlayarak bilgiye ulaşmaya çalışır. Bu da mantıksal bir tatışmada savunma olarak sunulan şeylerin yine inanca bağlanmasıyla sonuçlanır ve tartışma mantık ekseninden sapar. Biri çıkıp "senin, benim aklım bunu kavrayamaz" der ve bu kısır tartışma biter. Mesela sen görüşlerini "Ama Allah yoktan varedendir o aciz,eksik,sınırlı ve muhtaç değildir" gibi bir temeli baştan kabul ederek ispatlamaya çalışıyorsun. "allaha akıl yoluyla ulaşılır" demek için asıl ispatlaman gereken herşeyin temeline koyduğun yukarıdaki cümledir. Yani elinde bir tespih var onu çeke çeke başangıcını bulmaya çalışıyorsun, benim elimdeyse ucu açık bir ipe dizilmiş boncuklar var. Link to post Sitelerde Paylaş
ludwig 0 Ocak 16, 2008 gönderildi Raporla Share Ocak 16, 2008 gönderildi Bu başlığı açan ilk yazıya yanıt yazıyorum. Mucahide hanım. Herşeyden önce ateizmle komunizmi birbirine karıştırmayalım. Ben komunist değil tam tersi kapitalizme, piyasa ekonomisine, mulkiyet haklarına vs inanan bir ateistim, komunizmi ve marxismi de çok tehlikeli buluyorum. İlk önce burda anlaşalım. İkinci olarak şunu söyleyelim: Farzedelim ki insanın içgüdüleri onu bir Allahı aramaya itiyor. Bu demek değildir ki Allah vardır. Tabiki diyebilirsin ki Allah varsa insanı bu şekilde bu tür güdülerle yaratmıştır. Ama biz bu güdüleri evrimsel paradigmada açıklayamıyor muyuz sence ki illa da Allahın yarattığı şeklindeki paradigmanın tek makul açıklamayı sağladığına göre Allah vardır sonucuna varalım? Sana söyleyim, gayet de kolay açıklanır. Nedir? İnsanda bu tür güdüler, arayışlar felan vardır. Bunlar insan hayvandan evrimleşmişse olamaz diye birşey yoktur. Bunlar evrimsel-doğalcı paradigmayla çelişkili de değildir. Link to post Sitelerde Paylaş
mucahide 0 Ocak 16, 2008 gönderildi Yazar Raporla Share Ocak 16, 2008 gönderildi Deicide; İnanç ve ideoloji konusunda hangi aklı yürütme metodunun kullanılması gerekir ve kesin sonuca götürür? Sanırım bizim konuşmamız gereken konu bu. Çünkü benim ileri sürdüğüm akli delilleri siz mantık olarak kabul etmiyorsunuz. Sizin ileri sürdüklerinizi ben akli açıdan kabul etmiyorum. Kısacası siz A diyorsunuz ben B diyorum, birtürlü bir noktada anlaşamıyoruz. O zaman bir sonuca varabilmek için düşünme metodları nelerdir, hangi düşünme metodu nerelerde kullanılmalıdır, nerelerde kullanılırsa doğru sonuçlar doğurur veya yanıltır. Bunlar konuşulması gerek yoksa aynı şeyleri konuşup duracağız. Bu konuda ilk olarak akıl nedir bunun tarıfının yapılması gerek. Eğer bir mahzuru olmazsa tefekkür adlı kitaptan alıntı yapmak istiyorum. Çünkü çok önemli ve eğer bu konularda ne demek istediğimizi anlamazsak boşu boşuna yazışmış oluruz. AKIL Gerek klasik Yunan filozofları gerekse Müslüman ve Batılı bilim adamları olsun aklın tanımını yapanların, yani akıl olgusunu kavramaya çalışanların sayısı bir hayli fazladır. Fakat bu tanımlar, daha doğrusu bu tanımlama çabaları içinde Komünist düşünürlerin tanımları dışında ele alınabilecek kayda değer bir tanım mevcut değildir. Sadece onların tanımları, ele alınabilecek düzeyde ciddi bir çaba olarak karşımıza çıkmaktadır. Ne var ki, kâinatın bir yaratıcısı olduğunu ısrarla inkâr etmeleri Komünistleri yanlışlığa itmiş, onları saptırmıştır. Komünistlerin bu yanlış ısrarı olmasaydı, gerçek anlamda, yani kesin ve şüphesiz bir şekilde akıl olgusunu kavrayabileceklerdi. Zira akıl olgusunu ve düşünceyi ilk irdeleyip şu soruları soran onlardır: Düşünce mi maddeden önce, yoksa madde mi düşünceden önce vardı? Maddeyi düşünceden önce var sayarsak düşünce maddenin bir ürünü müydü? Komünist düşünürler bu konuda farklı bakış açılarına sahiptirler. Bazıları düşüncenin maddeden önce var olduğunu söylerken, bazıları ise maddenin düşünceden önce var olduğunu düşünmüşler, fakat eninde sonunda maddenin düşünceden önce var olduğuna karar vermişlerdir. Buradan yola çıkarak düşünceyi şöyle tanımlamışlardır: “Düşünce, maddenin beyne yansımasıdır.” Bu tanıma göre düşünce; madde, beyin ve söz konusu maddenin beyne yansımasından ibarettir. Çünkü düşünce, maddenin beyne yansımasından doğar. Komünistlerin bu tanımı, araştırmanın yönünü doğru yöne yönelten, hakikate biraz daha yaklaşan ciddi bir çaba olarak karşımıza çıkmaktadır. Eğer ısrarla maddenin bir yaratıcısı olduğunu inkâr edip yine ısrarla kâinatın ezeli olduğunu düşünmeselerdi, akıl gerçeğini kavramada hataya düşmezlerdi. Zira akıl olgusu olmadan düşünce olmaz. Gerçekten düşünce maddeden ayrı düşünülemez. Maddi gerçekliği olmayan tüm bilgiler, hayal ve kuruntudan ibarettir. Öyleyse, düşüncenin temelini oluşturan maddedir. Kaldı ki düşünce, maddenin ifade ediliş biçimi veya maddeye ilişkin bir yargıya varmadır. Demek ki madde, hem düşüncenin hem düşünmenin, yani akıl yürütmenin temelini oluşturmaktadır. Bu temel olmadan ne düşünce ne de düşünme gerçekleşebilir. Öte yandan madde hakkında karar verme, dahası insanla ilgili olan ve insanın ürettiği her şey beyne bağlıdır. Zira beyin, insanın ana merkezidir. Bu nedenle beyin olmadan düşünce de olmaz. Beynin bizzat kendisi bir madde olduğuna göre, onun varlığı düşüncenin var olmasının temel koşuludur. Aynı şekilde maddenin varlığı da düşüncenin var olmasının temel şartıdır. Bu da demektir ki; aklın, yani düşünmenin veya düşüncenin var olması için, ortada bir maddenin ve bir beynin olması gerekir. Komünistler, düşüncenin, yani aklın var olması için ortada bir maddenin ve bir beynin söz konusu olması gerektiğinin farkına vardıklarından dolayı çabaları ciddi ve doğrudur. Komünistler buraya kadar akıl olgusunu kesin ve şüphesiz bir şekilde kavramaya yönelik doğruya sevk edici bir rol oynadılar. Ne yazık ki düşünceye ulaşmak, yani düşünmeyi meydana getirmek amacıyla madde ile beyin arasında bağlantı kurarken doğru yoldan saptılar. Madde ile beyin arasındaki bağlantının söz konusu maddenin beyne yansımasından kaynaklandığını düşündüklerinden sonuçta aklı yanlış tanımladılar. Bu yanılgının esas sebebi kâinatı yoktan var eden bir yaratıcısının varlığını ısrarla reddetmeleridir. Zira Komünistler eğer bilginin düşünceden önce var olduğunu kabul etmiş olsalardı bariz bir gerçekle karşı karşıya kalacaklardı ki bu gerçek şudur: Madde henüz yokken düşünce nereden geldi? Hiç şüphesiz maddenin dışında bir yerden gelmiş olmalıdır. Peki ama ilk insan düşünceyi nereden aldı? Hiç şüphesiz başkasından ve maddenin dışında bir yerden almış olmalıdır. Bunun anlamı şudur: İlk insana bilgi veren, ilk insanı da maddeyi de yaratandır. Bu gerçek, Komünistlerin, “Kâinat”ın ve maddenin başlangıcı ve sonu yoktur” şeklindeki kesin kanaatleriyle çelişmektedir. Komünistler, bu kanaatlerine dayanarak “akıl, maddenin beyne yansıması olup düşünce ve akıl yürütme, bu yansıma sonucunda ortaya çıkar” tezini ileri sürdüler. Bilginin var olmasının zaruri olduğu gerçeğinden kaçtıklarından dolayı da, ilk insanın madde üzerinde deneyler yaparak deneme-yanılma yoluyla bilgiye ulaştığını ve bu deneylerin de başka deneylere ön ayak olduğu şeklinde hayal ürünü varsayımlar oluşturmaya çalıştılar. Israrla aklın, maddenin beyne yansımasından ibaret olduğunu, düşünce ve akıl yürütmenin bu yansımadan doğduğunu savundular. Fakat Komünistler, “his” ile “yansıma” arasındaki farkı göremediler. Zira düşünme eylemi, ne maddenin beyne yansımasından ne de beyin üzerinde iz bırakmasından kaynaklanmaktadır. Düşünme, “histen” doğmaktadır. Duyuların merkezi ise beyindir. Eğer maddeyi hissetmek söz konusu olmasaydı, düşünce de söz konusu olmazdı. İşte Komünistler, “his” ile “yansıma”yı birbirinden ayırt etmeyerek kaş yaparken göz çıkarma durumuna düştüler. Bunun sonucu olarak, aklı yanlış tanımlama yoluna gittiler. Fakat asıl hataları, “his” ile “yansıma”yı ayırt etmemekten çok -ki bu durumda meselenin yansımadan değil, sezgiden ibaret olduğunu anlarlardı- varlığın bir yaratıcısı olduğunu inkâr etmelerinden kaynaklanmaktadır. Komünistler, madde hakkında “ön bilgiler”e (a priori bilgiler) sahip olmanın, düşüncenin, dolayısıyla akıl yürütmenin zorunlu bir koşulu olduğunu kavrayamadılar. Aksi taktirde eşeğin de aklı olurdu. Çünkü onun da beyni vardır ve madde onun beynine de yansımaktadır. Yani eşek de maddeyi hisseder. Oysa akıl insana özgüdür. Eskiler, “insan, konuşan bir hayvandır” derlerdi. Bunun anlamı, insan düşünen bir hayvandır. Zira düşünme veya akıl, canlılar arasında sadece insana özgüdür. Hayvan için akıl ve fikirden söz etmek şüphesiz mümkün değildir. Her şeye rağmen, aklın anlamını bulmak için ciddi bir çaba gösterip akıl olgusunu tanıma yolunda doğru bir çizgiyi takip edenler, sadece Komünist düşünürler olmuştur. Komünist düşünürler, aklı tanımlamada hataya düşüp onu kesin bir şekilde tanıma yolunda sapmış olsalar da, kendilerinden sonraki nesillere aklı kesin ve şüphesiz bir şekilde tanıma yolunu açmışlardır. Öte yandan Müslüman düşünürler bir şeyi tanımlamak için ön bilgilerin (a priori bilgilerin) gerekliliğine inanmalarına ve bunun da doğru olmasına rağmen, ortaya koydukları çabalar vakıayı tanımlamaktan öteye geçememiştir. Madem ki aklı doğru bir şekilde tanımlamaktan amaç sadece Müslümanları değil bütün insanları teşvik etmektir, öyleyse aklın tanımı somut algılanabilen bir vakıaya dayanmalıdır. Yüce Allah, aziz kitabında şöyle buyurmaktadır: Ve O, Adem'e her şeyin ismini öğretti, sonra onları meleklerin önüne koydu ve; Dedikleriniz doğruysa haydi bu şeylerin isimlerini bana söyleyin bakalım!, dedi. Onlar; Sen kudret ve egemenlikte kusursuz ve eksiksizsin! Senin bize bildirdiğin dışında bir bilgimiz yoktur. Doğrusu yalnız Sensin her şeyi bilen, gerçek hikmet Sahibi!, diye cevap verdiler. O; Ey Adem, bu şeylerin isimlerini onlara bildir!, buyurdu. (Adem) isimleri onlara bildirince (Allah); Size, 'göklerin ve yerin gizli gerçekliğini, açıkladıklarınızın ve gizlediklerinizin tümünü yalnız Ben bilirim' dememiş miydim?, dedi.” Bu ayetten de anlaşıldığı gibi, bilgiye yani herhangi bir bilgiye ulaşmak için, ön bilgilerin olması şarttır. Allah, Adem'e eşyaların isimlerini veya nasıl isimlendirileceğini öğretmiştir. İlk insan olan Adem, Allah'ın kendisine verdiği bu bilgilerle eşyayı tanımıştır. Eğer bu bilgiler olmasaydı, eşyayı tanıyamazdı. Akıl olgusunu tanımada Komünistlerin izledikleri yolda saplantılarının temelinde “ön bilgiler”in varlığını gözden kaçırmalarının yattığını kabul edersek; bu bile onların aklı tanımlamadaki hatalarını ve saplantılarının şeklini ortaya koymaya yeter. Zira düşünceyi meydana getirmek için, beyne ulaştırılan madde ile ilgili “ön bilgiler”in var olması gerekir. “ön bilgiler”in bağlayıcılığı sadece Müslümanları değil, tüm insanları kapsamına aldığına göre, somut algılanabilen bir vakıayla karşılaşıldığında düşüncenin, yani aklın oluşabilmesi için madde ile ilgili ön bilgilerin söz konusu olması şarttır. Her ne kadar aklî eylemin, yani düşünce veya akıl yürütmenin söz konusu olması için maddenin var olması şart ise de, aklın varlığı beyindeki ön bilgilere bağlıdır. Komünistlerin aklı tanımlamada izledikleri doğru yoldan sapmalarını anlamak için, “akıl maddenin beyne yansıması değil, beynin maddeyi algılamasıdır” şeklinde bir temelden yola çıkmak, yanılgıların esas ve tek nedeni değildir. Temel sorun, Komünistlerin aklî eylem yani akıldan söz edebilmek için madde hakkında ön bilgilerin mevcut olmasının gerekliliğini göz ardı etmelerinden kaynaklanmaktadır. Gerçekten akıl olgusunda söz konusu olan, maddenin beyne yansıması değil, beynin maddeyi algılamasıdır. Yukarıdaki ayeti kerimeden ve somut algılanabilen gerçekten de açıkça anlaşılacağı gibi, doğrudan doğruya veya dolaylı olarak madde hakkında “ön bilgiler”in mevcut olması, akıl yürütme yani algılama için şarttır. Bu bilgiler olmadan akıl yürütme veya algılama da olmaz. Aklı anlamak ona kesin, net ve şüphesiz bir tanım vermek, ancak böyle bir yaklaşımla mümkündür. Akıl yürütme eyleminde söz konusu olan şeyin “yansıma” değil, “hissetme” olduğuna gelince; bunu anlamak için madde ile beyin arasında bir yansımanın olmadığını kavramak gerekir. Zira ne beyin maddeye, ne de madde beyne yansır. “Yansıma”nın gerçekleşmesi için, ayna ve ışık gibi, maddeyi yansıtan şeyin yansıyabilirlik özelliğine sahip olması gerekir. Bu ise ne beyinde ne de nesnel gerçeklikte mevcuttur. Bu nedenle madde ile beyin arasında hiç bir şekilde yansıma söz konusu olamaz. Çünkü madde beyne yansımaz ve yansıma yoluyla beyne intikal etmez. Madde, duyu organlarıyla hissedilerek beyne intikal eder. Yani maddeyi hisseden, herhangi bir duyu organıdır. İşte beyne taşınan, duyu organıyla algılanan histir ve ancak “his”ten sonra beyinde madde hakkında bir hüküm oluşur. Maddeyi duyu organları aracılığıyla hissederek beyne taşımak, ne maddenin beyne yansıması ne de beynin maddeye yansımasıdır. Burada gerçekleşen olay, yalnızca maddenin “hissedilmesi”dir. Maddenin hissedilmesinde görme duyusuyla diğer duyu organları arasında bir fark yoktur. Hissetme, görme duyusuyla gerçekleştiği gibi, dokunma, koklama, tatma ve işitme duyularıyla da gerçekleşebilir. O halde eşyalar beyne yansımaz. Eşyalar hissedilir. İnsan, eşyaları beş duyu organı vasıtasıyla hisseder. Eşyalar, onun beynine yansımaz. Madde beyin ilişkisinde hissin gerçekleşmesi, “maddi” şeylerde gün gibi ortadadır. “Manevi” ve “ruhi” şeyler gibi maddi olmayan şeylerde ise, “aklî eylem”in gerçekleşmesi için yine “his” söz konusudur. Sözgelimi; çökmüş bir toplumun çökmüş olduğuna karar vermek için, her şeyden önce bu çöküşü “hissetmek” gerekir. Bu “maddi” bir iştir. Bir onurun kırılması söz konusu olduğunda, bu konuda bir yargıya varmak için onur kırıcı şeyin veya sözün veya şifrenin “hissedilmesi” gerekir. Bu da “manevi” bir iştir. Yine Allah'ın hoşuna gitmeyen ve onun gazabını çeken bir işin veya eylemin, böyle bir eylem olduğunu anlamak için onu “hissetmek” gerekir. Bu ise “ruhi” bir iştir. Görüldüğü gibi “his” olmadıkça aklî eylemin gerçekleşmesi mümkün değildir. His, maddi olsun olmasın aklî eylemin gerçekleşmesi için vazgeçilmez bir unsurdur. Şu farkla ki, maddenin karakterini anlamaya paralel olarak güçlenip zayıflasa da maddi eşyalarda his, doğal olarak gerçekleşir. “Düşünce ile ilgili his, en güçlü his türüdür” denmesinin nedeni budur. Maddi olmayan konularda ise his ancak maddi olmayan şeyi kavramakla veya taklit yoluyla gerçekleşir. Her halükarda konunun “hissetmek”ten ibaret olduğu, “yansıma”yla ilgili olmadığı iki kere iki dört edercesine açıktır. Gerçi söz konusu “his”, maddi şeylerde manevi şeylere nazaran daha açık görülür, fakat yine de konunun temelini oluşturmaz. His, her insanda somut olarak vardır, bunda şüphe yoktur. Fakat onu ifade etmek, bazılarının “yansıma”yla ifade ettikleri gibi vakıaya ters düşebilir. Aynı şekilde his veya duyumla açıkladığımız gibi vakıanın bizzat kendisini de ifade edebilir. Ne olursa olsun, Komünistlerin sapmalarının temelini, onların maddeyle ilgili ön bilgileri göz ardı etmeleri oluşturur. Onları büyük bir sapmanın içine sürükleyen, bu faktördür. Zira ön bilgiler, akıl konusunun, yani aklî eylemin özü ve temelidir. “Ön bilgiler”i özetlersek, diyebiliriz ki; salt “his”ten düşünce meydana gelmez. Salt “his”ten sadece ortaya çıkar. Zira his artı his artı milyon kere his eşittir yine histir. Hissetme sayısı ne kadar çoğalırsa çoğalsın sonuç değişmez ve sadece histen düşünce oluşmaz. İnsanda düşüncenin oluşması için, insanın “hissettiği” madde aracılığıyla yorum yapabilmesine imkân verecek olan “ön bilgiler”e sahip olması gerekir. Aramızda bulunan herhangi bir insanı ele alalım. Bu kişiye Süryanice bir kitap verelim ve bu kişi, Süryanice'yle ilgili herhangi bir bilgiye sahip olmasın. Kişinin “his”sini, görme ve dokunma duyuları aracılığıyla kitaptaki yazılara yöneltelim. Bu işlemi milyonlarca kez tekrarlayalım. Böyle bir durumda kişinin Süryanice'yle ilgili bilgi sahibi olmasını sağlayacak bir tek kelime bile bilmesi mümkün değildir. Oysa kendisine Süryanice hakkında birtakım direkt veya dolaylı bilgiler verildiği zaman, düşünmeye başlayacak ve kitabın muhtevasını algılayabilecektir. Bu durum sadece dillere has bir özelliktir denemeyeceği gibi, dilin insanlar tarafından ortaya konduğu, dolayısıyla bir dili bilmek için o dille ilgili ön bilgilere sahip olmanın şart olduğu da ileri sürülemez. Çünkü amaçlanan ister bir hüküm ortaya koymak olsun ister bir göstergeyi veya hakikati anlamak olsun, konu aklî bir eylemle ilgilidir. Aklî eylem ise tüm unsurlarda aynı işlevi görür. Herhangi bir mesele hakkında akıl yürütmek ile bir soğan hakkında akıl yürütmek arasında fark yoktur. Bir kelimenin anlamını kavramak, bir vakıayı kavramakla eşdeğerdir. Bunların her biri aklî bir eyleme gereksinim duyar. Aklî eylem ise, her şeyde, her meselede ve her vakıada aynıdır. Dil ve vakıa hakkında gereksiz bir tartışmaya meydan vermemek için, doğrudan doğruya vakıayı ele alalım. Sözgelimi hissi gelişmiş, fakat ön bilgilere sahip olmayan bir çocuğun önüne birer parça altın, bakır ve taş koyalım. Çocuğun hissini bu şeyler üzerinde yoğunlaştıralım. Hisleri ne denli tekrarlanırsa tekrarlansın, ne denli çeşitlilik kazanırsa kazansın, çocuğun söz konusu nesneleri idrak etmesi imkânsızdır. Fakat çocuğa bu nesneler hakkında ön bilgiler verildiği taktirde, çocuk hissini kullandığında bu bilgiler devreye girecek, nesneleri algılayabilecektir. Aynı çocuk büyüyüp yirmi yaşına varacak olsa ve hâlâ ön bilgilerden yoksunsa, tıpkı doğduğu ilk günkü gibi eşyaları sadece sezmekten ileri gidemez. Beyni ne kadar gelişirse gelişsin, nesneleri idrak edemez. Zira onun eşyaları idrak etmesini sağlayan şey, beyin değil; hissettiği vakıayla ilgili beyninde bulunan ön bilgilerdir. Aynı şekilde hayatında hiç aslan, terazi, köpek ve fil gibi varlıkları görmemiş ve duymamış olan dört yaşındaki bir çocuğu ele alalım. Ona bir aslan, bir terazi, bir köpek, bir fil veya bu varlıkların birer resimlerini gösterelim. Sonra çocuğa bunlardan her birini tanımasını, adını söylemesini ve her birinin ne olduğunu göstermesini talep edelim. Böyle bir durumda çocuk söz konusu nesneleri tanıyamayacak, her biri hakkında aklî bir eylemde bulunamayacaktır. Bu çocuğa bu varlıklardan hiçbirinin kendisini veya resmini göstermeden isimlerini ezberletip sonra kendisinden isimlerini ezberlediği bu varlıkları teker teker göstermesini talep ettiğimiz takdirde, sonuç değişmeyecek ve çocuk hangi ismin hangi varlığa ait olduğunu ayırt edemeyecektir. Fakat ne zaman ki çocuğa her bir varlığı veya resimlerini teker teker gösterip varlıkla onun ismi arasında bir bağ kurarak ezberletilir, işte o zaman çocuk her bir varlığı ismiyle tanıyabilir, yani hangisinin aslan, hangisinin terazi olduğunu idrak edebilir ve hata yapmadan onları gösterebilir. Bundan sonra çocuğu şaşırtsanız dahi, o, aslanın aslan, terazinin terazi olduğunda ısrar edecektir. Demek ki sorun gerçekte ne madde ne de maddeyi hissetmekle ilgilidir. Meselenin özü, söz konusu maddeyle ilgili ön bilgiler, yani kişinin madde veya vakıa hakkında önceden sahip olduğu bilgilerle ilgilidir. Zira doğrudan veya dolaylı olarak vakıaya ilişkin ön bilgiler, Aklî eylemin temel, vazgeçilmez koşuludur. “aklî Algılama” açısından durum bundan ibarettir. “İçgüdüsel Algılama” ise, içgüdüler ve organik ihtiyaçlardan doğar. Bu noktada hayvan ile insan arasında bir fark yoktur. Tıpkı eşeğin arpanın yenip toprağın yenmediğini bilmesi gibi, insan da tekrar ve deneyim kazanma yoluyla elmanın yendiğini, taşın ise yenmediğini bilir. Ancak bu ayırt etme bilgisi, ne düşünce ne de algılamadır. söz konusu ayırt etme bilgisi, hem insanda hem de hayvanda bulunan içgüdüler ve organik ihtiyaçlardan kaynaklanmaktadır. Bu nedenle duyu organları vasıtasıyla, maddenin beyne taşınmasının yanı sıra, ön bilgiler var olmadıkça bir düşünce meydana gelemez. Pek çok kişi, ön bilgilerin bazen insanın kişisel deneyimlerinden bazen de öğrenme yoluyla oluştuğunu söyleme noktasında yanılgıya düşmüştür. Onlara göre, tecrübelerin bizzat kendileri bilgileri meydana getirirler. Aklî eylemi ortaya çıkaran da ilk tecrübelerdir. Oysa bu yanılgıyı bertaraf etmek için sadece ilişkilendirme özelliği bakımından insan beyniyle hayvan beyni arasındaki farkı görmek, içgüdüler ve organik ihtiyaçlar ile eşyaya ilişkin verilen hüküm arasındaki bağa dikkat etmek yeterlidir. Hayvan beyni ile insan beyni arasındaki farka gelince; hayvan beyni bilgiler arasında ilişki kurma özelliğinden yoksundur. Fakat hayvan beyni özellikle sürekli tekrar edildiği zaman hatırlama ve çağrışımda bulunma özelliğine sahiptir. Hayvanın doğal bir biçimde gerçekleştirdiği bu “hatırlama”, içgüdü ve organik ihtiyaçlardan kaynaklanmaktadır. Bundan başka hiç bir özelliği yoktur. Örneğin; zil çalıp arkasından köpeğe yemek vermek adet haline getirildiğinde, her zil çalışında köpek zilin ardından yemeğin geleceğini anlar ve bu yüzden salyası akmaya başlar. Aynı şekilde bir eşek dişisini gördüğünde cinsel güdüleri kabarır, ancak aynı eşek dişi bir köpek gördüğünde cinsel güdüleri harekete geçmez. Yine sığır otlarken zehirli otlardan ve kendine zarar verecek bitkilerden sakınır. Bu ve buna benzer örnekler gösteriyor ki, burada “içgüdüsel olarak ayırt etme” söz konusudur. Bazı hayvanların birtakım hareketleri yapması veya birtakım eylemlerde bulunması, içgüdü, akıl ve algılamayla ilgili olmayıp bu hareketler taklit ve hatırlatmanın ürünüdür. Zira hayvan beyninde bilgiler arasında bağ kurma yeteneği yoktur. Hayvan beyni, çağrışımlar yapmaya ve içgüdüsel olarak ayırt etme yeteneğine sahiptir. Çünkü hayvan, içgüdüye bağlı olan her şeyi hisseder. Hayvanın hissettiği her şey, hele hele bu his tekrarlanmışsa, onda çağrışım yapar. İster hisle, ister çağrışımla olsun, hayvan içgüdüsüne bağlı şeyleri doğal olarak yapar. İçgüdüye bağlı olmayan şeyleri hissettiğinde doğal olarak bir eylemde bulunmaz. Fakat bu his sürekli tekrarlandığında ve kendisinde çağrışım yaptığında, hayvan bu eylemi doğal olarak değil, taklit ve hatırlama yoluyla kazanır. İnsan beyni açısından durum tam tersidir. İnsan beyni, çağrışım dışında bilgiler arasında bağ kurma yeteneğine de sahiptir. İnsan, Bağdat'ta gördüğü bir adamı on yıl sonra Şam'da gördüğünde onu hatırlar. Fakat adam hakkında bilgi sahibi olmadığı için Şam'da bulunmasına bir anlam veremez. Eğer Bağdat'ta gördüğü zaman adam hakkında bilgilenmiş olsaydı, daha sonra Şam'da gördüğünde, önceden sahip olduğu bilgilere dayanarak orada bulunuşuna bir anlam verebilirdi. Fakat hayvan çağrışımla bu adamı hatırlasa bile, onun Şam'da bulunmasına bir anlam veremez. Hayvan, bu adamı gördüğü zaman içgüdülerine bağlı olarak hissetme eylemini gerçekleştirir. Zira hayvan, duyular aracılığıyla hatırlama (çağrışım) yeteneğine sahip olmasına karşın, ne kadar çok eğitilirse eğitilsin ve ne kadar çok taklitte bulunursa bulunsun bilgiler arasında bağ kuramaz. Oysa insan beyni hem hisleri hatırlar, çağrışımda bulunur hem de bilgileri ilişkilendirir. İçgüdüler ve organik ihtiyaçlarla nesneler hakkında yargıya varma arasındaki fark nedir? İnsan, içgüdüleri tekrar yoluyla hatırlama, ve kendisinde bulunan bilgiler arasında bağ kurma özelliği ile hissettiklerinden ve çağrıştırıp hatırladıklarından bilgiler meydan getirebilir. Bütün bunları ancak içgüdü ve organik ihtiyaç ortamında gerçekleştirebilir. Böyle bir ortam olmaksızın bilgiler arasında bağlantı kurma işlevini yerine getiremez. Başka bir ifadeyle, böyle bir ortam olmadan herhangi bir yargıya varmada söz konusu bilgilerle bağ kuramaz. Bu nedenle çoğu kişi, “bilgileri hatırlama” (çağrışım) ile “bilgileri birbiriyle ilişkilendirme” kavramlarını birbirine karıştırmaktadır. Halbuki “çağrışım” sadece içgüdüler ve organik ihtiyaçlar için geçerlidir. “Bilgileri birbiriyle ilişkilendirme” ise, ister içgüdüler ve organik ihtiyaçlarla ilgili olsun isterse bir konu hakkında yargıya varmakla ilgili olsun her şey için geçerlidir. “Ön bilgiler”, “bilgileri birbirleriyle ilişkilendirmek” için mutlaka gereklidir. İnsan ile hayvan arasındaki fark bu noktada ortaya çıkar. Nasıl ki insan, tahtanın suya batmayışından geminin tahtadan yapılabileceğini anlıyorsa; aynı şekilde maymun, ağaçta asılı bulunan bir muzu indirmenin sopa veya benzeri bir şeyle mümkün olduğunu anlamaktadır. Bütün bunlar içgüdüler ve organik ihtiyaçlarla ilgilidir. Burada “ilişkilendirme”den bilgiler elde edilmiş olmasına karşın, söz konusu olan “bilgileri birbiriyle ilişkilendirme” değil, “hatırlama” (çağrışım)'dır. Bu yüzden de “akli eylem” söz konusu değildir. Gerçek bir “akli eylem” den söz edilebilmesi için, nesneler hakkında yargıya varmak gerekir. Ancak bu durumda akıl veya düşünceden söz edilebilir. Nesneler hakkında yargıya varmak ise, ancak bilgileri önceden sahip olunan bilgilerle, yani ön bilgilerle ilişkilendirmekle mümkündür. Bu bağlamda akıl, düşünce, yani “akli eylem”in var olabilmesi için, kendisiyle bağ kurma işlemi gerçekleştirilecek olan ön bilgilerin var olması gereklidir. Çoğu kimse, beynin maddeye yansıdığını veya insanın maddeyi hissederek düşünme ve aklî eylemi gerçekleştirdiğini ispatlamak için, ilk insanın tecrübeleriyle ve bu tecrübelerden bilgiler meydana getirerek düşünceyi nasıl oluşturduğunu anlatmaya çalışırlar. Söz konusu olanın yalnızca “hatırlama” (çağrışım) olduğu, burada “bilgileri birbiriyle ilişkilendirme”nin söz konusu olmadığı, konunun içgüdülerle ilgili olduğu ve bunlarla yargıya varmanın mümkün olmadığı şeklinde yukarıda belirttiğimiz ifadeler bu tezi çürütmek için yeterli olmasına rağmen asıl mesele ne ilk insandır ne de ilk insanla ilgili varsayımlar veya tahminlerdir. Burada asıl mesele ilk insan veya son insan değil, insan gerçeğidir. Günümüzün insanını ilk insana, yani burada olanı burada olmayana kıyaslamak yerine; ilk insanı ele alıp gördüğümüz hissettiğimiz günümüz insanına kıyaslamak daha akıllıca bir davranıştır. Böylece bugünkü insanı özümseyip algılamakla her insan, hatta ilk insan algılanmış olur. Bu gerçeği her zaman göz önünde bulundurmak gerekir. Zira günümüz insanı somut olarak gözümüzün önündedir. O halde önce insanın içgüdüler ve yargıya varmakla ilgili aklî eylemini irdelemek, sonra da “hatırlama” (çağrışım), “bilgileri birbiriyle ilişkilendirme” ve her iki kavram arasındaki farka dikkat etmek gerekir. Bu farka dikkat ettiğimizde görürüz ki, insanın aklî bir eylemi gerçekleştirmesi için ön bilgilerle bağ kurması şarttır. Fakat hissin hatırlanması (çağrışım), hem insanda hem de hayvanda bulunmaktadır ve bu durumda aklî eylem, akıl yürütme ve düşünceden söz edilemez. Nesneleri henüz tanımayan, nesneler hakkında henüz bilgilere sahip olmayan, fakat bu bilgilere sahip olması mümkün olan küçük çocuğun bu durumu, aklın anlamını ortaya koyan en doğru kanıt olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu bağlamda akıl sadece insanda vardır. Aklî eylemi yalnızca insan gerçekleştirebilir. Ancak içgüdüler ve organik ihtiyaçlar, bunları sezme, hissetme ve hissedilenleri hatırlama (çağrışım) açısından insan ile hayvan arasında bir fark olmamasına rağmen, bunların hiç birisi ne akıl, ne algılama ne düşünce, ne de akıl yürütmedir. Burada “içgüdüsel olarak ayırt etme” den başka bir şey söz konusu değildir. “Aklî Algılama” ise bambaşka bir şeydir. Akıl, bilgileri birbiriyle ilişkilendirme özelliğine sahip bir beynin varlığını gerektirmektedir ki bu özellik sadece insanda mevcuttur. O halde aklî eylem, “ilişkilendirme” yeteneğinin varlığıyla mümkündür. “İlişkilendirme” yeteneği ise, ancak bilgiler ile madde arasında bağ kurmakla mümkün olur. Bu nedenle ister ilk insanda olsun isterse günümüz insanında olsun aklî eylemin söz konusu olabilmesi için madde ile ilgili ön bilgilerin varlığından söz etmek gerekir ki bu bilgiler maddeden önce zaten vardır. İlk insanın önüne madde sunulmadan önce, bu madde hakkında önceden edinilen bilgilere (ön bilgilere) sahip olması gerekmez mi? Allah'ın ilk insan Adem hakkında söylediği “...Ve O, Adem'e her şeyin ismini öğretti” şeklindeki yüce sözü ve ardından buyurmuş olduğu “Ey Adem! Bu şeylerin isimlerini onlara bildir” yüce sözü de ön bilgilerin aklın oluşmasındaki önemine işaret etmektedir. O halde ön bilgiler, “aklî eylem”in gerçekleşip bir anlam kazanması için vazgeçilmez unsurdur. Komünist düşünürler, aklı anlamaya çalışırken, aklî eylemin gerçekleşmesi için madde ve beynin gerekliliğini kavramakla buraya kadar doğru bir metot izlemişlerdir. Ancak sorun onlar için bu noktadan sonra başlamıştır ki, beyni maddeyle ilişkilendirerek bu ilişkiyi “his/duyum”la değil, “yansıma”yla ifade ederken hataya düşmüşlerdir. “Aklî eylem”in gerçekleşmesi için ön bilgilerin var olması zaruretini inkâr etmekle de tamamen yanılgıya düşmüşlerdir. Zira söz konusu ön bilgiler olmadan Aklî eylemin gerçekleşmesi mümkün değildir. Bütün bu söylenenler doğrultusunda aklı kesin ve kuşkuya yer bırakmayacak bir şekilde anlamanın yolu, şu dört unsurun birlikte bir arada bulunmasından geçer. Bunlar: 1- Madde veya vakıa 2- Sağlıklı beyin 3- His 4- Ön bilgiler Buna göre akıl, düşünce veya idrak; vakıayı hissetme olgusunun duyu organları vasıtasıyla beyne taşınması ve beynin bu vakıayı ön bilgilerle yorumlamasıdır. İşte aklın yegâne doğru tanımı budur. Bunun dışında bir başka tarifi yoktur. Bu, akıl olgusunu sağlıklı bir biçimde niteleyen ve her asırda tüm insanları bağlayabilecek tek tanımdır. Devamında düşünme metodu ve düşünme türleri ile ilgili yazı gelecek.... Link to post Sitelerde Paylaş
mucahide 0 Ocak 16, 2008 gönderildi Yazar Raporla Share Ocak 16, 2008 gönderildi Lostone demişki; "Biz Allah'ın zatını idrak edemeyiz. Onun zatını idrak edebilmemiz için onun özelliklerine sahip olmamız gerekir." cümlesini allahın varlığına akıl yoluyla ulaşılamaz olarak algılıyorum ve konunun amacına ulaştığını düşünüyorum. Senin bahsettiğin şey akıl değil sezgidir. Zaten Allahın varlığına akılla ulaşılabilmesi saçma olurdu çünkü böyle 2+2=4 demek bir mükafatı gerektirmez. Aklı olan,kavrayan herkes bunu der. Ayrıca Bilmek ve inanmak birbilerinden çok farklı şeylerdir. Bilgiye akılla, inanca ise sezgiyle ulaşılır. Kurduğun cümlelerin neredeyse tamamı belli kabullenmeleri ve sezgileri içeriyor. Mücahide; Biz Allah'ın zatını idrak edemeyiz demek Allah'ın varlığını idrak edemeyeceğiz demek değildir. Elbet insan şu kainata bakıp onlardaki özellikleri incelediğinde bütün bu olanların kendi kendine olmayacağı bir yaratanın olması gerektiğini anlar. Zatını anlamak demek acaba o nasıl birşey, neye benziyor gibi aklımızın idrak alanına girmeyen konulardır. Onun varlığını akletmek ise ayrı birşeydir, bu insanın algılayabileği bir konu. Bunu kabul edip etmemek sana kalmış ama ben Allah'a annem babam müslüman olduğu için veya çevremdeki insanlar müslüman olduğu için inanmadım. Bunu gerçekten aklımla idrak edip olması, düşünüp bir yargıya vardıktan sonra inandım. Aklın ve akletmenin ne olduğu hakkında yazı yolladım biraz uzun ama istersen okuyabilirsin. Link to post Sitelerde Paylaş
ludwig 0 Ocak 16, 2008 gönderildi Raporla Share Ocak 16, 2008 gönderildi Bu "tefekkur" isimli kitabın yazarı pek bir cahilmiş. Neden sadece "komunist düşünürlerin" fikirlerini kaale alıyor? Kendisi de pek salak. Niye Kartezyen değil de bir materyalist kendisi? Bir Müslümanın Kartezyen olması gerekmez mi normal olarak? Kendisi hem empirist hem materyalist, Marx ve Engels in en önemli filozoflar olduğunu düşünüyor, çok ilginç. Ya Descartes ve Kant? Benim bildiğim teist felsefe Kartezyen olur, ruh-beden ikiliğine inanır, ruh'un bir töz olduğuna inanır. Bu adam paso beyinden bahsediyor. Zihinden bahsettiği yok. Link to post Sitelerde Paylaş
Bruce lee 0 Ocak 16, 2008 gönderildi Raporla Share Ocak 16, 2008 gönderildi Allah akılla bulunurmuş.Ben ota,moka maydanoza bakacam,sonra aklımı çalıştırıp bunların bir yaratıcısı var diye düşünecem ve güya allahı bulacam. Böyle saçma sapan bir düşünce zaten dindarlardan çıkar. Ben neden allahı bulmak zorundayım ki? Köşe kapmacamı oynuyor allah insanlarla ? Varsa çıksın orraya ben varım desin.Yok diyemiyorsa,onun adına bir takım şarlatanlar, bana allahtan vahiy geliyor,ben allahın elçisiyim diye milleti kandırmasın. Yemezler Link to post Sitelerde Paylaş
mucahide 0 Ocak 16, 2008 gönderildi Yazar Raporla Share Ocak 16, 2008 gönderildi Ludwig Buraya fikri yorumlar yapmaya geldiysen buyrun fikirlerinizi paylaşın ama hakaret etmeye geldiyseniz burada işiniz yok yazdıklarınıza cevapta alamazsınız. Link to post Sitelerde Paylaş
ateist 0 Ocak 16, 2008 gönderildi Raporla Share Ocak 16, 2008 gönderildi Allah akilla bulunur dogrudur ama bunun ne akli oldugunuda söylemek lazim. Allah, müslüman akliyla bulunur. Mantikli bir insan allahi bulamaz cünkü allah mantikla hareket etmez. Deli deliyi kolaylikla bulur tabii. Link to post Sitelerde Paylaş
ludwig 0 Ocak 16, 2008 gönderildi Raporla Share Ocak 16, 2008 gönderildi Mucahide, Fikri yorum yapıyorum. Sorun şu ki. ne "komunist düşünürler", ne sen, ne sana burda cevap verenler, ne de alıntı yaptığın kitabın yazarı felsefenin F'sinden anlıyor. Sorun budur. Bir yorum yaptım, önemli bir noktaya parmak basıyorum. Cevap alamıyorum. Teist bir felsefe Kartezyen olması gerekmez mi? Nasıl oluyor da materyalist oluyor? Nasıl oluyor da rasyonalist değil de empirist oluyor? Bu ne saçmalıktır diyorum. Tabi ki neden bahsettiğimi anlayamacaksınız. Bunun sebebi felsefe öğrenmek için "komunist yazarlara" dönmeniz. Size tavsiyem Descartes, Kant Plato vs ile işe tekrar başlamanız ve Marx ve Engels i de kaale almamanızdır. Link to post Sitelerde Paylaş
Bruce lee 0 Ocak 16, 2008 gönderildi Raporla Share Ocak 16, 2008 gönderildi Allah akılla bulunur demek= allah düşünce ile yaratılır demektir. Bravo mücahide tebrik ederim.Dindarların allahı düşüncelerinde nasıl yaratıklarını kısa ve öz ifade etmişsin. Link to post Sitelerde Paylaş
Karadeniz 0 Ocak 16, 2008 gönderildi Raporla Share Ocak 16, 2008 gönderildi Allah akılla bulunur demek= allah düşünce ile yaratılır demektir. Bravo mücahide tebrik ederim.Dindarların allahı düşüncelerinde nasıl yaratıklarını kısa ve öz ifade etmişsin. Sen bu yazidan bu sonucami ulastin? Link to post Sitelerde Paylaş
tolonbey 0 Ocak 17, 2008 gönderildi Raporla Share Ocak 17, 2008 gönderildi Sevgili arkadaslar, Tanrinin ne yoklugu nede varligi ,bu günükü belge ve bilgilerle kanitlanmasi mümkün deyildir. Var veya yok deyenler büyürsunlar HODRI MEYDAN,tartisalim. Belge ve bilgilerinizi dökün ortaya. Belki ileri caglarda yeni belge ve bilgilerle 1000%1 mümkün olabilebüler. sevgiler tolonbeg Link to post Sitelerde Paylaş
Andromeda 0 Ocak 17, 2008 gönderildi Raporla Share Ocak 17, 2008 gönderildi Sevgili arkadaslar, Tanrinin ne yoklugu nede varligi ,bu günükü belge ve bilgilerle kanitlanmasi mümkün deyildir. Var veya yok deyenler büyürsunlar HODRI MEYDAN,tartisalim. Belge ve bilgilerinizi dökün ortaya. Belki ileri caglarda yeni belge ve bilgilerle 1000%1 mümkün olabilebüler. sevgiler tolonbeg Default durum yokluğudur ... Var diyenler ispatla yükümlüdür ... Link to post Sitelerde Paylaş
anibal 0 Ocak 17, 2008 gönderildi Raporla Share Ocak 17, 2008 gönderildi >>> Var veya yok deyenler büyürsunlar HODRI MEYDAN,tartisalim. Belge ve bilgilerinizi dökün ortaya. Ben yok diyorum. Buyur tartışalım. Bak ben olmadığını gayet güzel ispatlarım: Masanın altına bakıyorum yok.. Birisi aksini ispat edene kadar, bu ispat geçerlidir. Neymiş, tanrının yokluğunu ispatlamak gayet kolaymış. Var diyen varsa, benim ispatını beğenmeyen varsa, buyursun aksini ispat etsin, görelim.. Link to post Sitelerde Paylaş
mucahide 0 Ocak 17, 2008 gönderildi Yazar Raporla Share Ocak 17, 2008 gönderildi (düzenlendi) Anibal, Tolonbey, Andromeda Şuana kadar sahip olduğunuz önyargıları/ön görüşleri (kainat hakkında sahip olduğunuz önbilgileri değil) bilim adına vardığınız yargıları, şartlanmalarınızı,yanlı mantık önermelerinizi bir kenera atıp objektif bakış açısıyla salt aklınızı kullanıp meseleye baksanız muhakkak Allah'ın varlığını bulursunuz. Ocak 17, 2008 tarihinde mucahide tarafından düzenlendi Link to post Sitelerde Paylaş
Andromeda 0 Ocak 17, 2008 gönderildi Raporla Share Ocak 17, 2008 gönderildi Anibal, Tolonbey, Andromeda Şuana kadar sahip olduğunuz önyargıları/ön görüşleri (kainat hakkında sahip olduğunuz önbilgileri değil) bilim adına vardığınız yargıları, şartlanmalarınızı,yanlı mantık önermelerinizi bir kenera atıp objektif bakış açısıyla salt aklınızı kullanıp meseleye baksanız muhakkak Allah'ın varlığını bulursunuz. Yani düşünmeden arkasını önünü, ilk izlenimlerimiz ile hüküm verelim ... Örneğin Kapadokya'daki peri bacalarının tepesindeki o taşı görünce "vay be nasıl da o taşı oraya koymuşlar, o koca taşı oraya kaldırıp koyana kurban olayım" diyelim ... Link to post Sitelerde Paylaş
anibal 0 Ocak 17, 2008 gönderildi Raporla Share Ocak 17, 2008 gönderildi >>>> kenera atıp objektif bakış açısıyla salt aklınızı kullanıp meseleye baksanız muhakkak Allah'ın varlığını bulursunuz. Salt aklını kullnıp meseleye bakarsan, tam tersine allahın var olmadığını bulursun.. Bak upuzun bir şey yazmışsın. Anladığımı kadarıyla kendin bile okumamışsın, bir yerden almış, buraya yapıştırmışsın.. Düşünce, his, madde, akıl, hayvanlar vs. gevelemiş durmuşsun.. Kafanı bu zrıvalardan kaldırda, dünyaya bir bak. Dünyada, nöroloji, psikoloji, zooloji gibi bir sürü bilim dalları var. Ve senin uyduruverme lafların bu bilimlerin olmadığı çağlar için bir açıklama olabilir ancak. Mesela, akıl için bir tarif yapmıyorsun. Ama çıkıp, hayvanlarda akıl yoktur diyorsun. Buyur, akıl için kendin bir tarif yap. Sonra git bak bakalım hayvanlarda bu akıl dediğin şey var mı, yok mu? Ama dikkat ette, ecdadını "akılsız" durumuna sokma aman, kemikleri sızlamasın.. Link to post Sitelerde Paylaş
Recommended Posts